@gizzemasllan
|
Merhaba ♡ Yepyeni bir yolculuğa hepiniz hoş geldiniz! Keyifli okumalar! Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Siz de okumaya başladığınız tarihi buraya atabilirsiniz. Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur. 🖤 RAİLWAY KASABASI Bölüm Şarkısı: Whıtney Houston & Marıah Carey- When You Believe 1. BÖLÜM "İDAM MAHKÛMU" Ürkütücü bir sessizlik, Bomboş bir meydan, Saat kulesinde iki ceset, Boyunlarında birer metre ip, Ve zihnimde dönüp duran tek bir cümle; Ölüm; bir metre ipten ibarettir ve her hikâye, bir gün başladığı noktaya elbet geri döner. Bu cümle, zehirli bir sarmaşık misali zihnimi sarıp sarmalarken göğsümde bir kaya kütlesi varmışçasına nefes alamıyordum. Bu yüzden nefesimi kesen bu iki cesetlik manzaradan kurtulmak istedim ve ne ara bastığımı anlayamadığım çamur yığınının içinden ayaklarımı kurtarmaya çalıştım. Fakat ben ne kadar kurtulmak için çabalasam da her hareketimde o çamur, bir bataklık gibi beni içine çekti. Dudaklarımı aralayıp birinin beni duyması umuduyla bağırmak istediğimde ise içine gömüldüğüm bataklık yarıldı ve sular altında kaldı. İçim, büyük bir kurtulma umuduyla dolarken o su, beni de içine aldı ve bu kez nefesimi kesen o oldu. Bir okyanusun dibinde ölüme mahkûm edilmiş gibi hissederken büyük bir gürültü kopmasıyla sıçrayarak uyandım. Elim, kalbimin üzerine gittiğinde kısa ve hızlı nefesler alıp kendime gelmeye çalıştım. O esnada aynı gürültü, bir kez daha koptu. Gıcırdayan ahşap yatağımda dizlerimin üzerine kalktım ve hemen yatağımın yanında olan pencerenin eski tül perdesini çekip dışarıya baktım. Havanın aydınlandığını ve nohut tanesi büyüklüğündeki yağmur damlalarının penceremin kırık camına vurduğunu gördüğümde gürültünün nedeninin gök gürlemesi olduğunu anladım. Tül perdeyi yeniden çekip yatağımdan ayaklarımı sarkıttığımda gördüğüm rüyayı anımsadım. Bu rüyayı kaçıncı görüşümdü? Beş mi ya da altı mı? Artık hesap tutmayı bırakmış ve sadece neden sürekli aynı rüyayı gördüğümü anlamaya çalışıyordum. Bunu yaparken odanın ortasında duran, yağmur damlalarının neredeyse doldurmak üzere olduğu kova dikkatimi çekti ve başımı ağır ağır kaldırıp odanın ahşap tavanına baktım. Şiddetli yağmur yüzünden tavanın daha fazla akıtmaya başladığını fark edip ayaklandım. Neredeyse dolmak üzere olan kovayı bir kenara çektim ve odanın bir köşesinde duran diğer kovayı, akıtan tavanın altına koydum. Rengi sararmış, beyaz keten bir kumaştan olan geceliğimi çıkarıp gri ve yine eskimiş olan -kabarıklığından dolayı giymeyi sevmediğim- elbisemi giydim. Arkasındaki ipleri kendimi zorlayıp bağladıktan sonra uzun, siyah saçlarımı örüp dolu kovayı kucakladım. O esnada her sabah olduğu gibi babaannem beni uyandırmak için “Valencia!” diye seslenerek odaya girdi. Uyandığımı gördüğünde ise “Erkencisin,” deyip yanıma geldi. “O ne öyle elindeki?” “Tüm gece yağmur yağmış herhâlde,” derken yanından geçip odadan çıktım. Kucağımdaki kova yüzünden önümü göremeyip daracık salonda masaya çarptığımda kovadaki su, üzerimi ıslattı. Bunu fark etmeyen babaannem “Mutfağa bırak, birazdan çamaşırları yıkarken su lazım olacak,” diye seslendi arkamdan. Mutfağa girip kovayı bıraktım, salona yeniden döndüğümde az önce çarptığım masada kahvaltının hazır olduğunu ve babaannemin sobayla ilgilendiğini gördüm. Mutfağın yanındaki banyo kapısı açıldığında hemen banyoya yöneldim. Banyodan çıkan dedem “Yine mi yanmıyor?” diye sorarken babaannemin yanına ulaşmıştı. Onlar, günlerdir her sabah olduğu gibi yine yanmayan sobayla uğraşırlarken elimi yüzümü yıkayıp banyodan yeniden çıktım ve benim odamın yanındaki diğer odaya girdim. Elina, uyandığı hâlde yataktan çıkmamıştı. “Ne o hasta mısın?” Yorganının altına öyle bir girmişti ki sadece burnundan yukarısı görünüyordu. “Hayır ama hava çok soğuk. Soba yansın, kalkacağım.” Ona gülüp yatağının karşısındaki diğer yatakta olan babamın yanına gittim. O da çoktan uyanmıştı. Yanına oturduğumda “Günaydın,” dedim, hemen yatağının yanındaki pencereden dışarıya bakarken beni duyduğu hâlde dönüp bakmadı bana. “Hâlâ kızgın mısın bana?” Babam, bu soruma rağmen dönüp bakmazken Elina’nın söylediği şeyi duydum. “Tüm gece hiç uyumadı.” Gözlerimi ona çevirdim. “Bırak tembellik yapmayı da hadi dedemlere yardım et, bahçeden odun getir.” “Ama abla,” dese de “Hadi Elina,” deyip mızmızlanmasına izin vermedim. Oflaya oflaya yatağından çıktı, o anki hâlini gördüğüm an gülmeye başladım. “Bu hâlin ne?” Başını eğip kendisine baktı. Dedemin içliklerini giymiş ve o içliğin paçalarını uzun çoraplarının içine sokmuştu. Üstüne ise kalın bir süveter giymiş, benim siyah saçlarımın aksime sapsarı olan saçlarını toplamıştı. “Ne yapayım ya? Çok soğuk oluyor geceleri. Ben, öyle sizin gibi o eski incecik geceliklerle uyuyamam. Alay edeyim deme, konuşmam seninle,” derken üzerine hırkasını geçiriyordu. Hırkasını da giydikten sonra söylenerek odadan çıktığında arkasından sessizce gülmeye devam ettim. On yaşında çok güzel bir kızdı ama nedenini anlayamadığım bir şekilde güzelliği saklamak için elinden geleni yapıyordu. Duyduğum mırıltılar, gözlerimi babama çevirmeme neden olduğunda sonunda bana baktığını fark ettim. “Ağrıların olduğu için mi uyuyamadın?” Tepkisiz kaldı. “Soğuktan mı peki?” Yine tepkisiz kaldı. “Başka bir şey mi var?” Bu sorumla gözlerini kapatıp açtı, başka bir şey olduğunu anladım. “Hâlâ bana kızgın olduğun için mi?” Ve bir kez daha gözlerini kapatıp açtı, içim acırken gözlerim doldu. “Özür dilerim o zaman,” deyip ellerini tuttum. “Çok özür dilerim baba ama mecburdum.” Tepkisiz kaldı. “Eğer kabul etmeseydim, ileride beni daha kötüsü bekliyordu,” deyip sarıldım ona, o hareket edip bana sarılamasa da sarılıyormuş gibi hissettim. Az sonra göğsünden başımı kaldırdım ve hüzünle bakan gözlerine baktım. “N’olur kızma bana daha fazla.” Bir kez daha söylediklerime karşı tepkisiz kaldığında ağlayacağımı hissedip “Kahvaltını getireyim,” dedim ve yanından kalktım, tam yanından uzaklaşacaktım ki telaşla birkaç mırıltı çıkardı. Gözlerimi yeniden ona çevirdiğimde dikkatle gözlerimin içine baktığını fark ettim, bir şey anlatmak istediğini anlayıp yanına oturdum. “Kahvaltı istemiyor musun?” Tepkisiz kaldı, demek ki sorun bu değildi. “Az önceki konuyla ilgili mi?” Gözlerini kapatıp açtı. Konunun ne olduğunu bu sayede anlamış oldum. “İstemediğini mi söylemek istiyorsun?” Yine tepkisiz kaldı. “Kızgınlığın geçti o zaman, bunu mu söylemek istiyorsun?” Bu soruma da tepkisiz kaldığında şaşırdım, başka ne söylemek istiyor olabilirdi ki? “Benimle ilgili bir şey mi peki?” Tepkisiz kaldı yine. “Chesterlarla ilgili o zaman.” Gözlerini kapatıp açtı. “Sen de mi onlarla tanışmak istiyorsun?” Bu soruma da tepkisiz kaldığında bunu da istemediğini anladım ama başka ne sorsam bilemedim de. “Baba,” dedim, devam edecekken babaannem odaya girdi. Az öncekinin aksine geceliğini çıkarmış, siyah elbisesini giymişti ve yaşlılıktan olan bembeyaz saçlarını da toplamıştı. “Geç kalacaksın ama hâlâ oyalanıyorsun Valencia!” diye kızdı. Babama baktım. “Geldiğimde konuşacağız,” deyip yanından kalktım. Odadan çıkarken babaannemim “Edwin, bugün daha iyi misin?” diye sorduğunu duydum ve babamın yanına oturduğunu gördüm. Babamın anlatamadığı şey canımı sıkarken Elina’yı sobanın yanında ısınırken dedemi de kahvaltısını yaparken gördüm. “Elina kahvaltıya,” diye ısınmakla meşgul olan Elina’yı uyardıktan sonra dedeme baktım. “Bugün erken çıkmam lazım, erkenden orada olmam gerektiğini söylediler.” “Bir şeyler ye önce, çıkarsın.” “Orada yerim, geç kalmasam iyi olacak,” dedim ve kapının önünde duran biri yırtık olan babetlerimi giydim. Bu yağmurda bu şekilde nasıl gideceğimi bilemezken dedemin sorusunu duydum. “Yüzüğün nerede?” Elime baktığımda parmağımın boş olduğunu fark ettim. Dün gece uyumadan önce çıkarıp yatağımın altına koyduğumu anımsadım ve “Çok değerli bir şey,” deyip yeniden dedeme baktım. “Kaybolmasından korkuyorum, kaybolursa karşılayamayız. Evde bıraktım bu yüzden.” “İyi bir yere kaldırsaydın,” dedi, o esnada bir kez daha gök gürledi. Bu havada nasıl gideceğim bilemezken “Güvende dede, merak etme,” deyip ahşap kapının sıkışan kolunu zorladım ve sonunda açmayı becerip evden çıktım. Kapıdan uzaklaşıp çatının altından çıktığımda yağmur, saçlarımı ıslattı. Her ne kadar hızlı olsam da oraya ulaşana kadar sırılsıklam olacağımı çok iyi bildiğim hâlde acele edip bahçeden çıktım. Anında ayaklarım çamura batarken o çamurda zar zor yol alıp evimizin önündeki geniş meydandan geçtim ve tam karşıdaki eve ulaştım. Kendimi o evin çatısının altına attığımda çoktan ayak bileklerime kadar çamura gömülmüştüm. Bu hisse alışık olduğumdan yadırgamazken çatısının altında durduğum evden Stella çıktı ve yanıma geldi. Yeşil, kabarık elbisesini giymeyi tercih etmişti. Kahverengi saçlarını ise tıpkı benim gibi örmüştü. “Erkencisin,” dedi imayla, her sabah geç kalıyordum ne de olsa… “Erken uyandım bu sabah.” Dudakları, yana kıvrılırken ağzının içinden mırıldandı. “Tabii uyku tutmamıştır tüm gece.” Neden böyle düşündüğünü anlayamazken “Brice Chester dönüyor bugün,” diye ilave etti sözlerine. Bu, benim aklımdan nasıl çıkmıştı? “Bugün mü dönüyordu?” Sessizce güldü. “Brice senin nişanlın Valencia ve sen, bunu bana mı soruyorsun?” Bakışlarımı kaçırdım. “Aklımdan çıkmış.” Koluma girdi. “Hiç hatırlamak istemediğindendir.” Ona ayak uydurup yürürken “Deme öyle,” dedim keyifsizce. Dirseğiyle hafifçe dürttü. “Yapma Valencia, bir Chester’la nişanlı olmak ne kadar kötü olabilir ki?” “Kötü olduğunu söylemedim zaten.” Yağmur yüzünden onu yol kenarındaki evlerin çatısının altına çektim ve bu şekilde yürümeye devam ettik. “Chesterların hizmetlilerinden biri, annemin arkadaşıydı. Senin o aileden biriyle nişanlandığını duyunca çok şaşırdılar. Kadın, çok şanslı olduğundan bahsetti. Hem biliyor musun Brice Chester, babasının hastalığından dolayı işlerin başına geçmiş.” Sessiz kaldım. Bir kez daha dürttü. “Hey, bir tepki versene! Nişanlını anlatıyorum sana burada.” “Geç kalıyoruz,” deyip kolundan çıktım ve adımlarımı hızlandırdım. “Valencia! Ya beklesene beni!” diye seslendi Stella arkamdan, durmak yerine aynı hızda yürümeye devam ettim. Çamurlu yollar yüzünden bata çıka malikâneye ulaştığımızda direkt arka tarafa geçtik. Mutfak kapısından eve girip çamurlu ayaklarımızı temizledikten sonra kapıda asılı olan önlükleri taktık. “Hadi, önce hanımefendiye görünelim. İşe öyle başlarız, sonra erken geldiğimize inanmıyor,” deyip evin salonuna açılan kapıya yöneldiğimde Stella, önümde durup mutfaktan çıkmama izin vermedi. Koyu kahve gözlerini gözlerime odaklayıp mahcup bir tavırla sordu. “Kızdın mı bana?” “Hayır, neden?” “Yolda söylediklerim için, ben sadece…” Devam etmesine izin vermedim. “Yapma Stella, böyle bir şeye kızmayacağımı bilecek kadar tanıyorsun beni. Sadece konuşmak istemedim.” Dudaklarını ısırdı. “Onu sevmediğini biliyorum.” Tebessüm ettim. “Burada kim sevdiğiyle evleniyor ki?” diye sordum hissettirmek istemediğim bir acıyla… “Kimse.” “Ben de öyle düşünüyorum,” dedim ve güldüm. “Hem yirmi yaşını geçtikten sonra evde kaldı denilip benim için uygun görünen yaşlı bir adamla evlenmek yerine, Brice Chester’la evlenmeyi tercih ederim.” Güldü, sessiz kaldı. “Şu annenin arkadaşı ne söyledi onun hakkında başka? İyi biri miymiş?” Bu sorum, onu bir kez daha güldürdü. “Hı hı, çok efendi biriymiş,” dedi heyecanla. “Tuhaf bir kardeşi varmış ama, sanırım biraz tehlikeli bir adammış. İyi ki o talip olmamış dediler.” Bu kez sessiz kalan ben oldum ama kardeşi hakkında olmasa da Brice hakkında duyduklarım, hoşuma gitmişti. “Ben hiç görmedim nişanlını ama çok yakışıklı diyorlar, öyle mi gerçekten?” diye sordu, utandığımı hissederken sessiz kalmaya devam ettim. “Ya hadi Valencia, ikimiz varız burada sadece.” Utançla dudaklarımı birbirlerine bastırdım, bu şekilde gülümserken sorusuna karşılık başımı salladım. Kocaman gülümsedi. “Sen de çok güzelsin, desene kasabanın en iyi çifti olacaksınız.” Güldüm. “Abartma bence,” dedim ve iç geçirdim. “Hem güzel falan da değilim ayrıca.” “O ne demek şimdi?” “Bilmiyormuş gibi davranma, ondan başka benimle evlenmek isteyen olmadı bu zamana kadar,” dedim sanki bu çok umurumdaymış gibi. Aslında hiçbir zaman da böyle düşünmemiştim ta ki bir gün babaannemin dedeme “Kasabadaki diğer kızlar on yedi yaşlarına girdikleri gün talipleri kapıya diziliyor, bizim kız on dokuz yaşına geldi hâlâ kapımızı çalan olmadı,” dediğini duyana kadar. O gün, kendimi o kadar garip hissetmiştim ki sanki o an biri çıkıp gelse evlenelim dese, kim olduğuna bile bakmadan bu sözlerden kurtulmak için kabul edecektim. “Bazen çok saf olabiliyorsun Valencia,” dedi Stella. “Şu kasabada kime sorsan Brice Chester’ın sana olan ilgisini bilir, bunu bilirken kim cesaret edip de seninle evlenmek isteyebilirdi ki?” Ne diyeceğimi bilemeyip sessiz kaldım. “Soyadı Chester olan birinden bahsediyoruz Valencia, kasabanın en güçlü ailesi onlar. Sence o aileden birinin ilgi duyduğu birine bir başkası bakabilir mi?” “Abartma Stella,” dedim yine, oysa içten içe doğru olduğunu çok iyi biliyordum. “Abartma mı? Sen bu kasabaya yeni geldin herhâlde,” dedi ve güldü. “Babamdan duydum, Binbaşı bile emirlerine girmiş, artık tam anlamıyla kasabaya hâkimler.” “Kurallar biraz daha katılaşacak yani.” Bu açıdan hiç düşünmemiş olacak ki tek kelime edemedi. “Onunla evlenmeyi kabul etmemi yanlış yorumlama lütfen. Ben, sadece ileride daha kötüsüyle karşılaşmaktan korktuğum için bu evliliği kabul ettim. Yoksa kasabayı bu hâle getirenlerden biriyle evlenmek, istediğim son şey bile değil.” Konuşacak gibi olduğundan bir başka ses “Bayan Ruby,” diye araya girdi. Stella, hemen mutfak kapısına doğru baktı. Ben de baktığımda bahçıvanı gördüm. “James,” dedi Stella heyecanla, heyecandan sesi titremişti. “Yani şey, Bay Morgan,” diye düzeltti, neler olduğunu anladığımda gülmemek için dudaklarımı birbirlerine bastırdım. “Bir şey mi istemiştiniz?” “Kışlık için erzak geldi, göz atabilir misiniz diyecektim. Eksik bir şey varsa, şehre haber yollamam gerekiyor.” “Geliyorum hemen,” dedi Stella, James uzaklaştığında ise gözlerini bana çevirdi. “Sen ona James mi dedin az önce?” diye sordum gülerek ve sitem edercesine devam ettim. “Ne ara bu kadar samimi oldunuz? Neden bana anlatmadın?” “Bilmem, hiç fırsat olmadı. Hem neden anlatayım?” deyip derin bir iç çekti. “Burada, kim sevdiğiyle evleniyor ki?” Dakikalar önce ona kurarken canım yakan cümle, şimdi o kurduğunda daha da çok canımı yaktı ve derin bir sessizliğe gömüldüm. “Beş dakikaya dönerim,” deyip yanımdan ayrıldığında kirpiklerimin ıslandığını hissettim. Bunu hissettiğim an ıslak kirpiklerimi sildim ve salona -evin hanımının yanına- gittim. Geldiğimi görüp Stella’yı sorduğunda erzaklarla ilgilendiğini söyleyip yeniden mutfağa döndüm. Stella’yı beklemeden işe koyuldum ve geceden birikmiş olan bulaşıkları köpüklemeye başladım. Henüz birkaç parçayı halletmişken Stella geri döndü ve köpüklediğim bulaşıkları durulamaya başladı. Biraz eğlenmek isteyip onu utandırmak istercesine sordum. “Eksik bir şey var mıymış?” Utançla başını önüne eğerken kıkırdadı. “Yokmuş.” Onun bu hâlleri çok hoşuma gitse de daha fazla utandırmak istemeyip başka bir şey demedim ve bulaşıkları köpüklemeye devam ettim. Ta ki o bir anda “Bay Chester seni hiç öptü mü?” diye sorana kadar. Yarısını köpüklediğim tabak elimde öylece kalırken gözlerimi ağır ağır ona çevirdim. “Bakma öyle ya, merak ettim.” “Yapma Stella,” deyip tabağı ona verdim. “Onunla ilk kez nişan gecesi konuştum, ertesi gün şehre gitti ve on gün olacak, hâlâ dönmedi.” Ben konuşurken gözlerime neden bakamadığını anlayamazken “Hem böyle bir şeyin asla olmayacağını bilmiyor musun?” diye sorduğum an sanki başını biraz daha öne eğdi. “Yasaları bilmiyor gibi konuşuyorsun. Evli olmadığımız sürece -o Chester ailesinden biri olsa bile- böyle bir şeyi yapamaz. Bu, onun için de benim için de…” Devam etmeme izin vermedi. “Ben yaptım ama,” dediği an elimdekileri tezgâha düşürdüm, büyük bir şaşkınlıkla baktım yüzüne. “Bir anda oldu, o bana yaklaştı ve engel olamadım,” derken gözleri doldu. “Öptü beni.” James’ten bahsettiğini anlamak zor olmazken sorabildiğim tek şey “Kimse görmedi değil mi?” oldu ve alacağım cevap, beni çok korkuttu. Başını olumsuz anlamda salladı. “Hayır, kimse görmedi.” Biraz olsun rahat bir nefes aldım. “Ne zaman oldu peki?” “Dün akşam yemeği için malzeme almaya kilere indiğimde oldu, o da oradaydı,” derken başını yeniden önüne eğdi. “Çok korkuyorum Valencia.” “Neyse ki kimse görmemiş, biri görseydi olacakları düşünmek bile istemiyorum Stella. Nasıl olur böyle bir şey yapabilirsin?” Başını kaldırıp gözlerime baktı. “Bilmiyorum, oldu işte. Zaten bir anlık bir şeydi ve korkup hemen kaçtım yanından. Az önce de özür diledi işte benden ve şey,” deyip sustu. “Ne? “Benimle evlenmek istediğini söyledi.” “Sen ne dedin?” “Olur dedim tabii, ne diyeceğim başka? Ama gerçekten olur mu onu bilmiyorum. Ya babam olmaz derse?” “Neden olmaz desin ki?” “Bilmiyorum.” Köpüklü ellerime rağmen koluna vurdum hafifçe. “Sıkma hemen canını, senin de istediğini görürse annen halleder.” Buna dair hiç umudu yok gibiydi. “Hadi ama gül biraz.” Dudakları yana kıvrıldı. “Hı! Şöyle mutlu ol biraz, evleniyorsun resmen. Hem de sevdiğin biriyle, bundan güzel bir şey mi var ya? Bak, demek ki burada da birileri sevdikleriyle evlenebiliyorlarmış. Ne dersin? Belki de kasabadaki ilk âşık çift siz olursunuz.” Onu mutlu etmek için söylediğim bu şeylere gülerken o da koluma vurdu hafifçe. “Alay etme.” “Alay etmiyorum, öyle olacak işte,” dedim ve yeniden bulaşıklara döndüm. “Umarım,” diye mırıldandı sadece ve o da bulaşıkları durulamaya devam etti. Az sonra sessizliği bozan yine o olduğunda “Eee bugün de gidecek miyiz?” diye sordu. Neyden bahsettiğini hemen anlayıp güldüm. “Gideceğiz tabii,” dedim işim bittiği için ellerimi yıkayıp önlüğüme kurularken. “Gittiğimizde haklı olduğumu sen de göreceksin.” “Yapma Valencia, o kitabın mutsuz bitmesinin imkânı yok.” “Kabullen artık, mutsuz biteceğine o kadar emin ki sonunu okumamıza gerek bile yok.” “Boşuna okumuş olacağız yani, en başından beri o kadar eziyeti boşa çekmiş olacağız,” dedi ve sıkıntıyla oflayıp devam etti. “Biz o kitabı askerlerden sakladık Valencia, yetmedi bir de her gün gidip gizli gizli okuduk, okumaya da devam ediyoruz. Biz, o kitap için suç işledik bir bakıma ama sen, bir tutturdun mutsuz bitecek diye.” “Bana neden kızıyorsun ya? Ben sadece hissettiğim şeyi söylüyorum. Hem ayrıca onlar da yasaklamasalardı böyle bir şeyi, biz de suç işlemek zorunda kalmayacaktık. Bir de inat eder gibi sadece kadınlara yasakladılar,” dedim, Stella sessiz kalırken de devam ettim. “Bunu yapan da o çok sevdiğin Chesterlar oldu, bir de bana şanlısın diyorsun. Evleneceğim adamın yaptıklarına baksana!” diye kızdım sanki onun suçuymuş gibi ve içimde Brice’e karşı büyük bir öfkenin doğduğunu hissettim ya da belki aslında hep vardı ama gün yüzüne çıkmak için bahane arıyordu ve bulmuştu. “Tamam, sakin ol lütfen,” dedi Stella, neden kızgın olduğumu anlamamış gibiydi. “Her neyse, ben salonu temizleyeyim, sen de yatak odasına git. İşimi çabuk bitirip diğer odalar için yardıma gelirim. Bugün erken çıkalım ki bir an önce sen mi haklısın yoksa ben mi görelim.” Gülüp başını salladı. “Tamam.” Gözlerinin içine bakarken ben de gülümsedim ona. Bunu, son kez yaptığımı bilmeden... Gözlerimi koyu kahve gözlerinden çekip de arkamı döndüğüm an, büyük bir gürültüyle mutfak kapısı açıldı. Telaşla yeniden Stella’ya döndüğümde, mutfak kapısını kırarak içeriye giren askerleri gördüm. Neler olduğunu anlayamazken içeriye giren ilk asker, silahını Stella’ya doğrulttu. Stella, avazı çıktığı kadar korkuyla bağırırken bir başka asker gelip silahıyla Stella’ya vurup yere düşürdü. Bu kez bağıran ben olduğumda Stella’ya da yaklaşmak istemiştim ama bir başka askerin karşımda durup silahını yüzüme doğrultmasıyla olduğum yerde kalakaldım. “Çök yere hemen!” diye bağırdı kalın ve tok sesiyle. Gözyaşlarım korkuyla akarken “Çök, sıkarım yoksa!” diye bağırmasıyla dizlerimin üstüne çöktüm. Yerde korkudan çığlık atan Stella yüzünden gözyaşlarım daha da hızlanırken yanına gitmek, onu kaldırmak istedim. Fakat başımdaki asker değil bunu yapmama, hareket bile etmeme izin vermedi. Sadece “Stella,” dedim ve ağlamaya devam ettim. O esnada bir asker geldi ve Stella’yı kolundan tutup ayağa kaldırdı. “Yürü!” deyip kapıya doğru sürüklediler. “Bırak beni! Valencia, yardım et!” Stella’nın yardım çığlıkları kulaklarımda yankılanırken ayağa kalkmak için bir hamle yapmamla başımdaki askerin silahıyla omzuma bastırması bir oldu. “Çök dedim sana! Hareket etme!” diye bağırdı, korkuyla köşeye sinip ağlamaya devam ettiğimde Stella’yı mutfaktan çıkarmışlardı ama sesi, hâlâ gelmeye devam ediyordu. “Bırakın beni! Bir suçum yok benim! Valencia, n’olur yardım et!” Çaresiz sesi yüzünden gözyaşlarına boğulurken elimi kulaklarıma bastırdım, hıçkırarak ağladım. Ta ki diğer askerlerle birlikte başımda dikilen asker de mutfaktan ayrılana kadar. Salondan diğer çalışanların ve ev ahalisinin korku dolu sesleri gelirken gözyaşları içinde yerden destek alıp ayağa kalktım. Korku dolu adımlarla mutfak kapısına yürüyüp başıma ne geleceğini umursamadan bahçeye çıktığımda askerlerin Stella ve James’i götürdüklerini gördüm. Anladığım şeyle gözyaşlarım biraz daha hızlanırken “Biri görmüş,” diye mırıldandım. Askerler, Stella ve James’i evden çıkarıp da gözden kaybolduklarında olduğum yerde öylece durdum ve gözyaşları içinde bahçe kapısına baktım. Onları nereye götürdüklerini çok iyi biliyordum. Onlara ne yapacaklarını da çok iyi biliyordum ama tüm bu olanlara kimin engel olabileceğini de biliyordum. “Onlar ne yapmışlar?” Gelen bu soruyla başımı çevirip bizim gibi evde hizmetli olan Mary’e baktım ama cevap veremeyip yeniden önüme döndüm. “Gitmem lazım,” dedim ve elbisemin eteklerini toplayıp kapıya doğru koştum. Mary, “Hey! Sen nereye gidiyorsun? Başına bela alacaksın!” diye arkamdan seslense de dönüp ona bakmadım, koşarak evden çıktım. Bu hızla askerleri bile geçeceğimden normal yoldan gidemeyip tam tersi yöne koştum ve bir ara sokağa girdim. Bu şekilde ara sokaklardan geçip de istediğim köşke ulaştığımda ve bahçesine girdiğimde bir adam koşarak yanıma geldi. “Burası özel mülk, izinsiz giremezsiniz,” deyip önümde durdu. Nefes nefese kalmış bir şekilde derdimi söyledim. “Bay Chester’ı görmem lazım.” “Hanımefendi,” diyerek araya girdim. “Valencia ben, Valencia Pride. Brice Chester’ın nişanlısıyım.” Adam, büyük bir şaşkınlıkla sordu. “Bayan Pride, siz misiniz?” Hızlı hızlı nefesler alırken başımı salladım. “Üzgünüm ama Bay Chester henüz dönmedi.” “Başka biri,” dedim telaşla. “Herhangi biri, benim biriyle görüşmem lazım. Lütfen yardımcı olun.” “Evde sadece Paul Chester var, az sonra o da ayrılacak. Eğer isterseniz geldiğinizi haber verebilirim.” Paul Chester; Brice’in kardeşiydi. Stella’nın tuhaf ve tehlikeli diye bahsettiği adam. “Olur,” dedim yine de. Yaşlı adam gülümsedi. “Beni takip edin lütfen,” deyip önden yürüdü. Birlikte eve girdiğimizde nişan gecesi geldiğimiz bu şatafatlı köşkü, bir kez daha incelemeye gerek duymadan yürümeye devam ettim. Salona ulaştığımızda Paul Chester’ı şöminenin önünde viskisini yudumlarken gördüm. Beni buraya getiren yaşlı adam “Bay Chester,” dediğinde Paul, bakışlarını bize çevirdi. Yaşlı adama bakmak yerine benim gözlerime bakmayı tercih ederken o an bir şey oldu ve sanki hiç acelem yokmuş gibi tek bir adım bile atamadım, olduğum yerde durup bana bakmasına izin verdim. Tıpkı ailesindeki diğer üyeler gibi masmavi gözlerini üzerimde gezdirip beni inceledikten sonra gözleri, yeniden gözlerimi buldu. “Bayan Pride,” dedi şaşkın olduğunu belli ederek. Birkaç adımda yanına ulaşıp karşısında durdum. “Yardımınıza ihtiyacım var.” Eğilip viski bardağını önündeki sehpaya bıraktı ve arkasında yaslandı. Parmaklarını birbirine geçirip ellerini karnının üzerine koyarken ayak ayak üstüne attı ve başını kaldırıp gözlerime baktı. “Sorun ne?” “Arkadaşımı öldürecekler.” Tek kaşını kaldırdı. “Anlayamadım?” “Askerler, arkadaşımı götürdüler. Öldürecekler onu,” dedim telaşla ama ondan beklediğim tepkiyi alamadım. “Bir şey söylemeyecek misiniz?” Birkaç saniye duraksadı, sonra “Bayan Pride,” deyip ayağa kalktı. “Evinize dönmenizi öneririm, askerlerin işine karışmayın.” “Onun bir suçu yok,” derken gözyaşlarım yeniden akmaya başladı. “Hiçbir asker suçu olmayan birini tutuklamaz. Bu yüzden bu işe karışmayın ve evinize dönün, yoksa arkadaşınızdan önce kendinizi kurtarmak zorunda kalabilirsiniz.” “Ama…” Beni ve gözlerini yaşlı adama çevirdi. “Kâhya.” “Buyurun efendim.” “Bayan Pride evine ulaşana kadar ona eşlik edin,” deyip açıkça kovdu beni. “Lütfen,” dedim çaresizce. “Stella da James de suçsuz.” “James,” diye tekrar etti. “Nişanlınız, bir erkekle arkadaşlık ettiğinizden haberdar mı?” “James, benim arkadaşım değil. Stella arkadaşım. Fark eden bir şey yok ama ikisinin de bir suçu yok. Lütfen yardım edin Bay Chester, yalvarıyorum.” “Yakında siz de bir Chester olacaksınız Bayan Pride ve soyadımızı taşıyacak bir kadının davranışlarından çok uzak davranışlarınız var,” dedi ve ilave etti. “Yalvarmak, bir Chester’a yakışmaz.” Sessiz kaldım. Kâhya’ya döndü. “Binbaşı Hardy’i ziyaret etin, işin aslını öğrenin.” Yardım edeceğini anlayıp gülümsedim. “Hemen efendim,” deyip salondan ayrıldı Kâhya. Paul Chester’ın gözleri, yeniden beni buldu. “Kâhya dönene kadar biraz dinlenin, iyi görünmüyorsunuz.” Sessizce arkamdaki koltuğa oturdum, o da az önceki yerine. “Arkadaşınızı korumak istemenizi anlıyorum, hatta askerlere rağmen buna cesaret etmenizi de takdir ediyorum ama gerçekçi olmadan edemiyorum,” deyip arkasına yaslandı. “Askerler suçu olmayan birini, özellikle de bir kadını asla tutuklamazlar.” Bakışlarımı kaçırdım. “Arkadaşınızın suçu neydi Bayan Pride, neden tutuklandı?” Ne yeniden ona bakabildim ne de cevap verebildim. “James dediniz, o kim ve neden arkadaşınızla birlikte tutuklandı?” O sorularını sormaya, ben de sessiz kalmaya devam ettim. “Kâhya döndüğünde her şeyi öğrenmiş olacak zaten, ondan önce olanları sizden duymak isterim.” Gözlerim, yeniden onu buldu. “Dinliyorum sizi.” Anlatmak istedim ama yapamadım, utandım ve bakışlarımı yeniden kaçırdım. “Yanaklarınız kızardı, utanç verici bir şey olsa gerek.” Sessiz kalmaya devam ettim. “Sanırım olması gerektiğinden fazla yakınlardı.” Başımı önüme eğdim biraz daha. “İtiraz edemediniz, çok yazık.” Cesaretle başımı kaldırdım. “Bakın…” Devam etmeme izin vermedi. “Az önce cesaretinizi takdir ediyordum ama şu an sadece aptal olduğunuzu düşünüyorum.” “Bana hakaret edemezsiniz!” diye çıkıştım. “Benimle karşılaştığınız ve evde benden başka kimde olmadığı için şanslı hissetmelisiniz, bu durumunuzdan kimseye bahsetmeyeceğimden emin olabilirsiniz.” “Sizden bir şeyleri saklamanızı istemedim.” “Ama istemelisiniz,” dedi anında. “Bir günahkârla arkadaşlık ediyor ve onun tutuklanmasına karşı geliyorsunuz. Bunun sonunun nereye varacağını bilecek kadar yasalara hâkim olduğunuzu varsayıyorum.” “Bay Chester, bakın…” Yine devam etmememe izin vermedi. “Yasalar diyorum Bayan Pride, bu sizi korkutmuyor mu? Hâlâ onları savunacak gibi duruyorsunuz, bence şu andan sonra kurduğunuz her cümleye dikkat etmeniz gerekiyor.” “Ne yapacaksınız?” diye sordum öfkeyle. “Askerlere karşı geldiğimi iddia edip beni de mi tutuklatacaksınız?” “On gün önce olsaydı bunu çoktan yapmış olurdum,” diye yanıtladı Paul beni ve abisinin nişanlısı olduğumu hatırlatmaya çalıştı. Çaresizliğin ruhumu ele geçirdiğini hissedebiliyordum. “Yardım etmeyeceksiniz değil mi?” “Günahkârlar, günahlarının bedelini ödemeliler Bayan Pride. Buna engel olmaya çalışmak, sizi de onlar gibi yapar sadece,” deyip ayağa kalktığında ben de kalktım. “Evinize kadar eşlik etmek isterdim ama uygun olmaz, Kâhya dönene kadar bekleyin.” “Böyle yapamazsınız, benim…” Devam edecekken araya bir başka ses girdi. “Valencia.” Sesin sahibine bakmak için hızla başımı çevirdim ve onu gördüm; Brice Chester’ı… Gözleri, kardeşi ve benim aramda gidip geldikten sonra “Seni burada görmeyi beklemiyordum,” dedi. Ne yapacağımı bilemedim ve öylece durup baktım ona. Benden çok uzundu, neredeyse 1.90 vardı boyu ve iri yapılı bir adamdı. Kısa ve koyu kahve saçları vardı. Beyaz bir tene ve masmavi gözlere sahipti. “Buraya neden geldiğini bilmek istemezsin,” dedi Paul. Onun söylediklerine rağmen koşar adımlarla Brice’in yanına gidip karşısında durduğumda gözleri, üzerimde gezindi. “Bu hâlin ne, neden her yerin çamur?” “Koşarak geldim buraya,” dediğimde yeniden gözlerime baktı. “Yardımına ihtiyacım var.” “Kötü bir şey mi oldu?” Gözlerim dolarken sorusunu cevapladım. “Askerler, arkadaşımı götürdüler. N’olur ona bir şey yapmalarına izin verme.” “Sakin ol lütfen, bana her şeyi en başından anlatabilir misin?” “Anlatacak bir şey yok, çalıştığım malikânedeydim ve bir anda askerler gelip Stella’yı götürdüler. Lütfen ona yardım et.” “Bayan Pride,” diye araya girdi yine Paul. “James’i atladınız.” Brice’in yüz ifadesi değişti. “James?” “Bahçıvan,” dedim telaşla. “Ben tanımıyorum onu ama Stella tanıyormuş ve ikisini de götürdüler.” “Ne yapmışlar peki? Ayrı suçlardan mı tutuklandılar, aynı suçtan mı?” Bu, öyle bir soruydu ki cevabı aldığı an ne olduğunu anlayacak gibiydi. “Onlar…” dememle Paul, sözümü kesti. “Sen gelmeden hemen önce aynı soruyu ben de sordum ve bir şeyden haberinin olmadığını söyledi.” Başımı çevirip hızla ona baktım, yalan söylemişti. “Kâhya’yı Binbaşı’nın yanına gönderdim, neler olduğunu öğrenip gelecek.” Hâlâ yalan söylemeye devam ediyordu. “Valencia,” dedi Brice, gözlerim onu buldu. “Deden burada olduğundan haberdar mı?” Bu, ancak şimdi aklıma geldiğinde mahcupça başımı sağa sola salladım. “Bir başına mı geldin buraya?” “O kadar uzak değil burası.” Sesim, az öncekinden kısık çıkıyordu. “Anlıyorum,” dedi sadece ama rahatsız olmuş gibiydi bundan. “Kâhya sonunda geldi.” Paul’un söylediği şeyle hemen Kâhya’ya baktım. Brice de ona bakarken hiç beklemediğim bir şey oldu ve Paul’un nefesini, boynumda hissettim. “Sakın olanları bildiğinizi belli etmeyin Bayan Pride. Sizin, sizi kurtaracak kadar sadık bir arkadaşınız olmayabilir,” dedi ve arkamdan çekildi, olduğum yerde buz kestim. “Olanları anlat Kâhya,” dedi benim yanımdan ayrılıp Kâhya’ya doğru yürürken. “Stella Ruby ve James Morgan uygunsuz bir hâlde görüldükleri için tutuklanmışlar efendim.” Kâhya, cümlesini tamamlar tamamlamaz Brice gözlerini bana çevirdi. “Bunu gerçekten bilmiyor muydun?” Cevap vermek için dudaklarımı araladığım an, Paul’la göz göze geldim. Az önceki uyarısından sonra muhtemelen yalan söyleyeceğimi düşünüyordu, fakat benim bunu yapmaya hiç niyetim yoktu. “Biliyordum,” dedim bu yüzden ve hiçbiriyle göz teması kuramadım. “Buna rağmen benden yardım istemeye mi geldin?” Dayanamadım ve gözlerine baktım. “Evleneceklerdi.” “Düşünme tarzın hiç hoşuma gitmedi Valencia.” Sinirlendim. “Hoşuna gitsin diye düşüncelerimden vazgeçemeyeceğim.” “Üzgünüm ama bu durumda elimden bir şey gelmez, yasalar kesin.” “Siz çok güçlüsünüz, mutlaka yapabileceğin bir şeyler vardır, lütfen.” “Yasalardan daha güçlü değil,” diye yanıtladı beni. “O yasaları koyan zaten siz değil misiniz?” “Konuşma, hiç istemediğimiz bir yere gidiyor. Lütfen daha fazla uzatma.” “Arkadaşımı öldürecekler Brice,” dedim çaresizce. “Ve ben senden ilk defa bir şey istiyorum.” “İstediğin ilk şeyin günahkâr bir kadına yardım etmem olmamasını isterdim.” Gözlerim doldu. “Sadece bir kereliğine görmezden gelemez misiniz?” “Bu, bu yüzden ölen diğer insanlara haksızlık olmaz mı?” diye sordu ve gözümden bir damla yaş aktı. “Valencia,” dedi sakince. “Bir işe yarayacağını bilseydim seni ağlatmaz ve elimden geleni yapardım ama bu noktada elimden hiçbir şey gelmez, üzgünüm.” Gözyaşlarım hızlandı. Paul ve Kâhya, salondan ayrılırlarken Brice, gözlerimin içine baktı. “Ağlama lütfen, ona yardım edememek senin suçun değil.” Gözyaşlarımı sildim. “Hadi, seni evine götüreyim. Daha fazla burada kalman doğru değil.” Yenilgiyi hemen kabullenmek istemeyip “Başka bir şey yapamaz mıyız?” diye sordum. “Kurtarmayalım ama hiç değilse idam edilmesine engel olalım n’olur. Günahkâr kadınların yanına gönderilsin ya da bir ceza verilsin ama idam…” deyip sustum, devam edemedim ve gözyaşlarım hızlandı. “Pekâlâ, deneyeceğim ama önce seni evine götürmem lazım. Daha sonra Binbaşı Hardy’i ziyaret edeceğim.” Kocaman gülümsedim. “Gerçekten yapacak mısın?” “Yapacağım ama onu kurtaracağıma dair söz veremem Valencia, sadece deneyeceğim.” Bu, hiç değilse şimdilik iyi bir adım olurdu. “Teşekkür ederim,” dedim gülümsemeye devam ederken. “Gidelim artık,” deyip yolu gösterdiğinde yavaş adımlarla salon kapısına doğru yürüdüm. Birlikte evden çıkıp da bizim eve doğru yürümeye başladığımızda, aramızda birkaç insanın daha sığabileceği bir mesafe vardı ve Brice, o mesafeyi korumak için fark ettirmeden de olsa elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Bu şekilde sessiz adımlarla yürümeye devam ederken onunla konuşmak istedim. “Yolculuğun nasıl geçti?” “Biraz yorucuydu ama tüm işlerimi halletmiş olarak dönmenin hafifliği vardı üzerimde.” Gülümsedim sadece. “Tabii, bir de seni görecek olmamın heyecanı.” Kalbimin hızlandığını hissederken utançla gözümün ucuyla baktım ona ve gülümseyerek beni izlediğini gördüm. Gözlerimi, hemen yeniden kaçırdım. Olanlar yüzünden kendimi çok mahcup hissedip “Seni böyle karşılamak istemezdim,” dedim, konuşurken meydana ulaşmıştık bile. “Bunu telafi etmek için vaktimiz olacağına inanmak istiyorum,” dediğinde duraksadım, başımı ona çevirdim ama daha ona bakamadım başka bir şey gördüm ve olduğum yerde kaldım. Brice konuşmaya, bana bir şeyler söylemeye devam etse de dönüp ona bakamadım ve meydanın tam ortasında kalan, saat kulesine doğru bakmaya devam ettim. Yapılan hazırlığı gördüğüm an “Stella,” dedim çaresizce ve kirpiklerim ıslandı. “Bu hazırlık onlar için olamaz değil mi?” diye sorarken çoktan gözyaşlarım akmaya başlamıştı bile. Brice de benim gördüklerimi görmüş olacak ki “Sakin ol lütfen, birazdan anlarız neler olduğunu,” dedi, o konuşurken saat kulesinin önündeki kalabalık arttı. “Hadi Valencia, bu kargaşada burada bulunman doğru değil.” “Gidemem,” dedim korkuyla kalbim hızla atmaya başlarken. “Ona yardım etmeden gidemem! O, yalvardı bana. ‘Yardım et,’ diye bağırdı. Ben, ona arkamı dönemem.” Sözlerimin ardından kalabalığa doğru yürümek istedim ama telaşla önümde durup engel oldu bana. “Lütfen Valencia,” dedi ve omzunun üstünden arkasında kalan kalabalığa göz atarken konuştu. “Rica ediyorum senden, beni de zor durumda bırakma.” “Üzgünüm.” Kaşlarını çattı. “Çok üzgünüm,” diye ekledim, gözlerini kıstı. Ne söylemek istediğimi anlamaya çalışırken hiç beklemediği bir anda – sonunu da hiç düşünmeden- onu atlattım ve kalabalığa doğru koşmaya başladım. “Valencia!” diye bağırdı arkamdan ama yine de var gücümle koşmaya devam ettim. Arkamdan seslenmeye devam etse de dinlemedim onu ve kalabalığa karıştım. O kalabalığın içinden geçip de onları arkamda bıraktığımda askeriyeye ulaştım, fakat daha içeriye doğru tek bir adım bile atamamışken biri kollarımdan tuttu ve farklı bir yöne doğru sürüklendim. Bunun Brice olduğunu fark edince “Bırak, bırak beni! Nasıl dokunursun bana? Bıraksana beni, bir gören olacak şimdi!” diye bağırsam da umurunda olmadı ve çekiştirmeye devam etti. Birkaç dakika sonra meydandaki hanlardan birine girdik, ancak o an kolumu bıraktı ve hanın kapısını kapattı. Korkuyla ona bakarken başını çevirip içerideki adama baktı. “Bay Brek, bize biraz müsaade eder misiniz?” “Üst katta olacağım efendim, bir isteğiniz olursa seslenebilirsiniz,” deyip adam üst kata çıkarken Brice, gözlerini yeniden bana çevirdi. “Bu yaptığını unutmak istiyorum!” dedim öfkeyle. “Bana böyle davranmaya hakkın yok!” “Özür dilerim, kabalığımı mazur gör lütfen ve evet, unutmanı ben de isterim,” deyip birkaç adım geri gidip benden uzaklaştı. “Ama bana başka çare bırakmadın, askeriyeye girecektin az kalsın.” “Arkadaşım…” Devam etmeme izin vermedi. “İçeriye girip ne yapmayı düşünüyordun, elinden ne gelirdi?” “Sadece onların bir suçu olmadıklarını ve evleneceklerini…” Yine sözümü kesti. “Sence tüm bunları onlar zaten söylememiş midir?” diye sordu, cevap veremedim. “Emin ol, anlatmak istediğin her şeyi defalarca onlar da anlatmışlardır ama buna rağmen böyle bir karar alınmıştır. Bu noktada içeriye girip aynı şeyleri söyleyecek olman onları kurtarmana değil, sadece kendini onların suç ortağı olarak göstermene neden olacaktır. Her şeyi bildiğin biri tarafından duyulursa, onlardan farklı bir konumda olmayacağını bilecek kadar her şeyin farkında olduğuna inanıyorum.” Sözlerinde haklı olduğunun farkına varmak, sessizliğimi sürdürmeme neden oldu. “Lütfen Valencia, kendini riske atacak herhangi bir şey yapma. Artık hiçbir şeyin geri dönüşü yok, kabullen bunu.” “Bu yüzden öldürülecek olmaları haksızlık, yaptıkları şeyin cezası bu olmamalı.” “Bilmediğimiz bir şeyler olmalı.” Dışarıdaki kalabalığın sesleri kulaklarıma gelirken devam etti. “Eğer aralarındaki yakınlaşma basit bir şey olsaydı, Binbaşı bu olayı bu kadar uzatmazdı.” İma ettiği şeyi anlamak gözlerimi doldurdu. “Stella kötü biri değil,” dedim çaresizce. “Düşündüğün gibi bir şey yapmaz.” “Peki ya James?” diye sordu. “Onun hakkında da bu kadar net konuşabilir misin?” “Onu tanımıyorum,” diye yanıtladım sorusunu. “O adamın arkadaşının aklını karıştırmadığını söyleyemezsin yani.” Cevap veremedim. Ya haklıysa? Ya James Morgan, Stella’nın aklını karıştırdıysa? Ama Stella öyle bir şey olsaydı söylerdi bana, nasıl James’in kendisini öptüğünü söylediyse onu da söylerdi. Düşüncelerimi bölen şey, dışarıdan gelen bağırma sesleri olduğunda neler olduğunu anlayıp korkudan ağlamaya başladım. “Çıkardılar onları,” deyip kapıya doğru bir adım attım. Brice, önümde durup engel oldu bana. “Çıkmana izin veremem.” “Burada duramam,” dedim, ona yaklaştım. “N’olur, gitmek istiyorum.” “Dışarıdaki kargaşa bitmeden buradan çıkmaman daha doğru olur.” Kargaşa diye bahsettiği şey, arkadaşımın idam edilmesiydi ve bunu böyle dile getiriyor olması, beni öfkelendiriyordu. “Bu haksızlık, yargılanmadılar bile ve sen gücün yeteceği hâlde buna engel olmak yerine bana engel oluyorsun!” “Sadece seni korumaya çalışıyorum, çünkü şu an mantıklı düşünemiyorsun.” “Bu, sadece bencillik.” Sessiz kaldı. “Bunu asla unutmayacağım.” Sessiz kalmaya devam etti. Yüzünü görmek istemeyip ona arkamı döndüm, akan gözyaşlarımı silsem de yerine yenilerinin akması çok uzun sürmedi. Dışarıdaki bağırışlar giderek artarken duymak istemeyip ellerimi kulaklarıma bastırdım ve sessizce ağlamaya devam ettim. Ta ki kulaklarımı kapamam bile sesleri duymama engel olamadığı ana kadar. İnsanların “Günahkârlar!” diye bağırması Stella ve James’in dışarıda olduğunu anlamam için yeterli olurken aklıma gelen şeyle telaşla yeniden ona döndüm. Kapıya yaslanmış, kollarını göğsünün altında toplamış ve beni izliyordu. “Stella’nın anne ve babasına haber vermemiz lazım.” “Çoktan haberi almışlardır,” dedi, yaslı olduğu kapıdan iki metre kadar uzakta olan pencere dikkatimi çekti. Bunu az önce nasıl fark etmedim anlayamazken birkaç adımda oraya ulaştım ve ağaçların izin verdiği kadar ileriye doğru baktım. Kasaba halkının neredeyse tamamı meydanda toplanmıştı ve olacakları bekliyorlardı. “Valencia, izleme lütfen,” dedi Brice ama onu dinlemeyip izlemeye devam ettim. Korkuyla etrafta gezdirdiğim gözlerim sonunda Stella ve James’i bulduğunda elimi ağzıma bastırdım, ağlamaya devam ettim. Buradan bile Stella’nın kızarmış ve etrafa korkuyla bakan gözlerini görebilirken daha şiddetli ağlamaya başladım. Yanlarına gelen askerler onları kollarından tutup saat kulesine götürürlerken Brice yanıma geldi. “Bu sana iyi gelmeyecek, izleme lütfen,” dedi ama yine de umursamadım onu ve izlemeye devam ettim. Askerler, ikisini de zorla idam sehpasına çıkarıp dakikalar önce hazırlanan ipleri boyunlarına geçirdiklerinde kalabalık, koca bir sessizliğe bürünmüştü. Yüzlerce insanın önünde haksız yere iki insan öldürülüyordu ve ben de dahil olmak üzere hiç kimse, izlemek dışında herhangi bir şey yapmıyordu. Ağlarken “Yapmasınlar,” diye mırıldandım çaresizce. “N’olur yapmasınlar,” derken gözyaşlarına boğuldum. Ağlamamın arasında hızlı ve kısa nefesler alırken sessizlik, giderek büyüdü. Bir mucize olmasını bekledim o an, bir mucize olsun ve oradan kurtulsunlar istedim. Nefesimi tuttum, beklemeye de devam ettim. Ta ki boyunlarında birer metre ip olan Stella ve James’in ayaklarının altındaki taburelere vurulana kadar. İkisinin de ayaklarının yerden kesildiğini fark ettiğim an yüzlerine bile bakamadan çığlık attım ve bacaklarım beni daha fazla taşımadı, yere çöktüm. Elimi yüzüme bastırıp hıçkırarak ağlamaya başladım. Stella, idam edilmişti. Çocukluk arkadaşım artık yoktu. En yakın arkadaşım artık ölüydü… Bu düşünceyle gözyaşlarım hızlandı. Benden yardım istediği o çığlıklar kulaklarımda yankılanırken ağlamaktan nefesim kesildi. Brice’in “Lütfen yapma,” dediğini duysam da dakikalarca ağlamaya devam ettim. Gördüklerime, dışarıda olanlara inanmak istemiyorum, her şeyin defalarca gördüğüm o kâbus gibi kâbus olmasını istiyorum. Bu düşünceyle bir an için gözyaşlarım duraksadı, ellerimi yüzünden indirdim. “Kâbus,” diye mırıldandım. “Anlayamadım?” dedi Brice. “Kâbus görmüştüm, iki kişi idam ediliyordu. Meğerse gerçek olacakmış ama ben, anlayamadım bunu. Eğer anlamış olsaydım engel olabilirdim belki ama,” deyip sustum. Gözyaşlarım, daha fazla konuşmama izin vermedi. “Bu durumda kendini suçlaman doğru değil Valencia, olanlarda senin hiçbir suçun yok. Acın biraz dindikten sonra bunu sen de anlayacaksın.” Sessiz kalmayı tercih edip ağlamaya devam ettim. Stella’nın öldüğünü kabullenmek istemiyordum. “Askerler kalabalığı dağıtmışlardır şimdiye kadar. Hadi, seni evine götüreyim artık. Deden, kardeşin merak etmiştir seni.” Gitmeyi hiç istemedim, bir ölü de olsa Stella’yı görmek istedim ama bunun mümkün olmadığını bildiğimden çaresizce başımı salladım. Brice yanımdan kalktığında duvardan destek alıp ben de ayağa kalktım. Bir kez daha dışarı bakıp gerçekten de kalabalığın dağıldığını gördüm. Stella ve James’in cansız bedenleri ise yoktu ve askerler, idam sehpasını meydandan kaldırıyorlardı. “Bu ilk değildi,” dedim sesim titrerken. “Son da olmayacak, değil mi?” diye sorarken ona bakıyordum. “İnsanlık var olduğu sürece suçlar da var olacaktır Valencia ve her suçun bir cezası vardır. Herkes, suçlu olmayı kendisi seçer. Tıpkı onların seçtiği gibi.” “Sadece birbirlerini sevdiler, bu nasıl bir suç olabilir ki? Neden bu yüzden öldürülmek zorundalar?” “Soruların çok tehlikeli, bunları bana değil de bir başkasına sormuş olsaydın düzene karşı çıktığını düşünebilirlerdi,” dediğinde konuşmak istedim ama devam edip engel oldum. “Bu yüzden lütfen, her şey bu kadar karmaşıkken ve kuracağın her cümle yanlış anlaşılacakken sözlerine dikkat. Ben, seni kaybetmek istemiyorum.” Söylemek istediğim çok şey olmasına rağmen sessizliğimi sürdürdüm ve söylemek istediklerimin boğazımda birikmesi, içimde karanlık bir boşluk hissettirdi. “Ayrıca sevmek suç değil, böyle olsaydı beni de idam etmeleri gerekirdi. Ne de olsa ben de seni seviyorum ve bunu herkes biliyor.” Gözlerimi kaçırdım. “James, Stella’yı gerçekten seviyor olsaydı ondan uzak dururdu. Günde birkaç dakika görmekle yetinir, Stella’nın evliliği kabul etmesini ve evlenmeyi beklerdi.” Şu an sanki James’in yapması gerekenleri değil de kendi yaptığı şeylerden bahsediyordu. “Ama o bencillik etti ve hem kendi hayatını hem de Stella’nın hayatını tehlikeye attı. Bu kasabada bunun affedilemeyeceğini ikisi de biliyorlar, sen de biliyorsun Valencia.” Bu konu hakkında daha fazla konuşmak istemedim. “Beni evime götürür müsün lütfen?” “Gidelim,” dedi bunu söylememi bekliyormuş gibi ve kapıyı gösterdi. Ağır adımlarla yürüdüm, benden önce kapıya ulaşıp açtığında başım önde çıktım handan. Kendisi de arkamdan çıktığında meydana bakmadan eve doğru yürüdüm. Bir yandan gözyaşlarım, hâlâ akmaya devam ediyordu. Ben önde, o bir metre kadar arkamda yürürken bizim eve ulaştık ve ben,” daha kapıya vuramadan kapı hızlıca dedem tarafından açıldı. “Neredesin sen?” diye kızdı ve gözleri üzerimde gezindi. “Bu hâlin ne, ne oldu sana?” Hâlâ Brice’i görmemişti. Dedeme cevap veremezken “Valencia,” diyerek babaannem çıktı arkasından ve endişeyle baktı gözlerime. “İyi misin kızım?” Cevap veremedim ve gözlerim dolu dolu gözlerine baktım. Brice, benim aksime sessiz kalmak yerine “İyi günler,” deyip kendini belli etti. “Bay Chester,” dedi dedem büyük bir heyecanla. “Sizi burada görmek ne hoş, ayakta kalmayın lütfen, içeriye geçin.” Dedem, Brice ile ilgilenirken babaannem endişeyle gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Dedem, yanımdan geçip de Brice’in yanına ulaştığında ise o da birkaç adımda yanıma geldi. “Güzel kızım,” deyip kollarıma dokundu. “İyi misin?” Gözyaşlarım yeniden akmaya başlarken sessizliğimi korudum. Babaannem, yüzüme dokunup gözyaşlarımı sildi. “Endişelendiriyorsun beni.” “Bayan Pride,” diye seslendi Brice babaanneme ve yanımıza geldi. “Valencia, zor bir gün geçiriyor. Lütfen bugün yanından ayrılmayın.” O, benim için babaannemle konuşurken sessiz kalmaya devam ettim. “Neler oluyor?” diye sordu dedem. “Sizinle özel olarak konuşalım Bay Pride,” dedi Brice dedeme ve yeniden babaanneme döndü. “Lütfen ona iyi bakın, eğer kötü bir şey olursa bana haber göndermekten hiç çekinmeyin.” Onun sözleri, babaannemi daha da endişelendirirken şu an neden böyle konuştuğunu, benim için neden bu kadar endişelendiğini ben bile anlamıyordum. “Valencia,” dedi Brice kendisine bakmam için ama dönüp bakmak da onunla konuşmak da istemedim. Çünkü hâlâ bir şeyler yapabileceği hâlde yapmadığına inanıyordum. Bu zehirli düşünceden kurtulmam, uzun zaman alacak gibiydi. Brice, kendisiyle konuşmamış olmamı sorun etmeyip “Daha sonra geleceğim,” dedi ve dedeme bakıp “Bahçede sizi bekliyorum,” diyerek evden ayrıldığında dedem, kolumdan tuttu. “Bu ne terbiyesizlik?” diye kızdı. “O senin nişanlın, nasıl ona karşı bu kadar kaba olursun?” “Jewel,” diye araya girdi babaannem. “Bay Chester’ı daha fazla bekletme istersen, Valencia ile daha sonra da konuşabilirsin.” Babaannemin sözleri, dedemin kolumu bırakmasına ve Brice’in arkasından evden çıkmasına nenden olurken babaannem Elina’ya baktı. “Elina, ablan için temiz kıyafetler çıkar,” dedi ve bana baktı. “Senin için su ısıtacağım, her yerin çamur içinde, güzel bir banyo yapsan iyi olacak,” dedi ve banyoya gitti. O giderken dışarıda neler konuştuklarını merak edip salondaki pencereye yaklaştım, fakat görünmedim ve pencerenin hemen yanında durup dışarıyı dinledim. “Birkaç gün gözünüz Valencia’nın üzerinde olsun, acısının ona yanlış bir şey yaptırmasından endişe ediyorum.” “Aklım almıyor,” dedi dedem, sesi çok şaşkın çıkmıştı. “Stella, kötü bir kız değildi. Nasıl böyle bir şey yapmış? “Neler olduğunu ben de bilmiyorum ama Binbaşı’nı ziyaret edip işin aslını öğreneceğim, işin içinde mutlaka bilmediğimiz bir şeyler vardır.” Sözleri, beni öfkelendirdi. Çünkü geç kalmıştı. Stella ölmeden önce bunu yapmalıydı ama yapmamayı tercih etmişti ya da bilmiyorum, gerçekten de elinden bir şey gelmezdi ama yine de deneyebilirdi, değil mi? “Siz, Valencia hakkında hiç endişelenmeyin. Babaannesi onunla ilgilenecektir.” Dedem bunu dediğinde, Brice’in gideceğini anladım. Pencerenin kenarından çekilmek istedim. Ta ki söylediği şeyi duyana kadar. “Aslında bir konu daha var Bay Pride,” dedi, durdum ve dinlemeye devam ettim. “Valencia’nın o eve daha fazla gitmesini istemiyorum. Yakında eşim olacak, eşimin bir evde hizmetçilik yapması hoşuma gitmiyor.” Gözlerimi kapatıp sıkıntıyla ofladım. “İçiniz rahat olsun Bay Chester, Valencia ile konuşacağım.” Daha fazla onları dinlemek istemeyip ağır adımlarla yürüdüm, odama girdim. Elina’nın bana kıyafet çıkardığını görürken üstümü başımı hiç umursamadan gidip yatağın kenarına oturdum. Az sonra yanıma geldi ve ellerimi tuttum. “Ablacığım,” derken sesi titredi. “Bay Chester seni üzecek bir şey mi yaptı? Neden ağladın, gözlerin neden kıpkırmızı?” “Hayır,” deyip yüzüne dokundum ve zorla da olsa gülümsedim. “Mühim bir şey yok, hadi sen babama bak. Sesleri duymuştur, neler olduğunu merak ediyordur ama sakın üzgün olduğumu söyleme, tamam mı?” “Peki ya Bay Chester’ın geldiğini?” “Kapıdan uğradığını söyleyebilirsin.” Ayağa kalktı, yanağımdan öpüp “Seni çok seviyorum,” dedi ve odadan ayrıldı. O çıkarken babaannem girdi, yanıma geldi ve oturdu. “Bir şey anlatmayacak mısın?” Gözlerim doldu yeniden, kirpiklerim ıslandı. “Stella,” derken gözlerimden sızan yaş, yanaklarıma doğru ilerledi. “İdam edilen oydu.” Babaannemin gözleri irileşti, korkuyla iç çekip elini ağzına bastırdı. “Gözlerimin önünde öldürdüler babaanne onu. Stella artık yok, çocukluk arkadaşım öldü.” Daha fazla dayanamadım, gözyaşlarına boğuldum. “Yardım edemedim ona, elimden hiçbir şey gelmedi. Yanımdaydı oysa, konuşuyorduk onunla, evleneceğini söylemişti bana. Öğleden sonra bir yere gidecektik onunla ama askerler götürdüler onu ve o artık yok.” Babaannem, telaşla kollarının arasına aldı beni ve saçlarımı okşadı ama ağzından beni teselli edecek tek bir cümle bile çıkmadı. Çünkü böyle bir şeyin tesellisinin olmayacağını, o da çok iyi biliyordu. Yüzümü göğsüne gömüp ağlamaya devam ederken salondan gelen kapı sesiyle dedemin eve girdiğini anladım. Bu yüzden ağlamama engel olup sakinleşmeye çalışsam da başarılı olamadım. “Neden ağlıyorsun sen?” diye sorduğunu duyduğumda babaannemden ayrıldım ama ona cevap veremedim. “Bay Chester bahsetmedi mi?” diye sordu babaannem. “Stella…” Dedem, onun daha fazla devam etmesine izin vermedi. “Onun için ağlamanı anlıyorum Valencia ama suçunu bilmiyorsun.” O, benden farklı ne biliyor ki diye düşünürken “Bay Chester anlattı, o malikânedeki bahçıvan ile yakalanmış,” diye ekledi, sanki bunu benim bildiğimi bilmiyor gibiydi. Sanırım Brice, bunu bildiğim hâlde onun için bir şey yapmaya çalışmış olmamın sorun olacağını düşünmüş olacak ki bundan bahsetmemişti dedeme. İçten içe ona öfkeli olsam da bunun için minnet duymadan edemedim. “Stella öyle biri değil!” dedi babaannem şaşkınlıkla. “Biri, o gencecik kıza iftira atmış olmalı.” Aslında iftira değildi, bunu Stella da bana söylemişti ama babaannemin bu cümlesiyle daha önce düşünemediğim bir şeyi düşünmeye başlamıştım. O malikânede kim görüp de şikâyet etmişti onları? Onlara bu denli düşman olan kim vardı? “İftira olduğundan şüphe duyulsaydı Binbaşı, öyle hemen idam ettirmezdi ikisini de. Yapmış demek ki bir şey,” dedi dedem, sessiz kalmaya devam ettim. “Sen de bir günahkâr için gözyaşlarını heba etme böyle. Eminim anne ve babası bile duydukları utançtan dolayı ağlayamıyorlardır bile.” Sözleri bıçaktan keskin ve acımasızdı, ama sesimi çıkarmayıp, ona hak veriyormuş gibi sessiz kalmaya devam ettim. Sözlerin karşındakinin düşüncelerini değiştiremeyeceğini bildiğimde, susmak en iyisi oluyordu. Bu yüzden o zehirli düşüncelerine hak verdiğimi zannederken ben, içten içe kendi doğrularıma inanmaya devam ediyordum. Tıpkı şimdi sessiz kalarak yaptığım gibi. “Hadi artık, bırak ağlamayı da üstünü değiş. Sonra da babanla ilgilen,” deyip odadan çıkmak için arkasını döndü ama gidemedi, aklına bir şey gelmiş olacak ki yeniden bana baktı. “Bu arada artık malikâneye gitmek yok, nasıl bir yer olduğunu gördük. Öyle yerlerde senin işin yok.” Bu onun değil, Brice’in düşünceleriydi ama sesimi çıkarmadım yine de. Çünkü artık o eve gitmeyi, ben de istemiyordum. Dedem, söyleyecek başka bir şeyi kalmamış olacak ki odadan çıkıp giderken babaannem de yanımdan kalktı. “Su ısınmıştır şimdiye, ben banyoya götüreyim. Hadi sen de gel,” deyip o da odadan çıktığında bir başıma kaldım. Stella, artık herkesin gözünde günahkâr bir kadındı. İdam edilerek de günahlarının bedelini ödemişti. Benim onun için üzülmem ise onlara göre insani bir duygudan öte aptallıktı. Bu düşünce çok acımasızca geliyordu bana ve sanki benden başka kimse bu acımasızlığı görmüyor, sessiz kalıyor gibiydiler. Fakat sanırım artık buna şaşırmamam gerekiyordu. Çünkü ne de olsa burası, Railway kasabasıydı… Burada sessizlik yaşatır, kelimeler öldürürdü. Babaannemim yeniden seslenmesiyle ayaklandım, kıyafetlerimi alıp banyoya gittim. Ona teşekkür edip ısıttığı suyla güzel bir banyo yaptıktan sonra Elina’nın çıkardığı temiz çamaşırlarımı ve elbisemi giydim. O gün, tüm gün ısınma bahanesiyle salondaki sobanın yanındaki minderde oturup boş boş etrafı izledim ve sadece Stella’yı düşündüm. Bu şekilde akşam olduğunda ve yemek yemek için masaya oturduğumuzda dedem kızmasın diye küçük birkaç lokma bir şeyler yedim. Sonra da babama yemek yedireceğim bahanesiyle bir tepsi hazırladım ve babamın yanına gittim. Üzgün olduğumu elimden geldiği kadar belli etmeden babama yemeğini yedirdim ve sonrasında her akşam olduğunun aksine onunla sohbet etmeden salona döndüm. Babaanneme bulaşık konusunda yardımcı olup yorgun olduğumu söyledim ve odama geçtim. Soba bir tek salonda olduğundan odam buz gibiydi. Bu yüzden beyaz, kalın askılı ve bileklerime kadar uzanan geceliğimin üstüne kalın bir hırka giydim ve yorganımın altına girdim. İşte o an sesimi kimsenin duymayacağından emin olup içimden geldiği gibi ağladım. Gözyaşları içinde sabahı ettiğimde yatağımdan hiç çıkmak istemediğim hâlde çıkmak zorunda kaldım. Yağmuru ne kadar seversem seveyim bu kez uyandığım yağmurlu sabah bile beni mutlu etmezken geceliğimi çıkardım ve sahip olduğum birkaç elbiseden birini aldım. İki parçadan oluşan elbisemin iç kısmı beyazdı ama giyilmekten artık rengi solmuştu. O beyaz kısım tam boyumca bitiyordu ve kol kısmı uzundu, dirsekten sonrası ise tamamen bolalıyordu. Onu giydikten sonra üzerine hırka misali, elbiseyle aynı boy olan bordo bir kumaş giydim. O kumaşın göğsümden, karnıma kadar olan iplerini bağladıktan sonra saçlarımı yine ördüm ve odadan çıktım. Dedemi yine sobayla uğraşırken gördüğümde sesimi çıkarmadan banyoya yürüdüm. Ta ki arkamdan “Uyandın mı? Dur bir dakika,” dediğini duyana kadar. Durup yeniden ona döndüğümde kömür karası olan ellerini bir yere değirmeden yanıma geldi. “Dün üzerine gelmeyeyim dedim ama yaptığın şey saygısızcaydı.” Neden bahsettiğini anlayamazken “Bay Chester’a çok kaba davrandın,” diye ekledi. “Üzgündüm ve kimseyle konuşmak istemedim sadece.” “Yine de doğru değildi. Bugün git ve özür dile, kendini affettir.” “Onun bunu sorun edeceğini düşünmüyorum.” “Etmedi zaten, sesini bile çıkarmadı hatta ama o sana karşı bu kadar saygılı ve sabırlıyken sen ona böyle davranamazsın. Bu yüzden gidip özür dilemelisin.” “Tamam dede, gün içinde gitmeye çalışacağım.” “Gitmeye çalışmak? Başka bir işin mi var?” “Tabii ki var, muhtemelen bugün Stella’nın cenazesi olacak, ben de…” Devam etmeme izin vermedi. “Sen hiçbir yere gitmeyeceksin.” “Ama dede…” Yine engel oldu konuşmama. “Aması yok Valencia, dün Bay Chester bu işe daha fazla karışmaman konusunda beni uyardı. Bir bildiği var ki böyle bir şey söylüyor.” Konuyu uzatmak istemeyip “Peki,” dedim ama gitmemeyi kabullenmiş değildim, hem belki Brice gitme konusunda bana yardımcı olabilirdi. Dün istediğim şeyi yapamadığı için belki de bugün kendini yapmak zorunda hissedebilirdi. Denemekten zarar gelmezdi. Dedem, aldığı cevaptan memnun olup sobayla ilgilenmeye dönerken elimi yüzümü yıkamak için banyoya girdim. İşimi halledip banyodan çıktıktan sonra her sabah olduğu gibi babamı ve Elina’yı uyandırdım. Elina babaanneme yardım edip kahvaltı hazırlarken ben, babamın kahvaltı etmesine yardımcı oldum ve onlara yetiştim, birlikte masaya oturduk. Onlar kahvaltı yaparken ben de bir şeyler yiyormuş gibi göründüm ama doğru düzgün bir şey yemedim, canım istemedi. Kahvaltıdan sonra masayı toplamaya yardım ettim. Kahvaltı bulaşığını da halledip salona geçtiğimde dedem “Hadi,” dedi ve gözleriyle kapıyı gösterdi. “Dediğimi yap ama çabuk dön, sakın fazla kalayım deme.” Başımı sallamakla yetindim ve kapıya gittim, dün çamur içinde kalan ve temizleyemediğim babetlerimi temizledim. Babetteki yırtığın büyüdüğünü fark etsem de umursamadım ve giydim, evden çıktım. Evden çıkar çıkmaz meydanın karşısındaki eve baktım, gözlerim yeniden doldu. Günlerdir her sabah ben bu evden çıktığımda beni karşıda bekliyor olurdu ama şimdi yoktu ve bundan sonra asla olmayacaktı. Gözyaşlarıma engel olamazken evin önünden uzaklaştım. Çamurlu yollar yüzünden ayaklarım ve elbisemin uçları berbat bir hâle gelirken umursamadım ve yürümeye devam ettim. Yolda yürüyen yaşlı iki adamın yanından geçerken konuşmalarına şahit oldum. “Üzülme hiç, hak etmiş ikisi de. Günahları büyükmüş, kız hamileymiş diyorlar.” “Böylelerinin asılması bize ödül ama anlayan kim? Bizim çocuklarımıza da kötü örnek oluyorlar.” Öfkemi bastırmaya çalışırken o suçsuz diye bağırmak istedim ama yapamadım. Dedim ya; burada sessizlik yaşatır, kelimeler öldürürdü. Bu yüzden eğdim başımı biraz daha ve adımlarımı hızlandırdım, onlardan uzaklaştım. Yolda birkaç kez daha bu tarz konuşmalara şahit olsam da kimseye sesimi çıkarmadım ve sonunda Chesterlara ait köşke ulaştım. Bahçeye adım atar atmaz Kâhya beni karşıladı. “Hoş geldiniz Bayan Pride,” derken tatlı bir şekilde gülümsüyordu. “Hoş buldum.” “Size salona kadar eşlik edeyim.” Gülümsedim. “Memnun olurum.” O önde, ben arkada köşke girip salona geçtik. Kimsenin olmayışı kendimi garip hissetmeme neden olurken “Lütfen oturun, Bay Chester’a hemen haber veriyorum,” deyip Kâhya yanımdan ayrıldığında daha yeni temizlenmiş olduğu belli olan salona göz attım ve başımı eğip çamurlu babetlerime baktım. Kendimi çok kötü hissetsem de yapacak bir şeyim olmadığından ağır adımlarla koltuklara yürüdüm. Salondaki -çok pahalı olduğu görünüşünden bile belli olan- halıya basmamaya özen göstererek koltuklardan birine oturdum ve ihtişamlı salona bir kez daha bakındım. Ne zaman bu eve gelsem, kendimi çok garip hissediyordum. Buraya ait değilmiş ve asla olmayacakmış gibi… Oysa yakın bir zamanda burası benim de evim olacak, burada yaşamaya başlayacaktım. Bu gerçeği bilmeme rağmen düşüncelerime engel olamazken sessizce bekledim. Az sonra duyduğum ayak sesleriyle başımı yeniden kaldırıp üst kata çıkan merdivenlere baktım ve Brice Chester’ı görmeyi beklerken kardeşi Paul Chester’ı gördüm. Dünden sonra onu görmek, mideme kramplar girmesine neden olurken salona geldi. “Sizi tekrar görmek ne hoş,” derken karşıma oturdu. “Hoş geldiniz.” “Hoş buldum,” dedim sadece. “Arkadaşınız için üzgünüm.” Ne diye bu konuyu açmıştı ki şimdi? “Cenazesine katılmayacak mısınız? Dün meydana indiğimde bugün diye duymuştum.” “Kesin bir şey yok,” dedim sadece, onunla konuşmak nedensiz yere beni rahatsız ediyordu ve sanırım bunda Stella’nın onun hakkında söylediklerinin etkisi vardı. “Dünkü dürüstlüğünüzü tebrik etmek isterim.” Başta ne söylemek istediğini anlayamadım ama anlamam da çok uzun sürmemişti. “Yalan söylemeyi sevmem, beceremem de zaten ve hem yalan söylememe neden olacak bir durum yoktu ortada.” Yüzünde alaylı bir ifade oluştu. “Emin misiniz?” Düşünmeye gerek duymadım. “Eminim.” “Bence olmayın,” diye yanıtladı beni. “Eğer kaybedecek bir şeyleriniz varsa, kaybetmemek için yalan söylemek gerekir bazen.” “Doğruyu söyledim ve hiçbir şey kaybetmedim.” Arkasına yaslandı. “Düne kadar bir işiniz vardı, bugün burada olduğunuza göre artık çalışmıyorsunuz.” “Bunun konumuzla ne ilgisi var anlayamadım?” “Onun farkındayım,” dedi ve ekledi. “Eğer anlamış olsaydınız, dün gerçekleri söylerken o kadar cesur olamazdınız zaten.” “Doğruyu söylemem sizi bayağı rahatsız etmiş gibi.” Güldü. “Beni ilgilendirmeyen hiçbir konu beni rahatsız edemez, Bayan Pride.” Ben de arkama yaslandım. “Sizi ilgilendirmiyorsa neden şu an bu konuyu konuşuyoruz?” “Çünkü sizi ilgilendiriyor,” dedi, anlamsızca baktım ona. “Ve bu sohbet iki kişilik, sürekli benden bahsedecek hâlimiz yok ya.” Samimiyetsizce gülümsedim. “Sizden hiç bahsetmedik zaten.” Güldü, bu gülüşü sinirimi bozarken bir anda ciddileşip gözlerimin içine baktı. Abisinin bile gözlerime bu denli dikkatli bakmadığını düşünürken “Abimle evlenmenizi dört gözle bekliyorum, Bayan Pride,” dedi, o esnada merdivenlerden bir kez daha ayak sesleri geldi. “Sizinle aynı evde yaşamak çok eğlenceli olacak ve ben, eğlenmeyi çok severim,” deyip ayağa kalktı ve hiç beklemediğim bir şey yapıp göz kırptı. “Bakın, benden de bahsetmeye başladık.” Yaptıkları ve sözleri karşısında nasıl tepki vereceğimi bilemezken “En kısa zamanda yeniden görüşmek üzere,” deyip salondan ayrıldı, o giderken Brice geldi. Kendimi toparladım ve ayağa kalktım. Paul’la aramızda geçen konuşmayı unutmaya ve ona odaklanmaya çalışırken yanıma geldi ve karşımda durup gözlerimin içine baktı. Memnun bir tavırla “Dünden daha iyi gördüm seni,” dedi. “Ben de dün için gelmiştim,” diye konuya girdim. “Özür dilerim.” “Ne için?” “Her şey için, kendimi kaybettim ve yapmamam gereken şeyleri yapmaya çalıştım. Askeriyeye girmeye çalışmam akılsızcaydı ama dediğim gibi kendimi kaybettim. Tabii sana da kaba davrandım, affet lütfen,” derken elimden geldiğince samimi olmaya çalıştım, zaten söylediklerimde gerçekten samimiydim. Duydukları hoşuna gitti. “Ben de özür dilerim,” dedi ve mahcup bir tavırla devam etti sözlerine. “İznin olmadan sana dokunmam ve seni öyle çekiştirmem hoş bir davranış değildi ama sadece seni korumaya çalışıyordum. Askeriyeye girseydin, başına çok büyük bela alacaktın.” Gülümsedim. “Unuttum bile.” O da gülümsedi. “Ben de unuttum o zaman,” dedi ve devam etti. “Eğer vaktin varsa ve dedeni kızdırmayacaksak birlikte sıcak bir şeyler içelim. Hem daha yeni geldin, biraz dinlenmiş olursun.” “Vaktim var,” dedim, aldığı cevaptan memnun olurken devam ettim. “Ama senden başka bir şey rica edecektim.” Meraklandı. “Çekinme lütfen, söyle.” “Dedem, Stella’nın cenazesine katılmama izin vermedi.” Yüz ifadesi değişti. “Ve sen de benimle gitmek istiyorsun.” “Evet.” “Üzgünüm ama bunu yapamam.” Düşünmeye bile gerek duymamıştı. “Deden istemiyor diye değil ama orada görünmemiz doğru olmaz.” “Chester olduğun için mi?” “Bu da bir neden,” dedi, oflamak istedim ama bunu yanlış anlayacağı için yapamadım. “Ama eğer istersen cenazeden sonra, yani o kalabalık dağıldıktan sonra onu ziyaret etmen için seni götürebilirim. Lütfen, benden daha fazlasını isteme.” Bu beni mutlu etmese de başka çarem olmadığı için kabul etmek zorunda kaldım. “Olur.” “Hadi o zaman, sen bahçeye çık, ben de bize içecek bir şeyler getirmelerini söyleyeceğim,” dediğinde onu gözlerimle onayladım ve kapıya yöneldim. Fakat daha tek bir adım atmışken Kâhya, koşturarak içeri girdi. Nefes nefese kalmış bir şekilde yanımıza geldi. “Bay Chester!” “Kâhya, bu hâlin ne? Ne oluyor?” Brice endişeyle sorduğunda Kâhya, derin bir nefes alıp konuştu. “Binbaşı Hardy sizi acilen askeriyeye bekliyor efendim.” “Neden, kötü bir şey mi olmuş?” “Bilmiyorum ama haberi getiren kişinin yüzü bembeyaz olmuştu, kötü bir şey olmuş gibiydi. Birileri mi gelmiş ne, bir şeyler geveleyip durdu ama o kadar telaşlıydı ki anlamadım. Anladığım tek şey; bir an önce askeriyeye gitmeniz gerektiği.” Neler olduğunu fazlasıyla merak etsem de sessizliğimi korumaya devam etti. “Peki,” dedi Brice ve gözleri beni buldu. Mahcup bakışlarını fark edince “Ben de eve gidecektim zaten. Sen işine bak lütfen, daha sonra telafi ederiz,” dedim. “Çok özür dilerim,” dedi ve ekledi. “İşimi bitirip sözümü tutmak için yanına geleceğim.” Stella’nın kabrini ziyarete gitmekten bahsettiğini anladım, buruk da olsa tebessüm ettim ona. Brice, başka bir şey demeyip Kâhya’yla birlikte salondan ayrıldığında ben de bu evde daha fazla durmak istemeyip hızlı adımlarla bahçeye çıktım. Bahçe kapısına doğru yürürken istemsizce başımı çevirip ileriye doğru baktım. Paul Chester’ı bahçedeki masada oturmuş viskisini yudumlarken gördüm ve maalesef eşzamanlı olarak bu tarafa bakmasıyla göz göze geldik. Gözlerimi çekip gitmek yerine ona bakmaya devam ederken aynı zamanda kendimi rahatsız hissedip olduğum yerde kıpırdandım. Bunu fark edince dudağının bir tarafı hafifçe yana kıvrıldı ve elindeki kadehi kaldırıp kendince selam verdi. Kabalık olmasın diye içimden gelmese de selamına karşılık tebessüm ettim ve başımı önüme çevirdim. O tebessüm, anında dudaklarımdan silindi. Daha fazla durmadım ve bahçeden çıkıp yine başım önümde eve doğru yürüdüm. Bir yandan Stella’yı, bir yandan Paul’un ima etmeye çalıştığı şeyleri, bir yandan da askeriyede ne olduğunu düşünürken eve ulaştım. İçeriye girdiğimde “Elina,” diye seslendim ama ses veren olmadı. “Babaanne,” diye seslendim bu sefer de ama o da cevap vermedi. Nereye gittiler diye düşünürken babamın odasından mırıltı sesleri geldi. Sesimi duyup kendini belli etmeye çalıştığını anlayınca ayakkabılarımı çıkardım ve yanına gittim. Beni gördüğünde kendini zorlayıp gülümsedi, ben de ona gülümserken yanına oturdum. “Evde kimse yok sanırım.” Gözlerini kapatıp açtı. “Elina’ya seni yalnız bırakmamasını defalarca kez söylemiştim.” Kaşlarını çattı, güldüm. “Tamam kızma, biliyorum yalnız kalabilirsin.” Çatık olan kaşları indi ve merakla baktı gözlerimin içine. “Chesterların köşkünden geliyorum,” dememle bir kez daha kaşlarını çattı. “Bakma lütfen öyle, dedem gönderdi. Dün biraz ona kaba davrandım, gidip özür dilememi istedi, haklıydı da,” dedim, tepkisiz kaldı. Nedenini anlayamadığım bir şekilde Brice ile nişanlanmam hoşuna gitmemişti. Nişan gününden beri de kızgındı bana bu evliliği kabul ettiğim için. Bunu düşünürken bir yandan da konuşmaya devam ettim. “Özür dileyip geldim işte. Biliyorum, sen sevmiyorsun ama kibar birisi. Benimle konuşurken ne kadar nazik ve saygılı olduğunu görseydin sen de severdin onu.” Yine tepkisiz kaldı. “Hem biliyor musun bugün bana seninle konuşmak istediğini söyledi,” dedim ve küçük bir yalan söylemiş oldum ama eğer istersem Brice, bunu yapmayacak bir adam değildi. “Hatta benimle gelmek istedi ama habersiz olduğundan dedem kızar diye korkup kabul etmedim, muhtemelen dedemden müsaade isteyip gelecektir.” Söylediklerim, babamı memnun ederken yalan söylediğim için kendimi rahatsız hissettim. Fakat elimden geldiği kadar bunu belli etmemeye çalıştım. Çünkü onun içinin rahat etmesi benim rahatsız hissetmemden daha önemliydi. “Valencia!” Dedemin sesini duyduğumda eğilip babamı yanağından öptüm. “Dedeme bakayım, geleceğim yanına,” dedim ve yanından kalkıp salona çıktım. Dedem, ayakkabılarını çıkartırken beni gördü. “Çok erken gelmişsin.” Yanına gidip çıkardığı montunu aldım, askıya asarken “Özür diledim, sorunu hallettim ve hemen döndüm,” dedim, şüpheyle baktığını fark edince ise devam ettim. “Hem onun da vakti yoktu, kötü bir şey olmuş gibiydi ve acelesi vardı.” Gereksiz bir endişeyle sordu. “Kötü bir şey mi olmuştu?” “Hı hı, biz konuşurken Kâhya geldi ve askeriyeye çağırdı onu. Birileri gelmiş diyordu, kendisi de pek anlamamış gibiydi. Brice de bu yüzden hemen oraya gitti, ben de eve döndüm.” Dedem başını salladı sadece. “Elina ve babaannem nerede?” “Bir şeyler alıp geleceklerdi, dönerler birazdan.” Dedemden aldığım cevaba karşılık bir şey demeyip babamın yanına döndüm. Onunla ilgilenmeye, konuşmaya devam ettim ve sonrasında öğle yemeğini yedirdim. Yemekten sonra bulaşıkları hallederken kapıya vuruldu, ellerimi durulayıp mutfaktan çıktım. Dedemin yanından geçerken “Babaannemler döndü herhâlde,” dedim ve gidip telaşla kapıyı açtım, Brice’i görüp şaşkınca kaldım. Stella’nın yanına gitmek için gelmiş olamazdı değil mi? Lütfen böyle bir şey yapmamış olsun diye içimden geçirirken “Merhaba,” dedi. “M-merhaba.” Kekeledim, bu yüzden kendime kızarken tebessüm etti. “Bay Pride evde mi?” “Evet.” “Çağırabilir misin?” “Neden?” diye sormadan edemedim. “Bugün seninle…” Devam edemedi, çünkü dedem yanıma geldi. “Bay Chester,” dedi neşeyle. “İçeriye gelin lütfen.” “Belki daha sonra,” deyip gözünün ucuyla bana bir bakış attıktan sonra yeniden dedeme döndü. “Birkaç dakika dışarıya gelir misiniz? Bir şey konuşmak istiyorum sizinle.” Neden benim yanımdayken konuşmamıştı ki? “Olur,” dedi dedem ve bana baktı. “Hadi, sen işine bak.” Uzaklaşmadan önce Brice’e baktım. Gülümsedim ve kapıdan uzaklaşıp mutfağa gittim. Fakat dedemin evden çıktığını ve kapıyı çektiğini duyduğum ilk an, telaşla yeniden mutfaktan çıkıp pencerenin önünde durdum, kapının önünde yaptıkları konuşmayı dinledim. “Valencia kötü bir şey olduğundan bahsetti, askeriyede bir sorun varmış sanırım,” dedi dedem Brice’in konuşmasını beklemek yerine. “Mühim bir şey değil, birkaç zorlu misafirimiz var sadece, birkaç güne halledeceğiz.” Zorlu misafir mi? Bu, bana garip gelse de üzerinde çok durmayıp dinlemeye devam ettim. “Sizinle başka bir şeyi konuşmak istiyorum, eğer izniniz olursa Valencia’yı bir yere kadar götürmek istiyorum.” Gözlerimi sımsıkı kapattım, hiç yapmaması gereken bir şey yapmıştı ve farkında bile değildi. “Nereye?” diye sordu dedem. “Arkadaşının kabrini ziyaret etmeye götüreceğim, dünden sonra bunun ona biraz olsun iyi geleceğini düşünüyorum.” Neden bu kendi isteğiymiş gibi davranmıştı ki? “Valencia sizden böyle bir şey mi istedi?” diye sordu dedem. Nefesimi tuttum. “Hayır, aramızda böyle bir konuşma geçmedi. Hatta bu konunun bahsi dahi geçmedi.” Neden yalan söylemişti şimdi? “Sadece dünden sonra aklım onda kaldı ve eğer böyle bir şey yaparsam hiç değilse kendini biraz olsun iyi hissedeceğine inanıyorum.” Gülümsedim, dedemin tepkisine karşı beni korumaya çalışıyordu. “Ben, öyle düşünmüyorum,” diye karşılık verdi dedem. “Torunumu tanıyorum Bay Chester ve bu düşünceniz maalesef ki doğru değil. Bu, ona iyi gelecek bir şey değil. Bu yüzden cenazeye katılmasına izin vermedim.” Gözlerim doldu. “Ayrıca üzgünüm ama bu teklifinizi hoş karşılayamayacağım. Siz, henüz evli değilsiniz ve bir mezarlığa da olsa birlikte gitmeniz uygun değil.” Dedemin sözleri karşısında Brice, sessiz kaldı. “Başka bir şey yoksa size iyi günler dilerim.” Dedemin Brice’e ilk defa böyle davrandığını fark etmek, asla böyle bir şeye izin vermeyeceğini de anlamama neden olmuştu. Brice, “İyi günler,” dediğinde gideceğini anladım ve telaşla mutfağa geçtim. Son kalan birkaç parça bulaşığı hallederken dedemin eve girdiğini duydum. Umarım bana gelip kızmaz diye içimden geçirirken ne seslenip yanına çağırdı ne de kendisi yanıma geldi. Sanırım Brice’in bunu kendi isteğiymiş gibi göstermesi işe yaramıştı ve maalesef benim de ona karşı borcum giderek artıyordu. Mutfaktan çıkıp yeniden babamın yanına döndüğümde Elina ve babaannem de sonunda eve dönebilmişlerdi. Dışarıdan gelir gelmez hemen babamın yanına gelen Elina’ya babamla ilgilemesini söyleyip kendi odama geçtiğimde biraz olsun yalnız kalabilmiştim. Yatağıma geçmeden önce odanın ortasında duran ve yine neredeyse dolmak üzere olan kovayı yenisiyle değiştirdim. Dedeme defalarca kez çatının tamire ihtiyacı olduğunu söylesem de masraflı bir iş olduğundan erteleyip durmuştu ve maalesef ki çatı, artık eskisinden de fazla akıtıyordu. Bu yüzden sinirlerim bozulurken yatağıma oturdum. Sırtımı yatağın yaslı olduğu duvara yaslayıp dizlerimi karnıma kadar çektim ve başımı dizlerimin üzerine koydum. Hâlâ inanasım gelmiyordu, sanki hâlâ yaşıyor gibiydi. Evine gitsem, kapıyı çalsam kapıyı o açacak gibiydi. Sabah evden çıksam, hemen karşıda beni bekleyecek gibi… Ama bunların hepsi, artık imkânsızdı. O, artık yoktu. Ölmüştü, kaybetmiştim onu ve bu düşünce bile nefesimi kesmek için yeterliydi. Gözyaşlarım akmaya başlarken elimden geldiği kadar sessiz oldum ve ağlamaya devam ettim. Ta ki kapının açıldığını duyana kadar. Başımı kaldırmadım, hızla gözyaşlarımı sildim ve ancak o zaman başımı kaldırdım, gelenin Elina olduğunu gördüm. “Ablacığım,” derken yanıma geldi. “Sana babamın yanında kalmanı söylemiştim,” dedim sırf hemen çıksın diye ters bir tavırla. “Babam uyudu,” deyip yanıma oturdu. “Boşuna saklamana gerek yok, ağladığını biliyorum.” “Elina,” dedim ama devam etmeme izin vermedi. “Neden ağladığını da biliyorum,” dedi ve gözleri doldu. “Stella abla idam edildi çünkü.” “Sen bunu…” “Herkes bunu konuşuyor abla, duymamak mümkün değildi.” Sessiz kaldım. “Onun hakkında kötü şeyler söylüyorlar.” “Elina, bunları bilmemen ve duymaman gerekiyordu.” “Bu kasabadan nefret ediyorum,” derken gözlerinde öfke vardı. “Bu evdekiler hariç herkesten nefret ediyorum abla.” Söyleyecek hiçbir şey bulamadım ona. “Onların istediği gibi yaşamak zorunda olmaktan nefret ediyorum, senin gibi on dokuz yaşıma geldiğimde biriyle evlenmeyi kabul etmek zorunda olmaktan nefret ediyorum.” Yüzüne dokundum, gözlerinin içine baktım. “Bunları benim dışımda hiç kimsenin sesli bir şekilde söylememen gerekiyor.” “İstediklerimi söyleyememekten de nefret ediyorum,” deyip bir anda ayağa kalktı. “Keşke bir erkek olarak doğsaydım, o zaman bu kasabadan arkama bile bakmadan giderdim. Seni ve babamı da yanımda götürürdüm, buna kimse engel olamazdı değil mi?” diye kızarak sordu ve cevabını bile beklemeden odadan çıkıp gitti. Onunla nasıl baş edebileceğimi bilmiyordum. Düşüncelerine ya da diline ket vuramazdım. Doğrusu, haksız da sayılmazdı ama en kısa zamanda onunla ciddi bir konuşma yapıp kimsenin yanında böyle konuşmaması için onu uyarmalıydım. Elimi yüzüme bastırıp ıslak yanaklarımı kuruladıktan sonra ayaklandım ve yeniden solana gittim. Temizlik, akşam yemeği derken vakit geçti. Buna rağmen odama geçmezken dedemin köstekli saatine bakıp “Bugünü de gece ettik,” dediğini duydum. “Saat tam dokuz, sokağa çıkma yasağı başladı,” diye konuşmasına devam ettiğinde ayağa kalktım. “Ben uyuyacağım artık, bugün biraz yoruldum da,” deyip Elina’ya baktım. “Babam uyanıp bir şeyler isterse uyandır beni.” Gözleriyle beni onayladığında odama girdim ve aynı geceliğimi giydim. Üzerime de hırkamı geçirip yatağa girdim, yorganı başımdan aşırdım ve hiçbir şey düşünmeden uyumaya çalıştım. Bir süre yatakta dönüp dursam da sonunda uykuya dalabildim ama sanki bir uykunun içinde değilmiş gibi kasabanın meydanını gördüm. Buraya nasıl geldiğimi anlayamazken etrafımda döndüm, birileri var mı diye bakındım etrafa. Fakat hiç kimseyi göremedim. Korku, yavaş yavaş beni ele geçirirken yeniden meydana dönmemle birlikte kasaba halkının hepsinin burada olduğunu gördüm. Ne ara toplandılar diye düşünürken ürkütücü bir sessizlik vardı etrafta. Bu sessizlik yüzünden dizlerim tir tir titrerken saat kulesinin önündeki idam sehpasında asılı iki beden gördüm. “Stella,” diye mırıldandım, ona doğru gitmek istedim ama ayaklarım çamura battı. Kendimi o çamurdan kurtulmaya çalışırken aniden sular altında kaldım ve kurtuluyorum zannettim ama bu kez de su yüzünden nefesim kesildi. Boğulma hissiyle beraber sıçrayarak uyandığımda bir kez daha nefes nefese kalmıştım. Elimi, kalbimin üzerine koyup sakinleşmeye çalıştım ama bu konuda başarılı olamayıp sessizce ağlamaya başladım. Bir rüyanın içine hapsolmuş gibiyim ve sanki bu rüyadan hayatımın sonuna kadar hiç kurtulamayacaktım. Bu düşünce beni korkutup nefesimi keserken Stella’nın yanına gitmek istedim ama bu mümkün bile değildi, çünkü beni anlamıyordu hiç kimse. Benim onun yanına gitmem lazımdı. Rüyamda gidemiyor ve boğuluyordum. Boğulmamak için gitmem lazımdı. Gözyaşlarım akarken “Onun yanına gitmeliyim,” diye mırıldandım ama izin vermezlerdi buna. Gizli gitmem ise mümkün değildi, gün içinde o kadar uzun ortadan kaybolmama bir bahane bulamazdım. Bu yüzden deli cesaretiyle “Şimdi gitmeliyim,” diye mırıldandım ve ayağa kalktım. “Hayır, bu tamamen aptallık! Nasıl giderim bu saatte? Mümkün değil!” deyip yeniden yatağıma oturdum ve eşzamanlı olarak o rüyayı yeniden hatırladım, bir kez daha boğuluyormuş hissine kapıldım. “Gitmem lazım, nefes almak için gitmem lazım,” dedim ve ani bir cesaretle yeniden ayağa kalktım ve bu kez düşünmeden elbisemi aldım, fakat o elbiseyi giyemedim ve durup düşündüm. “Ya biri görürse?” Kendi kendime sorduğum bu soruyla öylece gidemeyeceğimi anladım, risk alıyordum ama bu riski elimden geldiği kadar en aza indirmem gerekiyordu. Bu düşünceyle sessizce odamdan çıktım. Saat kaçtı bilmiyorum ama gecenin ikisi ya da üçü olmalıydı. Bu da herkes derin bir uykuda demekti. Buna rağmen elimden geldiğince sessiz olup banyodaki kirli kıyafetleri karıştırdım. Aradığımı bulduktan sonra ise banyodan çıktım, salondaki gaz lambasını ve kapının yanındaki babetlerimi alıp odama geçtim. Lambayı masanın üzerine, kıyafetleri de yatağımın üzerine bırakıp geceliğimi çıkardım ve sonrasında dedemin gömleğini giydim. Gömlekten sonra pantolonu ve yeleğini de giydim. Ceketini de giyip saçlarımı sıkı sıkı topladım ve kasketini taktım. Son olarak da babetlerimi giydim, kıyafetlerin kollarını ve paçalarını da kendime göre ayarladıktan sonra artık hazırdım. Şimdi bir gören olsa bile kadın olduğumu anlaması mümkün değildi. “Hiçbir şey olmayacak,” diye mırıldandım ve kendime cesaret verip pencereye gittim. Bir anlık duraksayıp cesaretimi topladıktan sonra penceremi açtım ve orayı kullanarak bahçeye geçtim. Dışarıdan pencereyi aralık kalacak kadar çektikten sonra sonunu düşünmeden sessiz adımlarla bahçeden de çıktım. Sanırım hayatımda ilk defa bu kadar cesur oluyordum ya da hayatımda ilk defa bu kadar büyük bir aptallık yapıyordum. Bunu, bu gecenin sonunda olanlar belirleyecekti. Duvar kenarlarında sessizce yol alıp evin önünden uzaklaşırken ileriden ellerindeki tüfekleriyle gelen iki asker gördüm ve telaşla biraz ilerideki gövdesi büyük ağacın arkasına çöktüm. Karanlık sokaklar yüzünden beni fark etmeyip geçip gittiklerinde ayağa kalktım. Etrafa bakınıp başka gelen giden olmadığından emin olduktan sonra yürümeye devam ettim. Kasabanın çıkışında olan bir sokağa girdiğimde karşıdan gelen iki asker daha gördüm. İkisi de başları önde olduğundan beni fark etmezlerken o sokaktan çıkıp sırtımı duvara yasladım. Bir an önce buradan uzaklaşmam gerektiğini bilirken sağ tarafa yürüdüm hızlı adımlarla ama daha birkaç metre uzaklaşmışken yolun sonundaki yol ayrımından iki asker daha çıktı. Kalbim, korkudan delicesine atarken bir an bile düşünmeden geriye dönüp soldaki yola girdim ve var gücümle koşup sokak arasındaki ağacın arkasına yaslandım. Derin derin nefes alırken askerlerin ayak sesleri yaklaştı, nefesimi tuttum ve olabildiğince sessiz oldum. Askerler sokağa girmek yerine yürüyüp gittiklerinde ayağa kalkıp sokağın sonuna koştum. Ulaştığımda ise durup sağa sola bakındım, iki tarafta da kimsenin olmadığından emin olup mezarlığa giden yol, soldaki olduğundan o tarafa yöneldim. Elimden geldiği kadar hızlı ve dikkatli adımlar atarken bir süre kimseyle karşılaşmamış ve sakince yürümüştüm. Bu, biraz olsun korkularımı dindirse de dikkatlice yürümeye devam ettim. Az sonra mezarlığa ulaşmak için geçmem gereken son sokağa girdiğimde işin zor kısmını atlattığımı düşünüyordum. Ta ki o sokağın başından iki asker çıkana ve beni fark edene kadar. Dizlerim tir tir titrerken olduğum yerde kaldım. Askerler, anında tüfeklerine sarılıp bana doğrultu ve sessizliğe yararcasına bağırdılar. “Dur, kaldır ellerini hemen!” Kalbim, delicesine atmaya başladığında bana doğru bir adım attılar. Eşzamanlı olarak henüz sokağın başında olduğumdan büyük bir cesaretle kendimi sağdaki duvarın arkasına attım. Askerlerden biri “Olduğun yerde kal!” diye bağırsa da var gücümle upuzun sokakta koşmaya başladım. Korkudan ne yapacağımı bilemeyip rastgele sokaklara girip çıkarken elimden geldiğince hızlı koşmaya çalışıyordum, askerler de arkamdaydı ve maalesef ki artık iki tane değillerdi çünkü kontrolsüzce koştukça, her yeni sokakta birileri daha düşüyordu peşime. Buna rağmen durmadım, dizlerim korkudan titreseler de koşmaya devam ettim. Yakalanmak, ölüm demekti benim için çünkü. Bunun bilincindeyken koştum, bir an bile olsun durmadım. Arkamdaki askerlerin ayak seslerini duyarken aynı zamanda silah sesi duymamla olduğum yerde kaldım. Gözlerim, yerlerinden çıkacakmış gibi irileştiğinde aynı sesler gelmeye devam etti. Havaya ateş açıldığını anladığımda korkuyla doldu gözlerim ve durmak yerine koşmaya devam ettim. Peşimdeki asker sayısı her geçen dakika artarken içimi umutla dolduran o sesi duydum. Tren sesi… Anlamsızca durdum ve tren sesini dinledim. Giderek yaklaştığını fark edince umutla tren yoluna doğru koştum. Eğer aklımdaki şeyi yapabilirsem, kurtulacaktım. Bunun umuduyla peşimdeki askerlerle koşmaya devam ettim. Havaya bir kez daha ateş açılsa da bu kez bu beni durdurmadı, hatta daha hızlı koşmama neden oldu. Tren yoluna ulaştığımda, fazlasıyla yaklaşan trenin sesini duydum ve durup arkama baktım. Artık, beklemekten başka şansım yok diye geçirirken askerlerin geleceği yola bakmaya devam ettim. Az sonra tren o kadar yaklaştı ki sesi, silah seslerini bile bastırdı ve o işte o esnada karşımda askerler belirdi. Durduğumu gördükleri an, onlar da durdu ve karşımda dizilip silahlarını bana doğrultular. Aralarından biri “Kaldır ellerini! Diz çök!” diye bağırdı, yaklaşan tren yüzünden onu duymakta zorlansam da ne dediğini anladım ve ağır hareketlerle ellerimi kaldırdım. O sırada tren göründü ve yapacağım şeye kendimi hazırladım. Yaptığım şeye karşılık ateş açacaklarını biliyordum ama kurtulmak için başka çarem yoktu. Derin derin nefes alırken trenin olduğum yere ulaşmasına sadece birkaç metrelik mesafe kalmasıyla kendimi tren yolunun diğer kısmına atmam bir oldu. Eşzamanlı olarak silahlar patladı ve ben, kurşunlardan birini yemediğim hâlde ayağımın taşa takılmasıyla birlikte yere düştüm ama yine de başarmıştım. Canım yansa da umursamadan ayağa kalktım. Trenin tamamen geçmesi, askerlerin yeniden peşime düşmeleri için dört ya da en fazla beş dakikam olduğunu düşünürken trenin alt kısmından ayaklarıma baktıklarını çok iyi bilip sola doğru koştum. Ne kadar bakarlarsa baksınlar göremeyecekleri bir noktaya geldikten sonra ise artık içinde olduğum ormanlık alanda yönümü değiştirip sağa doğru koşmaya başladım. Askerler ise muhtemelen gördüklerinin peşine düşüp ormanın soluna yöneleceklerdi. Fakat maalesef bu, kurtulduğum anlamına gelmiyordu. Bir an önce eve dönmem lazımdı ama neyse ki bunun risksiz bir yolunu biliyordum. Bunun bilincindeyken koştum, avucumun içi gibi bildiğim orman karanlık olsa da umurumda olmadı ve koşmaya devam ettim. Arkamdan hiç ses gelmemesi askerleri atlattığımı düşünmeme neden olurken kasabanın etrafını saran ormanın bir diğer ucuna ulaştım. Kasabanın bir ucundan çıkmıştım ama şimdi bir diğer ucundan gireceğim diye düşünürken duyduğum seslerle buz kestim. “Şimdi tam zamanı.” Bir önümdeki ıssız ve etrafı ağaçlarla çevrili olan yola bir de sesin geldiği ormanın içine doğru baktım. “Efendim, öylece bırakamayız bunu. Her şeyi biliyor, her şeyi duydu. Eğer konuşursa neler olacağını düşünmek dahi istemiyorum.” Neler olduğunu anlayamazken sesin geldiği tarafa doğru birkaç adım attım. Konuşma seslerine, akan nehrin sesi karışırken aynı sesin “Kasabada bir şeyler olsa gerek, silah sesleri geliyor. O seslerin arasına karışıp gidecektir.” Duyduğum şeyleri, hiçbir konuyla bağdaştıramazken biraz daha yürüdüm. Ta ki üç kişilik bir grup görene kadar. Nehrin kıyısında onları gördüğüm an, biraz ilerideki kocaman kayanın arkasına saklandım ve karanlığa güvenip onları izledim. “Yapamayacaksanız ben yapabilirim,” dedi aynı ses ama arkaları dönük olduğu için hangisinin konuştuğunu anlayamıyordum. Hem ne yapmaktan bahsediyorlardı ki? “Daha fazla oyalanmamalıyız,” dedi bir başkası ve ekledi. “Vaktimiz daralıyor, bir hizmetli için kaybettiğimiz vakte değmez. Hallet ve gidelim artık.” Hizmetli mi dedi o diye kendime sorarken yan yana duran üç adamdan ortadakinin elini beline attığını gördüm ve bunu görmemle belindeki silahı çıkarıp iki el ateş etmesi bir oldu. İşte ancak o an, o üç kişinin önünde bir kişi daha olduğunu fark ettim ve o kişi her kimse kafasına yediği iki kurşunla o üçünün ayaklarının dibine serildi. Gözlerim iri iri olurken nefesim kesildi ve tüm vücudum kaskatı oldu. “Bana sakın bir daha yapamayacak mısınız diye sormayın Bay Mahler, çünkü bir dahakine bu son sorunuz olur.” Az önce birini öldüren o adamın tanıdık sesini duyduğum an, buz kestim. Bu ses, Paul Chester’a aitti. Bu düşünce kalbime ve mideme kramp girmesine neden olurken elim ayağım titriyordu ve kayanın arkasına çöküp kalmıştım. Katildi o, birini öldürmüştü. Nişanlımın kardeşi, birini öldürmüştü. Hem de gözlerimin önünde ama gözlerimin önünde olduğunu bilmeyerek. O an sanki zihnime zincir vurulmuşçasına bu konuda hiçbir şey düşünemedim ve gitmek istedim. Gitmek ve buradan kaybolmak. Fark edilmek korkusuyla ayağa kalkmadım, dikkatlice sürünerek uzaklaştım olduğum yerden ve yeniden kasaba yoluna ulaşıp koşarak kasabanın karmaşık sokaklarına yeniden girdim. Muhtemelen askerler hâlâ beni ormanda arıyorlardı. Gördüklerimi unutmaya, unutamayacak olsam da birkaç saatliğine aklımdan çıkarmaya çalışırken yeniden girdiğim kasabada daha dikkatli ilerledim bu kez. Çünkü ne de olsa ortalık karışmıştı ve daha çok asker vardı muhtemelen etrafta ama neyse ki ben de eve yakındım. Geçmem gereken sadece birkaç sokak vardı. Geçecektim ve hiç görmemem gereken şeyleri gördüğüm bu lanet gece, son bulacaktı. Geçmem gereken ilk sokağı sakince geçtiğimde gördüklerimi düşünmeden edemiyordum. Nasıl böyle bir şey yapabilirdi? Nasıl böyle bir adam olabilirdi? Daha önce de yapmış mıydı böyle bir şey? Hem yanındaki o adamlar kimdi? Öldürdükleri hizmetli ne görmüş olabilirdi? Neyin ortaya çıkacak olmasının korkusu onu katil yapmıştı? Sorular, zihnimi bir fare misali kemirirken yürümeye devam ettim. Geçmem gereken son sokağa girip da o sokağın ortasına ulaştığımda yürüdüğüm taraftan bir anda bir grup çıktı. Korku, beni yeniden ele geçirirken bunların asker olmadıklarını fark ettim. Neler olduğunu anlamasam da koşar adımlarla bana yaklaşmaları beni daha çok korkuttu ve telaşla arkamı döndüm, koşmaya başladım ama daha çok fazla ilerleyemezken bir grubun da oradan çıkmasıyla olduğum yerde kaldım. Korkudan nefes bile alamazken bir aşağıdan gelenlere bir de yukarıdan gelenlere baktım. Korkuyla sağa doğru kaydım ve sırtımı duvara yasladım. Benim için mi buradalar başka bir şey için mi bilemeyip neler olduğunu anlayamazken o iki grubun bir araya gelmeleri ve birbirlerine girmeleri bir olmuştu. Sırtımı duvara yaslamış, korkuyla onlara baktım. Her neyin öfkesini yaşıyorlardı bilmiyorum ama öyle bir öfkeyle gelmişlerdi ki gözleri, beni görmemişti bile. Onları umursamak yerine canımın derdine düşüp yaslandığım duvara sürtüne sürtüne onlardan uzaklaşmaya çalıştım. Bir an önce buradan uzaklaşmam gerektiğini düşünürken sokağa bir anda onlarca askerin girmesiyle benim için her şeyin bittiğini anladım. Kavgaya tutuştukları hâlde askerlerin geldiğini fark edip sağa sola dağılan grupla eşzamanlı olarak son bir umutla ben de kaçmaya çalıştım. O kalabalığın ve kargaşanın içinden sıyrılmaya çalışırken sokağın başına kadar ulaşmıştım ama yine de olmadı, kaçamadım. Askerlerden biri, beni yakaladı. Üzerimdeki dedemin kıyafetleri, karanlıkta olmamız, aynı zamanda etrafın çok kalabalık olması ve var olan kargaşa içinde beni de kavgaya karışan adamlarda biri zannetmiş olacak ki istesem de ona karşı gelemeyecek olmamdan bihaber tüfeğiyle sırtımın ortasına vurup beni yere düşürdü. Yerde yüzüstü yatmış, acı içinde kıvranırken diğerleri de bir bir aynı şekilde yere düşürüldüler ve kargaşaya son veren askerler, bu kez da hareket etmememiz için başlarımıza silahlarını dayadılar. Sanırım hâlâ hiç kimse, bir kadın olduğumun farkında değildi ama bunun hiçbir önemi yoktu artık. Tıpkı burada olan diğerleri gibi benim için her şey bu gece bitmişti. Cesaret sandığım şey, koca bir aptallıktan ibaretmiş meğerse… Günlerce gördüğüm o kâbusun sonunda Stella’ya gitmek isterken boğuluyordum ve o kâbus, artık her detayıyla bir gerçekti. O kâbus, benim ölümüm olmuştu… Gözyaşlarım akmaya başlarken sırtımın ortasında feci bir ağrı vardı. Canımın daha önce hiç bu kadar yanmadığını düşünürken başımda dikilen asker, silahının ucuyla omzuma dokunup bağırdı. “Kalk yerden!” Diğer askerler de diğerlerini kaldırırken yerden destek alıp zorlukla ayağa kalktım. Diğerleri de kalktığında telaşla üzerimdeki ceketin fermuarını çektim. Bu, yüzümün yarısını kapatmam için yeterli olurken başımdaki kasketi de iyice öne doğru çektim. Kimden neyi sakladığımı ben de bilmiyordum, en geç on dakika sonra bir kadın olduğumu da kim olduğumu da göreceklerdi. Bundan kurtulmam için büyük bir mucize gerekiyordu ve ben, mucizelere inanmaktan Stella idam edilirken vazgeçmiştim. Gözyaşlarım akmaya devam ederken askerlerin yönlendirmesiyle ellerimi havaya kaldırdım ve tek sıra hâlinde sessizce yürüdük. Öyle ki kalbimin atışlarını kasabanın sessizliğinde duyar gibiydim. Sanki her vuruş, bir çaresizlik çığlığıydı. Sokaklardan çıkıp da meydana ulaştığımızda tam karşıdaki evime baktım, gözyaşlarım hızlandı. Her şeyden habersiz uyuyorlardı ve benim yüzümden belki de hayatlarındaki en berbat güne uyanacaklardı. Nasıl yapmıştım bunu onlara? Bir kâbus yüzünden nasıl bu kadar aptalca davranmıştım? Kendime olan öfkem büyürken ellerimiz havada ve tek sıra hâlinde meydanda yürümeye devam ettik. Bizim evin çaprazında kalan askeriyeye ulaşıp da içeriye girdiğimizde duraksadım ve hafifçe başımı kaldırıp etrafa bakındım. Daha önce içini hiç görmediğim askeriye, hiç de zihnimde canlanan gibi bir yer değildi. Hatta buranın, çatısı akan evimden hiçbir farkı yoktu. Resmen yıkık dökük bir yerdi. Başımı yeniden önüme eğip önümdekileri takip ettim. Birkaç metre kadar sonra en öndeki asker durdu. Onun durmasıyla eşzamanlı olarak yanımızdaki askerler, duvara yaslanmamızı söylediler. El mecbur diğerleriyle birlikte ben de bunu yaparken başım hâlâ öndeydi ve her ne kadar gaz lambaları yanıyor olsa da bu şekilde birinin yüzümü görmesi imkânsızdı. Başımı yerden bir an bile olsun kaldırmazken askerler sessizleşmişti. Ürkütücü gelmeye başlayan bu sessizliği bozan ise birinin sert adım sesleri olmuştu. Duyduğum bu postal seslerinin kime ait olduğunu merak etsem de başımı kaldırıp da bakmadım. Az sonra o sesler yaklaştığında korkudan ölmek üzereydim. O ses durduğunda ve o kişinin yanımıza geldiğini anladığımda bile başımı kaldırmazken tok ve sert bir ses işittim. “Suçları ne bunların?” Bu ses, kulaklarıma o kadar korkutucu gelmişti ki tüm bedenim korkudan tir tr titriyordu. “Henüz sorgulamaları yapılmadı ama hâllerine bakılırsa isyancı olmalılar.” Bu ses, daha önce tanıdığım birine aitti ve sanırım bu, Binbaşı Hardy olmalıydı. “Hepsini soydurun, iç çamaşırlarına kadar kontrol edin. Üzerlerinde ne varsa toplayın, sonra da aşağıya indirip hepsini ayrı zindana koyun. Sorguları sabah yapılacak.” Duyduğum o ürkütücü sesin kurduğu bu cümleyle tüm bedenim buz keserken ellerimi yumruk yaptım. Sanırım artık kadın olduğumu belli etmenin zamanı gelmişti ama bunu yapabilecek küçücük de olsa bir cesaretim yoktu. “Hadi hadi oyalanmayın!” Aynı ses bağırdığında gözlerimi biraz daha yumdum. Önümde duran askerlerden birinin pek de kibar sayılmayacak bir şekilde silahıyla beni dürtüp “Çıkar üstündekileri!” diye bağırmasıyla gözlerimi yeniden açtım ve gördüğüm ilk şey, yerdeki montlar oldu. Herkes yavaş yavaş soyunmaya başlamıştı. “Hadi dedim, hadi! Çıkar üstündekileri!” Asker bağırmaya devam etse de bunu yapamadım ve sadece başım önümde, sessizce ağladım. Silahıyla koluma vurup canımı yaktığında bile dişlerimi sıkıp sesimi çıkarmadım. “Duymuyor musun? Sağır mı oldun? Hemen dediğimi yap! Çıkar üstündekileri!” Sesi, bu kez emir vermekten öte öfkeli çıktığında yumruklarımı biraz daha sıktım ve sessizce ağlamaya devam ettim. “Ne oluyor burada?” Yine o sesi duyduğumda ve bu kez o ses, daha yakından geldiğinde dizlerim korkudan öyle bir titredi ki ayakta durmakta zorlandım. “Emirlere karşı geliyor Komutanım,” dedi bir saattir bağıran asker ve yeniden sessizlik oldu. Sadece birkaç saniye sonra ise önümde bir çift postal belirdi. Korkudan nefes bile alamazken onun aldığı nefesin seslerini duyuyordum. Bu yakınlık, daha çok korkmama neden olurken “Kaldır başını!” dedi öfkeli ve sert bir ses tonuyla. Dediğini yapmadım, yapamadım ve sadece başımı olumsuz anlamda salladım. “Bir daha tekrar etmeyeceğim! Kaldır başını ve yüzüme bak!” Bu cümlenin korkusuyla başımı hafifçe de olsa kaldırdım. Gözlerim postallarından ağır ağır ağır yukarısına çıkarken askeri üniformasının beline yerleştirdiği silahı görebilecek kadar kaldırdım başımı. Daha da fazlasına cesaret edip yüzüne bakacakken yanımdaki adamların yerdeki kıyafetlerini fark ettim. Neredeyse hepsinin yarı çıplak, hatta belki de çıplak olabilecekleri ihtimali aklıma geldiği an daha fazlasını yapamadım ve başımı yeniden -hatta az öncekinden de daha fazla- önüme eğdim. Ardından da yeniden başımı olumsuz anlamda salladım ve son kez veriyorum dediği emrine bir kez daha karşı geldim. Yaptığım bu şeyin varacak olduğu yer, artık korkudan gözlerimin dolmasına neden olurken kendimi sıkıp ağlamadım ve işte o an, hâlâ gözlerimin önünde olan o bir çift postal bir adım geri gitti. Ancak o an korkudan alamadığım nefesi alırken “Takip et beni,” dediğini duydum. Korkudan ölecekmiş gibi hissediyordum. Her nereye gidecekti bilmiyorum, belki de karşı geldiğim emirleri yüzünden bana zarar verecekti, onu da bilmiyorum ama hiç değilse üzerleri aranmak için soydurulan onlarca adamdan uzaklaşacaktım. Hem o zaman derdimi daha kolay anlatabilirdim. Oysa çok iyi biliyordum ki ne anlatırsam anlatayım beni bekleyen sondan kaçmam mümkün olmayacaktı. Bu geceki aptallığımın bedelini, canımla ödeyecektim. Sessizliği tekrar adım sesleriyle bozduğunda başım önde takip ettim onu. Onlarca adamın önünden geçip de koridorda yürümeye devam ettiğimizde önümdeki adamın bir odaya girdiğini gördüm ve ne olacağı umurumda bile olmadı, adımlarımı hızlandırıp ben de odaya girdim. “Kapıyı kapat,” dediğini duyduğumda da kapıyı kapattım. Başımı yerden kaldırmadan bakabileceğim kadar etrafa baktım. Kapının tam karşısında bir masa, masanın solunda yanan bir soba vardı ve içeri sıcacıktı. Soğuktan donan kemiklerimin ısındığını hissederken beni buraya getiren adamın masaya yürüdüğünü gördüm. Fakat gidip yerine oturmak yerine masanın önünde durdu, masaya yaslandı. Görebildiğim tek şey bacakları olsa da şu an gözlerini üzerime diktiğinden emindim. “Bu kasabaya geldiğimden beri çok şeye şaşırdım ama en çok beni şaşırtan sen oldun.” Ne demek istemişti şimdi bu? “Doğrusu fazlasıyla da meraklandım,” diye konuşmasına devam ettiğinde hâlâ ne demek istediğini anlayamamıştım. “Şimdi başını kaldır, yüzüme bak ve bana bir kadının gecenin bir yarısında onlarca isyancının arasında ne işi olduğunu anlat.” Şaşkınca kalakaldım, kadın olduğumu anlamış mıydı? Tabii ki anlayacaktı, ne de az önce aldığı nefesin sesini duyabileceğim kadar yakındı bana? Onun bunu anlamış olması, daha fazla bu duruma devam etmememe neden olurken elimi kasketime attım. Kasketi geriye ittirip yüzümü biraz olsun açtıktan sonra ağır hareketlerle başımı kaldırdım ve ilk andan beri sadece bacaklarını gördüğüm adamın yüzüne baktım. Üzerinde yeşil askeri üniforma kadar koyu olan yeşil gözleriyle gözlerim temas ettiği ilk an, yüzümdeki o korku dolu ifadenin silindiğini hissettim. Yaşlı, korkutucu bir adam bulmayı beklerken yeşil gözlere sahip genç bir adam gördüm. Yeni tıraş olduğu her hâlinden belli olan bu adam, gözlerini üzerime dikmiş, dümdüz ve hiç de korkutucu olmayan bir ifadeyle bana bakıyordu. Bu sakin hâlinden cesaret alıp onu incelemeye devam ettim. Arkasındaki masaya yaslanmış, kollarını göğsünün altında toplamıştı. Bir kömür kadar siyah saçları ve güneşin yaktığı esmer bir teni vardı. Dik durmadığı hâlde boyu o kadar uzun duruyordu ki gördüğüm en uzun adam olduğunu düşünmeden edemedim. Gözlerim, üzerinde gezindikten sonra yeniden gözlerini bulduğunda sessizliğimi korumaya devam ediyordum. Ne de olsa bu durumda söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Yüz ifadesi oldukça sakinken bu ifadenin aksine fazla sert çıkan bir ses tonuyla “Bir şey söylemeyi düşünmüyor musun?” diye sordu. Başımdaki kasket düşecek gibi olduğunda onu başımdan aldım. Eşzamanlı olarak topladığım saçlarım omuzlarımdan belime döküldü. Gözleri bir anlığına saçlarıma kaydıktan sonra gözlerimi bulduğunda “Ben,” dedim, titreyen sesim beni rahatsız ettiğinde yutkundum ve boğazımdaki düğümden kurtulup devam ettim. “İsyancı değilim.” Herhangi bir şey demek yerine sustu ve gözlerimin içine bakmaya devam etti. “Onlardan biri değilim, hem zaten onlar da aralarına bir kadını alacak insanlar değiller. Eğer bana inanmıyorsanız onlara da sorabilirsiniz. Dudaklarını aralayıp derin bir nefes aldı. “İsyancı mısın diye sormadım zaten. Dışarıdaki o adamları aralarına bir kadın almayacaklarını bilecek kadar tanıyorum. Ben, sana gecenin bir yarısı onlarca isyancının arasında ne işin olduğunu sordum.” Kuruyan dudaklarım ve boğazım beni rahatsız ederken “Anlatacağım,” deyip yutkundum. “Ama önce su içebilir miyim? Çok susadım.” Kollarını göğsünden ayırıp arkasına eğildi ve bir sürahiyle bir bardak aldı. Bardağı doldurduktan sonra uzattı. Korkuyor olsam da birkaç adım atıp ona yaklaştım ve suyu aldım. O, sürahiyi yerine bırakırken o bir bardak suyu kana kana içtim, biraz olsun iyi hissettim. Su bitince ise bardağı sehpaya bıraktım. “Teşekkür ederim,” dedim ve az önceki yerime yeniden dönüp ondan uzaklaştım. Kollarını, yeniden göğsünün altında topladı. “Seni dinliyorum.” “Ben, sadece arkadaşımın yanına gitmek istemiştim.” Alnında derin çizgiler oluştu. “Gecenin bir yarısı ve erkek kıyafetleriyle mi?” diye sordu bunun çok mantıksız olduğunu belli edecek bir tavırla. “Arkadaşım öldü,” dedim, yüzünde tek bir mimik dahi oynamadı. “Ve ben rüya gördüm, onun yanına gitmeliymişim gibi hissettim. Mantıklı bir şey değildi bu, hatta akılsızcaydı ama gitmezsem boğulacak gibiydim ve gece gitmekten başka şansım yoktu.” “Neden?” “Çünkü onu ziyaret etmeme izin verilmedi.” Gözlerini kıstı, anlamaya çalışıyor gibiydi. “Onun bir günahkâr olduğunu düşünüyorlar.” Bu söylediğim onu şaşırtır gibi olurken “Onu tanıyor olmanız lazım, ne de olsa idam kararını burada verdiniz,” dedim istemsizce suçlayıcı bir tavırla. “Orada bir dur,” derken yaslandığı masadan uzaklaştı. “Kimsenin idam kararını vermedim.” “Siz ya da bir başka komutan, ne fark eder ki? Sonuçta o karar buradan çıktı.” “Bu kasabaya bu sabah geldim.” Suçlayıcı konuşmam, onu kızdırmış gibiydi. “Ve daha öncesinde neler olduğuna dair hiçbir fikrim yok.” Sesi kızgın çıkmıştı. “Hem tüm bunlar sokağa çıkma yasağına rağmen dışarıda olduğunu ve isyancılarla birlikte tutuklanmış olmanı açıklamaz.” Gözlerim dolarken “Haklısınız,” dedim ve başımı önüme eğdim. “Ama her şeyin nedeni buyken size başka bir şey anlatamam.” “Yaptığın şeyin seni neyin içine attığının farkında mısın peki?” Bir gözyaşı damlası, gözlerimden düşerek yüzümü ıslatırken başımı salladım. “İsmin ne?” “Valencia, Valencia Pride.” “Velenci,” dediğinde şaşkınca baktım ona, ismimi telaffuz edememişti. “Velenci değil, Valencia,” diye düzelttim onu. “Dilinizi bilsem de aksanınıza pek hâkim değilim,” dedi, biraz daha şaşırdım. Puranton’lu değil miydi? Değilse, nasıl asker olmuştu? İstemsizce gözlerim sol göğsünün üzerindeki yaftayı buldu. Karel. Bu, soyadı olmalıydı ama daha önce duyduğum bir kelime değildi ve hangi dile ait olduğunu bilmiyordum. “Devrim,” dedi, gözlerimi göğsündeki yaftadan gözlerine çevirdim. “Devrim Gürkan Karel,” diye tanıttı kendini ve ekledi. “Türkçe bir isim.” Anladım dercesine başımı salladım. “Valencia,” dedi bir kez daha ve bu kez doğru söylemiş oldu ismimi ama ismimi söylüyor olması garipti. İsmimi, Brice dışında ilk defa yabancı bir erkekten duyuyordum. Burada bir erkek bir kadına soyadıyla hitap ederdi. Diğer türlüsü, yanlış anlaşılmaya neden olacak kadar hatalıydı. Onu, bu konuda uyarmak yerine devam etmesini beklediğimde arkamdaki kapı açıldı. İstemsizce sağa kayarken odaya giren iki kişi gördüm. Üzerlerinde askeri üniforma olmaması, onların kim olduğunu merak etmeme neden olurken en az karşımdaki adam kadar uzun olan, sarışın adam yanımdan geçti. Geçerken de “Burada bir kadın mı var yoksa ben mi yanlış görüyorum?” diye sordu. Bay Karel, ona cevap vermezken diğer adam da yanımdan geçti. Buğday tenli, fazla iri yapılı bu adam, diğerinin aksine hiçbir şey söylemeden, hatta yüzüme bile bakmadı ve masanın önündeki koltuklardan birine oturdu. “Kadın isyancı ilk kez görüyorum,” dedi sarışın adam. Yüzündeki kirli sakalı, onun asker olmadığını anlamam için yeterli olurken Bay Karel, “İsyancı değil,” dedi, normal bir şekilde konuşurken bile sesi çok sert çıkıyordu. “Söylediğine göre nefes alması için gitmesi gereken bir yer varmış, sadece oraya gitmek istemiş.” “Gecenin bir yarısı,” dedi ve gözleri üzerimde gezindi. “Erkek kıyafetleriyle mi?” Bay Karel’in sorduğu soru ondan da geldiğinde sessizliğimi korumaya devam ettim. “Orası biraz karışık,” dedi Bay Karel ilk andan beri olduğu gibi gözlerimin içine bakarak. Onlar konuşurken gözlerim istemsizce koltukta oturan esmer adama kaydı. Onun da gözleri bendeydi ve merakla bakıyordu. Bunu fark ettiğim an, gözlerimi kaçırdım. Neden konuşmaya dahil olmak yerine sessizdi anlam veremiyordum. “Eee ne olacak şimdi?” diye sordu sarışın adam, Bay Karel’e baktım merakla. Oysa ne olacağını çok iyi biliyordum. “Bilmiyorum,” dediğinde onun gözleri ben de olsa da bakışlarımı kaçırdım. “Daha önce hiçbir suça karıştın mı?” Cevap vermek adına başımı olumsuz anlamda salladım. Bay Karel, bu cevabımla gözlerini sonunda benden çekti ve yanındaki adama baktı. “Hâkim olan sensin, sen söyle ne yapacağımızı.” Şaşırmadan edemedim. Bu adam hâkim miydi? Stella’nın ölümüne karar veren o mu olmuştu? Ya da belki o da Bay Karel gibi bu sabah gelmiştir buraya. “İsyancılarla yakalanmış olsa da bir isyancı değil sonuçta, başka bir suça da karışmamış ve her insan hata yapar. Uzatmaya gerek olduğunu düşünmüyorum.” Doğru mu duymuştum ben? Görmezden mi geleceklerdi? Sadece iki gün önce biriyle yakınlaştı diye idam edilen bir kadının olduğu bu kasabada, bu suça ceza vermeyecekler miydi? “Ne dersin Dilsiz, haksız mıyım?” Sarışın adam, bunu oturan adama sorduğunda bir kez daha şaşırdım. Dilsiz mi? Neden sessiz diye düşündüğüm adam konuşamıyor muydu yani? Böyle birinin askeriye de ne işi vardı peki? Sorular zihnimi meşgul ederken Dilsiz dedikleri adam koyu kahve gözlerini üzerimde gezdirdi. Cevabının ne olacağını merak ederken gözlerini benden çekip henüz ismini bilmediğim sarışın adama baktı ve yaptığı tek şey gözlerini kapatıp açmak oldu. Bu cevap, sarışın adam ve Bay Karel için yeterli olmuş olacak ki ikisinin de gözleri aynı anda beni buldu. Eşzamanlı olarak da kapı bir kez daha açıldı. Arkamı dönüp baktığımda bunun Binbaşı Hardy olduğunu gördüm. Telaşla önüme dönsem de beni fark etmesine engel olamadım. “Bayan Pride,” dedi şaşkınca, utancımdan dönüp yüzüne bile bakamadım. “Sizin burada, bu hâlde ne işiniz var?” “Binbaşı,” dedi Bay Karel. “Siz hanımefendiyi tanıyor musunuz?” “Tabii ki tanıyorum,” dedi Binbaşı Hardy. “Bayan Pride, Bay Chester’ın nişanlısı.” Bay Karel, “Bay Chester?” diye sorguladı ve ekledi. “Bugün buraya gelen adam mı?” Binbaşı Hardy, başını salladığında Bay Karel’in bakışları yeniden beni buldu. “Demek Bay Chester’ın nişanlısısın.” Ona cevap verecekken Binbaşı, “Bayan Pride, burada ne olduğunu açıklayacak mısınız?” diye sordu, ona bakmak zorunda kaldım. “Ben,” dememle Bay Karel’in araya girmesi bir oldu. “Ne işi olduğunu sorguda öğrenirsiniz.” Hayretler içerisinde kaldım. Az önce her şeyi görmezden geleceklerine dair karar almışlardı ama şimdi sorgu diyordu. Binbaşı Hardy, “Ama efenim Bayan Pride, Bay Chester’ın nişanlısı. Bay Chester, kasabanın ileri gelenlerindendir.” Bay Karel, ellerini arkasında birleştirdi. “Bunun beni ilgilendiren kısmını anlayamadım.” Korkum, yeniden gün yüzüne çıkarken ellerim, bu korkuyla titremeye başlamıştı. “Bakın, Bay Chester…” Bay Karel, onun devam etmesine izin dahi vermedi. “Binbaşı Hardy!” diye öyle bir bağırdı ki irkildim. “Konuyla ilgisi olmayan bir adamı anlatacağınıza görevinizi yapın!” dedi ve dişlerini sıkarak ekledi. “Hemen!” “Bayan Pride,” dedi Binbaşı Hardy ve yaklaştı bana. “Benimle gelin lütfen.” “Nereye?” “Sizi tutuklamak ve sorgunuz yapılana kadar zindana atmak zorundayım.” Gözlerim doldu. “Ama,” dedim ve devam edemedim, yeniden Bay Karel’e ve Hâkim’e baktım. Neden az öncekinden farklı davranıyorlardı? Bir anda ne değişmişti? “Bayan Pride,” dedi Binbaşı Hardy devam etmemi beklemeden. “Korkmayın lütfen, benimle gelin.” O konuşmaya devam ederken Bay Karel’in gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Neden karar değiştirdiğini soramadım belki ama o anladı bu soruyu fakat cevap vermedi, sessizliğini korudu. Bu yüzden Hâkim dediği adama baktım, onun herhangi bir şey söylemesini bekledim ama o da sadece baktı ve az önceki sözlerinin arkasında durmadı. Çaresizce Binbaşı’na döndüm ve sessizlik, söylemek istediklerimi yutmuş gibi hiçbir şey söylemeden kapıya doğru yürüdüm. Binbaşı kapıyı açtığında önden çıktım, o da hemen arkamdan çıkıp kapıyı kapattı. “Endişe etmeyin lütfen, Bay Chester sizi kurtaracaktır.” “Onun da elinden bir şey gelmez,” dedim, ne de olsa Stella için hiçbir şey yapamayacağını ama elinden bir şey gelse hiç düşünmeden yapacağını söylemişti. Aynı şey, benim için de geçerli olmalıydı. “Siz bunları düşünmeyin, üzgünüm ama sizi aşağıya göndermek zorundayım. Ben de hemen Bay Chester’a haber vermeye gideceğim.” Başımı sallamakla yetindim. Binbaşı Hardy, bir asker çağırıp benimle ilgilenmesini söyledikten sonra yanımızdan ayrıldığında asker, kolumdan tuttu ve yürüdü. Ben de onunla yürümek zorunda kaldığımda aşağısı diye bahsettikleri yere indik. Fazla karanlık olan bu yer beni korkuturken aynı zamanda çok soğuk olduğunu ve her yerin küf koktuğunu fark ettim. Etrafa bakınmaya devam ederken bir yandan da kolumdan tutan askerle birlikte yürüyorduk. Ta ki ara ara olan demir kapılardan birinin önünde durana kadar. Asker, kolumu bırakıp kapıyı açtıktan sonra “Geç içeriye,” dedi, korkak ve ağır adımlarla girdim zindana. Eşzamanlı olarak da o demir kapı kapandı ve bir başıma kaldım. Kapının önünde durup yerleri toprak olan mahzenin içine bakındım. Aslında pek de bakılacak bir şeyi yoktu, hatta oturacak tek bir sandalye bile yoktu, içerisi bomboştu. Bu yüzden ağır adımlarla yürüdüm ve tam karşıdaki duvara ulaştım. Sırtımı duvara yaslayıp yere oturdum, dizlerimi karnıma kadar çektim. İşte tam o anda kapının önünde gezinen kocaman bir fare gördüm. Göz bebeklerim korkuyla büyürken ne yapacağımı bilemedim. Kaçacak bir yerin olmadığının bilincinde olmak ayağa kalkmama bile engel olduğunda gözlerimi bir saniye bile olsun fareden çekmedim. Bu küçücük alanda ondan kaçmak dışında elimden hiçbir şey gelmezdi. Bir fare görmek ve gözlerimi ondan çekememek midemin bulanması için yeterli olmuştu. Bu yüzden kendimi kötü hissetsem de bunun üzerinde durmadım. Ne de olsa bundan çok daha büyük bir sorunum vardı. Bir zindanda olmam ve hakkımda idam kararı verilebilme ihtimalinin olması gibi… Bunu düşünmek bile mideme ağrılar girmesine neden olurken farenin bana yaklaşmasıyla telaşla ayağa kalktım. O, benim oturduğum yere ulaştığında ben çoktan olabildiğince uzak bir noktadaydım ve bunu, tüm gece yapmaktan başka da şansım yoktu. Bu yüzden de tüm gecem böyle geçmişti; küçücük bir zindanın içinde fareden kaçarak. Bulunduğum bu karanlık yer sabah olduğunu görmeme engel olsa da burada geçirdiğim zaman, havanın aydınlandığını bilmem için yeterliydi ve ben, artık neler olduğunu çok merak etmeye başlamıştım. Bay Chester gelmiş miydi acaba? Peki ya evdekiler öğrenmişler miydi neler olduğunu? Tabii ki öğrenmişlerdi, başka bir ihtimal pek de mümkün değildi. Düşünceler, midemdeki ağrıya ek olarak başıma da şiddetli bir ağrı girmesine neden olurken sesler duydum. Acaba birileri mi geldi diye düşünürken demir kapıdaki küçük pencere sağa doğru kaydı ve içeriye gaz lambasının ışığı vurdu. Bu, gözlerimi acıtırken bir yandan da ayağa kalktım ve gaz lambası pencerenin önünden çekildiğinde bir kez daha aynı yeşil gözleri gördüm. Kapıya yaklaşmak yerine olduğum yerde durdum ve ona bakmaya devam ettim. Neden buraya kadar indiğini merak etsem de sormadım. O da biraz bekledi, belki de ilk benim konuşmamı istedi ama istediği şey olmayınca benim aksime susmak yerine sessizliği bozdu. “Neden karar değiştirdiğimizi ve burada olduğunu sormayacak mısın?” Düşünmeye gerek duymadım. “Hayır,” dedim ve ilave ettim. “Nedenini biliyorum.” Gözleri, düşünceli bir ifadeyle doldu. “Neymiş nedeni?” “Siz bir askersiniz. Göreviniz düzene karşı çıkmak değil, düzene karşı çıkanları cezalandırmak. Dün gece belki bir an için insani duygularınız bunu yapmak istemenize engel oldu ama doğrunun bu olduğunu anladığınızda kararınız değişti.” “Tuhaf.” “Tuhaf olan ne?” “Bu kadar genç birinin ölümü bu kadar çabuk kabullenmesi.” “Ölümü kabullenmedim ve sanırım asla da yapamayacağım bunu.” Gözümün ucuyla fareye baktım. Hâlâ benden uzak olduğundan emin olup gözlerimi yeniden ona çevirdim. “Ama çaresizliği kabullendim, bunun için yeterince vaktim vardı.” “Tek bir gece, hatta sadece birkaç saat yeterli oldu mu gerçekten?” “Tek bir gece,” diye tekrar ettim ve buruk bir şekilde gülümsedim. “Oysa ben yirmiye yakın bir yıldan bahsediyordum.” Anlamsızca baktı. “Doğdunuz günden beri onlarca insanın, buna en yakın arkadaşınız da dahil olmak üzere, aynı şekilde ölümünü görseydiniz eğer, siz de bir kurtuluşunuzun olmadığını bilip çaresizliği kabullenirdiniz.” “İşte ben de tam olarak bu yüzden buraya gönderildim.” “Anlayamadım?” dedim daha açık olması için. “Anlamandan çok şahit olmanı tercih ederim.” Bu cümlesinden de pek bir şey anlayamasam da bu kez sormadım. O ise gözlerini çekti ve sağa doğru baktı. “Kapıyı aç,” dediğinde pencerenin önünde bir başkası belirdi ve demir kapı açıldı. “Benimle geliyorsun,” deyip önden yürüdüğünde daha fazla burada kalmak istemediğim için zindandan hızlıca çıktım ama çıkmamla gerçeği fark etmem bir oldu ve olduğum yerde kaldım. Bay Karel, peşinden gitmediğimi fark etmiş olacak ki durdu ve bana döndü. “Bir sorun mu var?” “İdamımın bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim.” “Seni öldürmeye götürmüyorum, bir insanın ölümüne karar vermeyi birkaç saate sığdırmak acımasızca olur. Bu yüzden korkma ve takip et beni,” deyip önünde döndüğüne ve yürümeye devam ettiğinde sözlerine güvenemiyor olsam da başka çarem olmadığından onu takip ettim. Merdivenleri çıkıp yeniden üste kata ulaştığımızda dün geceki odaya yürüdüğünü fark ettim. Benden önce o odaya ulaşıp içeriye girdiğinde ise adımlarımı hızlandırıp ben de peşinden girdim ama girer girmez daha fazla ilerleyemedim ve beklediğimden kalabalık olan odanın önünde öylece durdum. Hâkim olduğunu bildiğim adam, Dilsiz diye bahsettikleri adam, Binbaşı Hardy, daha önce ismini duyduğum Yüzbaşı Beck, tüm bunlara anlam veremiyormuşçasına bana bakan Brice, diğer herkesin aksine öfkeyle gözlerime bakan dedem ve burada olmasını beklediğim en son kişi olan Paul Chester… Hepsinde bir bir gözlerimi gezdirirken Paul Chester’a öylece bakıp kaldım. Dün gece gözlerimin önünde geldiğinde ondan korkmadan edemedim ama şimdi buradan beni kurtarabilme ihtimali olan tek umudum Brice iken kardeşini ölüme mahkûm edecek bir gerçeği dile getiremezdim. Bu yüzden öldürdüğü o hizmetliye karşı bencillik ettim ve sessiz kaldım. Ona bakmam dikkat çekeceği için gözlerimi ondan çekip yeniden Bay Karel’e baktım. Masasının arkasına geçmiş ama yerine oturmak yerine ellerini arkasında birleştirmiş ve tıpkı diğer herkes gibi gözlerini üzerime dikmişti. “İyi misin?” Bu soru Brice’den geldiğinde gözlerim yeniden onu buldu ve hiç iyi olmasam da gerçeği söylemek istemedim. “İyiyim.” Aldığı bu cevap, onu tatmin etmiş gibi görünmüyorken “Bayan Pride,” dedi Hâkim. Gözlerim onu bulduğunda ayağa kalktı ve karşımda durup gözlerimin içine baktı. “Dün gece burada konuştuklarımızı hatırlıyor musunuz?” İstemsizce dedeme ve Brice’e baktıktan sonra gözlerimi yeniden ona çevirdim ve başımı salladım. “Lütfen sesli dile getirin.” Yutkunup boğazımdaki düğümden kurtulduktan sonra cevapladım. “Hatırlıyorum.” “Dün geceki sözleriniz, anlattığınız her şey ilk ifadeniz kabul edilecek ve bunu değiştirme şansınız olmayacak. Şimdi söyleyin bana; dün gece anlattıklarınızda değiştirmek istediğiniz herhangi bir nokta, heyecandan yanlış anlattığınız bir kısım, o anki korkuyla söylediğiniz bir yalan ya da anlatmayı atladığınız, unuttuğunuz bir kısım var mı?” Dün gece anlattıklarımı düşündükten sonra cevap verdim. “Hayır.” “Sokağa çıkma yasağına rağmen dışarıda olduğunuzu, isyancılarla yakalandığınızı ama bir isyancı olmadığınızı ve kargaşa sırasında isyancıların arasına karıştığınızı kabul ediyorsunuz yani?” Fısıltı gibi çıkan sesimle cevap verdim ona. “Evet.” Hâkim; Brice’e, dedeme ve Paul Chester’a döndü. “İfadede herhangi bir değişiklik yapmadığımızı ve size anlattıklarımızın Valencia Pride’ın anlattıklarıyla uyuştuğunu kendi kulaklarınıza duydunuz,” dedi ve Binbaşı Hardy ile Yüzbaşı Beck’e baktı. “Siz de duydunuz,” dedi, ikisi de başını salladıklarında birkaç adım geri gitti ve Bay Karel’e baktı. “Gerisi sende,” deyip geri çekildi. Bay Karel, korkuyla onu izleyen gözlerime baktı. “Yaptığının geçmişte yaşananlardan ötürü özel bir imtiyazla yönetilen bu kasabada büyük bir suç olduğunun farkında mıydın?” diye sordu sanki aşağıda hiçbir şey konuşmamışız ve her şeyin farkında olduğumu bilmiyormuş gibi. Ne yapmaya çalıştığını bilmemek, beni daha çok korkutsa da sorusuna cevap verdim. “Evet.” Yaşayacağım sonuca rağmen doğruyu söylemem hoşuna gider gibi olurken Binbaşı Hardy’e döndü. O esnada az önce bana sorular soran Hâkim; Bay Karel’in yerine oturmuş, bir kâğıt ve bir kalem almış, hızlıca bir şeyler yazıyordu. Hâkim’e bakmadan edemezken Bay Karel’in “Binbaşı,” dediğini duydum. “Karşınızda kasabının ileri gelenleri diye bahsettiğiniz aileden birinin üyesiyle nişanlı olan bir kadın olmasaydı ve başka biri bu suçtan burada bulunsaydı, cezası ne olurdu?” Binbaşı Hardy, bu soruyla Brice’e bakmıştı. “Düne kadar verdiğiniz kararları göz önünde bulundurarak bir cevap verin, yoksa buraya gönderilmekte haklı olduğumu düşünmeye başlayacağım ve bunun sonuçlarını çok iyi biliyorsunuz.” Bay Karel’in ne gibi bir sonuçtan bahsettiğini anlamsam da Binbaşı’nı tarafsız olması konusunda uyardığı açıkça belliydi. Binbaşı, Bay Karel’in sözlerine rağmen Brice’e bakmaya devam ettiğinde ben de Brice’e baktım. Binbaşına öyle bir bakıyordu ki ondan taraflı olmasını ve gerçeği söylemesini istemediğini açıkça belli ediyordu bu bakışlarıyla. Arada kalan Binbaşı Hardy “B-ben,” diye kekelediği an Bay Karel bir anda “Binbaşı!” diye bağırdı çok büyük bir öfkeyle ve kendisine bakan Binbaşı’na doğru bir adım attı. “Omuzlarındaki o rütbe sana hiçbir yetkisi olmayan birine bakıp korkudan kekelemen için verilmedi!” O kadar büyük bir öfkeyle bağırarak söyledi ki bunu, bana bağırmadığı hâlde korkum daha da arttı. “Şimdi cevap ver derhal! Karşında başka biri olsaydı bu suçun cezası ne olurdu?” Binbaşı Hardy, daha önceki tavırlarının aksine korkak görünürken daha cılız bir sesle cevapladı. “İdama mahkûm olurdu.” Bu cümle, tüm vücudumun kaskatı kesilmesine neden olurken sanki tek bir cümleyle boynuma o ip dolandı ve nefesim kesildi. Bay Karel ise Binbaşı’ndan aldığı cevapla Yüzbaşı Beck’e döndü. “Soruyu duydunuz, cevap sırası sizde.” Yüzbaşı Beck’in Binbaşı’nın aksine daha cesur göründüğünü fark ettiğimde bunu, Binbaşı’nın kendisinden önce cevap vermesine bağlamadan edemedim ve daha muhtemelen aynı cevabı o da verecek diye düşünürken bunun için beni çok bekletmedi. “İdama mahkûm edilirdi.” Sanki bu cevabı duymayı beklemiyormuş gibi dizlerim titremeye başladığında Bay Karel’in bakışları beni buldu. Korkulu gözlerimi fark etmemesi mümkün değilken bu pek de umurunda olmadı ve arkasındaki masada oturan Hâkim’e baktı. “Hazır mı?” Neyin hazır olduğunu anlayamazken Hâkim’in başını salladığını gördüm. “Hazır, sadece karar kısmı kaldı.” “O zaman kararı da ekle,” dedi Bay Karel ve gözlerimin içine baktı. Hemen ardından da buz gibi çıkan sesiyle bir an bile olsun şüpheye düşmeden ve sanki dakikalar önce bir insanın ölümünü birkaç saate sığdırmak acımasızca olur diyen kendisi değilmiş gibi en büyük acımasızlığı gözlerimin içine bakarak yaptı ve biraz sonra altına imzasını atacak olduğu o cümleyi kurdu. “Valencia Pride, idama mahkûm edilmiştir.” Bölüm Sonu! Ne kadar heyecanlıyım anlatamam size, her kelimesini o kadar severek ve hevesle yazdığım bir bölüm oldu ki tepkilerinizi, yorumlarınızı aşırı merak ediyorum ve okumak için gerçekten çok sabırsızlanıyorum. İlk bölümümüzü ve kitabın konusunu nasıl buldunuz? En sevdiğiniz karakter kim oldu? Bölümü okurken hepinizin başrol erkek hangisi diye düşünüp şaşırdığınızı az çok tahmin ediyorum asdfkjlkjhgfds ama bence bölümün tamamını okuduktan sonra anlamışsınızdır :) Of o değil de Paul Chester İlk bölümden katil oldu ama sanırım ben de ona aşık oldum asdfghjklfghjk Tabii Devrim'i de unutmamak lazım eheheheheheeh Bu bölüm o kadar uzun bir bölümdü ki günlerce yaz yaz bitiremedim :) Bundan sonraki bölümlerimiz de bu kadar olmasalar da uzun olacaklar <3 O zaman gelelim klasik bölüm sorularımıza :) Sizce Devrim ve Hâkim, Valencia'yı cezalandırmak istemezlerken aniden neden karar değiştirdiler? Paul Chester neden bir hizmetliyi öldürdü sizce? Hizmetçi nasıl bir olaya şahit olmuş olabilir? Brice Chester, Valencia'yı kurtarabilecek mi dersiniz? Şimdilik bu kadardı, bir sonraki bölümde görüşmek üzere... Kendinize çok iyi bakın, sevgiyle kalın <3 Alıntı ve duyurular için; Instagram: gizzemasllan Twitter: gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |