@geceyeasikbirkiz
|
Öncelikle hoş geldiniz. Bu kurgum, şiddete uğrayan kadınlara farkındalık kazandırmak amacıyla oluştu kafamda. Kadına şiddete özendiren ve küçümseyen bir davranış asla yoktur. Kadına şiddet, büyütülmesi gereken bir şey ve tüm kitaplar, tüm filmler, tüm diziler, tüm medya abartmalı. Bir can, bir anne, bir evlat her gün toprağa kaybolup gidiyor. Küçümsenecek, unutulacak bir konu değildir bu konu. İyi okumalar...
Her acı, acı mıdır? Ya da her sızı kalpte mi yer edinir kendine? Bazı sızılar, giremez kalp kapağından içeri. Kan pompalamakla meşgul olan kalp, buna izin vermez belki de. O kadar sızı, o kadar keder kalbin kapısında ağaç olmuş beklerken o kalp niye aşkı alıyordu peki içeri? Aşk, kanı ezip geçiyor muydu? Ya da kalp mi aşkı kayırıyordu? Vücuda hangisi daha zararlıydı peki? Kavuşamadığın bir aşk mı; yoksa ömrün boyunca bitmemiş bir çile, keder mi?
Beynimle kalbim yine muhakeme ediyorlardı. Ağlıyordum, bu artık benim için oldukça rutin bir eylemdi. Bacaklarımı karnıma çekip daha da şiddetlendirdim ağlamamı. Belki o zaman kalbimin kapısında kalan yığıntılar içeri girerlerdi ve oradaki ağrım hafiflerdi.
Dudaklarımdan geçip boynuma doğru giden gözyaşlarımı, kontrol edemez hale geliyordum. "Allah'ım, yalvarırım al canımı. Lütfen YaRabbim. Ben dayanamıyorum artık."
Yakarışlarım, hıçkırıklarımın arasından seslice çıkmaya devam ederken kapının sertçe açılmasıyla en azından yakarışlarımı susturuyordum.
"O canını, o güzel canını, o biricik canını, o benim olan canını yalnız ben alabilirim. İnandığın Tanrın seni duymuyor olmalı. Çünkü hala benim yanımdasın, evimdesin, yatağımdasın.
Söyledikleri daha da ağlatıyordu, daha da çaresiz kılıyordu beni. Ama bir gün yılarsam yıkılırdım. Allah canımı bir gün alana kadar, ölene kadar kimseye boyun eğmemeliydim.
"Vücudum burada. Ben yokum burada. Sen ve vücudum var. Senin yanında olmam için ruhumun da benimle bir burada olması gerekiyor. Ama benim ruhum başka yerde, başkasının yanında. Ayrıca laf ettiğin Allah'ım, bir gün senin belanı verecek. Ve ben de sadece izleyeceğim."
Kelimelerim henüz biterken çenemden tutup kaldırıyordu beni. Acıyla inlerken elinden kurtulmak için de uğraşıyordum. Her zamanki gibi başarısız olsa da uğraşıyordum.
"Sen benimsin, her şeyin benim. Her şeyine sahip oldum. Sana sahip oldum ben. Ağlamaktansa mutlu olsan, biraz sen de bana alışsan iyi edersin. Çünkü hayatımızın sonuna kadar bu evde beraber duracağız."
Ağlamamı geri atarak konuşmaya çalışmak istiyordum. Ama boğazıma inen eli, bunu engelliyordu. Acım boğazımdan daha aşağıya inemiyordu. Boğazımı daha da sıkarak, iğrenç dudaklarıyla dudaklarıma baskı yaparak gitti odadan.
Dizlerimin düğümleri çözülmüştü, bağları birbirinden bağımsız davranıyorlardı. Çöktüm yere, ruhumun çökmemesini dileyerek çöktüm. "Allah'ım yardım et. Sarp, nerede kaldın? Gel artık lütfen..."
Hıçkırıklarımın arasından çıkan nidalarımda ne söylediğimi bilmeden gelişigüzel söylüyordum. İçimde kocaman bir boşluk hissi vardı. Yıllar önce ruhum oraya atlamıştı ve uzun süredir ondan haber alamıyordum.
Kapının açılması, tüylerimi diken diken ediyordu. Hızlıca duvarın en köşesine geçip ağlamamı durdurmaya çalışıyordum. Her gün önüme yemek bırakan adamlardan biri gelmişti. Yine yemeği bırakıp, bir şeyler zırvalayıp gitti.
Bu büyük oda, zindandan farksızdı bana. Pencerelerinde siyah, demir parmaklıklar olan; ayağımın bağlandığı siyah, kalın bir zincir olan; herkes için boş ama benim için oldukça dolu olan bir odaydı. Her duvarında çığlıklarımı, ağlamalarımı, çaresiz savruluşlarımı görüyordum.
Titrek ellerim, yemeğe yöneliyordu. Yemeliydim, çünkü yılmamam gerekliydi. Yemeliydim, çünkü söz verdiğim biri vardı.
Mantar soslu makarna, ağzımda dolanırken gözyaşlarım hala akıyorlardı. "Nerede kaldın Sarp? Gel artık, yalvarırım gel. Söz vermiştin, sen sözlerini tutarsın. Al beni buradan, lütfen..."
Sesim, bir başkasının sesi gibi çıkıyordu. Ağlamaktan çatlayıp ikiye bölünmüştü adeta. Derince nefes aldığımda ağlamalarımın sonuna geldiğini hissediyordum.
Nefeslerimi, iyice kontrol altına aldığımda dışarıya doğru seslendim. "Serkan Abi, Firuze Abla! Arayın o şerefsizi, konuşmam lazım. Ne olursunuz, lütfen. Ne olursunuz bir kere olsun yardım e-"
Kelimelerimi yutmamı sağlayan, kapının açılması olmuştu. Her zaman spor tarzda giyinen Serkan Abi, içeri giriyordu. "Abi, ne olur ver telefonu. Arayayım şunu. Lütfen..."
Serkan Abi, ceplerini karıştırırken aynı zamanda da beni cevapsız bırakmamaya çalışıyordu. "Merak etme, Aydoğan Abi evden çıkarken ağlaman bittiğinde seni salmamızı söyledi."
Olağanüstü bir mutlulukla gülüyordum. Bu benim için olağanüstüydü evet, çünkü hayatımın en karanlık vakitlerini geçirdiğim odadan çıkıyordum. "Abi, çıkartacaktınız madem niye yemek verdiniz?"
Ayak bileğimin, özgürlüğünü kutlayarak ovuşturuyordum orayı. "Aydoğan Abi, yemek yemeyince susmadığını söyledi çünkü."
İğrendiğimi belli eden bakışlarımı atarak ayağa kalktım. "Abiniz batsın, iyi mi? Allah bildiği gibi yapsın!"
Odadan sendeleyerek, ağır ağır çıkıyordum. Her acımın aynası olan duvarlar, şimdiyse düşmemem için destek oluyorlardı bana. Her seferinde zulüm gibi gelen uzun koridorda, duvarları hissede hissede gidiyordum. Girerken kapkaranlık bir zindan, çıkarkense gül bahçesine dönüyordu bu koridor.
Nihayet uzun koridordan ve o odanın kapısından kurtulduğumda yere diz çökerek ağlamaya başladım. Bin kez şükrediyordum Allah'a. Yine çıkmıştım o zindandan. "Allah'ım, sana şükürler olsun. Allah'ım..."
Ağzımdan sadece Allah, nidası çıkıyordu. Güle güle, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Zindandan çıkıp zindana düşmüştüm. Ama en azından bir ışık vardı, yürüyebiliyordum.
Yere kapaklanmış, Allah'a secde edercesine yatarken nihayet sakinleşip ayağa kalkıyordum.
Etrafımdakiler, bana deliymişim gibi bakıyorlardı. "Neye bakıyorsunuz? Neden bakıyorsunuz öyle? Delirdiğimi mi düşünüyorsunuz? Evet, delirdim. O Allah'ın belası 'abiniz' yüzünden delirdim. Bakışlarınız da sanki evde bir melekle yaşıyormuşum gibi. Allah, sizi de bildiği gibi yapsın."
Ağır adımlarım, kendi odamı buluyordu. Baştan aşağı kan bulaşmış, gri eşofman takımlarımı çıkartıp yerine siyahları giyiyordum. Giyiyordum ama içimden başka bir ben akıp gidiyordu. Yaralarımın sızıları, kalbimin kapısını buluyorlardı yine. Gözümden yaşların akmasına izin veriyordum. Belki biraz olsun dinerdi acılarım.
Kapı tıklandığında dişlerimin arasından bir "Gel!" nidası yükseliyordu. "Aydoğan Bey arıyor!"
Telefonu hiddetle alıp kulağıma koydum. "Ne var?" "Birtanem, iyisin değil mi? İstersen akşama biraz gezmeye çıkalım."
Yine dalga geçiyordu benimle. "Nereye çıkıyoruz, ikinci kata mı? Ama illaki dışarı çıkmak istersen cehennemin dibine kadar yolun var. Şer-"
Firuze Ablanın telefonu kulağımdan çekip alması, hakaretlerimin yarım kalmasına neden olmuştu. "İyi günler Aydoğan Bey... Tabii, hiç şüpheniz olmasın."
"Niye alıyorsun elimden telefonu? Hakareti hakketmiyor mu yoksa beyiniz?"
Firuze abla; şişliklerle ve morlukla dolu olan, kanlı yüzümde elini gezdiriyordu. Elini yaklaştırması bile yetmişti canımı yanmasına. Canım acıyordu, ama birinin ellerini yüzümde gezdirmesi şifa gibiydi sanki. Gözlerimdeki yaşlar tekrar akmaya başlıyordu.
"Kızım, niye yapıyorsun? Niye baş kaldırıyorsun? Ne istiyorsa yap işte. Tanınmaz hale geldin, canından can gidiyor. Boyun eğ artık."
Ellerinden kurtulmak istercesine geri çekildim. Bu kadın neyden bahsetttiğini farkında olmamalıydı. "Sen ne dediğini farkında mısın? Kaybedemem, ona boyun eğemem. Onca ölen kadına, dövülen kadına ihanet etmiş olmam mı ben? Ben bir gün buradan gideceğim. Allah'ın izniyle kurtulacağım o şerefsizden. Ne kadar daha burada dururum bilmiyorum. Bir, üç yıl daha mı? Yoksa daha uzun yıllar mı? Bilmiyorum, ama ben gideceğim."
Uslanmayacakmışım gibi bakıyordu yüzüme çıkarken. Yanlış düşündüğümü sanıyordu, üstelik bir kadın olarak. Hemcinsim bile haksız olduğumu düşünürken ben; psikopat, ruh hastası bir erkek kişisinden beni anlamasını bekleyecek kadar acizdim.
Banyonun aynasında mı bu kadar karanlıktı yüzüm, yoksa gerçekten bu hale gelmiş miydim? Kurumuş kanlar, yüzümden boynuma doğru yol alıyorlardı. Şişmiş gözlerim, en az bir menekşe kadar morlardı. Gözlerimin içineyse kırmızı bir perde inmiş gibiydi.
Kuruyan kanları çıkarmak adına, yavaşça yıkamaya başladım yüzümü. İnleye sızlaya yapıyordum bunu. Vücudumda bulunan her hücrem, birbirine çarpıyormuş gibi titriyordum. Dişlerimin birbirine çarpması, ağzımda ve damaklarımda yoğun bir ağrıya sebep oluyordu.
Çıkarabildiğim acı izler, lavabonun içinde suyla birlikte yok okuyorlardı. Aynaya tekrar baktığımda hala berbat görünen bir çehre vardı karşımda. Dolaptan kremi alıp yavaşça sürdüm yüzümde kalan izlere, geçmesi temennisiyle.
Ağır ağır yatağa geçip yavaşça uzandım. Ayak tırnağımdan, saç diplerime kadar, bilmediğim birçok uzvumda tanıdık sızılar dolanıyorlardı.
3 Yıl Önce
Yürüyen merdivenlerden inerken kayan ayağım yüzünden, merdivenlere oturakalmıştım. "Sevgilim, iyi misin?"
Şefkatle konuşan Sarp'a döndüğünde gözlerim, endişeyle bakıyordu bana. Uzattığı elinden tutup, gülerek ayağa kalktım.
"Gören de yuvarlandım sanacak Sarp. Düştüm sadece iyiyim, bak."
Ellerimi iki yana açıp ona ispatlamaya çalışıyordum iyi olduğumu. Gülümseyerek kendine çekti beni. Saçlarımın arasına minik bir buse konduruyordu. "Seni o kadar çok seviyorum ki sevgilim, canın sıkılacak diye dahi korkar oldum."
Gülümseyerek yanağına bir buse kondurdum. Merdivenden inerken el eleydik. Ona olan sevgim, bazen beni bile aşıyordu. Yeşil gözleri, kumral saçları... Her şeyi beni efsunlamaya yetiyordu.
"Sevgilim, nereye daldın gittin?" "Sana daldım gittim sevgilim."
Güzel gülümsemesi, daha da büyüyordu. Daha da ılıtıyordu içimi, bu soğuk havaya rağmen.
"Filme gidelim dedim, niye istemedin anlamıyorum Sarp? Ne yapacağız bu kafede? Aynı yaşlı çiftler gibi..."
Gülümseyerek daha da kavrıyordu elimi. "Filmde, filmi izlemek zorunda kalacağım. Ama ben senin, o dünya güzeli gözlerine bakmak istiyorum. Onun için yaşlı çiftler gibi olmaya mahkumuz Hanımım."
Son kelimesiyle birlikte önünü ilikler gibi yapıyordu. Ne kadar da saygılı bir Bey...
Kafeye oturduğumuzda yine aklımı, aynı sorun deşiyordu. "Güzelim, ne oldu yine?"
Derin bir nefes aldım. Arada bir görüşüyorduk ve onun da canını böyle şeylerle sıkmak istemiyordum.
"Sınavı düşünüyorum yine. Kazanabilecek miyim acaba? Kazansam da istediğim yer olacak mı?"
Ellerimi, avuçlarının arasına saklayıp içten bir öpücükle geri bıraktı. "Çalışıyorsun, istediğin yeri tabii ki kazanacaksın. Ben bile kazandım. Dört yıl sonra vizelere, finallere çalışıyor olacaksın. Ve o dört yılın sonunda..." konuşmasına devam ederken yüzük parmaklarımızı gösteriyordu " ... şu görmüş olduğunuz parmaklarımızda alyanslar dolanıyor olacak Hanımefendi."
Utanarak yere eğiyordum başımı. Kalbimi kanatlandırmak için uğraş vermesine gerek kalmıyordu. "Lerzan Hanım, benimle evlenmek istemiyor sanırım. Başını öne eğmeler falan..."
Başımı aniden havaya kaldırıp yüzünü inceledim. Korkmuş görünüyor olmalıydım. Benimle alay ediyordu, sırf beni böyle görmek için öyle söylüyordu.
"Dünyaya bedel bakışların var güzelim." deyip kahkahalar ata ata gülüyordu. Benim de ona eşlik etmekten başka bir çarem yoktu.
Birden telefonum çaldığında kaşlarımı çatarak çıkarttım cebimden. "Efendim abi?"
Arayan kuzenimdi. "Lerzancım, canım benim napıyorsun?" "İyiyim abi, sen napıyorsun?" "İyiyim ben de tatlım. O yanındaki yakışıklı kim?" "Anlatmıştım ya abi sana, Sarp..." "Anladım birtanem, iyi oturmalar."
Telefonu kapattığımda Sarp, endişeyle bakıyordu. "Niye endişe ediyorsun? Abim aradı, görmüş olmalı."
Yüzü, biraz olsun rahatlarken soruyordu. "Aydoğan Abi mi?"
. . . . . . |
0% |