Yeni Üyelik
10.
Bölüm

▪︎10▪︎

@geceyeasikbirkiz

Bir zamanlar, adeta hayatımın anlamı haline gelmiş olan insanı görme ihtimalim vardı, hem de yaklaşık üç saat sonra. Ama içimde bir yerlerde kopukluk hissediyordum. Onu görmek istiyordum, onu özlemiştim ama kırgın tarafım ağır basıyor gibiydi.

 

"Ne düşünüyorsun öyle bir saattir?"

 

Soru, arka tarafımda duraksamış Enes'ten geliyordu. Ne kadar süredir öylece telefonla bakışıyordum pek bir fikrim yoktu, sanırım on dakika kadardı...

 

"Kahvaltı hazırlayacaktım..." deyiverdim, Tuğra'nın sırrını saklamak adına. Yanıma doğru ilerlerken belli belirsiz bir gülümseme eşlik ediyordu ona. "Beraber hazırlayabiliriz."

 

Benim cevabımı beklemeden birkaç kahvaltılığı masanın üzerine koymuştu bile. Hızlı, birkaç hazırlığın ardından karnımızı doyurmuştuk. Tıpkı kahvaltıda olduğu gibi mutfağı toplarken de sessizdik. İçeri geçip oturduğumuzda hala sessizliğimizi koruyorduk.

 

Titreşen telefonuma çevrildi gözlerim. Mesaj, Tuğra'dan gelmişti. 'Daha erken geleceğim, bir işim çıktı. Sarp'ın yanına erken gitmem gerekiyor.'

 

Vücudumun gerildiğini hissediyordum. Artık ne kadar hiçbir şey yüzünden gerilmek istemesem de bunu yaşıyordum.

 

"Lerzan noldu?" dedi Enes, bir telefonumun bir yüzümün arasında bakışlarını dolaştırarak. Gerginliğimi sezmişti, anlamıştı. "Lerzan, sakin ol. Sarp'ın yanına gitmek istiyorsan git ama gitmeni istemiyorum."

 

"Ne?" diyebildim şaşkınlığımın getirdiği tepkiyle. "Yani, gitme. Aydoğan seni arıyor ve meydana çıkman ne kadar akıl karı?"

 

Haklıydı. Birilerini ne kadar özlesem de canımı tehlikeye atmak akıllıca değildi. Başımı salladım onu onaylamak adına. O ise samimi bir gülümsemeyle karşıladı. O sırada çalan telefonunu çıkarıp hoparlöre aldı. Bunu neden yaptığını anlamasam da telefona kulak verme ihtiyacı hissetmiştim.

 

"Alo Abi..." dedi Tuğra'nın olduğu belli olan ses. "Efendim Tuğra?"

 

"Abi Sarp var ya, Lerzan'ın sevgilisi..."

 

"Eeee?" dedi yerinde kıpırdanan Enes. Benimse göğsümde bir sızı belirmişti ama bunu anlamlandıramıyordum.

 

"Nişanlıymış, üniversite son sınıfmış. Aydoğan'la bir ilgisini bulamadım hiç ama Bekir var ya bizim, şu polis... Ondan aldığım habere göre üç yıl önce Eylül ayında Sarp'ın şu anki nişanlısı Binnur'a, Aydoğan tarafından on bin Türk lirası gönderilmiş."

 

Dünya, kendi etrafında dönen bir yapıya sahipti. Ama sanki tam şimdi durmuştu ve yalnızca içinde ben dönüyordum. Beynime bir damla da olsa kanın sıçradığını hissediyordum. Zihnimde hal-i hazırda bulunan hiçbir kelimem, duygularımı anlatmama yardımcı olmuyordu.

 

"Ne?" diyebildim, tek söyleyebildiğim bu olmuştu. Çünkü anlamak istemiyordum, böyle bir şeyi kabullenmek zor geliyordu bana, biraz tembellik etmek istiyordum.

 

"Tamam Tuğra." diyerek hızla kapatmıştı Enes telefonu. Gözlerimden süzülen yaşlar, anlatamadıklarımı anlatıyordu. Enes yanıma gelip öylece bana bakmaya başladı. Onun da elinden bir şey gelmediği aşikardı.

 

"Binnur benim en yakın arkadaşımdı..." dedim güçsüzce. Bunu söylerken adeta bir çocuk gibiydim ve tıpkı çocuklar gibi ciğerimden çıkıyordu sesim.

 

"Canım çıktı benim üç yıl boyunca. Allah'ım, ben hiçbir şey yapmadım... Ben ne yapayım?"

 

"Lerzan, lütfen sakin ol. Diğer insanların hatalarından sen sorumlu değilsin. Üzülme lütfen... Off böyle de söylenmez ama ne bileyim?"

 

"Enes, kalem kağıt verebilir misin bana? Tuğra'yı da arayıp Sarp'ın yanına gitmeden önce buraya gelmesini söyler misin? Ona bir şey vereceğim."

 

Enes, hemen istediğimi yapmak üzere ayağa kalktı. İyi değildim ama başkaları yüzünden üzülmek için fazlaca çile çekmiştim geçmişte.

 

Elime geçen kalem ve kağıdı zaman kaybetmeden kullanmaya başladım.

 

Sevgili... Artık sevgilim değilsin, çünkü başkalarının sevgilisi benim için yalnızca herhangi bir 'Sevgili' olabilir. Bu sana kaçıncı mektubum, inan saymayı unuttum. Ama şundan eminim ki bu sana ulaşan ilk ve son mektubum ve yine sana yazdığım son mektubum. Merak etme geçmiş mektupları, sana onları şu dizelerle açıklayabilirim;

 

Ne hasta bekler sabahı,

 

Ne taze ölüyü mezar.

 

Ne de şeytan bir günahı,

 

Seni beklediğim kadar...

 

Geçmiş mektuplarda her zaman seni bekledim, sana gelmen için çokça yalvardım ve biliyor musun? Bir gün gelip beni kurtaracağından da emindim ama artık;

 

Geçti istemem gelmeni,

 

Yokluğunda buldum seni;

 

Bırak vehmimde gölgeni,

 

Gelme, artık neye yarar?

 

Geçmiş, her zaman olduğu gibi geçmişte kaldı ve istesek de bu geçmişin geleceğini yaratamayız. Ben seni, yokken buldum. Meğer senin varlığın, hiç olmamanmış. Necip Fazıl bu dizeleri yazarken seni mi görmüş sence? Yoksa senin gibi gelmeyen 'sevgili' mi dolu piyasa? İçimden sana binlerce şey söylemek gelse de kendimi ve seni yormamın anlamsız olduğunu biliyorum. Kendine ve Binnur'a iyi bak, sizi seviyordum...

 

Bilmesen de her mektubun sonuna bir tarih bırakmıştım ancak bu mektupta yok. Çünkü ne senin ne de benim için tarihlerin bir anlamı kalmadı. Son ve sonsuz mektup...

 

Elimde tuttuğum kağıdı birkaç kez katlayarak karşımda duran Enes'e baktım, o da merakla bana bakıyordu. "Kime bu?" dedi merak ve gerginlikle.

 

"Bunu Tuğra'ya vereceksin, yani verir misin? Benim için Sarp'a ulaştırabilir mi?"

 

"Tabii, gönderirim ama iyi göründüğünden emin değilim Lerzan..."

 

"Emin olabilirsin, çünkü yıllardır içimde biriken bilinmezlik sonunda bir sonuca vardı. Beni üzecek bir şey öğrenmiş olsam da bir sonuca varabildik sonuçta." dedim zorla gülümsemeye çalışarak.

 

"Bugün bir yere gidelim mi?"

 

Enes'in çocuksu bir merakla sorduğu sorusu, beni gerçekten gülümsetmişti ve kimsenin de hayır diyebileceğini sanmıyordum. Onaylamak adına kafamı salladığımda gülümseyip el salladı.

 

"Süper, Tuğra gelsin çıkalım."

 

Enes'in sözünün üzerine sanki duymuş gibi Tuğra, kapıyı açarak girmişti içeri. Yüzünde ise endişe ifadesi geziniyordu.

 

"Abi, valla söyleyecek-" derken Tuğra, Enes onun sözünü kesip sakince konuşmaya başladı.

 

"Bunu Sarp'a vereceksin." dedi bir yandan da kağıdı ona uzatırken. Tuğra'nın yüzünde ise hala endişe, yaşamsal faaliyetlerini göstermeye devam ediyordu. Kafam karışık ve duygularım yıkıntının altında da olsa Enes'in, bu Sarp meselesini nereden öğrendiğini hala merak ediyorum. Zannımca telefonda konuşurken beni duymuştu.

 

"Tamam abi. Ama valla-"

 

"Tuğra, sonra konuşabiliriz. Kızmadım, tamam mı? Şimdi gidebilirsin..."

 

Enes'in büyük sakinliği üzerine Tuğra, gitmeyi yeğlerken bense istemsizce şaşırmakla kalıyordum.

 

"Bu kadar sakin olmanın sebebi ne? Her gün terapiye falan mı gidiyorsun?"

 

Yüzünde gülmeden edemezmiş gibi bir ifadeyle kahkaha attıktan sonra sorumu cevapladı. "Terapi değil, empati. Hem terapi demişken bir yerlere gittikten sonra bir psikologla görüşmek ister misin?"

 

"Olur, çok iyi olur sanırım."

 

Hızla olduğu yerden kalkıp kapıya yönelince gittiğimizi anlayıp onu takip ettim. Saçlarımda duran lastik tokayla gelişigüzel toplayıp arabaya bindim. Emniyet kemerimi bağlarken çoktan araba çalışmış, yolda ilerlemeye başlamıştı.

 

"Gitmek istediğin bir yer var mı?" diye sordu şarkı seçmeye çalışan Enes.

 

"Hayır, yok."

 

"O zaman... umarım eğlenceli biriyimdir."

 

Araba otobana çıkmıştı ve artık oldukça hızlı ilerliyorduk. Enes'in yüzünde başından beri düşünceli bir ifade vardı. Artık dayanamayarak sitemle sordum.

 

"Aklında ne var?"

 

"Neden bu kadar bağırıyorsun? Ve neden bu kadar kızdın?" diyerek kahkaha attı. "Bilmiyorum, belirsizlik hoşuma gitmiyor." dedim kendimi savunmak adına.

 

Enes'in tek eli, vitesi bulunurken gülümseyerek konuşmaya devam etti.

 

"Merak etme, merak etme. Bugün çok iyi anladım belirsizlikten hoşlanmadığını, artık kaçıncıya söylediysen..."

 

Benimle böyle dalga geçmesi, sinirlerimi bozsa da kendimi gülmekten alamıyordum. Sanırım bir yanımın da hoşuna gidiyordu.

 

"Denize gidelim diyorum. Foça'ya diye düşündüm ama dönüp Urla'ya da gidebiliriz."

 

Zihnim, kelimelerini yavaşça kavrarken gözlerim tepkisini hemen belli ediyordu. Kocaman açılmış gözlerle kafamı ona döndürdüm.

 

"Enes, ne dediğini farkında mısın?" dedim sesimi sakin çıkartmaya çalışırken.

 

"Farkındayım Lerzan da ne oldu?"

 

"Sudan korkuyorum, denize giremem." dedim önüme dönüp kollarımı bağlarken.

 

"İzmir'de büyüdün ve hiç denize girmedin mi?"

 

"Hayır." dedim tekdüze bir sesle.

 

Araba sağa doğru yanaştığında Enes, bana doğru döndü.

 

"Yalan söylüyorsun Lerzan. Ve ben en az, senin belirsizlikten hoşlanmadığın kadar yalandan hoşlanmam."

 

Yalandan hoşlanmayan yalnızca o değildi ama bazen insanlar yalan söylemeye mecbur bırakılabilirlerdi.

 

"Şimdi denize girmek istememe nedenini, dürüstçe söyle. Kaç yaşında kadınsın, seni zorla götürecek değilim ya." dedi.

 

"Sırtımdaki ve vücudumdaki yaraları sergilemek de hoşuma gitmeyen bir şey Enes."

 

Bir dakika kadar önüne dönüp sustu. Bu sessizlik canımı sıkıyordu, çünkü susmak hiçbir zaman çare değildi. Hangi susan kadın zafere erişmişti ki? Bağırmak, haykırmak, susmamak en çok biz kadınlara yakışıyordu ve en çok da yine biz kadınlara yakışmıyordu.

 

"Bir çaresini buluruz demek isterdim ama bir çaresini bulmak zorunda değiliz Lerzan. Onları sen yapmadın ve utanmamalısın. Bundan utanması gereken kişi belli. O kadar acıya dayanıp hala nefes alabildiğin için ancak kendinle gurur duymalısın."

 

Yüzümde bir gülümsemenin peyda olmasına engel olmayarak ona doğru döndüm.

 

"Ama hatırladıkça acıyor. Sırtım değil, sırtımdan ruhuma giden yollar sızlıyor."

 

Birkaç saniyelik sessizliğimin ardından devam ettim konuşmaya. "Gidelim Enes. Ama böyle bir kalabalığa girip nasıl saklanacağız ondan?"

 

"Gitmek istemiyorsan seni zor-"

 

Onun üzüldüğünü saklayamayan sesini bastırıp ben konuştum. "Gitmek istiyorum."

 

"Çok fazla insanın olmadığı, sessiz, sakin yerler var bildiğim."

 

"Onca insan bilmiyor da sen nereden biliyorsun?"

 

"Bazen hayat, insana bilmemesi gereken şeyler öğretebiliyor Lerzan." dedi burukça bir gülümseme takınarak.

 

Araba tekrar hareket ettiğinde önceki neşesi yerinde değildi, kaybolmuştu.

 

"Sakin yerleri nereden biliyorsun?" dedim daha fazla içimde tutamayarak. Müziğin sesini arttırırken kendi sesini de aynı ölçüde arttırıyordu.

 

"Ne dedin? Duyamadım."

 

Bilerek yaptığı besbelli olsa da tekrar sormak adına ağzımı açtığımda yüksek sesiyle susturdu beni.

 

"Şu şarkıyı bir dinleyelim, bir dakika."

 

Tahammülsüzce susmak zorunda bırakılmıştım. Kendimi çalan şarkıya bırakmaya karar verdim, tıpkı Enes gibi.

 

Şarkıyı tam olarak bilmesem de bazı sözleri, geçmişten zihnime kazınmıştı.

 

"Çek hançerini, son kez öp ve beni öldür..."

 

Şarkı bittiğinde Enes, ağlamaklı sesiyle konuşmaya başladı. İnandırıcı değildi ama Enes ağlıyordu.

 

"Eskiden bir sevgilim vardı. Yaklaşık on ya da on bir sene evveldi... Babası takıntılının, psikopatın tekiydi. Ya Lerzan, bir baba çocuğunu hiç denize götürmez mi? Dışarı çıkartmaz mı? Götürmemiş işte, çıkartmamış. Bir çırpıda anlatıp kurtulmak istiyorum. Her neyse internetten tanışmıştık Buse'yle. Sürekli gidip geldiği, dışarıya gezmek için çıktıkları bir arkadaşı vardı. Uzun süre konuştuktan sonra o arkadaşı sayesinde buluştuk. Sonraları da denize götürmek istedim, çünkü o gerçekten çocuktu. Tamam, ben de çocuktum ama o hala sekiz yaşında gibiydi ve çocukluğunu yaşamaya ihtiyacı vardı. İşte, bu sayede öğrendim ıssız yerleri Lerzan Hanım."

 

Sonlara doğru yüzü nihayet gülmeye başlamıştı. Enes, gülmek için yaratılmıştı ve yüzünün asıklığı ona asla yakışmıyordu.

 

"Eee sonra neden ayrıldınız?" dedim merakla.

 

"Ayrıldık çünkü..." yüzü tekrar asılmıştı ve ben o an anlamıştım yanlış bir soru sorduğumu. "Onun katili babası mıydı, yoksa ben miydim? Kaç yıldır aklımda bu soru var biliyor musun?"

 

"Nasıl, nasıl ya?" dedim korkuyla. Korktuğumu anlayarak birkaç saniyeliğine bana döndü.

 

"Birini kasten öldürecek birisine mi benziyorum oradan Lerzan?"

 

"Hayır, sadece ben senin için endişe ettim." dedim yarım yamalak bir yalanla.

 

"Yalandan hoşlanmıyorum Lerzan. Babası olacak adam, bir şekilde Buse'nin benimle birlikte olduğunu öğrenmiş. Buse gözlerimin önünde öldü, hem de sadece erkek arkadaşı olduğu için. Ailenin açıklaması her ne kadar 'bize söylemediği için' gibi saçma sapan sözcükler olsa da bu millet kendine güvenmediği için çocuklarını bu kadar kısıtlıyor. Eğer ebeveynler kendilerine güvenseydiler, çocuklarını da özgürce yetiştirebilirlerdi."

 

Duyduklarım üzerine şaşkınca onu izlemekten başka bir şey gelmiyordu elimden. Onu teselli etsem ne işe yarar? Eğleneceği şeyler söylesem onu umursamıyormuşum gibi görünürdü.

 

"Bazen... ne olursa olsun kaderden kaçamıyorsun. Benim babam, çok iyi biriydi. Hiçbir kusuru yoktu babamın ama henüz 18 yaşındayken kuzenimin eline düştüm. Yani demem o ki kaderden kaçılmıyor..."

 

"Haklısın..." diyerek suskunluğa adamıştı kendini Enes.

 

"Senin de sanırım başın pek beladan çıkmıyor. Önce Buse, şimdi ben..." dememle birlikte arabayı aniden durdurmuştu. "Yani ben, özür dilerim yanlış bir şey söyledim sanırım. Eve dönsek iyi olur, ne dersin? Hem zaten hava da çok iyi değil gibi, yani garip bir tonu var baksana. Gökyüzü falan epey farklı gözüküyor, güneş de öyle. Hem uyuruz, güzel olur. Yakıt parası git-"

 

"Lerzan..." dedi sakince, susmamı sağlayan ses. "Efendim?" dedim özür diler gibi bakarken.

 

"Çenenin bu kadar düşük olduğundan haberim yoktu, bu bir. İkinci olarak da denize gideceğiz çünkü denize erken girmeyi seviyorum. Yanlış bir şey söylemedin ama Yağız gibi biri olsa yanlış anlayabilirdi." dedi vitesi değiştirirken.

 

Utangaç bir gülümsemeyle mümkünmüş gibi koltuğa sindim iyice. Enes ise bunu önemsemeyerek şarkı açıp yola devam etti. Foça'ya kadar şarkı eşliğinde, hiç konuşmadan gitmiştik. Birazında uyumuştum hatta, her ne kadar o kadar uzak bir yol olmasa da. Enes'in dediği gibi ıssız bir yere geldiğimizde her ikimizde kemerlerimizi çıkartmıştık.

 

"Arka koltukta deniz için bir şeyler var. Arabada giyinirsin. Ayrıca sırtı kapalı, sanırım yarım haşema diye geçiyor. Her neyse emin değilim işte, bakarsın." dedi kapı kolunu açmaya yeltenirken.

 

"Eee sen ne yapacaksın? Sonra mı giyineceksin?" dedim merakla. "Ben de alıyım şortu, şuralarda bir yerlerde değiştiririm." dedi umursamazca.

 

Lacivert renkteki mayoyu kolayca giydikten sonra arabadan indim. Karşımda sanki evden atılmış gibi pantolonuyla bekleyen bir Enes vardı. Gülmemi saklamayarak onu izledim öylece.

 

"Neden gülüyorsun Lerzan? Ne olmuş yani?" dedi kendinden emin bir tavırla. "Evden atılmış bir sokak kedisine dönmüşsün..."

 

Alıngan bir tavırla arabanın kapısını açıp pantolonunu gelişigüzel atıverdi. Ardından kapıyı sertçe kapatıp "Kedilere de ırkçılık yapmaya başlamışız bakıyorum da..." dedi ilerlerken.

 

Hızlı adımlarla onu takip ederken ciddi olmadığından emin olmak adına bir yandan da yüzüne baktım. Yüzünde gülmemek için zor duran bir ifade vardı.

 

"Irkçı biriyim ben, özellikle de hayvanlara yapıyorum ırkçılığı. Van kedisi, Tekir kedi... Bunları hep ayrıştırıyorum..." dedim denize doğru koşarken. O ise arkamda kalıp gülmekle yetiniyordu.

 

Kendimi denizin serin ve tuzlu suyuna bıraktığımda nefesimi tutuyor olmama rağmen nefes aldığımı hissediyordum. Denizin içinde öylece durmak, kendini dalgalara bırakıp bir çarşafmış gibi denizin üzerinde yatmak... Unuttuğumu, bir daha yapamayacağımı düşünsem de unutmamıştım ve işte buradaydım. Uzun süre sonra ilk defa ciğerlerimde nefesimi hapsetmek güzel geliyordu. Tuzlu su, yaraları kurutuyor derler. Kurutur mu? Bilmem. Ama ruhumdaki yaraları söndürmeye yardımcı olduğu aşikardı.

 

Aniden belimden tutulup denizin içinde dikey bir pozisyona gelmemle tabiri caizse sudan çıkmış balığa benzemiştim. Aslında bir nevi sudan çıkmış insandım. Beni sudan hoyratça çıkaran, endişeli gözleriyle hala bana bakan Enes'ti.

 

"Ne oldu Enes? Neden böyle bir şey yaptın?" dedim merakla. Bir yandan da ondan uzaklaşmayı ihmal etmiyordum.

 

"Özür dilerim Lerzan, sen öylece denizin üstünde durunca... Korktum yani, bir şey oldu sandım." dedi endişeli ve utangaç bir tavırla.

 

"Sadece yatıyordum, sakin ol. Bu kadar stres vücuduna iyi gelmez Enes..." dedim dalgaya vurup, gülümsemeyi ihmal etmeyerek.

 

"Lerzan..." Konuşmakta zorlandığı aşikardı, sanki bir şey ses tellerine yapışmıştı. "Ne zaman gideceksin? Bir gün gideceksin, değil mi? Nereye gideceksin? Uzağa mı? Ne kadar uzağa? Birkaç yıl gitmeni istemem, hatta birkaç ömür... Lerzan..."

 

Söylediklerine anlam veremeyerek onu dinlemeye devam ediyordum, çünkü onu gerçekten anlamak istiyordum. Ya da belki anlıyordum ama her şeyde olduğu gibi bunda da tembellik ediyordum. Anlamak istemiyordum. Belki...

 

"Gitme... Hiçbir yere gitme. Ben gidenlere alışmak istemiyorum, daha güzel alışkanlıklarım olabilir. Bunu biliyorum..." dedi son bir gayretle.

 

"Özür dilerim..." demişti şimdi de. Ne yapıyordu bu adam? Ne diyeceğimi dinlemeden denizin içinde kayboldu, bir nevi duyacaklarından kaçtı...

 

.

 

.

 

.

 

...................

 

Bölümde geçen şarkı sözü- Yüksek Sadakat/Katil & Maktül

 

Bölümde geçen şiir- Necip Fazıl Kısakürek/Beklenen

 

...................

 

Loading...
0%