@gizzemasllan
|
Selam :) Yeniden bir aradayız, bölüme başlamadan önce yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz. Buraya ben de sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum.❥ Keyifli okumalar.♡ Instagram: gizzemasllan . . . 36. BÖLÜM "GÖĞÜS KAFESİNİ PARÇALAYAN HİSLER" Benim için hayat bazen gidilmesi zor bir yol bazen aşılması güç bir engeldi, çünkü hayat zorluklarla mücadele ederken anlamlıydı. Aksi hâlde bir bitkiden ya da bir robottan farksız olurdu yaşamımız ve bir süre sonra her şey sıkıcı gelmeye başlardı. İşte bu yüzden hayattaki çoğu şeyi sevdiğim gibi sorunları ve hüzünleri, hatta sanırım acıları bile seviyordum. Çünkü tüm zorlukları aştıktan, tüm sorunları çözdükten sonra gelen mutluluğun yaşattığı o derin his, kolay gelen bir mutlulukta hissedilmiyordu. Pars Atakan ise benim için bu hayatın mücadele etmem gereken kısmında olmuştu hep. Kendimi bildim bileli o hep bizimleydi. Evime, hatta odama kadar girip çıkacağı kadar yakındık onunla ve ben onu Doğan'la Erdem'den farklı görmeye başladığımda henüz daha on iki yaşındaydım. Onun da bana hitap ettiği gibi gerçekten çocuktum. Aşkın, sevginin ne olduğunu bile bilmeyen bir çocuk... Ama o çocuk öyle sevmişti ki koskocaman bir genç kız olduğumda dahi o çocuğun hissettiği duygular kalbimdeydi. O çocuk o duygulara öyle bir sarılmıştı ki, belki de tüm olan şeylere rağmen beni ayakta tutan, güçlü bir kadın olmama neden olan o sevgi olmuştu. Ama bir yandan da çok iyi biliyordum ki aşk değil, o aşkın acısı beni güçlü bir kadın hâline getirmişti. Sıkıca sarıldığı o sevgiyi bir ara kaybetmişti o çocuk, işte kendimi de tam olarak o zamanlar kaybetmiştim ve maalesef ki büyüyüp genç kız olmam da aynı döneme denk gelmişti. Bu yüzden herkes benden bir şey beklemeye başlamıştı. Kimse benim ne istediğimi, ne yaşadığımı anlamamıştı. Sende suç var mıydı diye sorarsanız; çok vardı... Hatta en çok ben suçluydum artık bana göre... Çünkü bir aşk uğruna kendimden vazgeçmiştim, sanki sevdiğim beni sevmezsen yaşamın bile bir anlamı yok gibiydi. Oysa bu doğru değildi ve ben bunu çok geç fark etmiştim ama neyse ki fark etmiştim. İşte o zamanlar onun hayatımdaki yerini değiştirmiştim. O zamanda beri benim için mücadele edeceğim kısımda değil, benim için mücadele etmesi gereken kısımdaydı. Etmezse ise vazgeçebileceğim, arkamı dönebileceğim bir yerdeydi ve onu o kısma koyarken kendime bile itiraf edememiş olsam da çok korkmuştum, onun hiçbir şey yapmamasından ve ondan vazgeçmek zorunda kalmakta. Çünkü bu; bu kez yeniden inşa edemeyeceğim bir yıkım getirirdi bana. Sanırım zaten tam da bu yüzden aylarca onun geri dönmesinden, karşı karşıya gelmekten korkmuştum. Aslında o kadar korkmuştum ki onun benim için çaba sarf edip etmeyeceği konusunun hayatımın sonuna kadar benim için bilinmezlik olarak kalmasına bile razıydım. Ne de olsa bana göre bu; onun umurunda olmayacak olmamdan daha çok yakardı canımı. Fakat hiçbir şey beklediğim gibi olmamıştı ve aylar sonra karşı karşıya geldiğimiz de ilk o benimle konuşmak, ona aldığım tavrın sebebini öğrenmek, ortada bir sorun varsa onu çözmek için gelinden geleni yapmıştı. En nihayetinde başarılı da olmuş, her şeyin sebebini öğrenmiş ve karşıma geçip her şeyin doğrusunu bir bir anlatarak tüm sorunları çözüme kavuşturmuştu. Tabii benim de fazla direndiğim söylenemezdi, çünkü içten içe o sorunların düzelmesini en çok isteyen bendim. Tüm o sorunları çözdükten sonra ise hiçbir şey olmamış gibi davranmış, beni yine büyük bir bilinmezliğe sürüklemişti. Hemen sonrasında ise son günlerde beni mutlu edecek tek şeyi yapmış, o kafeyi eskisinden de daha güzel bir hâle getirmişti ve ilk günden beri hayatımı değiştireceğine, bana umut olacağına inandığım o kafenin tam ortasında bana sımsıkı sarılırken büyülü olduğunu düşündüğüm o iki kelimeyi fısıldamıştı kulağıma. Seni seviyorum... Bu kafe gerçekten de hayatımı değiştirmiş, en büyük umudum olmuştu. Kollarının arasında heyecandan elim ayağım titrerken ne yapacağımı bilemedim ve öylece hareketsizce durup duyduğum şeyin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu anlamaya çalıştım. Seni seviyorum... Gerçekten kurmuş muydu bu cümleyi? Yoksa ben yine rüya mı görüyordum? Rüya değilse neydi peki? Çünkü şu an bu an gerçek olamayacak kadar güzel ve bir o kadar da özeldi. Hâlâ öylece durmaya devam ederken bunun çok anlamsız olduğuna karar verip tüm heyecanımı bastırdım ve hâlâ belimde olan elinin izin verdiği kadar kendimi ağır ağır geri çektim, yeşillerine baktım. Bir anda söylenmiş bir şey değil gibiydi ya da istemeden ağzından kaçırdığı... Bile isteye söylemişti ve şu an bunu belli etmekten hiç çekinmiyordu. "Babanın bir daha yüzüme bile bakmayacağını bile bile seviyorum seni," dedi bir kez de gözlerimin içine bakarak ama başta kurduğu o cümle canımı öyle bir acıttı ki bu acıyla gözlerimin dolmasına engel olamadım. "İzin vermeyeceğini, sonuna kadar engel olacağını, hatta benden nefret etmeye başlayacağını bile bile seviyorum seni," diye devam etti sözlerine, gözümden bir damla yaş aktı istemsizce. "Ağlama," dedi beni sakinleştirecek kadar huzur veren sesiyle ve gözyaşımı sildi hızla. "Söz veriyorum herkesin mutlu olacağı bir yol bulacağım," dedi, sessiz kalmaya devam ettim ama bu cümle beni çok korkuttu. Ya yine beni vazgeçirmek için giderse? Öyle mutlu olacağımı düşünürse? Ben o zaman ne yapacağım? Nasıl devam edeceğim hayatıma? Bana bunu yapmazdı değil mi? İçimdeki bu korku giderek yoğunlaşırken belimdeki eline rağmen ondan bir adım uzaklaşmayı başardım ve daha fazla konuşmak istemeyip "Gidelim mi artık?" diye sordum, şaşkınca kaldı karşımda. Hiçbir yorum yapmadan konuyu kapatmış olmam onu fazlasıyla afallattı ama şimdilik böyle davranmaktan başka şansım yoktu. Çünkü yıkılmamak için bu itirafa rağmen korumacı davranmalıydım. "Babama yemek yiyip geliyorum hemen dedim ama kaç saat oldu," dedim, az önceki konuyu yeniden açmaması için gitmek konusunda ısrarcı olmam gerekiyordu. "Peki," dedi fazla şaşkın bir tavırla, bu hâline hak verirken de "Madem öyle, gidelim," diye ekledi, hızla başımı salladım ve onu beklemeden kapıya doğru yürüdüm, kafeden çıktım. Çıktığım an elim kalbimin üzerine gitti ve istemsizce kocaman tebessüm. Sesi kulaklarımda yankılandıkça da o tebessüm giderek artıyordu. Seni seviyorum demişti bana, ciddi ciddi söylemişti bunu... Hem daha bunu benden açıkça bir kez bile duymamış olmasına rağmen. Böyle düşünmek içimdeki mutluluğun giderek artmasına neden olurken arkamda varlığını hissettim ve hızla elimi kalbimin üzerinden indirip yüzümdeki gülümsemeye de son verdim. O arkamdan geçip de yanımda durduğunda ise elimden geldiği kadar normal davrandım. Oysa içimden sevinç naraları atmak, küçük bir çocuk gibi hoplayıp zıplamak geliyordu. "Hadi," dedi ve ilerideki arabayı gösterdi. "Ne duruyorsun, binsene arabaya," derken fazlasıyla bozulmuş gibiydi. Birlikte yeniden arabaya binip de yeniden hastaneye ulaştığımızda saat çoktan üç olmuştu bile ve gerçekten artık açlıktan bayılmak üzereydim. En son dün kahvaltı etmiş, sonrasında ise telaştan ağzıma tek bir lokma dahi koymamıştım. Bu yüzden onu odasına götürüp bir daha da kalkmaması konusunda sıkı sıkı tembih ettikten sonra doğrudan kafeteryaya inmiş, bir şeyler yemiş ve karnımı doyurmuştum. Daha sonra ise yeniden üçüncü kata çıkmış, babamı orada bulmak umuduyla Gökmen'in odasına girmiş ama Hazal'dan başkasını görememiştim. Buna rağmen odaya girmiş Gökmen'e bile herhangi bir açıklama yapma ihtiyacında bulunmadan yarın akşama kadar her şeyin çözüleceğini söylemiş ve Hazal'ı buna güvendirip partiyi yeniden bizim kafede yapması konusunda onu ikna etmiştim. Onun da sanki biraz işine gelmiş gibiydi. Bu işi de hallettikten sonra yanlarında ayrıldım, kapıda Doğan'la karşılaşıp babamı sordum. Beni göremeyince eve gittiğini söyledi, ben de hemen peşinden gitmek istesem de gitmeden Pars'a da görünmek isteyip yeniden onun odasına döndüm. Bu kez onu yatakta dinlenirken bulmaktan fazlasıyla memnun olup babamın gittiğini, benim de eve geçtiğimi söyledim. O bundan pek memnun olmadı ama bunu hiç fark etmemiş gibi yapıp "Artık gitmem gerekiyor," deyip engel olmasına fırsat vermeden kapıya doğru yürüdüm. Tam odadan çıkacaktım ki "Ne zaman gelirsin geri?" diye sordu, ona arkamın dönük olmasını fırsat bilip tebessüm ettim. Fakat bunun çok da uzun sürmesine izin vermeyip hızla kendimi toparladım, ağır hareketlerle ona döndüm ve dümdüz bir ifadeyle baktım gözlerine. "Bilmem," dedim gelip gelmemek umurumda değilmiş gibi ve "Babam gelirse onunla birlikte gelirim herhalde," diye ekledim, anında tek kaşı kalktı ve hareketlerime bir anlam vermek istercesine baktı gözlerime. "Öyle mi?" diye sordu, bir süre bozulduğunu fark etmiyor gibi yapmaya devam edecektim. "Öyle," dedim ve iç geçirdim. "Tabii gelmemem için bin takla atmazsa, bugünlerde bir tuhaf davranıyor." Bu cümlem yüzünden gözlerime bakamadı, gözlerini kaçırdı. "Yarın da tüm gün kafede olurum, çok işim olur, gelemeyebilirim yani." Şu an bana öyle bir bakıyordu ki sanki yanına gelemeyebilirim dememişim de kendisine küfür ediyormuşum gibiydi. Bu hâli fazlasıyla hoşuma giderken "Neyse, sonra görüşürüz artık," deyip kapıya döndüm yeniden ama bu sefer de aklıma gelen şey yüzünden çıkamadım, ona döndüm bir kez daha ve döner dönmez işaret parmağımı kaldırıp tehditkâr bir tavırla salladım. "Sakın bir işin peşine düşeyim, hastaneden falan çıkayım deme! Doktor ne zaman çıkabilirsin, artık iyisin derse o zaman çıkacaksın!" Keyfi bir anda yerine gelirken yüzünde muzip bir ifade oluştu, ne düşündüğünü anlayıp hızla yanına gittim. "Bak sakın çıkayım deme," diye uyardım bir kez daha. Gayet rahat bir tavırla "Bakarız," dedi. Kaşlarımı çattım. "Söz ver bana," dedim bir tek böyle istediğimi yapacağından emin olurdum. "Çıkmayacağım diye söz ver, bak yoksa gitmem!" Dudakları yana kıvrıldı, gözlerimin içine bakarak "Beni bu şekilde tehdit edersen o sözü hiç alamazsın, güzelim," dediği an kalakaldım karşısında. Güzelim... Böyle hitap etmesi onlarca duyguyu bir arada hissetmem için yeterli olurken bir yandan da kurduğu cümlenin anlamı yüzünden midemde kelebekler uçuşuyordu ama tüm bunları yine ona hiçbir şekilde belli etmedim. "O zaman şöyle düzelteyim," dedim ve ona biraz daha yaklaştım. "Eğer söz vermezsen yemin ederim bu hastaneye bir daha ayak basmam, seninle de konuşmam," dedim. Anında yüz ifadesi değişti ve bu ifadeden anladığım kadarıyla bu tehdit işe yaradı, onu yola getirdi. "Söz," dedi hatta anında, kahkaha atmamak için kendimi çok zor tuttum. "Güzel, şimdi gidebilirim artık," dedim, bu cümleyi duymak sinirini bozmuş gibiyken başka bir şey söylemesini beklemeyip kapıya doğru yürüdüm ve bu kez odadan çıkmayı başardım. Çıkar çıkmaz Doğan'la karşılaştım, beni eve götürmesini rica ettim. İşi olmadığı için hemen kabul etti ve birlikte hastaneden ayrılıp bizim eve gittik. Eve ulaştığımızda onu içeriye davet etsem de abisinin yanına dönmek zorunda olduğunu söyleyip redetti, ben de Pars'ın yalnız kalmasını istemiyor olduğumdan çok ısrarcı olmadım ve arabadan indim. Ben iner inmez araba çalıştı ve hemen ardından uzaklaştı, ben de bahçeye girdim. Bahçeden geçip de eve girdiğimde babamı salonda otururken buldum. Seslerden geldiğimi anlamış olacak ki başını kaldırdı, beni gördü ve arkasına yaslandı. Yüzündeki imali ifade ister istemez gerilmeme neden olurken ağır adımlarla yanına gittim. "Beni beklemeden çıkmışsın," dedim, yüzündeki o imalı ifade giderek arttı. "Bekledim, gelmedin. Aradım, açmadın. Etrafa bakındım, göremedim. Ben de ne de olsa eve gelirsin diye beklemeyip eve döndüm, " dedi, ses tonundan bir açıklama yapmamı beklediği çok belliydi. "Hatta Pars'a da bakındım ama o da yoktu," derken onunla birlikte olduğumuzu ima ettiğini hemen anladım. İnkâr etmem onu da da şüphelendireceği için "Biz birlikteydik onunla," dedim gayet rahat bir tavırla ve gizleyecek bir şey yok izlenimi vermeye çalıştım. Bu taktik her zaman işe yarardı çünkü. "Birlikteydiniz?" diye tekrar etti, aynı rahat tavırla başımı salladım. "Evet," deyip arkama yaslandım ve açıkladım durumu. "Yemek yedikten sonra sizin yanınıza dönerken onunla karşılaştım, Erdem ve Doğan'ı atlatmış, hastaneden kaçar gibi bir hâli vardı," dedim, tek kaşını kaldırdı. "Bana hava almaya çıktım, biraz dolaşıp geleceğim falan dedi ama yemedim. Zaten pek de iyi görünmüyordu, bu yüzden peşini bırakamadım, hadi ben de seninle hava alayım deyip onunla birlikte bahçeye çıktım," dedim, büyük bir dikkatle dinliyordu beni. "Bahçeye çıktık birlikte, sanırım başta pes edip giderim sandı ama umduğu olmayınca yeniden odasına dönmek zorunda kaldı. Ben de onunla birlikte gittim odasına, o esnada Doğan'la karşılaştık, senin çıktığını söyledi, ben de rica edip beni getirmesini istedim, getirdi," dedim ve çaktırmadan rahat bir nefes aldım. İyi toparlamıştım sanırım durumu. Babam, ne diyeceğini bilemez gibi karşımda dururken "Bahçedeydiniz yani?" diye sordu, bir an bile olsun tereddüt etmeden başımı salladım. "Evet, sen bahçeye bakmadın mı hiç?" diye sordum bir de sanki gerçekten bahçedeymişiz gibi. "Öyle çok bakınmadım," deyince sözlerime inandığını anladım, biraz daha rahatladım. "Her neyse," deyip ayaklandım. "Ben odamdayım, duş alıp uyuyacağım biraz, çok yorgunum," dedim, cevap vermesini beklemeden merdivenlere yürüdüm. "Hastaneye gidecek misin yeniden?" Bu soru şüpheli bir soru gibiydi, sanki ağzımdan laf almaya, tepkimi ölçmeye çalışıyordu. Bunu fark etmek umursamaz bir tavırla yeniden ona dönmeme neden olurken "Bilmem," dedim ve omuz silktim. "Gitmem ama sanırım, ben de pek iyi hissetmiyorum kendimi, dinlensem iyi olacak," dedim, o aldığı cevaptan fazlasıyla memnun olurken ben elimden geldiğince umursamaz görünmeye devam ettim. "Sen bilirsin," dedi, keyiflenmiş gibiydi. Onun bu hâli Pars'ın kurduğu o cümleyi hatırlamama neden oldu. "Babanın benden nefret edeceğini bile bile seviyorum seni." Şimdi bu cümleye daha fazla hak vermeye başlamıştım. Eğer aramızda bir şey başlayacak olursa babam buna engel olmak için elinden geleni yapacak gibiydi. "Benim de işlerim var bu arada, çıkacağım birazdan, haberin olsun." Onun sesiyle kendime geldim, gözlerine baktım. Düşünmeyi bırakıp "Dün gece kargaşada telefonumu kaybettim, ararsan yine ulaşamazsın muhtemelen," dedim, anladım dercesine başını salladığında önüme döndüm ve bu kez üst kata çıktım. Odaya girer girmez volta atmaya başladım, bir an önce Pars'a ulaşmam gerekiyordu. Çünkü yalanımın ortaya çıkması an meselesiydi. Babam evden Pars'ın yanına gitmek için çıkıyor olabilirdi ya da işlerini halledip onun yanına uğrayabilirdi ve Pars ona başka bir şey anlatıp yalanımı ortaya çıkarabilirdi. Gerginliğim giderek artarken yapabilecek tek bir şeyim olduğunu çok iyi biliyordum. Babamın evden çıkmasını bekleyecek, o çıktıktan sonra ev telefonuyla Doğan'ı ya da Erdem'o arayıp Pars'a ulaşmaya çalışacaktım. Sanırım bu işi ancak bu şekilde çözebilirdim. Buna karar vermek, sorunu çözebileceğime inanmak biraz olsun rahatlamama neden olurken kendimi yatağa bıraktım, sırtüstü uzandım ve tavana baktım. Yıllardır bu tavanı izlerken hep o anın hayalini kurmuştum ve hep bana imkânsız gelmişti o hayal ama şimdi o hayalim gerçekleşti ve aynı tavanı izlerken bunun mutluluğunu yaşıyordum. Bu his, tebessüm etmeme neden olurken zihnim beni geçmişe götürdü ve istemsizce gözlerim doldu. Çünkü o geçmişte canım çok yanmıştı ama şimdi hissettiğim bu mutluluk o acıların izini bile bırakmıyordu ruhumda, hepsini silip atıyordu. Gözlerim dolu olduğu hâlde kendi kendime gülümsemeye devam ederken bahçeden gelen araba sesini duydum, hızla ayağa kalktım ve pencereye gittim. Sesin babamın arabasına ait olduğunu görürken harekete geçmek için acele etmeyip sabırla bekledim. Çok geçmeden babam bahçeden çıktı, büyük demir kapı kapandı. Bunu gördüğüm an hızla pencerenin önünden ayrılıp salona indim ve ev telefonuna sarıldım, telaşla Doğan'ı aradım. Umarım açar diye içimden geçirirken beni çok bekletmedi ve birkaç çalıştan sonra açtı telefonu. Telefonu açtığını anladığım an onun bir şey söylemesini beklemeden "N'olur bana hastanede olduğunu söyle," dedim. "Hastanedeyim, yeni geldim hatta, abimin yanına çıkıyorum," dediği an uzunca bir nefes aldım. "Tamam, hemen telefonu Pars'a götür o zaman," dedim. "Tamam, sakin ol götürüyorum," dedi ve endişeli bir ses tonuyla "Sen iyisin değil mi? Bir sorun yok," dedi. "Çok iyiyim, küçük bir sorun var ama telefonu Pars'a verirsen o da çözülecek," dedim, bir kez daha hemen götürdüğünü söyledi, sessiz kaldım ve sabırla bekledim. Birkaç dakikanın sonunda "Alo?" dediğini duyduğum an telaşla konuşmaya başladım. "Şimdi beni çok iyi dinliyorsun!" diye konuya girdim ve babama anlattığım bütün yalanları bir bir ona da anlatıp sustum ve bir şey söylemesini bekledim. Fakat herhangi bir şey duyamayınca telefon mu kapandı acaba diye içimden geçirip cevap vermesi için "Pars?" dedim. "Buradayım," dedi ve telefonun kapanmadığından emin oldum. "Babama böyle anlatacaksın değil mi?" diye sordum korkuyla. Korkuyordum, çünkü o yalan söylemeyi seven bir adam değildi, özellikle de babama ve sanki sonucu ne olacaksa olsun doğruyu söyleyecek gibi hissediyordum. Fakat maalesef bu her şeyi mahvederdi. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye sormaya devam ettim aynı korkuyla. "Tamam," dedi, aldığı nefesin sesini duydum. "Korkma sen, yanlış bir şey söylemem," dediği an rahat bir nefes aldım. "Madem öyle, sonra görüşürüz o zaman." "Görüşürüz," dedi, telefonu kapatmamak için herhangi bir çaba sarf etmedi. Ben de ondan başka bir şey duymayı beklemedim ve telefonu kulağımdan indirip aramayı sonlandırdım, telefonu yerine bıraktım. Sorunun çözülmüş olması büyük bir yükten kurtulmuşum gibi hissetmeme neden olurken odama döndüm, bu kez yatağa girdim. Bir yandan Pars'ı bir yandan babamı bir yandan da olanları düşünürken yatağın içinde dönüp durdum ama her seferinde onun itirafı diğer tüm düşüncelerden baskın geliyor ve hep bunun için gülümserken buluyordum kendimi. Kendi kendime gülümsemeye devam ederken ne ara uykuya daldım bilmiyorum ama uyandığımda çoktan akşam olmuş, hava kararmıştı. Bu kadar uyumuş olmama rağmen yataktan çıkmayı hiç istemezken Pars'ın aklıma gelmesi ve onun nasıl olduğunu merak etmek beni ayaklandırdı. Ayağa kalktıktan sonra odanın ışıklarını açıp da saate baktığımda çoktan sekiz olduğunu gördüm, gerçekten de çok fazla uyumuşum diye içimden geçirip banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp biraz kendimi toparladıktan sonra önce banyodan sonra da odadan çıkıp salona indim. Salona indiğimde babamı yemek masasında yemeğini yerken buldum. Başını kaldırıp da beni gördüğünde "Uyanmışsın," dedi, sessizce yanına gidip yerime oturdum. "Ben de yemek için seni çağırmaya odana geldim az önce ama uyuduğunu görünce uyandırmak istemedim." Tabağıma bir şey alırken "Sanırım ben de kapı sesine uyandım ama iyi ki uyandım, çok fazla uyumuşum," dedim ve birkaç lokma bir şey yedim. Sonra da ondan Pars hakkında bir şeyler duymayı umut edip "Eee günün nasıl geçti?" diye sordum. "İyiydi, hallettim işlerimi," dedi ama bu cevap beni tatmin etmedi, çünkü Pars'tan bahsetmedi. Acaba yanına gitmemiş miydi? Bunu düşünürken dayanamayarak "Ben de Pars ve Gökmen'i görmeye gidecektim," diye konuya girdim, eşzamanlı olarak tabağındaki başını kaldırdı ve bana baktı. "Ama vazgeçtim, hem vakit geçti hem de hâlsiz hissediyorum kendimi," dedim yine onun yanına gitmek çok da umurumda değilmiş gibi ve fark ettiğim kadarıyla babam bu tavrımdan memnun oldu. "İyi düşünmüşsün," dedi, yine kendisi onun hakkında bir şey söylemedi diye içimden geçirirken de "Hem ben konuştum az önce ikisiyle de, gayet iyiydiler," dedi ve sonunda bir şey söylemiş oldu ama bu cevap beni pek de tatmin etmedi. Sanırım onun yanına gidip onu görmeden kendimi iyi hissetmeyecek gibiydim. Bu düşünceyle ani bir karar alıp bu gece ona gitmeye karar verdim ama tabii gizlice... Babam uyuduktan sonra evden çıkar, sonra da o uyumadan önce geri dönerim diye içimden geçirip planımı da kurmuş oldum. Onun yanına gidecek olmak beni şimdiden heyecanlandırırken babama kafeyle ilgili gelişmeleri anlattım ve açılışı yarın yapabileceğimizden bahsettim. Tabii Pars'tan hiç söz etmeden. Bir yandan konuşurken bir yandan yemeğimizi yedik, yemekten sonra birlikte salona geçip bir şeyler izledik. Her gece saat on buçuk gibi odasına çıkar, on bir gibi de uyurdu. Bu yüzden ben de evden on bir gibi çıkmak zorundaydım. Bu yüzden hiç acele etmeyip zamanının gelmesini bekledim ama gerginliğim şu an izlediğimiz televizyondaki filme odaklanmama engel olacak kadar yoğundu. Bu yüzden gözümün ucuyla saate bakıp dokuz buçuk olduğunu gördüm ve hâlâ çok var diye içimden geçirip zor olsa da filme odaklanmaya çalıştım. İzlediğimiz film saat on bire çeyrek kala gibi bitti ve geç bitmesi babamın da hâlâ uyanık olmasına neden oldu. Vakit geçtiği için film biter bitmez belki peşimden o da odasına çıkar diye düşünüp ayaklandım ve "Çok geç oldu, uyuyacağım artık," dedim ve ekledim. "Malum yarın çok iş var." Başını salladı, sessiz kaldı. Şu an hiç de kalkmaya, odasına gitmeye niyeti yok gibiydi. Bu yüzden "Sen uyumayacak mısın?" diye sordum, dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Yok, uyumayacağım," deyip ayaklandı. "İşim var biraz, çalışmam lazım," dedi ve yemek masasının üzerinde duran bilgisayarını alıp yeniden yanıma döndü, eski yerine oturdu. Ne yani burada mı çalışacaktı? "Çalışma odasına çıkmayacak mısın?" Bu sorumla gözleri yeniden beni buldu. "Burası daha rahat," dedi, evden kaçabilme umudum sönüp gitti. Hiç değilse çalışma odasına çıksaydı kaçmak için küçük bir şansım olurdu ama o buradayken bunu yapmam mümkün bile değildi. Yine de çok fazla umutsuzluğa kapılmayıp "Ne kadar çalışabilir ki? Birkaç saate uykusu gelecek ve uyuyacak," diye içimden geçirip yalandan gülümsedim. "Peki, sana iyi çalışmalar o zaman," deyip bir an önce çalışmaya başlaması için yanından ayrıldım, merdivenlere yöneldim. "İyi geceler," diye seslendi arkamdan, omzumun üstünden baktım ona. "Sana da," deyip üst kata çıktım, odama girdim ve kendimi yatağa atıp beklemeye koyuldum. Gece saat on iki olduğunda hâlâ odasına çıkmamış olması sinirlerimi bozmaya başlamıştı. O an belki de salonda uyuyakalmıştır diye içimden geçirip ayaklandım ve sessizce odadan çıktım, merdivenlere gittim. Merdivenlerin başında durduğunda hâlâ uyanık ve çalışıyor olduğunu gördüm. Yanaklarımda doldura doldura ve içimden söylenerek sessizce gerisin geri döndüm, odama girdim. "Bu saatte kadar çalışılır mı baba ya!" diye söylenip yeniden kendimi yatağa attım. Epey bir vakit geçirip saat bir gibi bir kez daha şansımı denedim ama yine hayal kırıklığına uğradım, yine onu çalışır hâlde buldum ve yine söylenerek odama döndüm. Aynı şeyi gecenin ikisinde ve üçünde de denedim ve her seferinde yine aynı şey yaşandı, hayal kırıklığıyla odama dönmek zorunda kaldım. Zaten son dönüşümde artık pes etmiş, yatağa bu kez uyumak için girmiştim. Çünkü gecenin bu saatinde artık istesem de yanına tek başıma gidemezdim. Hadi diyelim ki gittim, o uyuyordur muhtemelen ve onu uyandıramaya kıyamayacak, yine dönmek zorunda kalacaktım. Bu yüzden en iyisi sabah yanına gitmek olacaktı. Sabah erken uyanmayı aklıma koyup bunun heyecanıyla uyumaya çalıştım ve tüm gün uyumuş olmama rağmen kendimi çok yorgun hissediyor olduğumdan bu kez kolaylıkla uykuya dalabildim. *** Koştur koştur odamdan çıkıp aynı hızla salona indim. Gece çok geç yatmış olmama rağmen sabahın sekizinde uyanmayı başarmış, şimdi de babama yakalanmadan evden kaçmaya çalışıyordum. Muhtemelen o sabaha karşı uyumuştu ve hâlâ uyuyordu, bu da Pars'ın yanına gitmem için çok iyi bir fırsattı. Bir yandan bunu bir yandan da hızla merdivenleri indim ve salona ulaştım ve o an gördüğüm şeyle şaşkınca kalakaladım. Babam çoktan uyanmıştı ve şu an salondaki masaya oturmuş, kahvaltısını yapıyordu. Üstünü değiştirmişti, hatta banyo yapmış gibiydi ve sabaha kadar çalışan birine göre fazla dinç görünüyordu. Şu an bile ondan daha yorgun görünüyor olabilirdim. Ben daha bunu düşünüp olduğum yerde, şaşkınca ona bakarken başını kaldırdı ve beni görüp gülümsedi. "Günaydın," dedi, ağır adımlarla yanına gittim ve yerime oturdum. Hevesim kursağımda kalmıştı. "Günaydın," dedim ama onun kadar neşeli olamadım ve tabağıma bir şeyler aldım, hemen evden çıkmayı isterken istemeye istemeye onunla kahvaltı yapmaya başladım. "Kafeye mi gideceksin?" diye sorduğunda aklıma yeni bir fikir geldi, heyecanla başımı salladım. "Evet, tüm gün orada olacağım. O kadar çok iş var ki anlatamam," dedim, eğer işim olduğunu düşünürse Pars'ın yanına gideceğim aklına gelmezdi. Ben de kafeye geçmeden gider ve onu görürdüm. "İyi, ben seni bırakırım, zaten yolumun üstü," dedi, kaşlarımı çattım. "Yolunun üstü mü? Sen adliyeye gitmeyecek misin? İkisi çok ters yöndeler," dedim, dilini damağına çarpıtarak cıkladı. "Yok, gitmeyeceğim, bugün işim yok," dedi ve devam etti. "Hastaneye Pars'ın yanına gideceğim, tüm gün onun yanında olurum," dedi muhtemelen ve bütün hayallerimi bir kez daha yıktı. Bilerek mi yapıyordu bu adam? Gitmeyeyim, onu göremeyeyim diye mi uğraşıyordu? "Peki, beraber gideriz." dedim el mecbur, kabul etmek zorunda kaldım. Artık ne kafeye giderken uğrayabilirdim yanına ne de gün içinde. Çünkü babam bu seferde o kadar işinin gücünün arasında buraya mı geldin diye sorar, bir de bundan şüphe ederdi. Bu düşünceler arasında az öncekinden daha iştahsız bir şekilde yaptım kahvaltımı ve kahvaltıdan sonra birlikte ayrıldık evden, kafeye gittik. Kafeye ulaştığımızda beni bırakıp gitmek yerine benimle birlikte girdi içeriye ve tıpkı benim kadar şaşkın bir şekilde baktı eskisinden daha güzel olan kafeye. Tabii o benim aksime tüm bunların Pars'ın sayesinde olduğunu bilmiyordu, umarım hiçbir zaman da öğrenmezdi. İyice etrafa bakındıktan sonra her şeyin çok güzel olduğunu söyleyip işlerle ilgilenmem için beni yalnız bıraktı, kafeden ayrıldı ve Pars'ın yanına hastaneye gitti. O giderken ben de hemen işe koyuldum, burada kaybettiğim telefonumu bulup daha önce görüştüğüm birkaç organizasyon şirketini aradım. Doğum günü hem bugün hem de fazla kalabalık olacağından hiçbiri risk almadı ve ret cevabı verip telefonu kapattılar. Fakat pes etmedim, aramaya devam ettim ve en sonunda normalin biraz üstünde bir fiyata biriyle anlaştık. Onlar hemen gelip hazırlıklara başlayacaklarını söylediklerinde ben de onlar gelene kadar eksik gördüğüm şeylerle ilgilendim. Zaten benim işim bitene kadar onlar da gelmiş, hemen çalışmaya başlamışlardı. Öğlene doğru da Hazal gelmiş, her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol etmiş ve gördüğü her şeyden fazlasıyla memnun kalmıştı. Fakat özel organizasyon şirketinin çalışanlarından özel olarak da bir şeyler istemişti, onlar da halledebilecek olacaklar ki kabul etmişlerdi. Hazal gittikten sonra çalışma aynı hızıyla devam etmişti ve akşamüstü saat altı gibi pasta dışında her şey hazırdı. Zaten pasta da bizi ilgilendiren bir şey değildi, çünkü Hazal özel olarak başka bir yere yaptırmak istemiş, benim de fazlasıyla işime gelmişti. Artık ufak tefek eksiklikler tamamlanırken her şeyi onlara bırakmış, eve geçmiştim. Eve geçtiğimde babam hâlâ Pars'ın yanında olacak ki evde değildi. Aslında ben de şu an bir şeyleri bahane ederek yanlarına gidebilirdim artık ama maalesef vaktim yoktu. Hem vaktim olsa bile babam varken onunla iki kelime yine edemezdim. Bu yüzden en iyisi bu geceyi atlattıktan sonra babama rağmen yanına gitmek olacaktı. Hem bu geceyi de anlatırdım. Bu düşünceler arasında üst kata çıktım, odama girdim ve hemen kendimi banyoya atıp güzel bir duş aldım. Duştan sonra hiç oyalanmadan saçlarımı kuruladım, düzleştirdim ve sıkı, şık görünen bir at kuyruğu yaptım. Saçlarımla işim bittikten sonra dolabımın karşısına geçip ağır bir sırt dekoltesi olan, sırtı tamamen ipliklerle kaplı olan, siyah, mini bir elbise seçip giydim. Elbiseye uygun bir ayakkabı da seçip giydikten sonra güzel de bir makyaj yaptım. Aslında bu gece davetliler arsında değildim ama o kadar şık gelecek insanların arasında bir kot bir tişörtle gezmek de olmazdı. Bu yüzden elimden geldiğince özen göstermiş, tamamen hazır olunca ise saat artık yedi buçuğa geldiği için daha fazla oyalanmayıp evden ayrılmıştım. Kafeye yeniden ulaştığımda artık pasta da gelmiş ve her şey tam anlamıyla tamamlanmıştı. Yine de bir eksik var mı diye etrafa bakınırken birinin "Ooo bakıyorum da çok şık olmuşsun," dediğini duyup hızla arkama döndüm ve Gökmen'i görüp şaşkınca kalakaldım. Siyah bir kot pantolon, beyaz bir gömlek giymişti ve yüzü gözü hâlâ darmadağındı. Bu hâlde burada oluşuna bir anlam veremeyip birkaç adımda yanına gittim. "Senin burada ne işin var, neden hastanede değilsin?" diye sordum. "Tüm gün seni yalnız bırakmak zorunda kaldım ama bu gece yalnız bırakamazdım," dedi istemsizce tebessüm ettim. Aslında onu görmek iyi gelmişti, çünkü her şeyin yolunda olduğunu çok iyi bildiğim hâlde çok gergindim. "Aslında iyi ki geldin," dedim, şüpheyle kaşlarını çattı. "Bir sorun yok değil mi?" Dilimi damağıma çarpıtarak cıkladım. "Yok, sadece biraz gerginim," dedim, dudakları yana kıvrıldı. "Olur o kadar," deyip pek üzerinde durmadı. O sırada Pars aklıma geldi, zaten hiç aklımdan çıkmıyordu ki... "Pars'ı gördün mü hiç? Yanına uğrayamadım da iyi miydi?" Endişeyle sormuştum bu soruyu. "Gördüm," dedi anında ve devam etti. "Endişelenme, gayet iyiydi," dedi, rahat bir nefes aldım. "Hatta doktor birkaç güne kendini toparlayacağını söyledi." İşte bu, bugün aldığım en güzel haberdi. "Kendini toparlasın, güzel bir teşekkür etmek lazım," dediğinde kaşlarımı çattım. "Ne teşekkürü?" "Burası için yardım etti ya?" dediği an şaşkınca kaldım. Ben bunu ne ona ne de bir başkasına söylememiştim ki... "Bakma bana öyle, tahmin etmesi zor değil," dedi ve ellerini cebine koydu. "Cebimizde beş kuruş para yoktu Ayliz, benim gibi salaklık edip tefeciye gitmeyeceğine göre birinden yardım almış olman gerekiyor ve o birini tahmin etmek hiç de zor değil." Gülümsedim, onun bunu bilmesine pek de takılmadım. "Salaklık ettiğini kabul ediyorsun yani?" dedim, uzunca bir nefes aldı. "Evet, zaten olanlardan sonra kabul etmemiş olmam daha da büyük salaklık olur," dediğinde kendime engel olamayıp gülüm, o sırada kafeye giren Hazal'ı gördüm. "Tamam, kapatalım konuyu. Hazal geldi," deyip bir şey söylemesini beklemeden kafeyi inceleyen Hazal'ın yanına gittim. Etrafa bakınıyor olduğundan herhangi bir şey söylemedim ya da sormadım ve onun yorum yapmasını bekledim. O da beni çok bekletmedi ve kafenin içinde gezdirdiği gözlerini bana çevirip "Beni şaşırtınız," deyip keyifle gülümsedi ve "Her şey beklediğimden de güzel olmuş," diye ekledi, çaktırmadan derin bir nefes aldım. "Beğenmene sevindim," dedim, o sırada bizim yaşlarımızda, çık şık giyinen iki kız içeriye girdi, koşturarak Hazal'ın yanına geldiler. Arkadaş olduklarını anlarken yanlarından ayrıldım, ayakta durmakta zorlandığı için ileride oturan Gökmen'in yanına gittim. Sonrasında her şey çok hızlı gelişti, davetliler bir bir gelmeye başladılar, ortam kalabalıklaşınca müzik de başladı. Bazıları bir şeyler içerken bazıları dans ettiler. Her geçen dakika daha da kalabalık olduklarında ayakaltından çekilip mutfağa geçtik. Servis işine de organizasyon şirketi bakıyordu. Henüz bir çalışanımız olmadığından böyle ayarlamak zorunda kalmıştık. Zaman geçtikçe ve kalabalık arttıkça eğlenme dozları da artıyordu. Saat ons doğru dans etmeyi bırakmış, birlikte pasta kesmişlerdi. Ve bazıları o pastayı yerken bazıları şaka adı altında birbirlerine atmış, doyasıya eğlenmişlerdi. Tabii bu esnada bizim de istediğimiz şey olmuş, sosyal medyada her anlarını paylaşmış, fark etmeden reklamımızı yapmışlardı. Neredeyse hepsi sosyal fenomenleri olduğu için reklam beklediğimizden de büyük olmuştu. Pasta kesiminden sonra hediyeler verilmiş, hediyelerden sonra da tekrar müzik açılmış, dans edip eğlenmeye devam etmişlerdi. Ben ise bir süre onları izledikten sonra yorulup hiç içeriye gelmeyen Gökmen'in yanına mutfağa dönmüş ve gecenin bitmesini beklemiştim. Eğlenceleri gecenin saat birine kadar sürmüş, birden sonra dağılmışlardı. Onlar dağılınca Gökmen'le yalnız kalmıştık ve şimdi kafenin tam ortasında durmuş, darmadağın olan etrafa bakınıyorduk ama tabii bu çok da büyük bir sorun değildi, hatta hiç sorun değildi, bu kadar da olacaktı. Birkaç saatlik temizlikle çözülürdü her şey. "Sence nasıl geçti?" diye sordu Gökmen, gözlerim hemen buldu. "Görmedin mi? Çıkan herkes, Hazal da dâhil olmak üzere çok mutluydular, kötü geçmiş olması mümkün değil," dedim, dudakları yana kıvrıldı. "O zaman başardık sanki," dedi, dilimi damağıma çarpıtarak cıkladım. "Henüz değil, yarın gelir ve giderleri hesapladıktan sonra karar vereceğiz buna. Tabii müşteri gelecek mi gelmeyecek mi o da çok önemli," dedim, anladım dercesine başını salladı. "Hadi o zaman etrafı temizleyelim," dedi ve sıkıntıyla ofladı. "Sabaha kalmasın, bir müşteri gelecek olursa etrafı böyle görmek istemez." Çok yorgun olsam da ona hak verip başımı salladım. "Doğru söylüyorsun ama sen pek de temizlik yapacak durumda değilsin, hadi sen git ben tek başıma hallederim," dedim, başını olumsuz anlamda salladı. "Olmaz öyle şey, bu kadar şeyi senin üzerine yıkamam," dedi, alayla baktım ona. "Sanki burada olsan bir şey yapabileceksin," dedim ve ekledim. "Daha çok bana ayak bağı olursun, hadi git bu yüzden. Hem yapılacak çok bir şey yok etrafı silip süpüreceğim o kadar," dedim, tam bir kez daha itiraz edecek gibiyken arkamdaki kapının açıldığını duyup hızla arkamı döndüm ve hiç beklemediğim birini gördüm, şaşkınca kalakaldım. "Pars," dedim yüzümdeki ifadeyi destekler nitelikte çıkan sesimle ve birkaç büyük adımda yanına gittim, yüzünde biraz kızgın biraz imalı bir ifade gördüm. "Senin ne işin var bu saatte bu hâlde burada?" diye sordum, gözlerimi üzerinde gezdirip kendimce iyi olduğuna kanaat getirip rahatladım. Bana cevap vermek yerine arkama, muhtemelen Gökmen'e doğru baktı. Birkaç saniye öylece baktıktan sonra gözleriyle kapıyı gösterdi ve sanki Gökmen bunu bekliyormuş gibi "Ben gideyim o zaman, temizliği de sabah erkenden yaparız," dedi ve kaçarcasına ayrıldı kafeden. O giderken yeniden Pars'a bakıp sanki o gelmeden önce ben de aynı şeyi yapmıyormuşum gibi "Neden gönderdin çocuğu?" diye sordum, onun da bakışları beni buldu. "Çocuk?" diye sorguladı ve ekledi. "Eşek kadar adama çocuk deme." Kendime engel olamayıp güldüm. "İyi, demem," dedim. Kaşlarını çattı. "Niye gelmedin hiç?" diye sordu, fazlasıyla bozulmuş gibiydi buna. Bu, beni beklediğini anlamam için yeterli olurken fazlasıyla da hoşuma gitti. Dudaklarımı büzerek "Gelmek istedim," dedim ve keyifsiz bir şekilde ilave ettim. "Ama gelemedim, babam sanki fark ediyormuş gibi her seferinde engel oldu." Tek kaşını kaldırdı. "Ya da hepsi bir tesadüftü ve bana öyle geldi." Keyfi kaçtı, babamın bilerek yapmış olması ihtimali canını sıkmıştı belli ki. "Neyse," deyip konuyu değiştirmek istedim. "Biliyor musun? Bu gece çok güzel geçti, her şey yolunda gitti, tek bir sorun bile çıkmadı." Gözlerinin kenarı kısıldı, dudaklarında minik bir tebessüm oluştu. "Biliyorum," dedi, afalladım. "Biliyor musun?" Başını salladı. "Evet," deyip bana doğru bir adım attı, yaklaştık. "Gözlerinden belli oluyor mutlu olduğun, tahmin etmesi zor değil." Kocaman gülümsedim. "Ya," dedim gülerek. "O kadar belli oluyor demek ki." Yine başını salladı. "O kadar belli oluyor," dedi, buruk bir ifadeyle gülümsedim bu kez de. "Senin sayende," dedim, bu kez ona doğru bir adım atıp yaklaşan ben oldum. "Her şeyin yolunda gitmesi de, bu gecenin iptal olmaması da senin sayende," dedim, gözlerini gözlerimden bir an bile çekmedi. "En başından beri burayı son umudummuş gibi görüyordum, hatta hâlâ öyle görüyorum," dedim bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi iyice kapattım. "Sen de umudumu ayakta tutansın," derken bir kez daha gözlerim doldu. "Teşekkür ederim," dediğimde sesim titredi. "Çok teşekkür ederim," diye ekledim. "Teşekkür etme," dedi, yüzüme dokundu, başparmağıyla yanağımı okşarken "Affet, yeter," dediğinde bu cümlesine anlam veremedim. "Affetmek?" diye sordum mantıklı bir cevap alabilmek umuduyla. "Daha öce yaşanan her şey için," derken yüzünde öyle bir ifade vardı ki bunu fark etmemek için kör olmak gerekirdi ve bu acı fiziksel bir acıdan çok öte bir şeydi. Boğazım düğüm düğüm olurken ağlamamak için kendimi çok zor tutup "Affettim," dedim, bir an bile olsun tereddüt etmedim bunu söylerken. Ben zaten onu affetmeye hep hazırdım ki... Fakat o bunu bilmiyordu işte. "Çoktan affettim," dedim, gözümden bir damla yaş akarken Pars o yaşı hızla sildi ve yeşillerini yaşlı gözlerime odakladı. "Ayliz," diye fısıldadı, gözleri bir anlığına dudaklarıma kayarken aramızdaki mesafeyi iyice kapattı. "Efendim?" derken benim de sesim fısıltı gibi çıkmış ve merakla söyleyeceği şeyi beklemiştim. Fakat o bana bir şey söylemek yerine başını hafifçe yana doğru eğdi, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Öyle ağır hareket ediyordu ki sanki bunu istemiyorsam kendimi geri çekmem için fırsat veriyordu. Fakat ben bunu yapmadım, aksine işini kolaylaştırıp ben de ona biraz daha yaklaştım. Az sonra sıcacık dudakları dudaklarıma temas ettiğinde gözlerimi kapattım. Kalbim, yerinden çıkacakmış gibi atarken midemde öyle bir baskı vardı ki sanki o ban her yaklaştığında midemde hareketlenen kelebekler bu kez dans ediyor gibiydiler. Bu his nefes almama bile engel olurken dudaklarının varlığını dudaklarımda biraz daha hissettim ve kalbim göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi atmaya başladı. Daha önce beni öptüğünde hissettiğim gibiydi her şey. Ve ben en az onu özlediğim kadar yaşattırdığı duyguların göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi hissettirmesini de çok özlemişim meğerse. Dudaklarının baskısı giderek artarken dizlerim titremeye başladı ve düşmekten korkup kollarına tutundum. Bu, ona biraz daha cesaret vermiş olacak ki ilk andan beri yavaş olan hareketleri hızlandı, bir anda eli belimi kavradı ve beni iyice kendine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı, beni öptü. Elerim, sanki bu anı bekliyormuş gibi hemen boynuna dolanırken dudaklarımı araladım, ona karşılık verdim. Hissettiğim dili beni onlarca duygu arasında savururken o duygular bu kez göğüs kafesimden taştı ve onu daha da büyük bir tutkuyla öptüm. Sırt dekoltemden dolayı belimdeki elini doğrudan hissetmek beni daha da derin duyguların içine sürüklerken eli hareketlendi ve beni delirtmek istercesine ağır ağır gezinde sırtımda. Bu hisle ayak parmaklarımın üzerine yükselip delicesine onunla öpüşmeye devam ettim. Onun da benden bir farkı yokken öpüşü giderek sertleşmeye başladı. Aynı şekilde benden de karşılık alırken nefesimi kesmiş olmasına rağmen hiç benden ayrılmasın, öpmeye devam etsin istedim. Ama o bunu yapmadı ve geri çekildi, nefes almama izin verdi. Aldığım ilk nefes bir hayalin içinde değil de gerçekten yaşadığımı hissettirirken alnını alnıma yaslayıp bir kez daha gözlerimin içine bakarak "Seni seviyorum," dedi. Dudaklarımı aralayıp bir nefes daha aldım, ardından yutkunup kendimi biraz olsun toparladım ve zaten onun yıllardır bir kez olsun açıkça dile getirmediğim, bildiği için dile getirmeye gerek duymadığım o gerçeği sonunda onun gözlerinin içine bakarken ben de söyleme cesaretinde bulundum. "Seni, kendimi bildim bileli çok seviyorum Pars Atakan." Bölüm Sonu! Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum <3 Son sahneyi yazarken mutluluktan ağlayacaktım resmen :) O kadar güzel oldular ki... Bu zamana kadar hep ilişkilerinin başlamasını, ne olursa olsun hep birlikte olsun istediniz ama ben de hep kendime doğru zaman değil henüz diyorum ve işte şimdi onlar için en doğru zaman geldi. Ayliz eskisinden daha iyi ve artık gerçekten biriyle hayatını devam ettirebilecek durumda <3 Sizce bundan sonra ne olacak? Nasıl devam edecekler dersiniz? Agâh onlara engel olacak mıdır? Bu arada diğer bölümü yarıladım bile, hadi bölüm sınırını doldurun da yarın akşam okuyalım:) Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, o zamana kadar kendinize çok iyi bakın, sevgiyle kalın<3 Alıntı ve duyurular için; Instagram: gizzemasllan Twitter: gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |