@geceyeasikbirkiz
|
"Ateşler içinde kavrulmak ya da hiçbiri..."
Yaşamı değiştiren en büyük etken nedir? Hayatınızda değişen insanlar, değiştirdiğiniz okul, yeni başladığınız bir kitap ya da aldığınız yeni bir eşya mı? Hayatlarımız, bunlar sayesinde çok kolay biçimde değişir? Peki ya hayatınız, babaannenizin size hediye ettiği antika bir aynayla ne kadar değişebilir? Tahmin edemeyeceğiniz kadar... Nefes aldığım her saniye, sanki canım daha çok sıkılıyor ve organlarım birbirine giriyor gibiydi. Büyük bir aşkla baktığım kitaplar bile midemi bulandırıyordu. Aklımdan geçen tek düşünce, bu sıkıcı iş görüşmesinden bir an evvel çıkıp gitmekti. Kocaman bir holdingin, orta katlarında bir odadaydım. Odanın bir duvarı sadece kitaplarla donatılmıştı. Dedim ya, kitaplardan bile nefret ettirmişti burası bana. Karşımda duran yaşlı kadın, neşeli yüzüyle bir saattir benimle konuşuyordu. İşten bahsetse belki bir nebze de olsa anlayabilirdim fakat eşinden yeni ayrılmış torunundan bahsedip duruyordu. Kaçıncı olduğunu bilmediğim derince nefesimi tekrar buluşturdum ciğerlerimle. “Öyle işte kızım, pek üzdüler torunumu. Oysa ne kadar yakışıklı ne kadar alçak gönüllüdür benim Murat’ım...” Sahte bir gülümsemeyle kafamı salladım. “Çok üzücü bir durum bu Bedia Hanım. İş... alındım mı işe?” Konuyu istediğim yöne getirebilmiştim hele şükür. İyi mi, kötü mü yaptığımdan da hiç haberim yoktu ama... “Doğru kızım, bak ben onu unuttum. Bu holdingi Murat, yani torunum yönetiyor.” “Onu anlamayana yuh zaten...” diye mırıldandım sessizce. “Senin gibi gençlere de ihtiyacımız var. Metin yazarı yerine istersen Murat’ımın sekreteri ol, orada da açık vardı.” Sahte gülümsememi takınarak yine sahte bir samimiyetle konuştum. “Yok, çok teşekkürler. Ama anlamam ki ben o işlerden. Benim işim yazmak, çizmek...” Anlaştığımızı belirten bir biçimde elini uzattı bana doğru. Onu bekletmeden ben de sıkıca tuttum elini. Hızlı bir evrak işinin ardından, saatlerdir lanet okuduğum holdingin kapısının önündeydim hele şükür. “Allah’ım, şükür bundan kurtardın beni. Bismillah...” Şükürlerimle ağzımı oyalarken yol kenarında yürümeye başlamıştım eve doğru. Bir taksi çağırsam eve gidene kadar kaç lira gidecekti şimdi cebimden, Allah bilir. En iyisi geldiğim gibi bir durağa gidip otobüs beklemekti. Telefonumu elime alıp hızlı hareketlerle annemi aradım. “Alo, anne...” “Kızım, Ulunay... Ne olur hayırlı bir haber ver annecim.” “Valla, oldu kız. Aldılar beni, gerçi az kalsın gelin olmuş gidiyordum ama paçayı kurtardım ne de olsa.” “Ay çok sevindim annecim. Hayırlı olsun hadi. Bak, baban ve babaannenle bekliyoruz çabuk gel.” “Tamam.” diyerek hızla kapattım telefonu, öyle fevri davranmasam otobüsü kaçırıyordum çünkü. Sıkıcı ve eziyetli bir yolculuğun ardından nihayet evi bulabilmiştim. Kapıdan girer girmez çantamı ayakkabılığa fırlattım ve içeriye koştum. “Ben Ulunay Sultan, ben bir şey istiyorsam mutlak surette alırım.” Annem beni yanaklarımdan öperken bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu. “Erdinç, kızın yine sultan olmuş bak.” Babam da gülümseyerek kutluyordu bu şanlı görevimi. “Benim kızım hep sultan Şeyda.” İkisinin atışmalarının arasından sıyrılıp babaannemin yanına vardım. Elini öpmek için eğilirken bir yandan da ağzımı çalıştırmayı unutmuyordum. “Valide Sultanımız da gelmişler. Hoş geldiniz Sultanım.” Beni yanaklarımdan öperken gülmeyi de ihmal etmiyordu tabii. “Ah benim deli kızım.” “Ayy efendim efendim?” Herkes bir ağızdan gülüşürken bense yorulduğumu belirten bir hareketle oturma odasının kapısını buldum. “Genç ve kendini genç hisseden insan evlatları. Gideyim biraz dinleneyim sonra tekrar sizinleyim. Bilet paralarını ibanıma atabilirsiniz. Ne de olsa beleşe Ulunay Kutlay stand-up'ı izliyorsunuz.” Koridorda yürürken bir yandan da kötü kadın kahkahamı atıyordum. Koridorun solunda kalan odama vardığımda üzerimdeki kıyafetleri yırtar gibi çıkartıp daha rahatlarını geçirdim üzerime. Kitaplığımda duran Kösem Sultan isimli kitapla göz göze geldiğimde kocaman bir öpücük attım ona. “Merak etme bebeğim, yarın seninle buluşacağız. Asla ertelemeyeceğim bu saatten sonra seni.” Hoplaya zıplaya içeri gidip bir koltuğa attım kendimi. “Eee kızım, neler oldu anlat bakalım.” Bunu soran, tabii ki en az benim kadar meraklı olan annemdi. “İlk bir saat falan holdingin sahibi Murat’ı dinledim. Sanırım evlenmem gerekiyor adamla.” Söylediklerim, hepsinin ağzını açık bıraksa da umursamayıp alayla gülümsedim. “Bediacım vardı orada işte. Dedim Bedia aşkocum, işsizim ben, ne yapacağız beni? Dedi ki gel torunum var. Dedim ki işim yok, dedi ki Murat’ım da Murat’ım. Kırgın Çiçekler’deki Mesude gibi aynı Bediacım. Neyse en son artık karar verdi de metin yazarı olarak aldı beni işe. Asgari ücret işte. Onun dışında pazartesi başlarsın dedi. Bu kadar arkadaşlar, beni dinlediğiniz için çok teşekkürler.” Hepsinin ağzından yine tebrik cümleleri dökülüyordu, bense büyük bir egoyla onları kabul ediyordum. Bir telefon sesi kulağıma iliştiğinde hızla çıktım oturma odasından. Telefonum çalıyordu ve bu yeni işimden bir telefon olabilirdi. Telefonu elime aldığım zaman yakın arkadaşımın aradığını görüyordum. “Efendim Kumru?” dedim heyecanlı çıkan sesimle. “Ne oldu şu iş meselesi? Halledebildin mi?” “Kızım, sen bizi ne sandın? Ben Ulunay Sul-” “Evet Ulunay, bir şey istediğinde mutlak surette alıyorsun biliyoruz. Ayrıca çok sevindim ya, ilk maaşınla bir yemeğe götürürsün artık.” “Tabii kızım, bıldırcuk yemeye götürürüm seni.” “Bak bir şeyi, sadece bir şeyi Hürrem Sultan’a bağlama kurbanın olayım.” “Ben ki...” “Telefon çekmiyor Ulunay.” Telefonu yüzüme kapattığında kahkaha atarak oturma odasına geri döndüm. Annemler artık bana alıştıkları için hiç yadırgamıyorlardı ani çıkışlarımı. Babaannem, yanında duran ahşap kutuya elini vurup beni yanına çağırdı. Merakla yanına gidip oturdum. “Babaanne, tamam Sultanım falan da işleri abartmışsın. Kız bu ne?” Gülerek kutuyu elime verdi. Oldukça ağırdı, peki ya bu kadar ağır ne vardı bunun içinde? Zihnim, yalnızca aburcubur dolu olmasını istiyordu orası kesin. “Dur be kızım. Bunun içinde bana babaannemden kalan bir şey var, ona da babaannesinden kalmış. Çok değerli bir şey anlayacağın. Ben hiç kullanmadım başına bir şey gelmesin diye. Bir kere baktım ve yıllarca kaldı bir yerlerde. Bakalım sen ne yapacaksın?” Kutuyu heyecanla açtığımda parlak kırmızı kumaşların içinde ay gibi parlayan gümüş bir ayna vardı. Hayranlıkla baktığıma emindim şu an. Elimin büyüklüğünde, kenarları pırlanta işlemeli, uzunca tutma yeri olan bir aynaydı. Arka tarafında da yine işlemeler vardı. Babaanneme sarılıp tahmin edemediğim kadar teşekkürlere boğdum onu. Daha sonra kutusuna yerleştirip kenara koyduğumda alayla konuşmaya başladım. “Ya babaanne, biz bunu satsak... İyi para eder he. Gümüş ama beyaz altın diye kaktırırız.” Babaannem bacağımı cimcirirken bir yandan da dişlerini sıkmayı ihmal etmiyordu. “Hele bir dene bak ne yapıyorum ben seni? Deli kız.” “Ay ismim de çıkmış deliye be. Gidiyorum ben odama, şu ayna kaç para yapar bir tur hesaplayayım.” Babaannem arkamdan onaylamaz bakışlar atarken ben odamı bulmuştum bile. Saat akşam yediyi gösteriyordu ve ilginç bir şekilde uykumun geldiğini hissediyordum. Aynayı kutusundan çıkarıp incelemeye başladım. Ama etrafına o kadar çok bakmıştım ki aynasına henüz gelememiştim. Aynasını çevirdim yüzüme doğru. Kendim diye söylemiyordum, duru bir güzellik duruyordu karşımda. Kızıl saçlar, bembeyaz bir ten, çekik mavi renk gözler, hokka bir burun ve pembesi hafif dolgun dudaklar. Gözlerimin üstüne düşen kirpiklerim, gözaltlarıma gölge düşürerek koyu bir hal almasını sağlıyordu. Güzel kızdım be! Bunu kendim söylüyordum çünkü başkasından duysanız belki de abartıdan ibaret bulabilirdiniz. Aynada kendimi incelerken bir uyku hali düşüyordu üzerime. Onu bir kenara iterek ahşap kutunun içini incelemeye başladım. Bir kâğıt parçası duruyordu parlak kumaşın arasında. İçimdeki merak, ter olarak çıkıyordu bedenimden. Elime aldığım kâğıdı yavaşça açtım. En fazla ne çıkabilirdi ki içinden? Sevgi ve saygı sözcükleri... Kâğıt sararmıştı ve bir rutubet kokusu yükseliyordu her açıldığında. Latin grafiğiyle yazılmış, yarım sayfa yazı görüyordu gözlerim. Güzel bir el yazıyla yazılmıştı ve bu okumayı kolaylaştırıyordu. Hangi dile ait olduğunu anlamak adına göz gezdirdiğimde Eski Latince olduğunu görmek şaşırtıyordu beni. Gerçi sadece niye diline şaşırıyorsam? Bu kâğıt neden buradaydı, neden bu dille yazılmıştı, kim tarafından yazılmıştı? Bir an zihnime büyü olabileceği gelince hatim indirme yoluna girmiştim. “Allah’ım tövbe bismillah, sen koru Yarabbim. Valla koru Allah’ım okuyacağım ama koru tamam mı?” Söylediklerimin üzerine yine bir tövbede bulundum içimden. Sol baştan okumaya başladığımda içimdeki duygular birbirini kovalamaktan başka bir şey yapmıyordu. Korku, endişe, şaşkınlık... Bir tesadüften ibaret olduğuna inanmak istiyordum. Başka bir açıklama bulamıyordum ya da... Satırlarda gezinen kelimeler şöyleydi: “Demek sahibine ulaştı bu güzel ve narin ayna. Korkma sakın, neler olduğunu bilmiyorsun ama öğreneceksin. Bunu sana ben değil, bu ayna öğretecek. Yakında görüşeceğiz, ama ikimizde birbirimizi tanımayacağız. Eğer korkmazsan, eğer yadırgamazsan bu yaşadıklarını emin ol çok güzel günler seni bekliyor olacak. Ama cesaretini tek bir gün yitirip duvarların arkasına sığınmayı yeğlersen işte o zaman kaybettiğin ve ölüm fermanını mühürlediğin gün olacak senin için. Tüm hayatını unutup aynanın ardından sürükle kendini. Bir rüzgâr gibi seni savurmasına izin ver. Dakikalarca baktığın duru güzelliğin ve kimsenin sorgulamayacağı zekân seni zaferine ulaştıracak. Celallenip de herkeslere de anlatma ha bu notu. Üzülüp kendini kahretme, kendine iyi bak...” Saçma sapan, öylesine bir not olmalıydı. Mantığa uygun bir kalıba oturtamıyordum çünkü. Ne yaşayacaktım, nerede karşılaşacaktım bunu yazan kişiyle, güzelliğimle ve zekamla ne elde edecektim? Bu sorular ve cevapları oldukça ürkütücü duruyordu. Düşüncelerimi bir kenara süpürmeyi dileyerek yattım yatağıma. Ayna yanı başımda duruyordu ve bu beni hem diken üstünde hem de güvende tutuyor gibiydi. Derin bir uyku kolları arasına alıyordu beni. Düzensizleşen nefesimi, sakinleştirmeye çalışıyor gibiydi. Göğsümün üstünde bir el hissediyordum, göğsümün yükselip alçalmasını önlemek istiyordu sanırım. “Prenses!” diye bir ses de zuhur ediyordu odanın içinde. Neler olduğunu kavramak oldukça zorlaşıyordu artık, kavrama yeteneğimi kaybetmiş gibi hissediyordum. Sanırım annem bir ilk olarak beni prenses diye uyandırmak istemişti. Sabah olmuştu anlaşılan ve ağır uykumdan uyanmam çileydi yine anneme ve bana. “Off anne bir gün de bensiz etsenize şu kahvaltınızı ya!” Sağıma doğru bir hamle yaptığımda yumuşak bir yastık geçmişti elime, benim odamda olmayan. Yine de gözlerimi açamıyordum, dedim ya çok ağırdır uykum. “Anne, cidden şu an sadece uykuya ihtiyacım var. Gidin yiyin siz.” “Prenses, anneniz şu an burada değiller.” Hiç tanımadığım bir ses beni nazikçe uyarıyordu. Soğuk su etkisi gibi bir şeydi bu benim için. Gözlerimi hafif araladığımda garip giyimli bir kadının, yalvaran bakışlarını görüyordum. Etrafımda yoğun bir kalabalık var gibiydi. Henüz netleşmemiş bakışlarımla ancak bu kadarını kavrayabiliyordum. “Abi siz deli misiniz ya? Aman Ulunay, yat geri. Rüyaymış kızım. Böyle saçma rüyayı da anca rüyamda görürüm zaten.” Kafamı, yumuşak yastığa geri koyduğumda rüyamdaki kadın konuşmaya devam ediyordu. “Prenses neyden bahsediyorsunuz? Anneniz sizi bekliyorlar.” Sabır dileyerek nefes aldığımda hafif doğruldum. Rüyamızda bile rahat yoktu arkadaş! Etrafta gezdirdiğim bakışlarım, bana rüyamda olmadığımı kanıtlar nitelikteydi. Ama gerçek de olamazdı. Neredeydim ben böyle? Daha henüz uyumamış mıydım, kim getirmişti beni buraya? Ahşap ve taş yerler vardı. Değerli mücevherlerden yapılmış avizeler ise tavanları süslüyordu. Burası neresiydi ve ben tam olarak ne yaşıyordum? “Neler oluyor?” dedim etrafımdakilere bakarak. “Bir şey olduğu yok prenses, yalnızca sabah oldu.” Karşımdaki kadın gülümseyerek sadece bana bakıyordu. Geri kalanlar ise şöyleydi; birinin elinde, bir kabın içinde su vardı; diğerinin elinde bir havlu; diğerinin elinde bir elbise; diğerinin elinde ise… Rüyada olmadığıma hala emin miydim? Bir kılıç duruyordu; ince, zarif ve uzun bir kılıç. “Prenses, bu mektup size geldi.” dedi, önümde hala sırıtarak duran kadın. Anlamayarak elime aldım ve hızla açtım, belki bu kağıt bir şeyleri anlamama yardımcı olabilirdi. Eğer yardımcı olmazsa her an delirebilme gibi bir ihtimalim vardı. “Ulunay… Kusura bakma, prenses… Aynayı hatırlıyor musun? Tabii ki hatırlıyorsun. Ayna, senin en büyük aracındı buraya gelirken ama sen uyurken bunu hiç fark etmedin değil mi? Her neyse, konumuz bu değil. Neler olduğunu, ne yapacağını, nereye gideceğini, kim olduğunu… Hiçbir şeyi bilmiyorsun ve anlamlandıramıyorsun, değil mi? Prenses… Sen bir prensessin Ulunay ve bu krallığın sana ihtiyacı var. Eski hayatını unut, artık burası farklı bir evren. Ardındaki her şeyi bırak ve sana ihtiyacı olanlara yüzünü dön. Tekrar görüşmek üzere.” Bu neydi ya? Ben ne yaşıyordum? Bu soruları bin kez, yüz bin kez sormak istiyordum kendime. “Bu mektubu kimin gönderdiğine dair bir bilginiz var mı?” “Hayır Prenses ama getirenlere sorabiliriz.” “Tamam, sorun ve bana söyleyin.” Lüks hayatımın girişindeydim şu dakikalarda. Yüzümü yıkayıp kıyafetimi giydim, sonrasında ise iki genç kız saçlarımı örmeye başladılar. “Siz kaç yaşındasınız?” “On dört Prensesim.” “Henüz çok küçük değil misiniz?” Her ikisi de birbirine baktılar şaşkınca. “Neden bana öyle bakıyorsunuz? Sizin eğitim görmeniz gerekmez mi? Neden burada bu işi yapıyorsunuz?” “Prensesim, bizi bizzat siz istemiştiniz.” dedi zorla. “Neden öyle konuşuyorsun? Neden çekiniyorsun?” Birden kapı tıklatılınca cevap verememişlerdi. İçeri gelen, sabah beni uyandıran kadındı. “Prensesim…” “Söyle lütfen.” “Geçen öldürttüğünüz kızın, kız kardeşi sizinle görüşmek istiyor. Ne kadar konuştuysak da direndiysek de geri adım atmadı. Affınıza sığınıyorum.” “Ne?” dedim tekrar anlamlandırmaya çalışarak ama asla hiçbir şeyi anlamlandıramayacaktım sanırım. |
0% |