@gizzemasllan
|
Selam :) Yeniden bir aradayız, bölüme başlamadan önce sol alt köşedeki yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz. Buraya ben de sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum.❥ Keyifli okumalar.♡ Instagram: gizzemasllan . . . 49. BÖLÜM “UMUDU YENİDEN YEŞERTMEK” Gergin ve bir o kadar sessiz geçen yolculuğun ardından araba durduğunda ve Pars arabadan indiğinde ben de hemen peşinden indim. Olacaklardan o kadar çok korkuyordum ki bir adım bile uzağında durmak istemiyor, elimden geldiği kadar yakınında duruyordum. O da bunu fark etmiş olacak ki “Sakin ol,” dedi bana dönerken ve gözlerimin içine bakarken. “Korkacak bir şey yok.” “Nasıl korkacak bir şey yok Pars? Adamlar silahını aldılar, bizi buraya kadar zorla getirdiler." Beni sakinleştirmek istercesine yüzüme dokundu. “Korkacak bir şey olsaydı sence buraya kadar sessizce gelir miydim?” diye sordu o da, aslında hakkı vardı. Onun gibi biri böyle bir şeyi asla yapmazdı ama yine de korkmamak elimde değildi. Ne de olsa buraya nasıl getirildiğimiz ortadaydı. Fakat yine de onun benim için daha fazla endişelenmesini istemeyip elimden geldiğince rahat göründüm. “Peki, sen öyle diyorsan,” dedim ve bir de gülümsemeye çalıştım. O sırada bizi buraya zorla getiren adam yanımıza geldi. “Daha bekleyecek miyiz, içeriye girecek misiniz?” Pars gözlerini benden çekip ona baktı ve bakar bakmaz kaşlarını çattı, öfkeli bir bakış attı. Adam tek kelime dahi edemezken ise gözlerini yeniden bana çevirdi. “Hadi girelim,” dedi az önceki adama attığı bakışın aksine gayet sakin bir ses tonuyla. Başımı salladım ve peşinden yürüdüm. Her ne kadar hâlâ delicesine korkuyor olsam da bunu belli etmemek için elimden geleni yaptım ve bir yandan da geldiğimiz yeri kontrol ettim. Bayağı eski bir mahalledeydik ve gerçekten burada oluşumuza bir anlam veremiyordum. Çünkü burası hiç de öyle sessiz sakin bir yer değildi. Aksine çok kalabalık ve gürültülü bir yerdi. Yani birinin birine zarar vermek için tercih edeceği son yer bile olmayabilirdi. Bu yüzden biraz daha rahatlarken Pars’a baktım. Tıpkı benim gibi onun da gözleri etrafta geziniyordu ve garip şekilde sanki buraya hiç de yabancı değil gibiydi. Onun bu tavrını yadırgasam da hiçbir şey sormadım ve önünde durduğumuz eve birlikte girdik. Uzun, dar bir koridorda ilerlerken önünden geçtiğimiz odaların içine bakmayı ihmal etmedim. Çok eski eşyaların olduğu bir evdi ve o eşyaların uzun süredir kullanılmadığı belliydi. Aklım daha da karışıp neden böyle bir yerde olduğumuzu anlamaya çalışırken Pars koridorun sonundaki, giriş kapısının tam karşısındaki, odaya girdi. Ben de hemen peşindeydim. Odaya girer girmez etrafa bakındım. Eski bir koltuk takımı, yerde eski bir halı ve paslanmış bir soba vardı. Tam karşıdaki pencerenin önünde ise arkası dönük, ellerini arkasında birleştirmiş pencereden dışarıya bakan bir adam vardı. Muhtemelen geldiğimizin farkındaydı ama dönüp bakmaya bile tenezzül etmemişti. Bu duruma Pars’ın nasıl bir tepki verdiğini merak edip gözlerimi ona çevirdim. Sanki benim aksime adamı görmemiş gibiydi ve dikkatle evin içine bakıyordu. Evin neden bu kadar dikkatini çektiğini anlayamazken adamın bize döndüğünü fark edip gözlerimi ona çevirdim. Uzun boylu, biraz zayıf, kumral, kırklı yaşlarının ortasında olduğu belli olan bir adamdı. Saçları seyrekti; kırlaşmış, uzun sakalları vardı ve şu an hâlâ elleri arkasında, kaşları çatıktı. Gözlerini ise Pars’a odaklamıştı. Gözümün ucuyla Pars’a baktım, sonunda onun da gözleri adamdaydı ve sanki sinirli gibiydi ama bunu bastırmaya çalışır gibi bir hâli de vardı. Onun bu tavırları karşımdaki bu adamın kim olduğunu daha çok merak etmeme neden olmuştu. “İstediğini yaptım, karşındayım,” diyerek ilk konuşan Pars oldu ve devam etti. “Söyle hadi, ne istiyorsun?” Bu konuşmanın bir an önce bitmesini ve buradan gitmeyi istiyor gibiydi. "İstediğimi yapmadın Pars Atakan,” dedi adam hâlâ olduğu yerde durmaya devam ederken ve devam etti. “Sen yapmayınca ben seni getirtmek zorunda kaldım.” “Sence ben istemeseydim beni buraya getirebilirler miydi?” diye sordu Pars da kendinden emin bir şekilde ve ellerini cebine soktu. “Her zamanki gibi yine çok kibirlisin,” dedi adam ve bir an için gözünün ucuyla bana baktı, yeniden gözlerini Pars’a çevirdi. “Buraya bunu söylemek için getirtmiş olamazsın değil mi beni?” diye sordu Pars bu kez alay edici bir tavırla ve artık ben ciddi anlamda meraktan ölmek üzereydim. Çünkü ne birbirlerini sever ne de nefret eder gibi bir hâlleri vardı. Sanki hem asla birbirlerine zarar vermeyecek hem de ellerinden gelse birbirlerini bir kaşık suda boğacak gibiydiler. Bu da fazlasıyla gerilmeme neden oluyordu, çünkü nasıl davranacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. “Bence asıl konuşmak istediğim şeyi sen zaten çok iyi biliyorsun,” dedi adam, sahi bu adamın adı neydi? Acaba adınız ne diye sorarak konuya dahil mi olsaydım? Saçmalama Ayliz, yine gerginlikten saçma sapan şeyler düşünmeye başladın! Bir yandan düşünmeye bir yandan düşüncelerim yüzünden kendime kızmaya devam ederken konuşmaları devam etti. “Biliyorum,” dedi Pars ve sabır dilercesine derin bir nefes aldı. “Ama ne zamana konuya gireceksin onu bilmiyorum, daha çok bekleyeceksek oturalım bir yere.” Adam güldü, neye gülüyordu bu şimdi? Tamam şu ana kadar anladığım kadarıyla bize zarar verecek bir adam değildi ama pek de sevdiğim söylenemezdi. İtici ve ürkütücü bir yanı vardı. İçimden bir ses bize zarar vermeyecek olsa da kötü biri olduğunu söylüyordu. Adama karşı olumsuz düşüncelerim giderek yoğunlaşırken bir anda gözleri beni buldu. Aniden göz göze gelmek beni daha saçma düşüncelere sürükleyip acaba düşüncelerimi anladı mı diye düşünmeme neden olurken yüzünde sinsi bir gülümseme oluştu ve bu beni fazlasıyla rahatsız etti. Buna rağmen gözlerimi ondan çekmezken “Geçmiş olsun,” dedi. Kaşlarımı çattım, şu an yüzümde yara izleri yoktu. Aslında vardı ama makyajla kapatmıştım ve fark etmesi mümkün değildi. Bu da demek oluyor ki başıma gelenleri biliyordu. Bunu anladığım hâlde “Ne için?” diye sordum sırf onu konuşturmak için. “Eski erkek arkadaşınız tarafından kaçırılıp darp edilmişsiniz,” dedi, bu söylediğinin beni sinirlendirmesini bekler gibi bir hâli vardı. Bu yüzden ona istediğini vermeyip gayet sakin karşıladım bu söylediğini ve sessiz kaldım. Benden istediğini alamayınca yeniden gözlerini Pars’a çevirdi. “Sahi ne yaptın o adama? En son yakaladığını duymuştum, öldürdün mü yoksa?” Pars bir kez daha derin bir nefes aldı ve “Sana ne?” dedi. Adam da bir kez daha gülüp “Sanırım gerçekten de öldürmüşsün,” dedi ve ekledi. “Şikâyet mi etsem acaba seni? Belki o zaman her şey benim için daha kolay olur. Hem sen alışıksın içeride olmaya.” Sıkıntıyla oflamamak için kendimi çok zor tuttum. Adamın Pars’ı sinirlendirmek için özel bir çaba sarf ettiği belliydi. Sözleriyle onu öfkelendirmeye çalışıyordu ve Pars da bunu anlamış olacak ki daha önce hiç olmadığı kadar sakin görünüyordu. Onun bu sakinliği ise karşımızdaki adamı şaşırtıyor, Pars’ı sinirlendirmek isterken kendi sinirleniyordu. “Bir şansını dene istersen,” dedi Pars yine fazla sakin bir şekilde ve devam etti. “Belki gerçekten işine yarar.” Adam yine güldü, gülerken de “Anladım,” dedi ve devam etti. “Öldürmemişsin adamı, yoksa bu kadar rahat olmazdın.” Pars sıkıntıyla ofladı. “Gerçekten bunu konuşmaya devam mı edeceksin, asıl derdini söyleyecek misin?” “Sanırım sevgilinin eski sevgilisinden bahsetmem seni sinirlendirdi biraz.” Göz devirmemek için kendimi çok zor tuttum. Ne yani böyle çocuk gibi sözlerle mi kızdırmaya çalışacaktı Pars’ı? Bu, saçmalıktan başka bir şey değildi. Tamam, Tan konusu Pars’ı her zaman sinirlendirirdi ama bunu kullanan birinin tuzağına düşecek kadar da gözünü döndürmezdi. “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım,” dedi Pars yine alaycı bir üslupla ve devam etti. “Özellikle bu eve gelmemi istediğin ilk an derdinin ne olduğunu anladım zaten,” dediğinde daha da meraklandım. Bu evin ne özelliği vardı ki? “Bu yüzden boşuna uğraşma, sabaha kadar uğraşsan yine de sinirlendiremeyeceksin beni.” “Neden seni sinirlendirmek isteyeyim ki?” Bu soruyla kendimi daha fazla tutamayıp göz devirdim ve adamın duymasını umursamadan sıkıntıyla ofladım. Tam da beklediğim şey oldu ve adam duydu, hatta bana baktı ama hiçbir şey söylemedi ve yeniden Pars’a çevirdi gözlerini. “Savcının kızı, yani sevgilin yanındayken konuşmak istediğinden emin misin?” diye sorduğunda yüzünün ortasına bir tane geçirmek istedim ama tabii ki de kendime engel olup böyle bir şey yapmadım ve içten içe Pars’ın onun söylediğine kulak verip beni dışarıya göndermemesini diledim. Pars “Ondan sakladığım bir şey olduğunu nereden çıkardın?” diye sorduğunda ise bu durumda bile içim sıcacık oldu ve yüzümde anlamsız bir tebessüm peydah oldu. “O zaman yıllar önce, bir gece yarısı bu evde ne olduğunu da biliyordur,” dediğinde bir kez daha kaşlarımı çatmıştım ve işte o an Pars da daha fazla dayanamamış olacak ki ona doğru bir adım atmıştı. Adam bunu fark edince ise güldü. “Sanırım bilmiyor.” Neyden bahsediyordu bu? Neyi bilmem gerekiyordu? Ne olmuş olabilirdi ki bu evde? Pars görüntüsünün aksine sakin bir ses tonuyla “Bilse ne olacak?” diye sordu ve devam etti. “Ne olmasını bekliyorsun yani, ben onu anlamadım.” “Bilmem,” dedi adam ve omuz silkti. “Bu zamana kadar sen ne olmasından korkup sakladıysan o olacak.” “Saklamak,” dedi Pars yine alayla. “Sakladığımı nereden çıkarıyorsun? Hem neden saklayayım bunu? Utanacak değilim ya.” Merakım daha da arttı, utanmak mı demişti o? “Neden anlatmadın o zaman?” diye sormaya devam etti adam. Pars uzunca bir nefes aldıktan sonra dişlerini sıkarak “Sana ne lan!” diye çıkıştı. “Sana hesap mı vereceğim?” dedi ve adama doğru bir adım attı. “Şimdi adamakıllı derdini söyle, ben de dinleyeyim, yoksa gideceğim ve bir daha asla sakin kalmak için bu kadar çabalamayacağım. Bu son şansın yani, bu yüzden karşımda kıvranıp durma, dökül.” “Son şans,” diye yineledi adam ve gülmeye devam etti, gülmesi artık sinirlerimi fazlasıyla bozmaya başlamıştı. “Bundan emin misin?” Pars bu kez ona cevap vermek yerine gözlerini bana çevirdi. “Hadi Ayliz, işimiz bitti, gidiyoruz.” Hiçbir şey demeden başımı salladım, Pars kapıya doğru bir adım attığında ben de peşinden yürüdüm ama eşzamanlı olarak adamın söylediği şeyi duyup ikimiz de durduk. “Leyla’yı gördüm dün,” dediği an Pars’ın ellerini yumruk yapması bir oldu. “Duyduğum kadarıyla sen de bulmuşsun onu ama görüşmüyormuş sizinle.” Pars, ağır hareketlerle yeniden adama döndüğünde ben de gözlerimi yeniden ona çevirmiştim. “Nedenini anlayamadım ama, neden suçlu olan sizmişsiniz gibi davranıyor? Tam aksine mahcup olması gerekmez miydi? Ne de olsa zor zamanlar yaşayıp acınacak duruma düşen o değil, siz olmuştunuz.” Pars’ın kendini kastığını fark ettim, sanırım artık pek de sakin değildi ve her an olay çıkabilirdi. Bu beni endişelendirirken adam canına susamışçasına devam etti konuşmasına. “Şu kızın babası olmasaydı kim bilir şimdi nerede, ne yapıyor olurdun? O kardeşlerin adam yerine bile konulmazlardı. Mahalle serserisi gibi gezer dururlardı ortalarda. Bence siz yatın kalkın da…” demesiyle birlikte Pars’ın adamın yakalarına yapışması, yüzünün ortasına kafasını geçirmesi ve onu yere sermesi bir oldu. Gözlerim yerlerinden çıkacaklarmış gibi irileşirken bir adım geri gidip onlardan uzaklaştım ve ne yapacağımı bilmez bir şekilde öylece durup onları izledim. Fakat Pars daha ileriye gitmedi, tek bir kafa darbesiyle yetindi ve durdurdu kendini. Adam yerde acı içinde kıvranırken ise elleri cebinde başında dikilip uzunca nefesini dışarıya verdi ve “Bak şimdi rahatladım işte biraz,” dedi. Şaşkınca bir ona bir de yerdeki adama bakarken gözleri beni buldu. “Hadi şimdi gidebiliriz.” Tek kelime bile etmeden yanına gittim. Birlikte tam odadan çıkacaktık ki adamın “Bu yanına kalmayacak, bırakmayacağım!” diye bağırdığını duydum. Pars, durup yeniden ona baktı “Bırakırsan şerefsizsin,” dedi ve elimi tuttu, daha büyük adımlar atmaya başladı. Birlikte evden çıktığımızda birilerinin buna engel olmasını bekledim ama kapıdaki adamlar çıktığımızı gördükleri hâlde hiçbir şey yapmadılar, evin önünden uzaklaştık. Pars bir an bile olsun elimi bırakmazken ve öfkeyle yürümeye devam ederken “Pars,” dedim ama ne bana baktı ne de durdu. Bu yüzden bir kez daha “Pars,” dedim ama yine duymamış gibi yürümeye devam etti. En sonunda dayanamayıp “Pars diyorum ya!” dedim ve elini bıraktım, durdum. Ancak o zaman o da durmak zorunda kaldı. Durur durmaz da “Ne oldu?” diye sordu. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum az öncekinin aksine sakin bir tavırla ve bu sorum onu düşündürdü ama cevap vermedi. “Buraya arabayla bile iki saatte ancak geldik ve şu an arabamız yok." “Şuradan taksiye bineriz,” dedi ve duraksayıp düşündü. Az sonra elini cebine attığını fark edip dikkatle izledim onu. Montunun ceplerini de karıştırdıktan sonra dişlerini sıkarak “Siktir!” dedi. “Ne oldu?” diye sordum merakla. “Cüzdanım arabada kalmış.” “Ne olacak ki, bende…” dedim ve sustum, dudaklarımı ısırdım. “Sen de ne?” “Ben de var diyecektim ama maalesef cüzdanım çantamdaydı ve çantayı arabanda unuttum,” dedim. “Sorun yok,” dedi ve elini uzattı. “Telefonunu ver, hallederim ben.” Kaşlarımı kaldırdım. “Veremem.” “Neden?” “O da çantamda çünkü.” Sıkıntıyla ofladı. “Neyse, gel bir taksi bulalım önce. Arabanın yanına gidince hallederiz parayı." Başımı salladım, buraları bilmediğim için önden yürümesini ve onu takip etmeyi bekledim. Fakat yürümedi ve bulunduğumuz yol ayrımında sağa sola bakındı. Sanırım onun da pek bildiği yerler değildi. Oysa tam aksini düşünmüştüm. “Ne taraftan gidiyoruz?” diye sordum o düşünürken. “Sağ,” dedi ve bir şey dememi beklemeden elimden tutup sağdaki sokağa girdi. Gergince “Kaybolmayalım?” diye sordum, öyle bir şey mümkün mü dercesine baktıktan sonra önüne döndü ve yürümeye, beni de kendisiyle beraber yürütmeye devam etti. İçimden bir ses mümkün olduğunu söylese de sesimi çıkarmadım. Hatta az önce o evde olanları bile sormadım ona çünkü şu an pek sırası değildi. Arabaya ulaştığımız zaman sorabilirdim. Epey bir yürüdük, sanki yürüdükçe bulunduğumuz yerler daha da ıssızlaştı ve yollar daha da karmaşıklaştı. Bu beni endişelendirirken Pars sonunda durdu. Fakat burası bir taksi bulabileceğimiz bir yer değildi ki… “Neden durduk?” “Bekle bir dakika beni burada,” dedi ve önünde durduğumuz bakkala girdi. Yanımızda beş kuruş yokken bakkala neden girdi anlayamazken kapıya yaklaştım ve çaktırmadan içeriye girdim. “Buradan aşağıya inecek, iki sokak sonra sola döneceğiz yani,” dedi Pars, gülmemek için kendimi çok zor tuttum. Sanırım gerçekten de yolu kaybetmişti. Kapının önünden yeniden uzaklaştım, elimden geldiğince ciddi dururken Pars bakkaldan çıktı ve yanıma geldi. Gelir gelmez de yüzüme baktı, tek kaşını kaldırıp “Hayırdır, niye öyle imalı imalı bakıyorsun?” diye sordu. Omuz silktim. “Hiç,” dedim uzata uzata ama aynı şekilde de bakmaya devam ettim ona. “Bak hâlâ aynı şekilde bakıyorsun,” dedi şüpheyle tek kaşı kalkarken. Elini tuttum. “Ya boş ver sen şimdi benim bakışlarımı, hadi artık nereye gideceksek gidelim,” dedim konuyu değiştirmek için ve ekledim. “Hem acıktım ben.” Beraber aşağıya doğru yürürken “Tabii acıkırsın!” diye söylendi. “Sabah kuş kadar yedin!” Gözümün ucuyla ona baktım. “Pars,” dedim alaylı bir ses tonuyla ve gözlerimi önüme çevirdim. “Bana şu bir hafta içinde bunu söylediğin kadar seni seviyorum demişliğin yok farkında mısın?” Başını salladı. “Farkındayım." Eşzamanlı olarak durdum, o da benimle birlikte durmak zorunda kaldı ve işte o an gördüğüm yüz ifadesine bakılırsa kendisi de ne söylediğini yeni fark ediyordu. “Bunun farkında olman ne güzel!” dedim imayla, durumu toparlaması için ona da bir fırsat vermiş oldum ve eğer şu an güzel bir şeyler duymazsam günlerce bunun için trip atabilirdim. Kızdığım için değil ama, bunu yapmak hoşuma gittiği için... “Ayliz,” dedi Pars ve bana doğru bir adım atıp yüzüme dokundu, gözlerimin içine baktı. “Seni yediğin yemeği düşünecek kadar çok seviyorum güzelim.” Bu cümle gülmek istememe neden oldu, çünkü hem romantik bir cümle gibi hem de sanki hiç romantik değil gibiydi ve bu çok garip gelince gülmek istemiştim. Fakat tabii ki yapmadım bunu. Bu düşüncelerimi fark ettirmemeye çalışırken ve elimden geldiği kadar bozuntuya vermeden “Ben de seni seviyorum,” dedim tatlı tatlı. Dudaklarının kenarı hafifçe yana kıvrılırken “Seni öpmek isterdim güzelim, hatta şu an bunu yapamadığım için kızgınım da ama pek de uygun bir yerde değiliz,” dedi, istemsizce etrafıma bakındım. Kapılarda oturan kadınlar ve etrafta oynayan birkaç çocuk vardı. Kadınlardan biriyle göz göze geldiğimde ve kınayıcı bakışlarını fark ettiğimde burada daha fazla kalmak istemeyip gözlerimi yeniden Pars'a çevirdim ve gergince gülümsedim. “Boş ver şimdi öpmeyi falan, gidelim bir an önce,” dedim ve bir adım geri gidip ondan uzaklaşan ben oldum. Yeniden elimi tutan ise o oldu ve hızlıca yürümeye devam ettik. Umarım, bu kez doğru tarafa gidiyoruzdur diye içimden geçirmeyi ise ihmal etmedim. Bakkalın tarif ettiği yollardan geçip de sonunda bir caddeye ulaştığımızda ikimiz de durduk. Fakat burası öyle pek de normal bir yer değildi. Bir cadde olduğu belliydi ama tek bir araba dahi geçmiyordu. “Pars,” dedim gözlerimi ağır ağır Pars'a çevirirken ve onun da etrafa şaşkın şaşkın baktığını fark ettim. “Efendim güzelim,” dedi bana bakmazken. “Burada bir taksi bulacağımızdan emin misin?” Sonunda gözleri beni buldu ve yüz ifadesini fark ettiğim an cevap vermesine bile gerek kalmadı, cevabımı almış oldum. Fakat o da sessiz kalmayıp “Buraya gelene kadar emindim ama şu an ben de pek emin değilim,” dediğinde güldüm. Ellerimi montumun cebine sokarken “Eee ne yapacağız şimdi?” diye sordum. Resmen İstanbul'un içinde, bir mahallenin ortasında esir kalmıştık. “Biraz daha yürüyelim, işlek bir yer buluruz elbet,” dedi ama bu fikir pek de aklıma yatmadı. Çünkü ne kadar yürürsek yürüyelim nereye gideceğimizi bilmediğimizden ulaşabileceğimiz pek de bir yer yok gibiydi. “Bence hiç yormayalım kendimizi,” dedim, etrafta gezinen ve muhtemelen birilerini arayan gözleri beni buldu. “Ne yapacağız ya?” “Birini bulalım, rica edip telefonunu alalım ve bir durağı arayıp taksi çağırarım.” Ben bunu söylerken ilerideki bir evin kapısı açılmış ve genç bir kız çıkmıştı evden. Pars da bunu fark edip “Bekle o zaman bir dakika,” dedi ve yanımdan ayrılıp kızın yanına gitti. Biraz uzak olduğu için kıza ne söylediğini duyamasam da telefonunu istediğini biliyordum ve bu şu anki durumumuzda çok normal bir şeydi ama kızın tavırları pek de normal değildi. Bunu fark ettiğim an kaşlarımı çattım. Kız cebinden telefonunu çıkarıp da Pars'a uzatırken resmen onu gözleriyle yiyip bitirmişti. Her ne kadar sakin kalmaya çalışıp birazdan Pars'ın yanıma döneceğini ve hâlâ gözleriyle Pars'ı süzmeye devam eden kızı hayatımızın sonuna kadar bir daha asla görmeyeceğimiz konusunda kendimi ikna etmeye çalışsam da buna sadece birkaç saniye dayanabildim ve soluğu onların yanında aldım. Pars'a bakmaktan ileride durduğumu bile fark etmeyen kız beni ancak o an fark ettiğinde ve kim olduğunu sorgularcasına gözlerimin içine baktığında samimiyetsizce gülümseyip “Merhaba,” dedim, o esnada Pars her kimi aradıysa, telefon kulağında onun açmasını bekliyordu. “Merhaba,” dedi kız da tıpkı benim gibi samimiyetsiz bir tavırla, beni gördüğüne hiç de memnun olmamış gibiydi. Tabii o Pars'ı yalnız olmasından daha memnun olurdu! Bir dakika ya ben ne düşünüyorum bu durumda? Of Ayliz sence sırası mı bunları düşünmenin! Düşüncelerim yüzünden kendime kızmaya devam ederken Pars “Yakınlardaki bir durağı aradım ama açan olmadı,” dedi. “Başka bir yeri arasan?” diye sordum çaresizce ve gözümün ucuyla kıza baktım. Pars'ı incelemekle o denli meşguldü kine konuştuğumuzu bile duymadığına yemin edebilirdim. Sakin ol Ayliz, sakin ol! Olay çıkaracak durumda değilsin, şu an yardıma ihtiyacın var! İçimden bunları söyleyip kendimi sakinleştirmeye çalışırken Pars birini daha aramıştı ve bu kez her kimi ya da nereyi aradıysa telefon açılmış olacak ki konuşarak bizden uzaklaşmıştı. Kız ise gözleriyle Pars'ı takip ediyordu. Buna daha fazla tahammül edemeyip “Siz de bir yere gidiyordunuz sanırım, işinizden alıkoyduk,” dedim sırf gözleri beni bulsun diye ve başarılı da oldum. “Yoo bir işim yoktu,” dedi sevecen bir tavırla. “Hava almaya çıkmıştım sadece.” Anladım dercesine başımı salladım ve başka ne söyleyeceğimi bilemeyip sessiz kaldım. Zaten bir şey söylememe de pek gerek kalmamış, Pars yanımıza dönmüştü. Telefonu kıza uzatıp “Sağ ol,” dedikten sonra bana baktı. “Bizim çocuklardan birini aradım, gelip alacak bizi. Biraz bekleyeceğiz ama,” dedi, işte bu çok iyi olmuştu. Bir sağa bir sola gidip İstanbul'un en ücra köşelerinden birinde bulunan bu mahallede taksi aramaktansa bir yere oturup beklemeyi tercih ederdim. Ben daha Pars'a bir şey söylemek için fırsat bulamazken yanımızdaki kız “Bu soğukta dışarıda kalmayın, bize girebilirsiniz,” dedi, ağır ağır başımı ona çevirip öldürecekmiş gibi bakmaktan kendimi alamadım. O ise bu bakışları hiçbir şekilde fark etmedi, çünkü hanımefendi hâlâ Pars'a bakmakla meşguldü ve sakin kalmak benim için gerçekten zorlaşmaya başlamıştı. “Gerek yok,” dedi Pars benim cevap vermemi beklemeden ve ekledi. “İleride bir park vardı, orada bekleriz biz.” Neyse ki beyefendi kabul etmek gibi bir yanlışa düşmemişti, ki zaten böyle bir şey yapsa hayatının sonuna kadar dilimden asla kurtulamazdı. “Hadi gidelim o zaman,” dedim ikisi konuşmaya daha fazla devam etmesin diye ve kıskançlık duygumu tümüyle bastırmaya çalıştım. “Çekinmeyin lütfen,” diye araya girdi kız yine. “Babaannem çok anlayışlı biridir, parkta ne kadar bekleyebilirsiniz ki bu soğukta?” diye devam etti konuşmasına ve Pars'ı ikna etmeye çalıştı. Gözlerimi Pars'a diktim ve cevap vermesini bekledim. Bakışlarımı hissetmiş olacak ki gözünün ucuyla baktı bana ve bu bakışlarımın ne anlama geldiğini çok iyi bildiği için hızla yeniden Pars'a baktı. “Gerek yok, park iyi,” dedi ve bana baktı. Fakat daha tek kelime edemeden kız yeniden araya girdi. “Bir de kız kardeşine sorsaydık,” dediği an öfkeyle gözlerimi ona çevirdim. Bana mı demişti o kız kardeş diye? “Canım sen gelmek istemez misin?” Sinirle güldüm, gülmemi yadırgadığını fark ederken Pars'a baktım. “Kız kardeş mi dedi o?” Dilini damağına çarpıtarak cıkladı ve aynı zamanda kaşlarını da hayır anlamında kaldırdı. “Yok, sana demedi,” dedi ve elimi tuttu. “Hadi gidelim biz,” derken olay çıkacağını anlamış gibiydi. “Yok yok gitmeyelim,” dedim gayet sakince ve kız baktım. Olay çıkarmaya hiç niyetim olmadığından “Kardeşi değilim, sevgilisiyim,” diyerek insanca açıkladım durumu. Alaycı bir tavırla gözlerini üzerimde gezindi ve utanmadan bir de “Sen mi?” diye sordu, beni daha da sinirlendirdi. “Ayliz, yeter hadi gidelim,” dedi Pars ama bu kez dönüp bakmadım bile ona ve kıza bakarak konuşmaya devam ettim. “Evet, ben! Ne oldu beğenemedin mi?” diye sordum öfkeyle. “Ayliz hadi,” diye yine araya girdi Pars ama yine onu duymamış gibi yaptım. “Bana ne canım?” dedi o sırada kız ve gülerek ekledi. “Sanırım gerçekten de aşkın gözü körmüş.” “Bana mı dedin sen onu?” diye çıkıştım anında. Omuz silkti. “Yoo öyle tespit yaptım sadece,” derken bir hâlâ alay etmeye devam ediyordu benimle ve ben sanırım yeterince sakin kalmıştım. Pars bir şey yapacağımı anlarsa anında engel olacağı için gayet rahat görünüp ona baktım ve tam da tahmin ettiğim gibi bir şey yapacağımı anladığını fark ettim. Beni kolumdan tutup buradan götürmeye kendini çoktan hazırlamış gibiydi. “Sen de duydun değil mi?” diye sordum gülerek ve sanki hiç sinirlenmemiş gibi. Başını salladı. “Duydum ama hadi gidelim, bak sinirleniyorum...” Devam edemedi, çünkü dinlemedim onu ve konuşmaya dalmış olmasını fırsat bilip kıza döndüm, bütün öfkemle birlikte saçına yapıştım. Kız anında çığlık atarken Pars'ın da elleri ellerimi kavradı ve beni kızdan uzaklaştırmaya çalıştı ama başarılı olamadı. “Körmüş! Ben seni kör edeyim de gör sen şimdi!” deyip kızın saçını çekmeye devam ederken bir anda o da benim saçlarıma yapıştı, tüm mahalleyi ineletecek kadar büyük bir çığlık attım. “Ayliz!” diye bağırdı Pars da ve beni kızdan uzaklaştırmaya çalışmaya devam etti. “Lan ben senin sevgilinim beni kurtarsana, kızı neden kurtarıyorsun!” diye bağırdım öfkeyle ve eşzamanlı olarak Pars benim ellerimi bırakıp kızın saçlarımdaki ellerini tuttu, benden uzaklaştırmaya çalıştı. Bunu fark ettiğim an “Dokunmasana lan kıza!” diye bağırdım, bağırmamla birlikte bıraktı kızı. “Lan ne yapayım o zaman!” diye bağırdı o da. O sırada kız saçımı daha güçlü geçti, bir kez daha çığlık atıp aynı şeyi ben de yaptım ve hemen ardından bacağına vurdum, kız dengesini kaybederken beni bırakmak zorunda kaldı. Pars da bunu fırsat bilip kızı da benim elimden kurtardı ve ellerini belime doladığı gibi ayaklarımı yerden kesip beni birkaç metre uzağa götürdü. “Manyak mısın sen? Ruh hastası!” diye bağırdı ayağa kalkan kız. “Bak hâlâ hakaret ediyor! Ben şimdi seni...” deyip bir kez daha saldırmaya çalıştım ama bu kez Pars engel oldu buna. “Ayliz!” diye bağırdı uyarıcı bir tavırla ama umurumda bile olmadı. “Nereden çıktınız be siz karşıma! İkinizi de şikâyet edeceğim polise! Evime kadar gelip beni darp ettiler diyeceğim!” Sinirle güldüm. “Şikâyet edecekmiş! Bir de karşıma geçmiş tehdit ediyor beni! Seni bir elime geçirirsem...” Yine devam edemedim çünkü Pars yine ellerini belime dolayıp ayaklarımı yerden kesti ve bu kez bu şekilde yürümeye başladı. “Şunlara bak! Benim mahalleme gelmiş bana saldırıyorlar! Hey duyuyor musunuz beni? Bu iş burada kalmayacak!” Hâlâ arkamızdan bağırmaya devam etmesi sinirlerimi faha da bozarken Pars'a canını yakmayacak şekilde vurdum. “Ya sen de ne kucakladın beni götürüyorsun! İndirsene beni!” “İndireyim de bizi karakolluk et, değil mi?” diye sordu öfkeli bir ses tonuyla. Onun bu hâlinin aksine, ben de sinirli olduğum hâlde, gülerek “Eve daha çabuk döneriz işte!” dedim. O esnada bahsettiği parka ulaştık ve sonunda beni bıraktı. Ayaklarım yere basar basmaz üstüme başıma çeki düzen verip saçlarımı da düzeltmeye çalıştım. O esnada Pars karşımda durmuş, kaşlarını çatmış, gözlerini de üzerime dikmiş öfkeyle yüzüme bakıyordu. “Ne bakıyorsun be öyle!” diye çıkıştım dayanamayarak. “Sen bir de dalga mı geçiyorsun?” diye kızdı az önceki karakol esprime yönelik. Üste çıkmam gerektiğini fark edip “Sen niye beni tutuyorsun ki?” diye kızdım. “Kızı dövüyordun Ayliz!” dedi dişlerini sıka sıka. “Ya sen bana ne söylediğini duymadın mı o kızın? Resmen aşktan gözün kör olduğu için benimle birlikte olduğunu söyledi ya! Bu ne demek biliyor musun?” diye sordum, sesimin öfkeli çıkmasına engel olamıyordum. “Bilmiyorum,” diye bir de cevap verdi, bu beni daha da öfkelendirirken devam etti. “Ama haklı olduğu bir nokta var, aşktan gözümün kör olduğu doğrudur,” dedi gözlerimin içine bakarak ve yüzüme dokundu. Parmakları yanağımı okşarken “Şu güzelliğe aşık olmamak için zaten aklımı falan kaybetmiş olmam gerekiyor,” dediğinde sanki biraz yumuşar gibi oldum ama tabii ki belli etmedim bunu ve aynı şekilde bakmaya devam ettim ona. Başını hafifçe sağa eğdi, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Geri çekilmek hiç içimden gelmezken dudakları hafifçe dudaklarıma temas etti. Gözlerim ağır ağır kapanırken birinin “Şu edepsizlere bak!” dediğini duydum ve telaşla yeniden gözlerimi açtım, sesin geldiği yöne bakıp yaşlı bir teyzeyle amca gördüm. Kadın sanki kendi öpüşüyormuş gibi utangaç davranıp dilini damağına çarpıtarak defalarca kez cıkladı ve uzaklaştı. Yaşlı adam da onun gibi söylene söylene yanımızdan uzaklaşmıştı. Alttan alttan gülüp gözlerimi Pars'a çevirdim. “Sanırım rezil olduk.” “Boş versene,” deyip bir anda belimden kavradı ve beni kendine çekip dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Aniden olduğu için bir an için ne yapacağımı bilemesem de dudaklarımı aralayıp ona karşılık vermem ve ellerimi boynuna dolamam pek de uzun sürmemişti. Kalbim, sanki beni ilk kez öpüyormuş gibi heyecandan küt küt atarken Pars geri çekildi ve gözlerime baktı. Tek bir bakışı ve öpüşü bütün öfkemi dindirmişti bile. Ki zaten ona öfkeli olmamı gerektirecek bir durum olmadığının da farkındaydım. Bütün suç o aptal kızdaydı. Resmen kız kardeşi demişti ya bana! Tabii aşktan gözü kör olmuş imasını da unutmamak lazımdı! Düşüncelerimden Pars'ın “Ayliz,” demesiyle sıyrıldım ve yeniden ona odaklandım. “Efendim,” dedim tatlı tatlı, bir de içimden geçenleri bilseydi... “Ne düşünüyorsun sen? Yine yüzün şekilden şekle giriyor.” Afalladım. “Ne?” dedim ve hemen ardından onun cevap vermesine bile fırsat vermeden kendimi toparlayıp devam ettim. “Yok bir şey,” deyip etrafa bakındım ve ilerideki bankı gördüm. “Hadi gel, şurada oturalım,” deyip elini tuttum, banka götürdüm onu ve birlikte oturduk. “Kız şikâyetçi olacağım diye bağırıyordu arkandan,” dedi imalı bir şekilde. Güldüm ve tatlı tatlı gözlerinin içine bakarak “Olsun, sen kurtarırsın beni,” dedim. Hafifçe bana doğru eğildi ve alayla “Unuttun mu? Artık bir işim yok, bir yerde yetkim de yok,” dedi, sanki beni bilerek korkutmaya çalışıyor gibiydi. “Olsun,” dedim yine ve ekledim. “Babam kurtarır.” “Hiç sanmıyorum, içeriye girmen onun da işine gelir.” Kaşlarımı çattım. “Allah Allah nedenmiş o?” “Benimle görüşme diye elinden geleni yapar." “Abartma ya, bir haftadır senin yanındayım ama adamın sesi çıkmadı." O an öyle bir bakış attı ki şüphelenmeden edemedim. “Çıktı mı yoksa?” diye sordum, cevap vermek yerine sessiz kalıp başını önüne çevirdi. “Sanırım çıkmış,” dedim gergince ve ona yaklaştım. “Çok mu çıktı?” “Sen boş ver şimdi bunları,” dedi ve kolunu omzuma atıp beni kendine çekti. “Ben hallediyorum her şeyi.” Dudaklarım yana kıvrıldı. “Sen her şeyi halledersin zaten,” dedim sırf keyfini yerine getirmek için ve kollarımı beline doladım. Bir süre öylece sessizce oturduktan sonra bir anda bulunduğumu bu durum bana çok komik geldi ve kendime engel olamayıp güldüm. Güldüğümü duyunca “Hayırdır, neden gülüyorsun?” diye sordu, başımı göğsünden kalırdım ve gözlerine baktım. “Neye olacak? Bulunduğumuz duruma.” Kaşlarını çattı. “Allah Allah ne varmış bulunduğumuz durumda?” “Daha ne olsun?” diye sordum gülerek. “Resmen İstanbul’un içinde, bir mahallede esir kaldık.” Yalandan öksürüp boğazını temizledi. “Esir kaldık demeyelim de eve biraz geç dönmek zorundayız diyelim.” Güldüm. “Aynı şey yalnız.” Bir kez daha kaşlarını çattı. “Aynı şey falan değil.” Alaylı bir tavırla baktım gözlerine. “Farkı ne söyler misin lütfen?” “Esir kalmış olsaydık elimizden bir şey gelmezdi.” “Şu an elimizden bir şey geliyor mu peki?” Başını salladı. “Evet, istesem çoktan eve dönüyor olurduk.” Bu cümle beni afallattı. “Gerçekten mi?” diye sordum, cevap vermek yerine başını sallamakla yetindi. Sabırla derin bir nefes alıp “Peki neden dönemediğimizi de sorabilir miyim Pars Bey?” diye sordum gayet resmi bir tavırla. Bana ayak uydurup “Elbette,” dedi en az benim kadar resmi bir tavırla. Onun da benimle alay ediyor olması beni güldürürken “Neden dönmüyoruz?” diye sordum. “Karakolluk olmak istemiyorum.” Bir kez daha afalladım, bu nasıl cevaptı şimdi böyle? “O ne demek şimdi ya?” “Bak güzelim,” diye girdi konuya, bu gülümsemem için yeterli olurken devam etti. “Biraz ileride bir minibüs durağı var, ona binip parayı sonra fazlasıyla ödemeyi teklif ederek birinden bizi yerimize kart basmasını isteriz ve minibüsler işlek bir yere kadar gidebiliriz. Oradan da bir taksi bulur, döneriz.” Söyledikleri beklemediğim kadar mantıklı gelirken ve karakolun bu işin neresinde olduğunu anlamaya çalışırken devam etti. “Ama şimdi biri ters bir laf söyler biz para isteyince ya da biri sinirimi bozar, sana bakar, laf falan atar, ben dayanamam, kafasını gözünü dağıtırım orada. İşte o zaman da taksiye değil, polis arabasına binmek zorunda kalırız. Onun da bizi eve götüreceğini hiç sanmıyorum,” diye cümlesini tamamladığı an kendime engel olamadım ve güçlü bir kahkaha attım. Gülmem, onun fazlasıyla ciddileşmesine ve “Gülünecek bir şey mi var, ne gülüyorsun?” dercesine bakmasına neden olurken kendime engel olamadım ve bir de bu bakışları yüzünden güldüm. Az sonra gülmemi durdurmayı başardığımda etrafıma bakındım ama hâlâ gelen giden yoktu. Aslında biraz uzakta olduğumuzu düşününce bu kadar çabuk gelmemeleri çok normaldi. “Sence ne zaman gelirler?” diye sordum gözlerimi Pars’a çevirerek. “Yarım saatte gelirler,” dedi kendinden emin bir tavırla. Soracak da söyleyecek de bir şey bulamayınca sessiz kaldım. O da herhangi bir şey söylemeyince aramızda derin bir sessizlik oldu, bu sessizlik de beni düşüncelere boğdu. Yarın ya da en geç diğer gün kafeye gidecektim ama bu, beni eskisi kadar mutlu etmiyordu. En başından beri bu kafe benim her şeyi yoluna sokmak için son umudum diyordum. Aslında hâlâ da öyleydi ama şimdi bu, beni mutlu etmiyordu. Çünkü son umudum dediğim şey, aslında hayalim değildi. Neden artık böyle hissetmeye başladığımı bilmiyorum. Böyle hissetmek benim suçum mu onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bu işe eskisi kadar hevesli olmadığım ve bu, beni rahatsız ediyor. Bu düşüncelerin getirdiği boğulma hissinin giderek derinleştiğini hissettim. Zaman sanki ağırlaşmıştı ve kelimeler, duygularımı ifade etme konusunda yetersiz kalıyordu. Pars, yanımda sessizce oturuyordu ve tüm hislerimden bihaberdi. Az önce onunla gülerken şimdi neden bu hislerin içine girdim ben de bilmiyordum zaten. “Ayliz.” Sesiyle kendime geldim, gözlerimi ona çevirdim. "Efendim?” “İyi misin?” Onu iyi olduğuma ikna etmek için gülümsedim. “İyiyim.” Gülümsemem bile işe yaramamış gibiyken tek kaşını kaldırdı. “Emin misin?” “Eminim Pars,” dedim ve güldüm. “Ne oldu ki birdenbire?” Tamamen bana döndü. “Onu sen söyleyeceksin. Ne oldu ki birdenbire yüzün düştü?” Konuyu değiştirmek istedim. “Neden olacak ki? O kız geldi yine aklıma! Söylediği şeyi düşündükçe sinirleniyorum! Ya resmen bana...” Devam etmeme izin vermedi. “Hep böyle yapıyorsun,” dedi gözlerini, gözlerime odaklamışken. Benim aksime fazlasıyla ciddi görünüyordu ve konuyu değiştirme çabam hiç de işe yaramış gibi durmuyordu. “Ne yapıyorum?” diye sordum bir de. “Konuyu değiştirmek istediğinde çok konuşup akıl karıştırmaya çalışıyorsun.” Gözlerimi önüme çevirdim. Kollarımı göğsümün altında topladım. Evet, doğru bilmişti. Gerçekten de tek amacım buydu ama bunu itiraf edecek değildim. “Hiç de bile.” Israrla sormaya devam etmesini beklerken sessiz kaldı. Aldığı bu cevap onun için yeterli mi oldu, bu yüzden mi sustu anlayamazken dayanamadım ve gözümün ucuyla ona baktım. Tek kaşını kaldırmış, fazlasıyla ciddi bir ifadeyle beni izliyordu. “Neden bana öyle bakıyorsun?” diye sordum neden baktığının farkında değilmiş gibi. “Anlatmanı bekliyorum çünkü.” “Neyi?” “Aniden moralini bozan şeyi.” Gözlerimi kaçırdım, söyleyecek hiçbir şey bulamayıp sessiz kaldım. Oysa ona her şeyi anlatmak istiyordum ama o bile o kafe için çabalamışken bunu nasıl söylerim bilmiyorum. Belki belli etmeyecek, beni üzmemek için hiçbir şey demeyecek ama başaramadığımı düşünecek. “Ayliz,” dedi bir kez daha, yeniden ona bakmak zorunda kaldım. “Anlatacak mısın artık?” “Ben,” dedim, neden sesim titredi anlayamamıştım. “Sen ne?” diye sordu merakla ama gözlerinde aslında meraktan çok endişe vardı. “Söyleyeceğim ama kızmayacaksın.” Kaşlarını çattı. “Kızacağım bir şey mi?” diye sordu şüpheyle. Ağzımın içinden “Bilmiyorum,” diye mırıldandım “Ayliz,” dedi sabırla. “Söylesene kızım ne olduğunu. Daha fazla üzerime gelmesine dayanamadım ve bir çırpıda “Yarın için kendimi iyi hissetmiyorum,” dedim. Yüzünde anlamsız bir ifade oluştu. “Yarın mı? Neden, ne olacak ki yarın?” Bu soruları sorarken aklının ucundan bile kafeyi geçirmediği besbelliydi. “Ayliz,” dedi az öncekinden daha endişeli bir tavırla. “Doğru düzgün anlatsana şunu artık.” “Tamam ya,” dedim pes etmiş bir tavırla. “Siz haklı çıktınız işte, kafeye falan gitmek istemiyorum artık.” Yüzünde önce anlamsız bir ifade oluştu. Ardından söylediklerime bir anlam vermiş olacak ki o anlamsızlık yok oldu, gözlerinin kenarı kısıldı. Eşzamanlı olarak şaşırmış gibiydi de ama bunu belli etmemeye çalışıyordu. Onun herhangi bir yorum yapmasını beklemeyip “Babam da sen de diğer herkes de haklı çıktı işte. Muhtemelen hepiniz de kızacaksınız bana, yine beceremediğimi düşüneceksiniz ve haklısınız da ama...” dedim ve sustum, devam edemedim. Sıkıntıyla oflayıp “Aması yok işte, bu kadar,” dedim ve gözlerimi çektim ondan, duymayı tahmin edeceğim şeyleri söylemesini bekledim. “Burada,” dedi sesinde meraklı bir ton varken. “Böyle otururken aniden mi karar verdin buna?” Gözümün ucuyla baktım ona. Kaşlarını çatmıştı ve yüz ifadesine bakılırsa bu sorunun cevabını zaten biliyor gibiydi. “Öyle olmadığını sen de biliyorsun,” dedim bu yüzden. “Ayliz,” dedi beklediğimin aksine sakince. “Güzelim madem öyle bunu neden bana daha önce söylemedin?” Bu tavrı, beni şaşırttı. “Sen, kızmadın mı?” “Kızım, bu durumda kızacak bir şey mi var sanki?” Meraklandım. “Yok mu?” “Yok tabii ki güzelim.” “Ama yine de muhtemelen şu an yine beceremediğimi...” Devam etmeme izin vermedi. “Öyle bir şey düşünmüyorum, asla da düşünmem,” dedi, konuşmak istedim ama devam edip engel oldu bana. “Başka birinin de ne düşündüğü seni zaten ilgilendirmemeli.” “Pars,” dedim sesim titrerken ve kirpiklerim ıslanırken. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” Bir an bile tereddüt etmeden “Gerçekten böyle düşünüyorum,” dedi. Dudaklarım titredi, ağlamamak için kendimi çok zor tuttum. “Ama bırakmayacağım,” dedim telaşla. Kaşlarını çattı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sessiz kalıp devam etmemi bekledi. “Ne olursa olsun devam etmem gerektiğini biliyorum. Gökmen’i yarı yolda bırakamam, zora gelince arkamı dönüp kaçamam, artık bunları yapmayacağıma dair kendime söz verdim. Zamanla...” Devam etmeme izin vermedi. “Mutsuz olacağın şeyleri yapmak zorunda değilsin Ayliz,” dedi, devam edecek gibiydi ama engel oldum ona. “Zorundayım,” dedim, kararlı hâlim onu şaşırtır gibiyken devam ettim. “Babamın da dediği gibi artık sorumluluklarımı bilmem gerekiyor. Her zora geldiğimde kaçamam. Hiç değilse o kafede her şeyi yoluna sokana kadar çalışmam lazım. O zaman bırakmak daha kolay olur. Hiç kimse zor geldiği için kaçtığımı düşünmez. Gerçekten sevmediğim, mutsuz olduğum için bıraktığıma inanırlar.” Eli, yüzümü buldu. Parmakları yanağımı okşarken “Kimseyi bir şeye inandırmak zorunda değilsin ki,” dedi beni rahatlatmak istercesine. Buruk da olsa tebessüm ettim. “Ama istiyorum,” dedim istemeden de olsa gözümden bir damla yaş akarken. “Kimse yapamadığımı, kolayı seçip kaçtığımı düşünsün istemiyorum. Bu yüzden devam edeceğim.” O da tebessüm ettim. “Nasıl istersen,” dedi ve eğilip yanağımdan öptü. Sıcacık dudakları, kendimi çok daha iyi hissetmeme ve içimin sıcacık olmasına neden olurken geri çekildi ve gözlerime baktı. “Ama senden bana bir söz vermeni istiyorum.” Meraklandım. “Ne sözü? “Seni üzen her şeyi, bana anlatacaksın bundan sonra. Saklamak, içine atmak yok. Benden hiçbir şey saklamayacaksın.” Gülümsedim ona. “Peki,” diyebildim sadece. “Söz mü?” diye sordu emin olmak istercesine. Gülümsemem, yüzüme yayıldı. “Söz.” Onun da keyfi yerine geldi. “Anlaştık o zaman.” Dayanamadım ve sesli bir şekilde güldüm. “Anlaştık.” Keyfi daha da yerine geldi ve eğildi, bir kez daha yanağımdan öptü. Gözlerim, huzurla kapanırken sıcacık dudaklarını benden uzaklaştırdı. Eli hâlâ yanağımdayken bu kez de dudakları, dudaklarımın kenarını buldu ve küçük bir buse de oraya bıraktı. O sırada çok yakından gelen araba sesini duydum. Gözlerimi hafifçe araladığımda parkın giriş kapısında duran siyah arabayı fark ettim. Pars da geri çekilip aynı yere bakarken arabadan inen adamı gördüm. Bu, Pars’ın şoförüydü. “Geldi sonunda,” dedi Pars ve ayaklandı, ben de hemen peşinden kalktım. Elini uzattı. “Gel hadi,” dediğinde uzattığı elini tuttum, birlikte arabaya doğru yürüdük. Kendimi, garip bir şekilde rahatlamış gibi hissediyordum. Sanki hissettiklerimi ona söylemek, beni biraz olsun rahatlamıştı. Birlikte arabanın yanına ulaştık. “Sen bin, geliyorum hemen,” dedi Pars ve şoförün yanına gitti. Onu beklemek yerine istediğini yapıp arabaya bindim. Pars, şoföre uzun uzun bir şeyler anlattıktan sonra yanından ayrıldı ve arabaya bindi. Şoför, bizimle gelmezken parkın önünden ayrıldık. Bir süre sessizce yol aldıktan sonra Pars’ın gözleri beni buldu. “Bugün olanlar,” diye girdi konuya ve uyarıcı bir bakışın ardından ekledi. “Aramızda kalsın, olur mu?” “Olur,” dedim neden saklı kalmasını istediğini hiç sorgulamadan. Bu tavrımdan dolayı fazlasıyla memnun olduğunu fark ederken gözlerini yeniden yola çevirdi. Issız sokaklardan caddeye çıktığımızda kendimi daha rahat hissediyordum artık. Sabırla eve ulaşmayı ve biraz dinlenmeyi dilerken az sonra bizim evin yolunda olmadığımızı fark ettim. Etrafa bakınırken “Pars,” dedim ve gözlerimi ona çevirdim. “Nereye gidiyoruz? Neden bu yola girdin?” Gözünün ucuyla baktı bana. “Bana dönüyoruz yeniden.” İşte buna şaşırdım. “Neden?” “Haletmemiz gereken küçük bir şey var çünkü.” Meraklandım. “Neymiş o? Benim neden haberim yok.” “Şimdi oldu işte,” dedi gayet rahat bir tavırla. Kaşlarımı çattım ve sessizce baktım ona. Bu bakışlarımı çok geçmeden fark edince gözleri yeniden beni buldu ve göz kırptı. “Biraz sabret, anlayacaksın.” Bu cümleyle daha da meraklandım. “Sabretmesem olmuyor mu? Şimdi söyle işte ya.” Dudağının bir kısmının hafifçe yana kıvrıldığını fark ettim. “Olmaz, sabretmen lazım.” Keyifsizce dudaklarımı büzdüm, ısrar etmeye devam etmek istesem de söylemeyeceğini bildiğim için etmedim ama biraz ipucu isteyebilirdim bence. “Peki, neyle ilgili?” Gözünün ucuyla baktı bir kez daha. “Gidince görürsün.” Sıkıntıyla ofladım. “Ama biraz ipucu versene ya!” Dilini damağına çarpıtarak cıkladı. “Olmaz.” “İyi, peki,” dedim en sonunda pes ederek. “Bekleyelim madem.” Daha fazla ısrar etmemiş olmam onu memnun ederken sessizliğimi sürdürdüm. O da sanki beni biraz daha merakta bırakmak için arabayı her zamankinden daha yavaş sürdü. Bu yüzden normalde bir buçuk saatte bitecek olan yol, iki saatten fazla sürdü ve neyse ki en sonunda eve ulaştık. Ulaşır ulaşmaz heyecanla indim. O, benim aksime yavaşça indiğinde bahçedeki adamlardan biri koşarak yanına geldi ve kulağına bir şeyler söyledi. Her ne söylediyse duydukları, Pars’ı memnun etmişti. Adam yanından uzaklaştığında yanıma geldi ve elimi tuttu. Kalbim, heyacanla hızla atarken birlikte eve girdik. Girer girmez “Eee söyleyecek misin artık?” diye sordum. Elimi bıraktı, ellerini arkasında birleştirdi. “Hayır, söylemeyeceğim.” Kaşlarımı çattım. “Ne demek söylemeyeceğim? Hani evde söyleyecektin? Geldik işte.” “Evet, geldik ama söylemeyeceğim,” dedi ve yeniden elimi tuttu. “Çünkü gösterebilirim.” Bu cümlesiyle daha da meraklandım. Ne göstereceğini delicesine merak ederken üst kata çıkmak yerine beni, bu kattaki odalardan birine götürdü. Kalbim, heyecanla hızla atmaya devam ederken arkadaki odalardan birinin önünde durdu. “Gir bakalım içeriye.” Heyecandan yerimde duramazken bir an bile olsun oyalanmadan kapıyı açtım ve hızla içeriye girdim. Adımımı atar atmaz, nefesim kesildi. Gözlerim gördüklerine inanmakta zorlandı. Oda, Duvarlar boyunca uzanan boş tuvaller, sanki sadece benim fırçamın dokunuşunu bekliyor gibiydiler. Her köşede, dikkatlice dizilmiş boyalar, fırçalar, paletler… Masanın üzerinde özenle yerleştirilmiş, kullanılmayı bekleyen rengârenk tüpler göz kırpıyordu âdeta. Işık, büyük pencerelerden süzülerek odayı sarmalıyor, her şeyin üzerini narin bir parıltıyla örtüyordu. Bir an durup nefes aldım. Bu oda, dünyamın gerçek bir parçası olacakmış gibi hissettiriyordu bana. Ağır adımlarla içeriye ilerledim. Ellerim titreyerek masaya dokundu, parmaklarım fırçaların soğuk saplarını hissetti ve eşzamanlı olarak gözlerim doldu, kirpiklerimin ıslandığını hissettim. Birinin beni böylesine anladığını bilmek içimde tarifsiz bir sıcaklık yaratırken arkamı döndüm ve beni izleyen Pars’a baktım. Dolu gözlerimi gördüğü an “Sen, o kafeye ait değilsin zaten Ayliz,” dedi bana doğru birkaç adım atarken. “Sen, bu odaya aitsin. Kendini bulamıyorsun, çünkü kendini tanımıyorsun ama aslında kendini bulman bu kadar kolay Ayliz. Kimseyi değil, sadece biraz olsun kendini düşünsen sana ait olan yerin, burası olduğunu sen de anlarsın.” O konuşurken ve konuşmaya devam edecek gibiyken birkaç büyük adımda yanına ulaştım, boynuna sımsıkı sarıldım. “Teşekkür ederim,” dedim ona sımsıkı sarılmaya devam ederken. Elleri, anında belimi bulurken o da bana sımsıkı sarıldı. O an anladım ki benim son umudum o kafe değildi, hiçbir zaman olmayacaktı. Benim tek umudum; Pars’tı, onun sevgisiydi. O, yanımda olduğu ve bana güvendiği sürece ben, her şeyi başarabilirdim. Onun varlığı, bana böyle hissettiriyordu. İşte bu yüzden, hayatımın sonuna kadar onun sevgisini kaybetmemeliydim. Bölüm Sonu! Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum <3 Sizce o adam kimdi? Pars'tan ne istiyor dersiniz? Bu bölümü yazarken çok gülmüştüm aafagajsjaj Sizce Ayliz resim konusunda ilerleyebilecek mi? Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, kendinize çok iyi bakın, sevgiyle kalın <3 Alıntı ve duyurular için; Instagram: gizzemasllan Twitter: gizzemasllan gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |