Yeni Üyelik
6.
Bölüm

▪︎6▪︎

@geceyeasikbirkiz

"Lerzan, bir süre burada kal. Baban hakkında bir şeyler öğrenene kadar en azından. Aydoğan delirmiş gibi seni arıyordur şu an."

 

Enes'in dediklerine kafamı salladım onaylar biçimde.

 

"Haklısın. Ama ben biriyle görüşmek istiyorum. En azından telefondan... Bana yardımcı olabilir misin?"

 

Telefonunu pantolonunun arka cebinden çıkartırken aynı zamanda da kaşları çatılıyordu.

"Kimi arayacaksın? Yani numarasını biliyor musun?"

 

Gözlerim minnetle yüzünü çevrelerken bildiğimi belirten bir göz işareti yaptım. Bir şey demeden avcumun içine bıraktı telefonu.

 

Üç yıldır telefon kullanmayan ellerim, bilmediği bir coğrafyada dolaşır gibiydi. Yan tarafından açıyordum telefon ekranını ilk önce. Ardından ekranı kaydırıyordum açılmasını dileyerek. Telefon, en son aramalarda bırakılmış olduğu için uğraşmadan numara girmek adına tuşlara basıyordum.

 

Tanıdık numarayı ararken kalbimde yeşeren bir şeyler hissediyordum. Uzun süre çalmasının ardından açıldı telefon.

"Alo! Kimsiniz acaba?"

 

Unutmamıştım, beynim beni üzmemişti. Hatırlıyordum, hala eskisi kadar belirgindi sesi zihnimde. Bir süre nutkum tutulmuş gibi bekledim. Ruhumun, sesiyle dinlenmesini bekledim.

"Alo!"

 

Tahammülsüzce, tekrardan çıkan sesi dolduruyordu kulaklarımı.

 

"Sarp... Benim, Lerzan."

 

Suskunluk sırası ona geçmiş gibi konuşmuyordu. Onu anlar gibi ben de konuşmadım. Bir şeyler söylemesini bekliyordum.

 

"Lerzan..."

 

Söyleyebildiği tek kelimeden ibaretti. İsmimin güzel söylenebildiğini unutmuştum. İsmim güzeldi, güzel söylenebiliyordu.

 

"Sarp, evet benim."

 

Derin nefes alışlar geliyordu telefondan kulağıma.

 

"Nasılsın?"

 

Nasıl mıydım? Cehennemi taşıyorum, yangınlar kalbimin altında, ruhum bir duman parçası... Ama bunları ona söyleyemezdim ki.

 

"İyiyim, iyiyim ben. Sen nasılsın?"

 

Karşı taraftan cevap beklerken sol gözümden, yanağıma doğru bir yaş süzüldüğünü hissediyordum. Mutluluk gözyaşı olmalıydı.

 

Ama karşı taraf cevap vermiyordu. Kulağımdan çekip, telefon ekranına baktığımda arama ekranı kapanmış vaziyetteydi.

 

Gözlerimi, beni dikkatle izleyen Enes'e çevirdim. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Şaşkınlığımı dizginleyip boğazımı temizledim hızlıca.

 

"Enes, tekrar arayabilir miyim? Sanırım bir şey oldu, birden kapandı."

 

Elini, izin verdiğini belli edercesine önüme savurdu. Enes'ten aldığım izinle tekrar aradım Sarp'ı. Sonuna kadar çalsa da açılmamıştı.

 

Pes ederek telefonu Enes'e verdim. Meraklı gözlerle beni incelerken telefonu alıyordu elimden.

 

"Lerzan, istersen bir duş al. Yani evde istediğini yapabilirsin. Mutfakta falan çoğu şey var."

 

Gözlerim, üzerime indiğinde hala sahte kana bezenmiş halde duruyordum. Tekrar gözlerim Enes'e kaydı.

 

"Tamam, teşekkür ederim gerçekten her şey için."

 

Yine gülümsüyordu.

"Rica ederim. Benim şimdi gitmem gerekiyor. Aydoğan, beni arıyordur evimde falan herhalde. Hatta bak..."

 

Son söylediğiyle ekranı kaldırıp bana gösteriyordu. Aydoğan Yavuz... O ismi, gözlerimin algılaması dahi tüylerimi ürpertmeye yetiyordu. Derin nefeslerim, her zamanki gibi ciğerlerimle buluşurken gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım.

 

"Lerzan, sakin ol. Seni bulamayacağı bir yerdesin, evde yalnız da değilsin hem. Dışarıda birkaç kişi duruyor olacak. Ayrıca da Tuğra gelecek buraya, akşama ben de geleceğim. Korkma, gerçekten korkma. Bugüne kadar korkmadığından en az adım kadar eminim, ama bundan sonra da korkma."

 

Burukça bir gülümseme, yüzümde peyda oluyordu. Gözlerim, onun yavaşça evden çıkmasını izliyordu. Yalnızdım, yanımda o varken de yalnızdım, yokken de... Ruhum, yalnızlıklarla boğuşuyordu artık. Ruhumun kapısında bekleyen bir Sarp da yoktu. Bir telefon konuşmasıyla hiç kimse kalmamıştı o kapıda. Tek bir hareket karanlık bir bulvara sokmuştu ruhumu, çıkışı olmayan, geri dönüşü imkansız olan...

 

Üzerimdeki sahte kanlı elbiselere kaydı gözlerim tekrardan. Ellerimle silmek ister gibi silkittim. Bir işe yaramayacağını bile bile yapıyordum bunu. Koltuktan destek alarak kalktım ayağa. Gözlerimi çevrelediğim odada bir kapı arıyordum. Koltukların tam arkasında gördüğüm kapıya doğru usul usul ilerledim. Beyaz kapıyı açtığımda aradığım yeri bulmuştum. Kapısıyla uyumlu açık tonlarla bezenmiş bir banyo karşılıyordu beni.

 

İçeri girip alışkanlıkla kapıyı kilitledim. Daha güvendeydim sanki şimdi. Vücudumu kavrayan kıyafetleri, canımı acıtmayarak çıkarıyordum. Ruhum bir iplikti ve bu çamaşırlar da ona asılıydı sanki. Vücudumu terk ettiklerinde ruhumun dinlendiğini hissediyordum. Sıcak su bedenimde dans ederken acıyan uzuvlarımı umursamıyordum. Umursamıyordum çünkü bu acılar, son acılardı biliyordum. Tenimin son sızlamalarıydı bunlar. Bedenimden ziyade ruhumun kirini götüren su, gözümde simsiyah görünüyordu. Sanırım artık aklımdan da birkaç parça yok oluyordu.

 

Nefeslerimi, kontrol ede ede suyun altından ayırıyordum bedenimi. Dolabın içinde ilk gördüğüm havluyu bedenime sarmalıyordum. Hızlı adımlarla banyodan çıktığımda yeni bir kapı aradı gözlerim. Açık mutfağın yan tarafında bir kapı daha vardı. Adımlarımı seri tutarak odaya girdim.

 

İki kişilik bir yatak, küçük bir dolap ve dolabın kapağında da bir ayna vardı. Aynaya bakmamaya dikkat ederek dolabın kapağını açtım. Dolabın içi, birkaç parça eşya dışında boş görünüyordu. Elime gelen rastgele kıyafetleri üzerime geçirdim hızla.

 

Bembeyaz çarşaf ve yorganlarla sarmalanmış yatağa yatıp dinlenmek istiyordum. Ama beyaz yatak, beynimi zehirlemiş bir görüntünün yansımasıydı. İçinde ruhumu kaybettiğim, bedenimi benden koparan bir zehirdi bu. Gözlerim yatakta dolanırken nefesim soluk borumdan kurtulup ağzıma ulaşamıyordu. Beynim zehirli, nefesim kesik, ciğerlerimse soluksuzdu ve hepsi toplanıp gözlerime yükleniyorlardı. Gözlerim ise yaralı kalbimle savaş veriyordu. Acıtıyordu, koparıyordu, yakıyordu...

 

Üşüyen ellerimi bedenime sarıp oturma odasına geçtim. Duş almadan hemen evvel kalktığım koltuğa uzandığımda az öncekinden daha huzurlu hissediyordum kendimi. Daha rahatlamış, daha temiz...

 

Düşüncelerim zihnimi dolaşıyordu ve bir yorgunluk katıyordu. Bu yorgunluk ilk önce gözyaşlarımı zindanlarından kurtarırken uyuşturucu bir etki sarmayı da ihmal etmiyordu. Düşüncelerim, zihnimi en yakın dostu olan kabuslara emanet edip uzaklaşıyordu. Kabuslar, tüm bedenimi titreterek dolaşıyordu. Bazen nefesimin gidişatını kesiyordu, bazen terlediğimi hissediyordum.

 

Evin kapısında siyah bir gölge beliriyordu, içimdeki sıkıntıya rağmen Enes olduğunu düşünerek kalkmaya çalışıyordum. Gölge nihayet kapıdan girmişti. Ama o gölgenin sahibi... Bedenimi saran korku, birçok sistemimin bozulacağı cinstendi. Aydoğan, samimiyetsiz gülüşüyle beni izliyordu. Bulmuştu beni, gelmişti. Yavaş yavaş üzerime yürüyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. Çaresizce uzandığım koltuğa siniyordum.

 

"Nereye kayboldun biriciğim? Özledim ama seni."

 

"Bırak beni artık, şerefsiz herif!"

 

Onu sözlerimle itmek istiyordum ancak daha fazla çektiğimin farkında değildim sanırım. Bir çare arıyordum, bir kurtuluş yolu... Gözlerimi kapatıyordum, olacakları bilmemek adına. Ellerimle yorgun vücudumu sarmalıyordum. Bir el dokunuyordu omzuma. İtmeye çalışırken yalvarıyor gibiydim.

 

Tek bir nefeste çokça oksijen ciğerlerimle buluştuğunda gözlerimi açtım alelacele. Karşımda Aydoğan yoktu. Daha doğrusu etrafımda Aydoğan'a ait hiçbir şey yoktu. O yoktu...

 

Karşımda duran, korkmuş gözlerle beni inceleyen bir adamdı. Kimdi bu? Siması zihnime geliyordu, onu hatırlıyordum.

 

"Sen..." diyebildim nefesimin izin verdiği kadarıyla. "İyi misin Lerzan?"

 

Kafamı salladım onaylamak adına. İsmini yanlış hatırlamıyorsam Tuğra'ydı karşımdaki kişi. Yere diz çökmüş bir halde duran adam, kendini toparlayarak karşımdaki koltuğa oturdu hızla.

 

"Lerzan, korkmana gerek yok. Ben Tuğra, daha önce karşılaşmıştık seninle. Enes Abi söylemiştir geleceğimi zaten, o da gelecektir birazdan. Sen biraz kötü görünüyordun, o yüzden uyandırmak istedim. Lütfen rahatına bak."

 

Hızlı hızlı konuşup ardından gülümsemesiyle bir son vermişti konuşmasına. Bense kafamı sallayıp teşekkür etmekle yetinmiştim. Huzursuzca yerimde hareketlenip mutfağa gitmek adına ayağa kalktım. Günlerdir su içmediğim aklıma gelmişti, belki içmiştim ama aklımda değildi. Henüz hiç açılmamış beş litrelik birkaç su şişesi yerde duruyordu. Kendimi zorlamamayı tercih ederek bir bardakla yere eğilip şişeden suyu doldurdum. Suyumu içmemin ardından hafif yüksek bir sesle içeriye doğru seslendim.

 

"Su ister misin?"

 

"Yok hayır, teşekkürler."

 

Normal biriyle, normal bir diyalog kurmayalı ne kadar süre olmuştu? Birine su isteyip istemediğini sormak ne kadar da garipti? Yıllardır sorduğum sorular, bir elin beş parmağını geçmeyecek seviyedeydi. Neden ona yardım ediyorsunuz, sizin vicdanınız yok mu, Allah'ım ne zaman kurtulacağım...? Garip olan benim sorduklarımdı, normali ise şu an sorduğumdu.

 

İçeri gidip eski yerime geri oturdum. Tuğra'yı incelemek adına kaldırdığım bakışlarıma karşılık, bir bakış hazır olda bekliyordu. Oldukça meraklı ve stresli duruyordu. Aynı şekilde bakmaya devam edince içimde bir yer, meraklanmaya başlamıştı.

 

"Bir şey mi sormak istiyorsun? Yani, sorabilirsin istiyorsan."

 

"Neler oldu, ne zamandır o herifin yanındasın, nereden buldu seni?"

 

Burukça gülümseyip aşağıya indirdim kafamı. Zihnimi dolduran bin bir düşünce ağırlık yapıp o an başımı yere eğmişti adeta.

 

"En kolay sorudan başlasam daha iyi olacak sanırım, hem senin hem benim için... Kuzenim oluyor maalesef. Biyolojiye, genlere olan inancımı kaybettim onun yüzünden..."

 

Susma ihtiyacımı gidererek durdum. Anlatıyordum ve bu ne kadar üzse de iyi bir yanı olduğunu hissediyordum. Kaç yıl olmuştu birisine durağan bir şekilde bir şeyler anlatmayalı?

 

"Anlatmak istemezsen anlarım. Zaten bende ardı ardına sıraladım öyle, neyse boşver en iyisi."

 

"Üç yıldır o zindandayım. Kimileri sevinir ya on sekiz olduğuna, ben sevinemedim. On sekiz olduğuna niye sevinsin ki zaten insan? Ruhun, zihnin çocuksa sen de çocuksundur. Bunun yaşla hiçbir bağlantısı yok. Benim zihnim, ruhum çocuktu. Çocuktu çünkü ben o gün gerçekten inandım. En sevdiğim sahafa gideceğimize, lunaparka gideceğimize, ardından bir top dondurma yiyeceğimize inandım. Bunlara inanırken de çok sevindim. Dedim ya, küçük bir kız çocuğuydum işte. Oysa şimdi cehennemden kurtulduğuma bile sevinemiyorum, çünkü artık hayatın gerçek yüzünden tokat yiyen koca bir kadınım. Bazen durup düşünüyorum, ben bir rüyanın içinde miyim diye. Ama hayır, hissettiğim acılar rüya olamayacak kadar gerçekçiydi."

 

Ellerimin üzerine düşen damlalara ilişti gözlerim, ne zaman ağlamaya başlamıştım ben? Neden ağlıyordum ki şimdi durduk yere? Ne vücuduma vurulan bir zincir ne de bir canavarın elleri değiyordu tenime...

 

Hiçbir yorum yapmadan bana kenetlenmiş Tuğra'yı inceledi bir süre gözlerim. Gözlerinden merhamet aktığına şahit oluyordum ama bir yandan da kıvılcımlı bir şeyler vardı. Ne olduğunu çözemiyordum, orada ne vardı anlayamıyordum.

 

"Son sorunun cevabı, oldukça uzun. Şu an anlatmasam daha iyi gibi sanırım."

 

Oturduğu koltuktan kalkıp yanıma geldi aceleyle.

 

"Ne zaman istersen o zaman anlat Lerzan."

 

Elini uzatıp titrek ellerimin üzerine yerleştirdiğinde korkuyla irkildim. Korkum, onu da ürkütmüştü. Sanki bir sobaya değmiş gibi elleri, hemen geriye çekti kendini.

 

"Özür dilerim, ben... sadece yanında olmak istedim Lerzan. Benden, yani bizden korkmana gerek yok. Nasıl inandırırım bilmiyorum ama biz seni korumak istiyoruz sadece. Bir cehennemden kurtuldun ama kazandığın cenneti kendine zindan etme."

 

Onaylamak ister gibi kafamı salladım ilk önce.

 

"Zaten güvenmekten başka da çarem yok gibi."

 

Fısıltıyla çıkan sesimi Tuğra da duymuş olmalıydı. Biraz daha yanıma yaklaşıp yere bakan bakışlarımı yakalamaya çalıştı.

 

"Her şey rayına oturacak, merak etme olur mu? Sen sadece ruhunu dinlendirmeye bak. Seni o kadar iyi anlıyorum ki Lerzan."

 

Yorulmasını engellemek adına bakışlarımı yukarı çıkardım. Peki gerçekten anlayabiliyor muydu beni? Birinin başına aynısı gelmeden nasıl anlayabilirdi ki diğerini? Kadın bile değildi oysa. Empati gücü oldukça yüksek olmalıydı, düşüncelerimin arasından başka bir çıkış yolu bulamıyordum.

 

Tuğra, dudaklarını kımıldatmış bir şeyler söyleyecekken kapı açılıyordu yavaşça. İlk önce bedeni ardından çehresi giriyordu kapıdan. Gelen Enes'ti. Ellerindeki poşetleri bir köşeye bırakıp oturdu herhangi bir koltuğa. Tuğra, yanımdan kalkmış eski yerine geri oturmuştu.

 

"Hoş geldin abi, var mı bir problem?"

 

Enes'in gözleri, yöneltilen soruyla ilk önce beni buldu ardından Tuğra'ya geri döndüğündeyse rahat bir tavırla konuşuyordu.

 

"Ne gibi bir problem olabilir ki Tuğra? Yok bir şey..."

 

Tekrar bana dönen gözleri, hevesle inceliyordu beni. Ölü bir insana bakmak onu neden bu kadar heveslendiriyordu, anlam veremiyordum.

 

"Lerzan, şu poşetlerin içinde sana birkaç parça eşya var, bir de telefon var tabii ki. Yani her zaman yanında olamayabilirim, birilerini araman falan gerekirse diye..."

 

Hevesli görüntüsüne heyecan da katılıyordu. Üzerindeki duygu dolaşımına mı yoksa ince düşüncesine mi gülsem bilemeden burukça gülümsemiştim.

 

"Teşekkür ederim, ama zahmet etmene gerçekten gerek yoktu."

 

Üzerindeki heyecanlı görünüm kendini birden gergin bir ifadeye bırakmıştı.

 

"Yani..."

 

Ayağa kalkıp poşetleri elime aldım. Onu fazla mı geriyordum yoksa?

 

"Duygularını çok belli ediyorsun ve ayrıca da farklı bir yatak örtüsü de alman gerekecek sanırım. Beyazdan nefret ederim de..."

 

Üzerinde oluşan gerginliğin onu terk etmesi adına neşeli bir görünüm vermek istemiştim. Her zaman yaptığı gibi gülümsedi ve aceleyle elimdeki poşetleri buldu elleri.

 

"Lütfen ver bana, henüz iyileşmiş bile sayılmazsın."

 

Reddetmeyerek elimdekileri devrettim. İçimdeki his, burada bebek gibi bakılacağımı fısıdıyordu bana...

 

.

 

.

 

Loading...
0%