@gizzemasllan
|
Merhaba ♡ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡ Keyifli okumalar! Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur. 🖤 Bölüm Şarkısı: Simon & Garfunkel -The Sound Of Silence RAİLWAY KASABASI 1. KİTABIN FİNALİ 10. BÖLÜM "SON IŞIK, SON NEFES" Mezarlığın iç karartıcı sessizliği, her yanı sarmıştı. Koyu gri bulutlar gökyüzünü kaplamış, mezarlığın üstüne koyu bir örtü gibi inmişti. Babamın defnedildiği yerin çevresindeki toprağa gömülen çiçeklerin renkleri solmuş, hüzünlü bir gri tonuna bürünmüştü. Kalabalık, mezarlığın başında yavaşça dağılarak uzaklaştı. Birkaç adım ötede, eski taşlardan yapılmış mezar taşlarının arasına sıkışmış, bir yalnızlık hissi vardı. Yüzümdeki yaşlar, soğuk rüzgârla karışarak gözlerimden süzülüyordu. Yüzüm, ağlamaktan kırışmış ve solgun görünüyordu. Her gözyaşı damlası, derin acılarımı dışarıya vuruyordu. Çevremde, dedemin ve babaannemin yaşlı bakışları, Elina'nın üzgün ifadesi dikkatlice seçiliyordu. Her biri kendi acısını taşıyor ama benim içimdeki boşluk, onları bile gölgede bırakıyordu. Kalbimde, yalnızca babamın hatırası yankılanıyordu. Onun ölümü, doğal bir ölüm değildi, bilinçli bir cinayetti. Bu his, yeniden öfkelenmeme neden olurken sanki şimdiden babamın yüzünü hatırlamakta zorlanıyordum. Bunu düşünmek bile boğazımın düğüm düğüm olmasına neden olurken gözlerimi sımsıkı kapattım ve sanki o an kalbimdeki acıyı daha net hissettim, sanki canım daha çok yandı. Brice'in "Valencia," diye seslenişiyle kendime geldim. Sesinin tonu, içindeki kaygıyı ve endişeyi açıkça yansıtıyordu. Gözlerimi çevirdiğimde, yüzündeki endişeli bakışları, acılarımı bir nebze hafifletmeye çalışıyormuş gibi hissettirdi. "İyi misin?" diye sordu, sesi titriyordu. Gözlerinde, içten bir kaygı vardı. Bugün onunla evlenecekken şimdi, babamın cenazesindeyiz diye düşünmeden edemedim. Bu düşünceyle gözlerim doldu, gözlerimin içine bakıp benden cevap bekleyen Brice'e cevap vermek maksadıyla başımı olumsuz anlamda salladım. Gözlerini, çaresizlik esir aldı. "Seni eve götürmemi ister misin? Biraz dinlenmen gerekiyor." Gözlerimi, yeniden babamın mezarına çevirdim ve o an, gözümden bir damla daha yaş aktı. Onu bırakıp gitmek istemiyordum. Özellikle o eve gitmeyi, hiç istemiyordum. Gözyaşlarım, acıyla hızlanırken Elina'nın bana doğru geldiğini fark ettim. Kızarmış ve yaşlı gözleriyle karşımda durduğunda dizlerimin üzerine çöküp onunla göz göze geldim. Eşzamanlı olarak Elina, boynuma sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Sımsıkı sarıldım ona, saçlarını okşadım. Bu yaptığım onu daha çok ağlatınca kollarından tuttum ve kendimden uzaklaştırdım onu, yeniden gözlerinin içine baktım. Ama daha ben konuşamadan, o konuşmayan başladı. "Annem yoktu," dedi gözlerinden yaşlar akarken. "Artık babam da yok." Bu cümlenin ağırlığı altında ezilirken "Ben," dedim zorlukla. "Hep senin yanındayım. Hiç bırakmam seni." "Babam da bırakmazdı ama artık yok." Çok şey söylemek istediğim hâlde içimde yankılanan cümleleri dile getiremedim ve sessizce sarıldım ona. İçimde yeşeren öfke, üzüntümü bile bastırmaya başlarken şimdilik bununla baş etmeye çalışıyordum. "Söz veriyorum," diye fısıldadım kulağına. "Ben, hiç yalnız bırakmayacağım seni." Kolları, yeniden boynuma dolanırken ileriden gelen Devrim'i, Hâkim'i ve Dilsiz'i gördüm. Bulunduğumuz durumu fark eden Devrim'in adımları yavaşladığında diğerleri de onunla durmuştu. Eşzamanlı olarak Devrim'le göz göze geldiğimde kendimi daha önce hiç olmadığı kadar savunmasız ve çaresiz hissettim. Bu hisler, beni yeniden ağlatmaya başlamıştı ve ben, gözyaşlarımı saklamak için yüzümü, Elina'nın omzuna gömdüm. "Ben de seni hiç yalnız bırakmayacağım," diye fısıldadı Elina kulağıma. "Hep yanında olacağım." Saçlarını okşamaya devam ettim. "Biliyorum, güzelim." Elina, yüzünü onun omzuna sakladığımdan bihaber geri çekildiğinde yeniden yaşlı gözleriyle kesişti gözlerim. O an kendimi, yaşamak istemeyecek kadar yorgun hissettiğimi fark ettim. Tüm bu olanlar, artık bana böyle hissettirmeye başlamıştı ama bu hisse rağmen yaşamak zorundaydım. Onun için, onun bir aileye ihtiyacı olduğu için. Elina'nın benden bir şeyler duymayı beklediğini fark edince az önceki sözlerime devam ettim. "Hatta biliyor musun sen hep yanımda olacağın, beni yalnız bırakmayacağın için hiçbir şeyden korkmuyorum." "Gerçekten mi?" Başımı salladım. "Gerçekten," dedim ve ekledim. "Sen de hiç korkma." Biz, konuşmaya devam ederken hemen yanı başımızda olan Brice de dizlerinin üstüne çöktü. Bakışlarım onu bulduğunda, dikkatinin Elina da olduğunu gördüm. "Ben de söz veriyorum sana Elina, hiç yalnız bırakmayacağız seni. Bir an bile olsun bırakmayız hatta." "Ama siz buradan gideceksiniz. Sen, ablamı götüreceksin." Bu sözler, aklıma yeniden nikâhı getirmiş ve içimin sıkıntıyla dolmasına neden olmuştu. Sonra istemsizce babamın mezarına bakmıştım. Bu evliliğin olmasını hiç istememişti ve şimdi buna gerçekten bir süreliğine de olsa engel olmayı başarmıştı ya da biri, bunu bildiği için onu kullanmıştı. O birini, tahmin etmek benim için hiç de zor değildi. "Evet ama evimiz çok büyük," diyen Brice'in sesiyle kendime geldim. "Bence sana da bir oda ayarlayabilir gibiyiz, hem bizim tek başımıza canımız sıkılır o koskocaman evde." Brice, Elina'ya iyi hissettirmek için konuşmaya devam ederken gözlerimi yeniden Devrim'e çevirdim. Hâlâ aynı yerde duruyorlardı, dedem de yanlarındaydı ve fark ettiğim kadarıyla bir şeyler konuşuyorlardı. Dikkatlerinin bende olması, o tarafa daha uzun bakabilmemi sağlarken bunun bir hata olduğunu, birkaç saniye sonra Devrim'le göz göze geldiğimde anladım. Ona bakarken yakalanmış olmak, ne yapacağımı bilememe neden olurken o, bir bana bir de yanımda konuşmaya devam Brice ile Elina'ya bakıp iç çekti, ardından da gözleri yeniden beni buldu. Bakışlarımı ondan çekmem gerektiğini bildiğim hâlde bunu yapamazken aslında içten içe onun yanına gitmeyi arzuladığımı hissettim. Yanına gitmek, onunla konuşmak, saatlerdir yapamadığım şeyi yapıp tüm hissettiklerimi, acımı ona anlatmak istiyordum. Fakat yapabildiğim tek şey ise burada, ondan uzakta durmak ve gözlerine bakmaktı. Bunu bile sadece o bana bakabildiği zaman yapabiliyordum. Bir tokat gibi yüzüme çarpan bu gerçek, içime korkunç bir endişenin yerleşmesine neden olmuştu. Ya bir gün beni görmek, bana bakmak istemez ve yapabildiğim bu tek şeyi de elimden alırsa diye gereksiz ve bir kadar da yersiz bir korkuya kapılmıştım. Burada, bu kadar acının içinde bunu düşünüyor olmak, kendime kızmama neden olsa o korkunun içimde büyümesine engel olamıyordum. "Abla," diyen Elina'nın koluma dokunmasıyla Devrim'e bakarken yakalanmış olmanın korkusu ve telaşı içinde hızla onlara baktım. "Efendim?" Korkumun, sesime yansımasına engel olamamıştım. "Sen de duydun mu Bay Chester'ın söylediklerini?" Baştakileri evet ama sonlara doğru ne konuştuklarına dair hiçbir fikrim yoktu. Fakat tabii ki bunu belli edemezdim. Bu yüzden başımı salladım. "Duydum tabii ki, çok da haklı." Küçücük de olsa yüzünde bir tebessüm belirirken hâlâ gözlerinin dolu olduğunun farkındaydım. Yeniden saçlarına dokundum, okşadım. "Hadi, şimdi babaannemin yanına git. Bunları daha sonra da konuşabiliriz." Gözleriyle onayladı beni ve ileride, bir köşeye oturmuş, ağlamaya devam eden babaannemin yanına gitti koşarak. O giderken ayaklandım, Brice de hemen peşimden kalktığında yüzüme bakıyor, o da benden bir şeyler duymayı bekliyordu. "Teşekkür ederim," dedim bu yüzden. "Ben, sadece gerçekten düşündüğüm şeyleri söyledim. Her şey yoluna girdiğinde bizimle yaşaması daha doğru olur." Sessiz kaldım. "Hem şehirde okula gidebilir, buradan daha iyi bir hayatı olur." Onun, her şeyi iyi niyetle ve gerçekten istediği için söylediğinin farkındaydım ama şu an ne bunları konuşmak ne de düşünmek istiyordum. "Özür dilerim," dedi bir anda, sanki ne düşündüğümü fark etmiş gibi. "Şu an bunları konuşmanın sırası değildi." Kötü hissettiğini düşünüp durumu toparlayacakken Devrimlerin yanımıza gelmesiyle tüm konu dağılmış ve kapanmıştı. Brice'in de bu durumu çok önemsediği söylenemezdi. "Başın sağ olsun," diyen ilk Hâkim olmuştu. Belli belirsiz bir minnettarlık ifadesiyle "Sağ olun," demekle yetindim. Hâkim'e cevap verirken Dilsiz'in bakışları dikkatimi çekmişti ve sanki yıllardır onu tanıyormuş gibi sadece bir bakışıyla bana babamın ölümünden dolayı üzgün olduğunu söylediğini fark etmiştim. Nasıl olur da tek bir bakış, bana böyle hissettirir anlayamazken omzuma dokundu. Ben de ona karşı belli belirsiz bir tebessüm etmekle yetindim. O esnada Devrim'le bir kez daha göz göze gelmiştik. "Başın sağ olsun," dedi, gerçekten üzgün olduğu sesine yansımıştı. "Sağ olun," dedim ona da sadece. Her şeyi ona bir an önce anlatmam gerektiğinin farkındaydım. En kısa zamanda babamın aslında ölmediğini, öldürüldüğünü söylemeliydim ama o zaman, şimdi değildi ne yazık ki. Devrim, sanki ona bir şey söylemek istediğimi fark etmiş gibi bakarken "İyi misin?" diye sordu. Hislerimi ne ondan ne de diğerlerinden saklamaya gerek duymayıp başımı olumsuz anlamda salladım ve sorusuna sessiz bir cevap vermiş oldum. O esnada dedem, babaannem ve Elina yanımıza geldiler. Dedem, "Hadi, artık eve gidelim," dedi ağlamaktan çok bitkin çıkan sesiyle. Başta Brice olmak üzere diğer herkes ona onaylarken yavaş yavaş hareketlenmeye başladılar. Ben ise olduğum yerde öylece durmaya devam ettim. Bunu fark eden sadece Devrim olurken tıpkı benim gibi o da sessizce durmaya devam etti. Bizimkiler sadece birkaç metre uzaklaşmışlarken gözlerimi, hızla Devrim'e çevirdim. "Size anlatmak gerekenler var." Bakışları, zaten bendeydi. "Seni dinliyorum," derken meraklanmış gibiydi. "Şu an değil, bugün yanınıza gelmeye çalışacağım." "Bekleyeceğim," dedi sadece. "Şimdi gitmeliyim," dedim ve cevap vermesine fırsat vermeyip kaçarcasına yanından ayrıldım, dedemin yanına ulaştım. Bir ara dönüp arkama baktığımda Devrim'in, Hâkim ile konuştuğunu gördüm ve yeniden önüme döndüm. On beş dakika kadar sonra eve ulaştığımızda tam içeriye girecekken birinin "Bay Pride," diye seslendiğini duydum, arkamı döndüm ve Paul Chester'ı gördüm. Öfke, tüm uzuvlarımı esir alırken bunu bastırmak için ellerimi yumruk yaptım ve dişlerimi sıkıp sakin kalmaya çalıştım. "Bay Chester," diye karşılık verdi dedem, o esnada Paul, biraz daha yaklaşmıştı bize. Yüzünde, yalan olduğu hiç belli olmayan ama yalan olduğunu çok iyi bildiğim bir hüzün vardı. "Başınız sağ olsun, oğlunuz için üzgünüm." Ona, vurmamak için kendimi zor tutuyordum. Tutmalıydım da. Ne kadar öfkeli olursam olayım bildiklerimi kendime saklamam gerektiğini biliyordum. Bu yüzden sakin kalmak için çabalamaya devam ettim. Dedem, "Sağ olun," diye karşılık verdiğinde Paul'un gözleri dedem ve benim aramda gidip geldikten sonra devam etti konuşmasına. "Babamın yanından geliyorum, o da çok üzgün olduğunu iletmemi istedi." Dedem, ona cevap verirken Paul'un gözleri beni bulmuştu ve sonra hızla yeniden dedeme bakmıştı. Ama bu bir anlık bakışıyla bile gözlerindeki o sinsi ifadeyi fark etmiştim. Bu yüzden daha da öfkelensem de sakin kalmayı başarabiliyordum. Dedem ve Paul konuşmaya devam ederlerken meydanın tam karşısından askeriyeye doğru ilerleyen Devrim, Hâkim ve Dilsiz'i gördüm. O an aklıma Mary'nin bugün gönderileceği geldi. Paul da bunun sayesinde suçüstü yakalanacaktı ama neden bu saat olmasına rağmen herhangi bir gelişme yoktu? Bu düşünce her şey ertelendi mi acaba diye kendi kendime sormama neden olurken Paul'un bana baktığını hissettim ve gözlerimi ona çevirdim. "Bayan Pride," dedi hüzünlü sesiyle. "Sizin de başınız sağ olsun." Sakin kalmak için derin bir nefes aldım ve hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi samimi bir tavırla cevap verdim ona. "Sağ olun." "Günlerdir hazırlandığımız bugünün böyle olabileceğini kim bilebilirdi ki?" diye sorarken sesi gerçekten hüzünle çıkıyordu ve herkes onun bu hüznünde samimi olduğuna inanmış gibiydi. Herkesi buna inandırsa da beni buna inandırması mümkün dahi değildi. "Sizinle nikâhta görüşmeyi beklerken cenazede görüştük, ne acı." Alay ediyormuş hissine kapılsam da ve bu yüzden biraz daha öfkelensem de bu öfkemle baş etmeyi başarabiliyordum. Çünkü onu ancak, en az onun kadar soğukkanlı olursam alt edebilirdim. "Paul," diye araya girdi Brice benim bir şeyler söylememi beklemeden. "Şimdi bunları konuşmanın hiç sırası değil." Paul, gözlerini ağır ağır ona çevirdi. "Ben, sadece ne kadar üzgün olduğumu söylemek istemiştim," dedim mahcup görünürken. Kimse ona herhangi bir şey demezken dedem, ortamın gerildiğini fark etmiş olacak ki "Hadi, eve girelim artık," dedi ve önden davranıp yeniden eve yöneldi. Diğer herkes, hatta Paul bile onun peşinden eve yönelirlerken ben, olduğum yerde durmaya devam ettim. Brice bunu fark edince geriye dönüp yeniden karşımda durdu. "İçeriye girmek istemiyor musun?" "Biraz hava almak istiyorum," dedim girmem konusunda ısrarcı olmamasını umut ederken. "Yanında kalmamı ister misin?" Yutkunduktan sonra cevap verdim ona. "Yalnız kalmak istiyorum." Aldığı derin nefesi fark ettim, hemen ardından anlayışla başını salladı. "Peki, ben içerdeyim o zaman. Eğer bir şey olursa seslenmen yeterli." "Peki," demekle yetindim sadece. Brice, yüz ifadesinden anladığım kadarıyla istemeye istemeye eve yönelirken dikkatle arkasından baktım. O da eve girmeden hemen önce dönüp bana baktı ve küçük bir tebessüm ettikten sonra yeniden arkasını dönüp eve girdi. Bununla eşzamanlı olarak elime elbisemin cebine attım ve ancak bir paltonun üzerinde olabilecek büyüklükteki siyah düğmeyi çıkardım. Bu düğmeyi, babamın cansız bedeni yatağından kaldırılırken yatağının içinde bulmuştum ve içimden bir ses, bu düğmenin katili ait olduğunu söylüyordu. Çünkü bizim evde hiçbirimizin kıyafetinde böyle bir düğme hiçbir zaman görmemiştim. Düğmeye avucumun içinde sıkıp eve doğru baktım. Kapıda, pencerede hiç kimseyi göremeyince ve hiç kimsenin de beni görmeyeceğinden emin olunca oyalanmadan evin önünden uzaklaştım, askeriyeye doğru yol aldım. Kısıtlı vaktim olduğu için elimden geldiği kadar hızlıca askeriyeye ulaştım. Aynı hızla içeriye girdim ve doğrudan Devrim'in odasına yöneldim. Odaya ulaştığımda kapının önünde durup kapıya birkaç defa vurdum. İçeriden "Gel," sesini duyduğum an hızlı içeriye girdim. Devrim, benim bu kadar çabuk görmeyi beklemiyor olacak ki bir an için şaşırdı. Fakat kendini toparlayıp bir şaşkınlığını üzerinden atması ve ayağa kalkıp yanıma gelmesi çok uzun sürmedi. "Valencia," dedi karşımda dururken. Odada Dilsiz ve Hâkim de vardı. Hiç vakit kaybetmeden "Anlatmam gerekenler var," diyerek doğrudan konuya girdim. Tıpkı Devrim gibi Hâkim ve Dilsiz de merakla bana bakıyorlardı. Devrim, gayet sakince "Tamam, önce bir sakin ol," dedi. Başımı olumsuz anlamda salladım. "Olamam," derken gözlerimin dolduğunu hissettim. Devrim, onunla birlikte bir şeyler olduğundan emin olmuş olacak ki kaşlarını çattı. "Seni dinliyorum," derken sesi hiç duymadığım kadar meraklı çıkıyordu. Bir an bile olsun tereddüt etmeden "Babam ölmedi," dedim, hepsinin yüzünde anlamsız bir ifade oluştu. Bu yüzden oyalanmadan tamamladım sözlerimi. "Öldürüldü." Bu, kelime, çok kolay çıkmıştı dudaklarımdan. Oysa bunu söylerken içimde kopan fırtınanın sesini duyabiliyordum. Devrim, az önceki sakin hâlinden uzak bir tavırla sordu. "Anlamadım, ne demek öldürüldü?" O bunu sorarken Hâkim ve Dilsiz ve ayağa kalkmış merakla yanımıza gelmişlerdi. "Sabah onu odasına bulduğumda..." Cümlemi tamamlayamadım, kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözümden bir damla yaş akarken nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Yine de vaktim olmadığından bu hislerle başa çıkıp kendimi hızla toparladım ve devam ettim. "Boynunda morluklar vardı, birini onu boğmuş gibiydi. Babam, hastaydı ama bu zamana kadar vücudunun herhangi bir yerinde tek bir morluk dahi çıkmadı. Dün gece, saatlerce yanındaydım ama o izler yoktu. Biri onu boğarak öldürdü, bundan eminim. Hem," deyip sustum ve elimi cebime atıp aynı düğmeyi çıkardım, onlara gösterdim. "Bunu da yatağının içinde buldum. Bir palto düğmesi olduğu besbelli ve bizim evde bu düğmeye uygun bir palto yok, hatta uygun hiçbir şey yok. Belki çok saçma gelecek size biliyorum ama ben, bunun katile ait olduğunu düşünüyorum." Sözlerimi tamamladım ve susup onlardan bir şeyler duymayı bekledim. Devrim'in yaptığı ilk şey, gözlerini ağır ağır Hâkim'e çevirmek olmuştu. Dilsiz de onlara bakarken üçü arasında uzun bir bakışma yaşanmıştı. Sanki birbirlerinin ne düşündüklerini anlamaya çalışıyor gibi bir hâlleri vardı. Bu, gerilmeme ve bir an önce bir duymak istememe neden olurken ilk olarak Hâkim'in gözleri beni buldu. "Valencia," dedi gergince. "Bundan emin misin?" "Hiç şüphem yok," diye yanıtladım anında. "Babam ölmedi, öldürürdü." "Peki bir tek sen mi böyle düşünüyorsun? Diğerleri bu fikrine ne diyor?" diye sorarak araya girdi Devrim. "Diğerleri farkına varmadılar, hatta akıllarının ucundan dahi geçmiyor. Ben de hiçbir şey anlatmadım, hatta morlukları fark etmesinler diye elimden geleni yaptım." Devrim, anlamsızca baktı. "Neden böyle bir şey yaptın?" "Çünkü bana asla inanmazlardı. Eğer size söylemeden onlardan birinin haberi olsaydı olayın üzerini bile kapatmaya çalışabilirlerdi." "Deden peki?" "Onu da kandırmalarından korkuyorum, ona da bu yüzden anlatmadım. O, çok kolay kanabilecek biri. Böyle bir konuda bile." "Anladım," dedi ağzının içinden. Çaresizce "Bir şey yapacak mısınız?" diye sordum. Yeşil gözlerinde dümdüz bir ifade vardı. Konuşmak için dudaklarını araladığında, duyacaklarımdan korkup telaşla araya girdim. "Biliyorum, yapacak hiçbir şeyiniz yok, elimizde delil yokken kimseyi suçlayamaz ve bir şey yapamazsınız ama ben yine de..." "Yaparız," diye araya girdi cümlemi tamamlamamı beklemeden. "Bugün her şey çözülecek zaten, o şerefsizi içeriye aldıktan sonra her şeyi itiraf ettiririz." Gözlerim dolarken başımı sallamakla yetindim. Konuşursam sesim, çok kötü çıkacakmış gibi hissediyordum çünkü. "Babandan ne istemiş olabilir ki? Herkesi anladım ama babanla ne derdi vardı da ona bunu yaptı?" diye sordu Hâkim düşüncelere dalmış bir şekilde. Aslında bu sorunun cevabı, benim için çok basitti. Hatta bunu daha önce düşünememiş olmam saçmaydı. Belki düşünseydim, babam şu an yaşıyor olabilirdi. Hâkim'in de diğerlerinin de benden cevap beklediğini fark edip düşüncelerimi toparladım ve cevap verdim. "Onunla bir derdi yoktu ama benimle vardı. Brice ile evlenmemi istemiyordu. Engel olmak için elinden geleni yapacağını söylemişti. Yaptığı hiçbir şey işe yaramayınca babamı öldürdü. Çünkü bu gibi bu durumda nikâh ertelenecek, o da zaman kazanacaktı. Başardı da, her şey istediği gibi oldu. Aklıma bundan başka hiçbir şey gelmiyor zaten," derken başımı hafifçe önüme eğdim. "Ve bu da demek oluyor ki babam, benim yüzümden..." Devrim, ne söyleyeceğimi tahmin etmiş olacak ki o cümleyi tamamlamama izin vermeden araya girdi. "Sakın," dedi uyarır gibi. "Sakın böyle bir şey düşünme." Sessiz kaldım. Gözlerim, gözlerindeydi. "Karşımızda bir katil var. Defalarca sebepsiz yere kötülük yaptığına şahit olduğumuz biri. Böyle birine karşı kendini suçlaman doğru değil." Gözlerimden birer damla yaş aktı. "Tek suçlu o hep, o olacak. Kendini suçlamak gibi bir hataya düşme." Başımı sallamakla yetindim. "Hem sen gel bakalım benimle," dedi ve ilerledi, nereye gideceğiz anlayamazken odadan çıkmak yerine, meydana baktığını bildiğim, pencereye doğru yürüdü. Meraklı adımlarla yanına gittim. İkimiz de pencerenin kenarında durduğumuzda gözleriyle ileriyi gösterdi. "Şuradaki adamı görüyor musun?" Gösterdiği noktaya baktım. Bir ağacın altında duran, normal görünmek için büyük bir çabaya girdiğinden dikkat çeken, sarışın adamı gördüm. "Evet, görüyorum." "Günlerdir orada, Mary Jones'ın çıkmasını bekliyor." Adama daha dikkatli baktım. İşte o an, az önce fark edemediğim şeyi fark edip heyecanla Devrim'e çevirdim gözlerimi. "Ben, bu adamı daha önce Paul'un yanında görmüştüm." "Biz görmedik ama onun adamlarından biri olduğundan emindim. Günlerdir orada ve burayı izliyor. Biz de izlemesine izin veriyoruz. Muhtemelen Mary çıktığı an, Paul'a haber gidecek." "Siz de zaten haber gitmesini istiyorsunuz, çünkü onu suçüstü yakalayacaksınız." "Öyle, bu yüzden görmezden geliyoruz adamı ve o adam orada durdukça Mary'i kaçıracaklarından daha da emin olup rahatlıyorum. Sen de rahatla, Paul Chester yakında tutuklanacak. İşte o zaman sana söz veriyorum; babanın katili olduğunu itiraf etmeden, onun peşini bırakmayacağım. Diğer yaptığı her şeyin cezasını çekeceği gibi, bunun da cezasını çekecek." "Mary," dedim sesim titrerken. "Peki Mary ne zaman gönderilecek buradan? Bu söyledikleriniz ne zaman yaşanacak?" "Bugün her şey bitecek, hatta birkaç saat sonra bitmiş olacak. Mary, gönderilmek üzere çünkü." Islak kirpiklerimi silip gözlerinin içine baktım. "Size güveniyorum." Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluşurken devam ettim. "Bu yüzden buradayım zaten, hem başka güvenecek kimsem de yok." Bu cümleleri, gözlerinin içine bakarak söylemeyi ben de beklemiyordum ama içimden, bunu yapmak gelmişti. Devrim, bir şeyler söyleyecek gibiyken söyleyeceği her şey şu an beni çok utandıracağından ve o kadar duygu arasında, bir de bununla uğraşmak istemediğimden onun konuşmasını beklemeyip "Ben artık gitsem iyi olacak, gizlice geldim," dedim. "Git bakalım," derken sesi o kadar içten çıkmıştı ki aslında hiç gitmek istemediğimi, burada kalmak ve hatta belki onunla biraz konuşmak istediğimi hissettirmişti bana. Ancak bu, pek de mümkün değildi sanırım. Önce birkaç adım geri gidip ondan uzaklaştım. Sonra ona arkamı döndüm ve kapıya yürüdüm. Kapıya ulaştığımda durdum ve yeniden onlara döndüm. Gözlerim, hepsinin üzerinde bir bir gezindikten sonra hüzünle "Umarım her şey yolunda gider," dedim ve "Kolay gelsin," dedikten sonra onlardan bir şey duymayı beklemeden odadan çıktım. Kapının önünde durdum, acımı da öfkemi de bastırmaya çalıştım. Zamanı geldiğinde tüm bu duyguları bastırmadan yaşayacaktım ama o zaman, bugün değildi. Bugün tüm duygularımın aksine mantıklı davranmalıydım. Çünkü içimde garip bir his vardı. Sanki, bugün diğerleriyle birlikte benim de hayatım değişecek gibiydi. İyi yönde bir değişim mi olacak yoksa kötü yönde mı işte onu ben de bilmiyorum. Bu düşünceler arasında yeterince vakit kaybettiğimi fark edip daha fazla oyalanmadan askeriyeden çıktım, eve döndüm. Etrafta kimseleri göremeyince kimsenin buradan ayrıldığımı anlamadığını fark edip rahatladım. Fakat yine de eve girmedim. Bir işim kalmamıştı artık ama eve gerçekten girmek istemiyordum. Bu yüzden kapının önündeki iki basamaktan birine oturdum. Dizlerimi karnıma çekip gözlerimi kapattım. Aklıma ilk gelen şey, babam olduğunda kirpiklerimin ıslanmasına engel olamadım. Onu kaybetmemiş gibiydim. Gittiğine inanamıyordum. Sanki kalksam, eve girsem onu yine yatağında bulacaktım. İşte canımı en çok yakan şey, bu histi. Çünkü bu his, gerçek değildi. Burada ne kadar oturursam oturayım eve girdiğimde babam olmayacaktı. Bir daha ona sarılamayacak, onu öpemeyecek, onunla konuşmayacaktım. Gözlerimden bir damla yaş akarken kalbimin ne denli çok acıdığını hissettim. Bazı yaralar, görünmezdi ama insanın ruhunda en derin izleri de o görünmez yaralar bırakırdı. Şimdi ruhumdaki en büyük yara, babama aitti ve ben bununla nasıl baş edebileceğimi bilmiyorum. Gözlerimden yaşlar akarken arkamdaki kapının açıldığını duydum. Omzumun üstünden arkama baktım ve Paul Chester'ı gördüm. Onu gördüğüm an hızla ayağa kalktım. Öfkem, yeniden kendini belli ederken elimden geldiği kadar kendime hâkim olmaya çalıştım. O, tüm bu hislerimden bihaber birkaç adımda yanıma geldi. "Bayan Pride," dedi samimi görünmeye çalışarak. Onun gerçek yüzünü bildiğimi çok iyi bildiği hâlde yalnız olduğumuz zamanlarda bile yüzündeki maskeyi düşürmüyor, samimi ve iyi niyetli biriymiş gibi görünmeye çalışıyordu. Ve bu, gerçekten çok sinir bozucuydu. "Neden bu soğukta burada oturuyorsunuz?" diye sordu ellerini cebine sokarken. "Size ne?" dedim gözlerimi, gözlerinden çekmeden. "Bugün bile benimle uğraşmaya devam edeceksiniz sanırım," derken sesi imalıydı. "Babanızın acısı bile bana olan öfkenizin önüne geçemedi, bu kadarını tahmin edemiyordum." "Ama artık biliyorsunuz," deyip söylediklerini inkâr etmek yerine doğruladım. "Anlıyorum," dedi ve sıkıntıyla derin bir nefes aldı. "Sanırım biz, hiçbir zaman sizinle anlaşamayacağız." "Emin olun sizinle anlaşmak gibi bir niyetim yok zaten." Huzursuz bir tavırla gözlerini etrafta gezdirdikten sonra "Sanırım ben gitsem iyi olacak," dedi. "Bence de." Bu tavırlarım, onu hiç de memnun etmezken geldiğinin aksine keyifsizce ayrıldı yanımdan. O, giderek uzaklaşırken dayanamadım ve ağzımın içinden "Bir daha dönemeyeceksin ne de olsa," diye mırıldandım. Paul, bu söylediğimi duymayıp gözden kaybolurken bir kez daha kapının açıldığını duydum, arkamı döndüm ve Brice'i gördüm. Yine onu görür görmez, babamın ölümü olmasaydı belki de şu saatlerde çoktan onunla evlenmiş olacaktım diye düşünmeden edemedim. Ama bu kez bu düşünce, bana çok farklı bir şeyi daha düşündürdü. Er ya da geç bir gün, bu konu bir daha gündeme gelecekti. Peki o zaman ne yapacaktım? Babamı öldüren adamın abisi ile evlenebilecek miydim? Bu soruya bir cevap vermem, mümkün değildi belki ama bir şeyi çok iyi biliyordum. Tüm bu olanların içinde o, benden bile daha masumdu ve onu hiçbir şeyle suçlayamazdım. Ben, bu düşünceler arasında savrulurken aramızdaki mesafeyi kapattı ve tam karşımda durdu. "Dönmüşsün." Kaşlarımı çattım, gittiğimi biliyor muydu? "Az önce çıktığımda göremedim de seni, bir yere gitmiştin sanırım." Askeriyeye gittiğimi görmemişti neyse ki ve en iyisi geçiştirici bir cevap vermekti. "Sadece hava almak istedim, dolaştım biraz." Sessiz kaldı. "Gidiyor musun?" diye sordum konuyu değiştirmek için. "Biraz işlerim var, halledip döneceğim hemen." "Tamam," dedim sadece. "Bir şeye ihtiyacın var mı?" "Hayır, teşekkür ederim," dedim ağzımın içinden. "Kâhya buralarda olacak, eğer olur da bir şeye ihtiyacın olursa ona söyleyebilirsin," dedi hayır demiş olduğum hâlde. "Peki." "Görüşürüz o zaman," derken hiç gitmek istemiyor gibiydi. "Görüşürüz," dedim bu hâlini fark etmemiş gibi. Çaresizce ayrıldı yanımdan. O, giderek gözden kaybolurken arkasından bakmak yerine ben de hiç istememe rağmen, eve girdim. Dedem, salonda oturuyordu. Gözleri yaşlı, başı öndeydi. Babaannemin de mutfaktan içli içli ağlama sesi geliyordu. Onları böyle gördüğüm an, bastırdığım tüm duygular gün yüzüne çıktı, gözyaşlarım akmaya başladı. Yine de onlar daha kötü hissetmesinler diye elimden geldiğince sessiz oldum ve babamla Elina'nın odasına doğru yürüdüm. Odanın önüne ulaştığımda nefes alamadığımı ve kalbimin, bir alevin ortasında kalmış gibi cayır cayır acıyla yandığını hissediyordum. Dudaklarımı birbirlerine bastırdım, derin bir nefes alıp kendimi biraz olsun toparladım. Ardından odanın kapısını açtım ve içeriye doğru bir adım attım. O an, sanki babam hâlâ odadaymış gibi kokusunu, ciğerlerimde hissettim. Bu his, beni altüst ederken gözyaşlarım yeniden akmaya başladı. Ağladığım için bulanık görürken Elina'nın yatağında uzandığını ve ağlayarak babamın yatağına baktığını fark ettim. Onun bu hâli, beni daha çok üzerken ağır adımlarla yanına gittim. Hiçbir şey söylemeden yanına uzandım ve yine hiçbir şey söylemeden sımsıkı sarıldım ona. Elina da bana sarılırken daha çok ağlamaya başladı. Ağlarken kulağıma "Dedem bana kızacak," diye fısıldadı. Geri çekilip gözlerine baktım. "Neden kızsın?" "Ağlama, dedi bana. Güçlü olman lazım, dedi." Yüzünü, avuçlarımın arasına aldım. "Hayır, istediğin kadar ağlayabilirsin. Acını da gözyaşlarını da saklamana gerek yok. Kimse de sana kızmayacak, izin vermem, korkma, tamam mı?" Başını sallamakla yetindi sadece. "Seni çok seviyorum, biliyorsun bunu değil mi?" Burnunu çekti ağlarken. "Biliyorum. Küçücük de olsa gülümsedim ona. "Ben de seni çok seviyorum," dedi o esnada ve yeniden sarıldı bana. Onun aksine gözyaşlarımı sessizce akıtırken saçlarını okşadım ve ağlamasına, içini dökmesine izin verdim. Zaten az sonra ağlayarak uyuyakalmıştı. Ağlama sesinin kesilmesinden ve düzenli nefes almaya başlamasından dolayı uyuduğundan emin olup kollarımı ondan ayırdım. Ardından da uyanmamasına dikkat ederek yanından kalktım, üzerini örttüm. Arkama döndüğümde babamın yıllar sonra ilk defa boş olan yatağına baktım. Bu boşluk, kalbimdeki boşluk hissini büyütürken hıçkırarak ağlamamak için kendimi çok zor tuttum. Eğer burada durursam Elina'yı uyandıracak kadar çok ağlayacağımı bildiğimden odadan ayrıldım, salona geçtim. Dedem, hâlâ salondaydı. Aynı yerde, aynı şekilde oturuyordu. Ağır adımlarla yanına gittim, oturdum. Ne duymak istediğimi bilmiyordum ama ondan bir şeyler duymak istiyordum. O da sanki bunu fark etmiş olacak ki beni, çok bekletmedi. "Senin Brice ile evlenmeni istemiyordu," diye girdi konuya sesi titrerken. "Onu ikna etmeye, rahatlatmaya çalışan hep ben oldum ama hiçbir zaman ikna olmadı. Hiç istemedi ve ben, nedenini hiçbir zaman anlayamadım." Gözyaşlarım akmaya başladı, sessizliğimi korudum. "Dün bile istemediğini söylemeye çalışıyordu ve şimdi, bu şekilde de olsa engel oldu her şeye. Başardı sonunda, istediği oldu." Gözyaşlarım hızlandı. Babam değil, Paul engel olmuştu ve engel olurken babamı kullanmıştı. Hem de canını alarak. "Neyse," dedi dedem daha fazla konuşamayacak olacak ki ve ağır hareketlerle ayağa kalktı. "Ben, biraz dinleneceğim," deyip odasına doğru yürüdü. Beli iki büklüm olmuş, başını bir an bile olsun yerden kaldırmıyordu. Belki de ağladığını görmemizi istemiyordu ve muhtemelen şu an dinlenmeye değil, ağlamaya gidiyordu. O odasına girip kapıyı kapatırken dışarıdan gelen sesleri duydum. Oturduğum koltuğun arkasında olan pencereye dönüp dışarıya baktığımda seslerin ilerideki askeriyenin önünden geldiğini fark ettim. Askeriyenin önünde bir atlı araba vardı. Atın arkasında kafese benzer ahşap bir alan vardı. Daha önce bu arabayla buradan suçluların götürdüğüne şahit olmuştum. Sanırım şimdi de Mary için gelmişti. "Her şey başlıyor," diye mırıldanırken burada duramayacağıma karar verdim ve hızla evden çıktım, dikkatle askeriyeye doğru baktım. On dakika kadar sonra iki askerin Mary'i askeriyeden çıkardıklarını gördüm. Eşzamanlı olarak askeriyenin arka tarafında da hareketlilik vardı. Diğer kapıdan çıkan askerler koşturarak buradan göremediğim arka tarafa geçiyorlardı Mary arabaya bindirilirken diğer taraftan çıkan Devrim ve diğerlerini gördüm, onlar da hızla arkaya geçmişlerdi. Çok geçmeden de bazıları atla bazıları yürüyerek orman tarafına doğru ilerlediler. Hemen ardından Mary'nin de bindiği atlı araba hareketlendi, meydanda ilerledi. Askerler orman yolunda, Mary'nin bindiği araba ise kasabanın çıkışına giden yolda gözden kayboldum Sanırım birazdan her şey bitecekti ve burada olup biteni beklemekten başka elimden hiçbir şey gelmezdi. Oysa neler olacağını görmeyi çok isterdim ama ne yazık ki böyle bir şey mümkün değildi. Gözlerimi kapattım ve her şeyin yolunda gitmesini umut ettim. İçimde garip bir his vardı. Sanki bugün bir şeyler yolunda gitmezse bir daha hiçbir şey yolunda gitmeyecek, onları suçlamak için elimize başka fırsat geçmeyecek gibi hissediyordum. Bu his, ruhumu ele geçirirken gözlerimi açtım ve biraz olsun rahatlamaya çalıştım. İşte tam o an, o kadını bir kez daha gördüm. Önce evime kadar gelen, sonra da bunu inkâr eden o yaşlı kadını... Devrim, bu kadının peşine asker takmıştı ama sonra konusu kapanmış gitmiş, ne olduğunu öğrenememiştim. Sanırım hiçbir gelişme olmamıştı, eğer olsaydı ne olursa olsun mutlaka haberim olurdu diye içimden geçirirken kadın, bir ara sokağa girdi. Başta umursamak istemeyip gitmesine izin vermek istesem de sonrasında belki de yalnız konuşursam ondan bir şeyler öğrenebilirim diye içimden geçirdim ve daha fazla dayanamayıp koşarak kadının gittiği sokağa gittim. O sokağa ulaştığımda kadın, çoktan yolun sonuna ulaşmış ve oradan sağa dönmüştü bile. Bu yüzden biraz daha hızlı davranıp ben de o sokağı geçtim, sağa saptım ve kadının bu kez de yolun sonundan sola döndüğünü gördüm. Biraz daha hızlandım, aynı yere ulaşıp sola döndüm ve olduğum yerde kaldım. Orman yoluna gelmiştik. Bu yüzden kaşlarımı çattım. Yaşlı bir kadının, bir başına ormanda ne işi olurdu ki? Bu soru, olduğum yerde durmaya devam etmeme neden olurken kadın durmadı ve ormana girdi. Koşarak gittim peşinden, seyrek ağaçların olduğu alandan daha sık ağaçların olduğu kısma geldiğimde artık tamamen ormanın içindeydim ama kadın, gözden kaybolmuştu bile. Kendi etrafımda dönüp etrafa bakınırken bir yandan da söyledim. "Nereye kayboldu bu kadın? Daha az önce gözümün önündeydi!" Etrafa bakınmaya, kadını aramaya devam ederken içimde kötü bir his peyda oldu. Neden buraya gelmiştim ben? Neden yine o kadının peşine düşmüştüm? O kadında garip bir şey olduğu belliydi işte! Ne diye peşine düşüyorum ki? Bu düşüncelerle ayaklarım, geri geri gitti. Ormanın çıkışına doğru yürüdüm. Ta ki birkaç metre ileriden gelen sesleri duyana kadar. Durdum, arkama baktım. Sesler hâlâ gelmeye devam ediyordu. Sanki ileride bir kargaşa var gibiydi. Daha önce bir gece yarısı ormanda bu tarz sesler duyduğumda bir cinayete tanık olduğumu hatırladım o an. Bu, beni korkuttu. Bu yüzden ileri gitmek yerine birkaç adım daha geri gittim, seslerden uzaklaştım. Fakat daha fazla gidemedim, merakım daha fazlasına izin vermedi ve az önce geri geri giden ayaklarım, bu kez ileri gitti. Biraz yürüdükten sonra seslere yaklaştım. Sesler bu kadar yakın geldiği hâlde neden etrafta kimseyi göremediğimi anlayamazken ilerlemeye devam ettim. Az sonra aslında yüksek bir alanda olduğumu ve seslerin, aşağı taraftaki ağaçlık alandan geldiğini fark ettim. Bu yüzden biraz daha yürüdüm, gidebileceğim en uç noktaya gittim ve bulunduğum yerin üç -dört metre kadar aşağısında kalan ormanlık yola doğru baktım. Bulunduğum yerin aksine daha seyrek ve bodur ağaçların olduğu bir yol vardı aşağıda. Daha önce bir işim olmadığı için o yola hiç inmemiştim ama kasabanın çıkışına doğru gittiğini biliyordum. Peki ya sesler? Neden hâlâ seslerin sahibini göremiyordum? Arkama baktım, kimseler olmadığından emin olduktan sonra biraz zorlanarak bulunduğum eğimli yoldan yeniden düz araziye çıktım ve biraz daha ilerledim ormanın içine doğru. Az sonra seslere yaklaştığımda ise yeniden gidebileceğim en uç noktaya gidip koca gövdeli bir ağacın arkasına saklanıp aşağıya doğru baktım. Yarım saat kadar önce askeriyenin önünde gördüğüm atlı araba buradaydı. Arabanın önüne kocaman bir kaya düşmüş, yolu kapamıştı. Askerler de arabadan inmiş, kayayı çekmeye çalışıyorlardı. Arabanın yanında ise iki asker daha vardı ve silahlarını vücutlarına çapraz bir şekilde tutmuş, kaçmasına karşı önlem almışlardı. Onları izlemeye devam ederken askerlerden birinin bu tarafa bakmasıyla hızla ağacın arkasına saklandım. Korkudan nefes bile almazken bir süre öylece bekledim. Az sonra yeniden başımı ağacın arkasından çıkardığımda her şeyin yolunda olduğunu, beni fark etmediklerini gördüm ve sessizce rahat bir nefes aldım. O esnada sesler duydum, eşzamanlı olarak askerler de hareketlendiler. Hepsi bir anda arabanın etrafını sardı, silahlarını çektiler. Diğer tarafa baktım. Gelen seslerin başka atlı arabalara ait olduğunu fark ettim. Yirmi metre kadar ileriden, kasabanın çıkış tarafından iki atlı araba ve kalabalık bir grup geliyordu. "Bu Paul olmalı," diye mırıldandım kendi kendime. Devrim'in istediği oluyordu. Paul Chester, Mary'i kaçırmak için geliyordu. Etrafa bakındım. Devrim ve diğer askerler de buralarda olmalıydılar. Onları suçüstü yakalamak için bir yerde saklanıyor olmalılardı. Etrafa bakınmaya devam ederken ilerideki grup, askerlere yaklaştı. Askerler, kendilerini korumak için silahlarını onlara doğrulturlarken kalbim, göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi hızla atmaya başlamıştı. Biraz hareketlenip ağacın arkasına biraz daha saklandım. Hiç kimsenin burada olduğumu fark etmemesi gerekiyor diye içimden geçirirken kasaba tarafından da bir grubun geldiğini gördüm. Fakat bunlar da askerler değildi. Paul için çalışan birileri olmalıydılar. Heyecanım, daha da arttı. Mary'nin içinde bulunduğu araba ve o arabanın etrafındaki dört asker, iki taraf ortasında sıkışıp kalmışlardı resmen. Gözlerim etrafta gezindi. Ne Devrim ne de diğer askerler görünürlerde yoktu. Bir aksilik mi olmuştu acaba? Ya da belki geç gelecek olmaları da plana dahildir, yani umarım öyledir. Hem onları geçtim, Paul neredeydi? O neden gelmemişti? İlerideki atlı arabanın içinde olabilir miydi? Umarım oradadır, yoksa her şey birkaç adamı yakalamakla bitecekti. Paul'u suçlamak için kimsenin elinde bir delil olmayacaktı. Bu düşünce beni korkuturken onlarca adam, beş askerin yanına yaklaşmışlardı. Askerler, aldıkları emirden dolayı mı yoksa sayıca diğerlerinden az oldukları için mi bilmiyorum ama hiçbir şey yapmıyorlardı. Adamlar, askerlere biraz daha yaklaştı. Hatta ellerindeki silahları alıp onları tamamen etkisiz hâle bile getirdiler ama askerler, yine herhangi bir şey yapmadı. Bu, artık korkmama neden olurken birkaç adam Mary'i arabadan indirdi. Sonra da kasabanın çıkış tarafından gelen arabalara doğru götürdüler. Mary, gelenleri tanıyor ve ne için geldiklerini çok iyi biliyor olacak ki hiç sesini çıkarmıyordu. Arkasına saklandığım ağaca öfkeyle vurdum. Diğer askerler gelmiyorlardı ve bunlar, resmen gözlerimin önünde kaçıp gideceklerdi. Bu, beni öfkelendirirken "Lütfen," diye mırıldandım sadece kendi duyabileceğim bir ses tonuyla. "Lütfen gelin artık!" Kendi kendime konuşmaya, bir şeyler yapabilir miyim diye düşünmeye devam ederken fark ettiğim şeyle bir şey yapmama gerek kalmamıştı. Çünkü istediğim olmuştu sonunda. Askerler, iki taraftan da bir anda ortaya çıkmışlardı. "Sonunda!" dedim az öncekinden biraz daha yüksek bir ses tonuyla ve heyecanla olacakları izlemeye devam ettim. Paul'un adamları, kalabalık gelen askerleri görünce hemen silahlarını çektiler. Kendi atlı arabalarının etrafını sarıp her an savaşmaya hazır bir hâlde durdular. O sırada kalabalık askerlerin içinden Devrim'i fark ettim. Daha önce birlikte bindiğimiz atını askerlerin arasında sürdükten sonra en önde durdu ve attan indi. Elinde, her zaman belinde duran silahı vardı ve fazlasıyla sert, bir o kadar da öfkeli bir şekilde kendilerinden yedi-sekiz metre kadar uzaklıktaki adamlara bakıyorlardı. "Askere silah doğrultmak da bir suçluyu kaçırmaya çalışmak da büyük suç! Şimdi indirin silahlarınızı, hepiniz teslim olun!" Devrim, adamları uyarırken Hâkim ve Dilsiz de atlarıyla öne gelmiş ve atlardan inmişlerdi. Şimdi dar olan toprak yolun ortasında şu anda içi boş olan ama en başında Mary'i taşıyan bir atlı araba vardı. Onun yanında esir alınmış beş asker ve başlarında duran yedi-sekiz adam vardı. O arabaya dört-beş metre uzaklıkta olan diğer atlı arabalar ve etraflarında adamlar vardı. Aralarına aldıkları, içinde Mary'nin olduğunu bildiğim arabayı canları pahasına korumaya hazır görünüyorlardı. Fakat etrafları askerlerle çevrilmişti. Ne kasabaya gidebilirler ne de kasabanın çıkışına kaçabilirlerdi. Şimdilik kalabilecekleri tek nokta, ormanın içiydi. Bu kadar askere rağmen buna cesaret edebilirler mi işte onu ben de bilmiyordum. "Teslim olmaya niyetimiz yok, komutan!" diye bağırdı adamların arasından biri. "Bırak bizi, gidelim! Yoksa çok kişinin canı yanar!" Ne cesaretle bir askeri tehdit edebiliyor ki diye düşünürken arkamdan birkaç çıtırtı geldi, hızla arkamı döndüm. Etrafa göz gezdirdim. Kimse olmadığından emin olup yeniden yola doğru döndüm ve saklandığım ağacın arkasından olanları izlemeye devam ettim. O sırada Mary'nin arabadan indirildiğini gördüm. "Kaçıracaklar," diye mırıldandım ve Devrim'e doğru baktım. Neyse ki olanları göremeyecek kadar uzakta değildi. Kaçmasın diye elinden geleni yapacağına emindim "Bakın, bir kez daha söylüyoruz!" diye araya girdi Hâkim. "Yaptığınız büyük suç, canınızdan olacaksınız! Kendi isteğinizle teslim olun!" Yine aynı adam "Teslim olmaya niyetimiz yok dedik komutan! Duymadınız mı?" diye bağırdı. Onlar, anlaşmak için konuşurlarken az önce Mary'nin indiği atlı arabadan birinin daha indiğini fark ettim. Şapkasını yüzünü kapsayacak kadar indirmişti yüzüne. Üzerinde siyah, dizlerinin altında biten bir palto vardı. Yüzünü iyi saklıyordu ama buna rağmen tanımıştım onu. Paul'du bu, Paul Chester! "İşte bu! Bitti işi!" dedim kendi kendime mutlulukla. Buradan kaçamazdı, belki kaçmaya çalışır ama yine de başarılı olamazdı. Şu an burada olması, o arabadan inmesi ve onlarca kişinin buna şahit olması her şeyden çok daha önemliydi. Ben, daha bunları düşünürken birkaç adam Paul'un etrafına geldi. Birkaç adam da Mary'nin yanındaydı ve öndeki adamlar askerlerle anlaşma yapmaya çalışırken Paul, yanındakilere bir şeyler söylüyordu. Her ne söylediyse birkaç adam ayrıldı yanından, önündekinin yanına gidip ona bir şeyler söylediler. O adam da başını salladı, diğer adam da gerisin geri döndü ve Paul'a gidip bir şeyler söyledi bir kez. Paul da onu başını sallayarak onayladı sadece. Tüm bu olanları tedirginlikle izledim. Bir şeyler yapacaklar diye düşünürken adamların bir anda harekete geçmeleri, arabaların arkasına saklanmaları ve askere ateş açmaları bir olmuştu. Korkuyla iç çekti. O esnada askerlerde kendilerine siper buldular ve Devrim'in "Ateş!" diye bağırmasıyla birlikte onlar da ateş açmaya başladılar. Artık burada durmanın fazlasıyla tehlikeli olduğunu düşünüp uzaklaşacakken üç -dört adamın arasında Mary'i kaçırdıklarını gördüm. Onun tam aksi yönüne, benim olduğum istikamete doğru da Paul kaçmaya başlamıştı ve anında beşe yakın asker, peşine takılmıştı. Bir sağıma bir soluma bakındım. Ne yapacağımı bilemedim. Heyecandan nefes nefese kalırken ağaçlardan tutunarak kendimi yeniden düz araziye attım. Askerlerin ve adamların arasındaki çatışma devam ederken burada yakalanmam hiç iyi olmayacağı için olay daha da büyümeden eve dönmeye karar verdim. Aldığım bu kararla bir an bile olsun düşünmeden ormanın içinde koşturmaya başladım. Bu ormanı, avucumun içi gibi biliyordum. Bu yüzden eve dönüş yolunu bulmak, benim için hiç zor olmayacaktı. Geldiğim yolları hızlıca geçip kasaba yoluna ulaşmaya çalışırken düşündüğüm tek şey; Paul Chester yakalanmayacak bile olsa artık aranan biri olacak olmasıydı. Bu bile, şimdilik benim için yeterliydi aslında. Onu çaresiz görmek, hoşuma gideceğini çok iyi biliyordum. Bundan sonra her şey nasıl ilerler bilmiyorum, hatta doğrusu tahmin bile edemiyorum. Fakat bildiğim bir şey vardı. O da; onun için artık hiçbir şey, eskisi gibi olmayacaktı. Ne de olsa artık o tüm askerin gözü önünde suçu kanıtlanmış biriydi. Hayat, onun için eskisi kadar kolay ilerlemeyecekti. Koşmaktan yorulunca hızlı adımlarla yürümeye başladım. Bir an önce ormandan ayrılmam gerek diye düşünürken birinin arkamdan nefes nefese "Valencia Pride," dediğini duydum. Olduğum yerde kaldım, daha ileriye gidemedim. Bu sesin sahibini, çok iyi tanıyordum ve kalbim, bu yüzden göğüs kafesime hızla vurmaya başlamıştı. Dudaklarımı birbirlerine bastırdım, ağır ağır arkamı döndüm, onunla göz göze geldim. Korkuyu, iliklerime kadar hissetsem de bunu belli etmemek için elimden geleni yaptım. Hatta karşısında dimdik durup gözlerinin içine baktım. İçimden de umarım askerler geliyorlardır diye geçirmeden edemedim. "Tabii ya," dedi dişlerini sıkarak ve öfkeyle. "Tüm bunlara sebep olan sensin!" Sessiz kaldım, düşündüğüm tek şey şu an buradan arkama bile bakmadan kaçmak ve kendimi kurtarmaktı. "Ne o, korkuyor musun yoksa?" diye sorarken bana doğru bir adım attı. Evet, korkuyordum ama bunu belli etmeye hiç niyetim yoktu. "Senden mi korkacağım?" diye sordum bu yüzden. "Bu, çok saçma olurdu zaten," dedi ve bir adım daha attı. Aramızdaki mesafeyi yavaş yavaş kapatması, beni daha çok korkutuyordu. "Ne de olsa tüm bunları yaparken hiç korkmadın." Sessiz kaldım. "Bu cesaretini neye borçlusun Bayan Pride?" deyip bir adım daha attı. "Yoksa komutana mı güveniyorsun?" "Komutana güveniyorum," dedim bir an bile olsun tereddüt etmeden. "Ama kendime de güveniyorum ve emin ol, seninle uğraşmak için bir başkasına güvenmeye ihtiyacım yoktu." Gözlerinin kenarı kısıldı. Sanki bir şeyin farkına varmış gibi dudakları, hafifçe yana kıvrıldı. Yüzünde meraklı ve bir o kadar da şüpheli bir ifade oluşurken kısık bir sesle sordu. "Anladın, değil mi?" Daha cevap vermeme fırsat kalmadan, yüzündeki şüpheli ifade yok oldu ve kendinden emin durdu. "Bu yüzden bana böyle bakıyorsun." Kendinden emin dursa da benim, neyden bahsettiğine dair hiçbir fikrim yoktu. "Neyi?" diye sordum bu yüzden. Sağ kaşını kaldırdı. Gerçekten anlamadığıma ikna olmaya çalışır gibiydi. Mavi gözleri, merakla irileşirken aynı kısık ses tonuyla konuştu. "Babandan bahsediyorum." Bu cümleyi işittiğim an öfke, tüm bedenimi esir aldı. Bu öfkeyle tüm vücudum kaskatı kesilirken dişlerimi sıkıp elimden geldiğince sakin kalmaya çalıştım. Bu hâlim, bir kez daha dudaklarının yana kıvrılmasına neden oldu. "Gerçekten de anlamışsın." Daha fazla dayanamadım ve dişlerimi sıkarak konuştum. "Pislik herif!" Ve artık emin olmuş olacak ki keyifle güçlü bir kahkaha attı. Bu, beni daha da öfkelendirirken ona saldırmamak için kendimi çok zor tuttum. "Valencia Pride!" dedi bu durumda bile fazlasıyla keyifli çıkardığı sesiyle. "Sana o evlilik olmasın diye elimden geleni yapacağım demiştim!" Kendimi öfkeyle daha da kastığımda tırnaklarım, avucuma batmıştı. "Benimle bu savaşa girmemeliydin! Babanı kurban edene kadar uzatmamalıydın bu durumu!" Sakin kalmaya çalışmaya devam ettim. Buna mecburdum. Öfke, beni çıkmaza sokardı. "Çok merak ediyorum. Abimi, babanı kaybetmeyi göze alacak kadar çok mu seviyordun yoksa benim bu kadar ileriye gideceğim aklına mı gelmedi? Ama bu çok saçma değil mi? Fazlasıyla akıllı geçiniyordun çünkü. Bunu, düşünmüş olman gerekirdi." "Canımı yakmaya çalışıyorsun," dedim gözlerinin içine bakarak. "Çünkü sen de çok iyi biliyorsun ki artık bunu sadece sözlerinle yapabilirsin." Sessiz kaldı. "Senin için her şey bitti," dedim sinirini bozmak için alay edici bir tavırla. "Bu olanların geri dönüşü yok artık. Sen, artık herkesin gözünde bir suçlusun. Askerlerin hepsi, seni oradan kaçarken gördüler. Birazdan yakalanacaksın," dedim ve keyfini kaçırmak istediğim için bir kez daha alayla güldüm. "Buradan, bu ormandan bir şekilde kaçsan bile bir yerde seni yakalayacaklar. Sonsuza kadar kaçamayacağını çok iyi biliyorsun. Artık ne yaparsan yap kurtulamayacaksın." Sözlerim, moralini bozmak yerine ona bir kez daha kahkaha attırdı. "Valencia," dedi sakince. "Ben, hep kendimi kurtaracak bir şeyler bulurum." Bu cümle, içime derin bir korku düşürdü. Bir şeye güveniyor gibiydi ve bu zamana kadar yaşadıklarım, bana bir şeyi çok iyi öğretmişti; eğer o bir şeye güveniyorsa, ortada korkmam gereken ciddi bir durum var demektir. Böyle düşünüyor olsam da bunu hiç belli etmeden "Bu sefer mümkün değil," dedim. Oysa mümkün olabileceğinin korkusu, kalbimin orta yerindeki yerini almıştı bile. Aldığı bu cevap, ona derin bir iç çektirdi. Ardından da gözlerimin içine bakarak tehditkâr bir tavırla konuştu. "O zaman senin için de bitmeli." Anlamsızca baktım ona, bu da ne demekti şimdi? "Kendime bir söz verdim," dedi bir kez daha bana doğru bir adım atarken. Artık aramızda bir metreden biraz uzun bir mesafe vardı ve bu, yeterince gerilmeme neden oluyordu. "Senin yüzünden benim için bir şeyler yolunda gitmezse senin için de her şeyi yolundan çıkaracaktım." Öfkeyle gözlerinin içine baktım ve bir kez daha dişlerimi sıkarak "Babamı öldürdün!" dedim her an ona saldıracakmış gibi. "Bana daha fazla zarar veremezsin, daha büyük bir acı yaşatamazsın." Ellerini, cebine soktu. "Ama sen hâlâ yaşıyorsun." Sinirle güldüm. "Ne o, şimdi de beni mi öldürmeyi düşünüyorsun?" Bu soruyu, gayet rahat bir tavırla sormuştum. Oysa durum çok farklıydı. Korkuyordum, hem de çok ama eğer o bunu fark ederse keyifleneceği için bunu elimden geldiği kadar belli etmemeye çalışıyordum. Bir yandan da onu oyalamam gerektiğini düşünüyordum. Askerler gelene kadar kaçmasına da bana saldırmasına da engel olmamak için elimden geleni yapmalıydım. "Mary," dedim bu yüzden, şimdilik konusunu açabileceğim tek kişi oydu. "Onun hakkında yanıldığımı, aramızda bir şey olmadığını söylemiştin ama bak, ben haklı çıktım. Onu kurtarmak için kendini bile feda ettin." Keyifli ifadesi yok oldu, sonunda gerçek duygularını yansıtmaya başlamıştı. "Sen buradasın şu an ama muhtemelen o, çoktan askerler tarafından yakalandı. Onu kurtarmak için bir daha fırsatın olmayacak gibi, çünkü artık kendini bile kurtarman zor." Bir kez daha gözlerinin kenarı kısıldı. Bakışlarını, öfke esir aldı. "Her şeyi o kadar hak ettin ki senin için üzülemiyorum bile." "Haklıydın," dedi öfkesini bastırmaya gerek duymadan. "Mary'le aramda bir şeyler vardı, hatta..." Cümlenin sonunun nereye gideceğini çok iyi bildiğimden araya girip cümlesini ben tamamladım. "Hatta bebeğinin babası da sensin." Sessiz kaldı. Ne kabul etti ne de inkâr ama bu sessizlik bile aslında kabul ettiği anlamına geliyordu. Yine de emin olmak için "İnkâr etmedin," dedim. "Artık inkâr etmek için bir sebebim yok." Ve işte bu cümle, emin olmam için yeterli olmuştu. "Artık hiçbir şeyi saklamak için de bir nedenin yok." Tek kaşını kaldırdı. "Bir şey soracak gibisin." "Evet, bir şeyi çok merak ediyorum." Sessiz kaldı, sormamı bekler gibiydi. Ben de onu çok bekletmedim ve sanki normal bir zamanda normal bir durumda, normal şeyler konuşuyormuş gibi konuşmaya devam edip sordum. "Stella, o neden öldü? Ondan ne istedin? Neden yaptın bunu ona?" diye sıraladım aslında aynı anlama gelen sorularımı. "Onun ölümünden ben suçlu değilim, desem inanacak mısın bana?" "Asla, çünkü eminim. O, senin yüzünden öldü." Ellerini, cebine soktu. "Bundan sonra neye inandığın pek de önemli değil aslında." Sessiz kaldım, o sırada bir adım daha attı bana. Neden hâlâ kimse gelmiyordu? Askerler neredeydi? Kaçtı zannedip peşini bırakmışlar mıydı? Bu kadar çabuk bırakmaları çok saçma değil miydi? Paul, bana doğru bir adım daha attığında daha fazla dayanamadım ve bir adım geri gittim. İşte bu yaptığım, onun keyiflenmesi için yeterli oldu. Keyifle gülümserken bir adım daha attı, ben de onu mutlu edeceğini bildiğim hâlde hızla bir adım geri gittim. O an, yüzündeki o gülümseme soldu. Yüzü, ciddi bir ifadeye büründü. Bu, kalbimin korkuyla hızla atması için yeterli olurken ellerini cebinden çıkardı. Bu, bana saldıracağını anlamam için yeterli olurken elim elbisemin eteklerine gitti. Paul'un gözleri, ağır ağır ellerimi buldu. Dudağının sağ kısmının hafifçe yana kıvrıldığını fark ettim. Bu, yapacağı şeyden emin olmam için yeterli olmuştu. Bu yüzden de o bir hamle yapmadan ben harekete geçtim ve hızla elbisemin eteklerini toplayıp arkama bile bakmadan koşmaya başladım. Arkamdan gelen ayak sesleri peşimden geldiğini anlamam için yeterli olurken daha hızlı koşmaya başladım. Kasabaya girmem lazımdı ama bunu yapmak için geri dönmeli, ona doğru koşmalıydım. Bunu da yapamayacağım için ormanın içine doğru ilerliyordum ve şimdilik yapabileceğim tek şey ormanda izimi kaybettirip kasaba yoluna ondan sonra girmek olacaktı. Paul, arkamdan koşmaya devam ederken hızlı ve kısa nefesler alıp var gücümle koşmaya devam ettim. Ta ki ayağım, bir taşa takılıp da bu yüzden eteğime dolanıp yere düşene kadar. Canım acısa da umursamadım, ayağa kalktım ama bu, bana vakit kaybettirdi ve Paul'un elbisemden yakalayıp beni yeniden yere düşürmesine neden oldu. Etrafta birileri varsa duysunlar diye avazım çıktığı kadar çığlık attım. Bir yandan da yeniden ayağa kalkmak istedim ama beni tamamen düşürüp tüm ağırlığıyla karnımın üzerine oturunca bunu yapmak, mümkün olmadı. O, ellerini boğazıma götürürken bana doğru eğilmesini fırsat bilip yüzünün ortasına yumruğunu geçirdim. Anında burnundan kan patlarken ve o kan, benim de yüzüme gelirken onu üstümden ittirmeye çalıştım. Az kalsın başarıyordum ki kaçacağımı anladı, kendiyle ilgilenmeyi bırakıp yeniden boğazıma yapıştı. Ellerim, boğazımdaki ellerini buldu ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Gücüm, bunun için yeterli olmazken beni bırakan kendisi oldu. Eşzamanlı olarak derin bir nefes alıp öksürmeye başladım. O esnada üzerimden kalktı ve elbisemden tutup beni de kaldırdı. Burnundan akan kan dudaklarına ulaşmış, oradan da beyaz gömleğine bulaşmıştı. Ben, hâlâ kendimi toparlamaya çalışırken beni çekiştirmeye başladı. Bunu neden yapıyor anlayamazken kasabanın en yüksek uçurumuna yakın olduğumuzu, beni de oraya götürmeye çalıştığını fark ettim. Bunu fark ettiğim an ne yapacağını anlayıp daha da güçlü bir şekilde elinden kurtulmaya çalıştım. Buna rağmen o uçurumun kenarına götürdü beni. Tam o esnada karnına güçlü bir yumruk atıp elinden kurtuldum ve kaçmak istedim ama yapamadım, yeniden yakaladı beni. Yakalamasıyla birlikte yere düşürmesi bir oldu. Ardından bir kez daha beni kontrol altına almak için karnımın üzerine oturdu. Şimdi, az öncekinin aksine bir uçurumun tam kenarındaydık. Birkaç santim daha sağda olsak ikimiz de uçurumdan düşecek kadar yakındık hatta o uçuruma. Bu beni korkuturken Paul'un yüzüne korkunç bir gülümseme yayıldı. O esnada elindeki kocaman taşı fark ettim. Gözlerim, yerinden çıkacakmış gibi irileşirken "Seni öldürmeyi başkaları aracılığıyla da olsa çok denedim ama olmamıştı. Demek ki canını bizzat alacağım zaman gelecekmiş," dedi ve korkunç gülümsemesi büyürken ekledi. "İyi uykular Bayan Pride," deyip elindeki taşı havaya kaldırdı. Can havliyle elimi toprağa geçirdim, bir kez daha avucumu toprakla doldurdum ve o daha taşı indirmeden yüzüne toprak attım. Gözleri anında kapanırken taşı kafama indirmeye çalıştı, hızla kendimi yana çektim. Fakat buna rağmen bu hamleden tam manasıyla kurtulamadım, başıma çarpan taşla birlikte gözlerimin önünün karardığını hissettim. Kendimi, bayılacak gibi hissetsem de korkum daha baskın geldi ve son bir hamleyle onu, tüm gücümle sağa doğru ittim. Ardından ne olduğuna dahi bakamadan dönen başım yüzünden bedenim, toprağın üzerine yığıldı. Ve işte tam da o an başıma aldığım sert darbe yüzünden bakışlarım bulanık görürken kurtulmak için ittiğim Paul'un uçurumdan aşağıya düşmesine şahit oldum. Eşzamanlı olarak kulaklarıma, ayak sesleri gelmeye başladı. Yerden destek alıp zorlukla ayağa kalktım. Başımdan akan kan, yüzümü kapladığında korkuyla ağlamaya başladım. O sırada hâlâ bulanık görürken ileriden gelen kalabalığın önündeki Devrim'i fark ettim. Onu gördüğüm an, daha çok ağlamaya başladım. Devrim, peşindeki herkesi hızla geride bırakıp yanıma ulaştı ve diz çöktü. Bu kadar yakın olmasına rağmen hâlâ onu net göremiyordum. "Valencia," dedi endişeyle. "Sen neden buradasın? Bu hâlin ne? Ne oldu sana? Kim yaptı bunu sana?" Sorularını üst üste sıralarken olayı görmediklerini anladım. Bu, beni daha çok ağlatırken "Düştü," dedim hıçkırıklarım arasında. "Ne düştü? Kim düştü?" diye sordu şaşkınlıkla. Benim cevap vermeme gerek kalmadan bir asker "Komutanım! Burada biri var!" diye bağırdı. Devrim, bir anlık arkaya baktıktan sonra gözleri, yeniden beni buldu. Ağlarken hıçkırdım ve hemen ardından "Paul," dedim. "Paul Chester!" Devrim, afallamış bir hâlde gözlerimin içine bakarken bir askerin "Aşağıya inin, durumuna bakın!" diye emir verdiğini duydum ve eşzamanlı olarak birçok asker, yanımızdan ayrıldı. Devrim, afallamış bir hâlde gözlerimin içine bakarken bir askerin "Aşağıya inin, durumuna bakın!" diye emir verdiğini duydum ve eşzamanlı olarak birçok asker, yanımızdan ayrıldı. Devrim ise ne kalkıp peşlerinden gitti ne de uçurumdan baktı. O, yanımdan ayrılmayı tercih etti. "Tamam," dedi bu durumda bile sakince. "Sakin ol Valencia, halledeceğiz, hiçbir şey olmayacak," derken cebinden bir mendil çıkarmış ve yüzümü temizlemeye çalışmıştı. Onun istediğini yapıp sakinleşmek istesem de başarılı olamadım ve ağlamaya devam ettim. Bir yandan da hâlâ başımın kanamaya devam etmesi, başımdaki dönme hissini arttırmış ve gözlerim, biraz daha bulanıklaşmıştı. Devrim'in dudaklarının hareket ettiğini, bana bir şeyler söylediğini fark ettim ama ne dediğini anlayamadım. Sesi, kulaklarıma uğultu gibi geliyordu. Bu, giderek daha da artarken başımı dik tutmakta zorlandığımı hissettim. Devrim, bunu fark etmiş olacak ki omuzlarımdan tutarken daha fazla dayanamadım ve kendimi, boşluğa bıraktım. Bedenim bu kez de onun dizlerinin üzerine yığılırken ve gözlerim ağır ağır kapanırken gördüğüm son şey; peşinden bu ormana kadar geldiğim ve tüm bunların yaşanmasına neden olan o yaşlı kadındı. *** Başımda ve gözlerimde şiddetli bir ağrı hissederken kendimi zorlayıp gözlerimi araladım. Gördüğüm ilk şey ahşap bir tavan olurken gözlerimi yeniden kapattım. Elim, başıma giderken canımın ne denli çok yandığını hissettim. Bu yüzden başımdan elimi çektim. Ağrılar, yeniden uyumak istememe neden olurken olan biten her şey bir bir aklıma geldi ve telaşla gözlerimi yeniden açtım. Hâlâ bulanık gördüğümü fark ederken hızla doğruldum. Askeriyedeydim ve burası, Devrim'in odasıydı. Ne zaman gelmiştim buraya? Nasıl gelmiştim? Bu düşünceler arasında ayağa kalktım. Eşzamanlı olarak başım döndü ve duraksadım, gözlerimi kapatıp bir süre bekledim. Başımdaki dönme hissinin geçtiğini fark edince gözlerimi yeniden açtım ve az öncekinden daha yavaş hareket edip kapıya doğru yürüdüm. Neler olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Paul'a ne olmuştu? Kurtulmuş muydu? Yoksa ölmüş müydü? Mary ve diğerleri yakalanmış mıydı? Her şey, hâlâ benim için bir bilinmezdi. Bu düşünceler arasında odanın kapısına ulaştım. Tam kapıyı açıp diğer odaya geçecekken duyduğum seslerle duraksadım. "Şimdi ne olacak?" diye soruyordu Devrim birine. "Neler olacağını sen de çok iyi biliyorsun Devrim," dedi Hâkim. Ne hakkında konuşuyorlardı? Benim hakkımda mı yoksa başka bir şey hakkında mı? Odadan çıkmalı mıydım yoksa onları dinlemeye devam mı etmeliydim? "Paul iyileşse bile Valencia ceza alacak." Duyduğum şeyle nefes alışlarım hızlanırken gözyaşlarım da korkuyla akmaya başlamıştı. "Eğer zaten Paul ölürse Valencia'nın alacağı cezanın ne olacağının sen de biliyorsun." Hâkim'in ima ettiği cezanın ne olduğunu çok iyi bildiğimden gözyaşlarım hızlandı. Elimi, ağzıma bastırdım ve sessizce ağladım. "Ne yani o şerefsiz için biz, bu kızı öldüre..." dedi Devrim ve sustu, devam edemedi. Hızlıca gözyaşlarını sildim. Burada öylece durup onları dinlemek yerine odadan çıktım. Hepsinin gözleri, aynı anda beni buldu. Dilsiz de odadaydı. Dilsiz ve Hâkim, meraklı ve bir o kadar da acırcasına bana bakarlarken Devrim, yanıma geldi. "İyi misin?" diye sordu endişeyle. Gözlerim dolup da kirpiklerim ıslanırken başımı olumsuz anlamda salladım. "Değilim." Devrim de dahil olmak üzere, hiçbiri bir şey diyemedi. "Paul," diye sordum sesim titrerken. "Ona ne oldu? "Şehirdeki hastaneye götürüldü, hâlâ yaşıyor," dedi Hâkim. "Onu," diye ekledi ve gözünün ucuyla Devrim'e baktı. Onun vereceği tepkiden korkuyor gibiyken gözlerini yeniden bana çevirdi. "Uçurumdan iten sen miydin? Yoksa kendi mi düştü?" Sonucu ne olursa olsun yalan söylemeye niyetim yoktu. "Beni öldürmeye çalıştı, kendimi kurtarmak için onu ittim ama uçurumdan düşsün diye itmedim. O, beni oraya bilerek götürdü. Oradan beni atacaktı. Öncesinde kafama taşla vurmaya çalıştı, vurdu da hatta. Ben de kendimi kurtarmak için onu üzerimden ittim ve düştü." "Bilerek yaptığın bir şey değildi yani," dedi Hâkim. "Ben katil değilim!" dedim öfkeyle. "En başından beri, babamı öldürdüğünü çok iyi bildiğim hâlde bir şeyler yapmak yerine her şeyi size anlattım! Ceza alsın diye uğraştım! Bir an bile olsun onu öldürmeyi düşünmedim." "Sakin ol," dedi Hâkim. "Ben sadece seni bu işten nasıl kurtarabiliriz diye olayı anlamaya çalışıyorum. O yüzden soruyorum bunları." Sessiz kaldım. Haklıydı, bana yardım etmeye çalışıyordu. Ona öfkelenmem doğru değildi. Hem yardım etmeye çalışmasa bile ona öfkelenmeye hakkım yoktu. Ne de olsa bu, onun işiydi. "Valencia." Onun sesiyle gözlerim, yeşillerini buldu. "O ormanda ne işin vardı?" Suçlayıcı ya da kızgın bir ifadeyle sormamıştı bu soruyu. Aksine kendimi bu hâle düşürdüğüm için üzgün, çaresiz ve ne yapacağını bilemez bir hâlde gibiydi. "O kadın, onu gördüm yine. Peşinden gittim ve kendimi bir anda ormanda buldum." "O kadın da kim?" "Daha önce seninle birlikte de konuştuğumuz o yaşlı kadın." Devrim, bir şey söyleyecek gibiyken buna fırsat vermeden sordum. "Peki diğerlerine ne oldu? Mary, yakalandı mı?" Bu sorum, Devrim ve Hâkim'in birbirlerine bakmalarına neden olmuştu. İkisinin de yüzünde garip bir ifade vardı. Bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken huzursuzlandım ve dayanamayıp "Yolunda gitmedi mi?" diye sordum. Devrim, gözlerini ağır ağır bana çevirdi. "Mary," dedi, sesinde anlam vereme ikidiğim bir hüzün vardı. "Kaçmaya çalışırken bebeğini düşürdü." Şaşkınca kaldım, bunu duymayı beklemiyordum. "Bu yüzden o da şifahanede," diye ekledi Hâkim. "Biz ormandayken Dilsiz, James Morgan'ı yakaladı. O da içeride artık. Sorgusu yapılıyor. Hatta Binbaşı sayesinde kurtulduğunu itiraf bile etti. Bu sayede Binbaşı da tutuklandı." Devrim'in dudaklarından dökülen her kelime, beni bu durumda bile biraz olsun mutlu ederken devam etti. "Bay Mahler da her şeyi itiraf etmişti zaten. Anlatmaları gereken her şeyi anlattıkları zaman cezaları verilecek." Devrim, devam edecek gibiyken Hâkim, "Cezalarının ne olduğu da belli zaten," diyerek araya girdi. Bu cümleyle, yeniden doldu gözlerim. "Ben de," dedim acıyla. "Belki ben de onlarla birlikte..." Devrim, sözümü kesti. "Bir yolunu bulmaya çalışacağız," derken, bunun için elinden geleni yapacağını, gözlerindeki kararlı ve kendinden emin ifadeden anlamak mümkündü. "Albay'a telgraf çekelim!" diyerek heyecanla araya girdi Hâkim. "O, bize her konuda yardımcı olur! Durumu anlatalım, mutlaka bir çözüm yolu sunacaktır bize!" Bu fikir, beni de umutlandırırken Devrim'in hiç de aklına yatmamış gibiydi. Ama yine de "Olur, dene," diyerek telgraf çekilmesine izin vermişti. Onun bu tavrı, beni de etkilerken içimde bir anlığına yeşeren umut, yeniden söndü. Bu durumdan bihaber olan Hâkim, aynı heyecanla "O iş Dilsiz'de, şehre gider ve hemen halleder telgraf işini," dedi. Duyacağım cevaptan korksam da "Peki o zamana kadar ne olacak?" diye sordum. Hâkim, bir an bile olsun düşünmeden "Seni bırakmayız, tüm kasabalılar biliyor olayı. Hem bu durumda burada olman güvende olman açısından da önemli," dedi. Bu duyduğuma hiç şaşırmadım ve ağzımın içinden "Ne de olsa o bir Chester," diye mırıldandım. "Ve üzgünüm ama aşağıda kalmak zorundasın," diye devam etti konuşmasına Hâkim. "Kimsenin dikkatinizi çekmemeliyiz. Bu, seni kurtarmamızı zorlaştırır." Hâkim, bunları söylerken kendini suçlu hissediyor gibiydi. "Lütfen," dedim gözlerinin içine bakarak. "Kendinizi kötü hissetmeyin. Bu olanlar, en çok da benim hatam ve katlanmam gereken her şeye katlanmak zorundayım. Ne yapılması gerekiyorsa onu yapmalısınız. Benim yüzümden kendinizi zor duruma sokmayın." Bu sözlerim, Hâkim'in kendini daha iyi hissetmesini sağladığını görebiliyorken nedenini anlayamadığım bir şekilde Devrim'in rahatsız ettiğini fark etmiştim. Saklamaya gerek duymadığı bir huzursuzluk içine girmişti. "Biz en iyisi gidip şu işi halledelim, bir de başka ne yapabiliriz onu araştırmam lazım," dedi Hâkim az öncekinden daha rahat bir tavırla ve kapıya yöneldi, odadan çıktı. Hemen peşinden de Dilsiz çıkarken Devrim'e baktım, bir şeyler söylemesini bekledim. "Hadi otur da başına bakayım," dedi gözleri beni bulmadan ve yanımdan ayrıldı, gidip çekmecesini karıştırdı. Sessizce masasının önündeki ahşap sandalyelerden birine oturdum. Devrim, bir süre çekmecesini karıştırdıktan sonra aradığını bulmuş olacak ki yanıma geldi. Karşıdaki sandalyeye oturmak yerine, önümdeki sehpaya oturdu. Hâlâ gözlerime bakmıyordu. Elindeki pamuğa ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler döktükten sonra elleri, yüzümü buldu. Gözleri de eli gibi alnımda olduğundan hâlâ bana bakmıyordu. Kızgın mıydı bana? Bu yüzden mi bakmıyordu gözlerime? Bu düşünce gözlerimin nemlenmesine neden olurken "Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordum. Elleri, bir an duraksadı. Ardından derin bir nefes aldı. O nefesi ağır ağır verirken, nefesini dudaklarımda hissettim. Hâlâ gözlerime bakmıyor olması kirpiklerimin ıslanmasına neden olurken "Kızgın mısınız bana?" diye sordum. Cevap vermek yerine pamuğu alnıma sürmeye devam etti. Birkaç saniye sonra işini halletmiş olacak ki ellerini, alnımdan çekti ve işte o an, istediğim şeyi yapıp gözlerime baktı. "O ormanda olmaman gerekiyordu." Sesi kızgın değil, beklediğimin aksine çaresiz çıkmıştı. "Tüm bunlar, yaşanmamalıydı." Gözümden akan bir damla yaşa engel olamadım. "Özür dilerim." "Ben," dedi umutsuzca. "Ben şimdi seni nasıl kurtaracağım?" Bu cümle, kalbime bir ok saplanmış gibi hissetmeme neden olurken bu kez ben bakamadım ona. "Özür dilerim," dedim bir kez daha. "Seni aşağıya göndermek zorundayım," dedi, bunun en çok kendisini rahatsız ettiğini belli eder bir tavırla. "Benim de gidip tüm bunları düzeltebilmek için başka bir yol bulmam lazım." Başımı salladım sadece, söyleyecek hiçbir şeyim yoktu ne de olsa. "Ben çıktıktan sonra birini göndereceğim seni alması için." Gözlerim dolarken ağlamamak için dudaklarımı birbirlerine bastırıp yine başımı salladım. "Elimden geleni yapacağımı bil, olur mu?" Buruk da olsa tebessüm ettim ona. "Bundan hiç şüphem yok." Bu cümlem bile onu rahatlatmak için yeterli olmazken hüzünle baktı gözlerime. Sanki söyleyecek başka bir şeyi var gibiydi. Bunu düşünmek, beni büyük bir meraka düşürürken beklediğim ve istediğimin aksine tek kelime bile etmeden ayağa kalktı. Ardından da doğrudan kapıya yöneldi. Merakla arkasından bakarken çıkmadan önce döndü ve bana baktı. Gözlerimi ondan çekemezken o, bunu daha fazla yapamadı ve önüne döndü, sessizce odadan çıkıp gitti. Kızmakta haklıydı. Ne olursa olsun, orada olmamalıydım. Eğer bunu yapmasaydım şu an çok farklı bir durumda olurduk. Askerler, onu yakalamış olurlardı. Can çekişiyor olmak yerine, sorguda her şeyi anlatıyor olurdu. Ben de burada olmak yerine, evimde, ailemin yanında sabırla alacağı cezayı bekliyor olurdum. Ama şimdi buradayım. Belki ölecek ve bu yüzden ben de öleceğim, bir katil olarak idam edileceğim. Ya da belki yaşayacak ama ben, yine bir ceza alacağım. Bu ceza, yine ölüm olacak. Çünkü birine zarar vermenin cezası da bu, öldürmemiş olsan bile... Odanın kapısının açılmasıyla düşüncelerimden sıyrıldım, kapıya doğru baktım ve içeriye giren bir askeri gördüm. "Valencia Pride," dedi bana doğru birkaç adım atarken. "Benimle geliyorsunuz." Hiçbir şey demeden, ayağa kalktım ve yanına gittim. Asker, önümden çekilip odadan çıkmamı bekledi. Bunu fark edip onun yönlendirmesini beklemeden odadan çıktım. Peşimden de hemen kendisi çıktı ve "Beni takip edin," dedi. Gözlerimle onayladım onu. Bu onayın ardından zindanlara inilen merdivenlere yöneldi. Adım adım takip ettim ona. Hiç yabancısı olmadığım o merdivenlere ulaştık, aşağıya indik. Karanlık koridorda birkaç dakika boyunca sessizce ilerledik. En sonunda asker, bir zindanın önünde durdu ve belinde asılı olan anahtarları çıkarıp kapısını açtı. Onun söylemesini beklemeden girdim içeriye. Hemen arkamdan zindanın büyük demir kapısı kapandı ve anahtar sesi duydum, kapının kilitlendiğini anladım. Sonrasında da askerin uzaklaşan postallarının sesini duydum. Gözlerimi, kapıdan çektim ve zindanın içine baktım. Daha önce kaldığım yerden farklıydı. Yerler toprak değil, betondu ve görünürlerde bir fare yoktu. İçeride eski, ahşap bir yatak vardı. Yatağın üzerinde ince bir minder, küçük bir yastık ve kalın bir battaniye vardı. Gözlerimi yataktan çekip zindanın diğer köşesine baktım. Kirli diyemeyeceğim ama temiz da sayılmayacak alafranga bir tuvalet, hemen yanında da el yıkamak için bir musluk vardı. Zaten başka hiçbir şey de yoktu. Hava alabilecek tek yer, zindanın demir kapısının üstünde yer alan küçük pencereydi ama şimdi o da kapalıydı. Ağır adımlarla yürüdüm, yatağın üzerine oturdum. Yalnız kalmak, başımdaki ağrıyı daha net hissetmeme neden olurken başımı yastığa koydum, ayaklarımı da önce yatağa ardından da karnıma kadar çekip biraz uzandım. Uyumak için değil, başımdaki ağrıyı biraz olsun dindirmek için gözlerimi kapattım. Aklıma ilk olarak ormanda yaşananlar gelirken Paul'un düştüğü o anı, düşünmeden edemedim. Nasıl böyle bir hata yapmıştım? Nasıl kendimi bu duruma düşürmüştüm? Tüm bu olanların içinde hep kendimi haklı görürdüm ama şimdi, bunu yapamıyorum. Tek ama büyük bir hatam, beni bu durumun içindeki haksızlardan biri yaptı. Sımsıkı yumduğum gözlerimden sessizce yaşlar akarken elimden, her şeyin yolunda gitmesini umut etmek dışında hiçbir şey gelmiyordu. Bu şekilde ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum ama geçen bu zaman içinde hep olanları ve Elina'yı düşündüm. Ona hiç yanından ayrılmayacağım demiştim oysa. Şimdi, yaşadığı hayal kırıklığını tahmin dahi edemiyorum. Bir yandan da korkuyorum, hem de çok ama kendim için değil, sadece onun için. Ya kurtulamazsam? O zaman ne olacak? O nasıl devam edecek hayatına? O kadar şey yaşanırken bunları neden düşünmedim? Neden gittim o kadının peşinden? Neden her şeyin bu hâle gelmesine izin verdim? Zihnimde dönüp duran soruların bir türlü ardı arkası kesilmezken epey bir zaman geçirdim. Saattin kaç olduğunu bilmiyordum, bir tahminim de yoktu ama akşam olduğundan emindim. Bir gelişme var mıdır ya da Paul'dan bir haber var mıdır diye düşünürken saatlerdir var olan sessizliği, dışarıdan gelen ayak seslerini bozdu. Bu sesi duyduğum an, hızla doğruldum. Bu yüzden yine başım dönse de bu kez bunu umursamadım ve heyecanla kapıya doğru baktım. Az sonra demir kapıdan sesler geldi. Kilidin açıldığını anlayıp daha çok heyecanlanırken sonunda kapı da açıldı ve Devrim, tam karşımda belirdi. Karanlık olmasına rağmen fark edebildiğim ilk şey, yemyeşil gözleri olurken o gözlerinin içine umutla baktım ve güzel bir şeyler duymayı bekledim. Ancak buna gerek kalmadan her hâliyle bana güzel bir haber olmadığını söylemiş oldu zaten. Onun gözlerindeki çaresizlik, benim de kalbimi esir alırken gözlerimi ondan çektim ve arkamdaki yatağa çöktüm. Ağır adımlarla bana doğru geldiğini fark ederken ona bakamadım. Az sonra yanıma oturduğunda bana baktığını hissedebiliyordum. "Bu işin," dedim titreyen sesimle. "Böyle biteceğini düşünmüyordum." "Henüz bir şey bitmedi ki." Gözlerim doldu, sonunda başımı çevirip ona bakabildim. "Kurtulamayacağımı biliyorum." Sessiz kaldı. "Suçlu da olsa istemeyerek de olsa birine zarar verdim ve bunun cezasını çok iyi biliyorum." Bu cümlelerimin ardından onun gözlerinde gördüğüm çaresizlik, benim içimdeki sessizliği çığlıklara dönüştürdü. "Hâkim'e söylediğiniz sözleri hatırlıyorum." "Ne sözleri?" "Ona, adalet iyiler için de kötüler için de aynı işlemeli demiştiniz. Birine acımak, bir başkasına aynı suç için cesaret vermektir demiştiniz. Şimdi, o adalet benim için de işlemek zorunda, biliyorum." Konuşacak gibi oldu ama devam edip engel oldum ona. "Buna engel olamayacağız." "Valencia," dedi beni sakinleştirmek istercesine yumuşacık sesiyle. "Bir yolunu bulacağız. Sana söz veriyorum, o şerefsiz yüzünden ölmeyeceksin." "Peki o zaman neden bana öyle bakıyorsunuz?" Ancak yalan söylerken yakalanmış olan birinin bürünebileceği bir mahcubiyete bürünürken bunu bastırmaya çalıştı. Bu, gergin görünmesine neden oluyordu ve bundan haberdar değildi. "Nasıl bakıyormuşum?" Ses tonu değişmişti. Sanki az öncekinden daha bir ciddi, daha bir sert çıkmıştı. "Her şey bitmiş gibi." Göz temasını kesmedi. Sanki gözlerini çekerse yakalanacakmış gibi gözlerimin içine kendinden emin bir şekilde bakmaya devam etti ama tek kelime edemedi. Belki de yalan söylemekten korktu ya da benim bunu anlayacak olmamdan. "Sizce söylediklerinize mi inanmalıyım? Yoksa gözlerinizde gördüğüme mi?" diye sordum onun için cevap verme işini daha da kolaylaştırabilmek adına. "Hangisine inanmak istiyorsun?" diye sordu soruma cevap vermek yerine. Kirpiklerim ıslandı, ağlamamak için kendimi zor tuttum ve çaresizce cevap verdim ona. "Sözlerinize." "O zaman sözlerime inanabilirsin," dedi güven verici bir tavırla. "Çünkü gözlerimde gördüğün olmasın, söylediklerim ise olsun diye elimden geleni yapacağım. Sonucu ne olursa olsun yapacağım, söz veriyorum sana." Tebessüm ettim, ıslak gözlerimi sildim hemen. "Güveniyorum size." Bu söylediğim, hoşuna gitti. Onun da dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi ama sanki o an, bir şeyi hatırlamış gibi o tebessüm, anında soldu. Hatta ne hatırladıysa onu huzursuz ve rahatsız etti. Onu bu hâle getiren şeyin ne olduğunu merak ederken "Brice," dedi, ses tonu daha da sertleşmişti. "Seni görmek istiyor," dedi ve ağzının içinden mırıldandı. "Görüşme hakkın var." Bu durumda, kardeşine bunu yaptığım hâlde beni görmek mi istiyordu? Belki de sadece hesap sormak için görmek istiyordur. Hakkı da vardı ve her ne olursa olsun ne söyleyecekse onu dinlemek zorundaydım. Bu yüzden de "Eğer uygunsa görüşmek isterim," dedim. Derin bir iç çekti. Hiç memnun değilken "Uygun," dedi ve ekledi. "Ben çıkınca gönderirim." Heyecanla sordum. "Kardeşimi görebilir miyim?" "Elbette," dedi sadece. "Teşekkür ederim," derken sesimin titremesine engel olamamıştım. "Belki de son kez göreceğim onu, hiç değilse buna fırsatım olacak," dedim ve başımı önüme çevirdim. "Kendimi çok garip hissediyorum. Sanki geriye dönebilsem her şey daha farklı olacakmış gibi. Çünkü şimdi her şey boşa yaşanmış gibi hissediyorum. Belki de en başından her şey hataydı. En başından bırakmalıydım bu işin peşini. Stella öldüğünde kabullenip normal bir şekilde hayatıma devam etseydim, bunların hiçbiri olmayacaktı. Hatta babam bile şimdi..." dedim, sustum ve daha fazla dayanamayıp ağlamaya başladım. "O zaman diğerlerinden bir farkın olmayacaktı ama," dediğinde gözlerim, yeniden onu buldu. "Bu kasabadaki herkes, aynı Valencia. Korkak, ezilmiş, bastırılmış. Onlara hiçbir şey yapmayacağım hâlde, karşılarına geçip sadece 'Nasılsınız," diye sorduğumda bile çoğu korkudan kekeleyerek cevap veriyor. Ama sen, sen onlardan farklısın. Sen, cesursun. Bu yüzden sonun onlar gibi olmayacak. Suçsuz yere öldürülmeyeceksin. Buna izin vermeyeceğim." Son cümlesini, bugün kaçıncı defa duymuştum ona sayamamıştım ve ısrarla aynı şeyi söylemesi, kalbimi bir nebze olsun rahatlatıyordu. "Şimdi gitmem lazım," dedi daha fazla bir şey söylemek yerine. "Yukarıda, beni bekliyorlar. Halletmemler gerekenler var ama yeniden geleceğim yanına." Keşke "Gitme," diyebilseydim. Keşke "Yalnız kalmak istemiyorum, buradan korkuyorum," diyebilseydim. Keşke "N'olur, beni de çıkar buradan," diyebilseydim ama tüm bunları ondan istemeye hakkım yoktu. Bu yüzden sadece "Bekliyorum," diyebildim. Ayağa kalkarken sordu. "Bir şeye ihtiyacın var mı?" "Hayır." "Eğer bir şey olursa seslenmen yeterli. İleride nöbetçi bir asker var. O seni duyacak, bize haber verecektir." "Peki." Devrim, gitmek yerine durup gözlerime bakmaya devam etti. Sanki söyleyecek hâlâ çok şeyi var gibiydi. Bakışları, bana böyle hissettiriyordu ama yine bu his boşa çıktı, tek kelime etmeden dışarıya çıktı. Ardından da kapıda bekleyen asker tarafından kapı kapandı ve kilitlendiğini duydum. Karanlık zindanın içinde gözlerimi gezdirdim. Bu kadar karanlık olması beni korkuturken acaba biraz uyusam mı diye düşündüm ama uyumak bile içimden gelmiyordu. Bu yüzden sabırla yeniden birilerinin gelmesini beklemeye başladım. Çok geçmeden yeniden ayak sesleri duydum. Kapıya doğru baktım. Devrim, bu kadar çabuk geri dönmeyeceği için başka biri mi geliyor diye düşünürken aklıma Brice geldi. Doğru ya, o gelecekti yanıma. Bunu düşünmek, gerilmeme neden olurken ayak seslerinin tam kapının önünde durduğunu anladım. Hemen ardından anahtar sesi geldi ve kapı açıldı. Dışarıdaki koridordan bile içeriye ışık girmezken açılan kapının ardında Brice ve bir asker göründü. Onu gördüğüm an hızla ayağa kalktım. Brice, dümdüz bir ifadeyle karşımda durmuş, karanlıkta gözlerimin içine bakarken asker, "Sadece on beş dakikanız var," dedi ve kapının önünden ayrıldı. Asker giderken Brice, karşımda durmaya devam etti. Onun gözlerine bakmak, kendimi suçlu hissetmeme neden olmuştu. Tüm bu olanlar içinde, aramızdaki en masumu oydu. Ne bir hatası ne bir suçu vardı. Bakamadım bu yüzden gözlerine, gözlerimi kaçırdım. Ben, bunu yapınca bana doğru geldiğini hissettim. Bu, daha da gerilmeme neden olurken yanıma yaklaştı ve ağır hareketlerle yatağın üzerine oturdu. Hâlâ bir şey söylemiyor olsa da yanına oturmamı istediğini çok iyi bildiğimden gidip yanına oturdum. Aramızda, bir kişi daha oturabilecek kadar mesafe vardı. Başımı hafifçe önüme eğdim. Suçumu kabul etmişçesine susup ondan bir şeyler duymayı bekledim. O da zaten beni bunun için çok bekletmedi. "Neden?" diye sordu, sesi çok kötü çıkmıştı. "Neden böyle oldu her şey? Sen..." dedi ve sustu, zorlukla bir nefes aldı ve başını bana çevirdi. Bunu fark edince ona bakma zorunluluğu hissetmiştim. "Sen, Paul'u öldürmeye çalıştın Valencia. Her şey nasıl oldu da bu hâle geldi?" Bu sorulara verebilecek cevabım yoktu. Yapabileceğim tek şey, ona her şeyi en başından anlatmak olacaktı. Daha önce üstü kapalı bir şekilde bahsettiğim her şeyi açıkça anlatmalıydım ona. "Eğer dinlemek istersen, tüm bu olanlardan sonra anlatacaklarıma inanacaksan her şeyi sana en başından anlatmak istiyorum." Derin ve sıkıntılı bir iç geçirmenin ardından konuştu. "Şu saatten sonra bir şeyler bilsem ne değişecek bilmiyorum ama anlat bakalım." "Stella öldükten bir gün sonraydı, askerler tarafından yakalandığım geceydi," diyerek girdim konuya ve o gece şahit olduğum cinayet olayından başlayıp her şeyi eksiksiz, en ince ayrıntısına kadar anlattım. Ta ki onun uçurumdan düştüğü ana kadar. Brice, duyduğu her kelimede, her cümlede ayrı bir şaşkınlık yaşarken "Ama tüm bunlara rağmen ona bilerek zarar vermedim ben. Sadece kendimi kurtarmak için ittim ve ben ondan uzaklaşırken düştüğünü gördüm," diyerek sözlerimi tamamladım. Brice, öylece durup baktı gözlerime. Ağzından tek bir kelime dahi çıkmadı. Sadece şaşkınca durdu karşımda. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordum. Çünkü susması değil, bir şey söylemesi gerekiyordu. Birkaç saniye sonra hafifçe dudaklarını aralayıp "Valencia," diye fısıldadı. "B-baban," derken kekelemişti. Onu, ilk defa böyle görüyordum. Bu yüzden onun sormasını beklemeyip-ne soracağını da çok iyi bildiğimden- cevap verdim ona. "Evet, babamı da o öldürdü." "Valencia," dedi ama devam etmesine izin vermedim. Çünkü Paul'u savunacağı tek bir cümleyi dahi duymaya tahammülüm yoktu ya da 'Yanlış anlamış olabilirsin," tarzı bir cümle duymak istemiyordum. "Uçurumdan düşmeden kendisi itiraf etti." Brice, belki de karşımda hayatının en büyük şokunu yaşarken devam ettim. "Beni öldürmek istedi, başaracağını da düşündüğü için tereddüt etmeden itiraf etti. Sırf biz evlenmeyelim, nikâh iptal olsun diye babamı..." deyip sustum, o cümleyi tamamlayamadım ve başımı önüme çevirip gözümden akan bir damla yaşı sildim. Brice, ayağa kalktı. "Ama neden, neden evlenmeyelim diye bu kadar ileri gitsin? Senden neden bu kadar nefret ediyor olsun? Aklım almıyor!" "Belki de benden değil," dedim duyacağı kadar yüksek ama bir o kadar da ağzımın içinden mırıldanırcasına çıkan bir ses tonuyla. "Ne demek bu?" "Ben de çok düşündüm, benden nefret etmesi için hiçbir sebep bulamadım ve aklıma bir şey geldi. Belki de benden değil, senden nefret ediyordu. Benim değil, senin mutlu olmanı istemiyordu. Derdi benimle değil, seninleydi. "O benim kardeşim Valencia, tek kardeşim. Benden nefret edemez, etmez. Sence böyle bir şey olabilir mi?" Buruk bir ifadeyle baktım gözlerine. "Bu dünyadaki ilk savaş da iki kardeş arasındaydı." Yüzündeki o acı ifade, daha da derinleşmişti bu cümlemle. "Neden mümkün değil gibi konuşuyorsun ki?" "Yapma," dedi kırgınlıkla. "Böyle bir şey olsaydı fark ederdim." "Brice," dedim sabırla. "Kardeşinin bir katil olduğunu bile bilmiyor, ihtimal vermiyordun. O, her duygusunu çok iyi saklayan biri. Nefretini bile büyük bir sevgi olarak gösterebiliyor. Bunu artık sen de çok iyi biliyorsun." Yanımdan uzaklaştı. Küçücük zindanın içinde ne kadar uzağa gidebilirse o kadar uzağa gitti. Bunu yaparken başını, ellerinin arasına aldı ve başındaki ağrıyı geçirmek istercesine sıktı. Belki de sadece düşüncelerini öldürmek istiyordu. Onun bu hâli, kendimi kötü hissettirdi. Hata mı yapmıştım? Bu kadar ileriye gitmemeli miydim? "Ben," dedi ellerini başından uzaklaştırıp bana bakarken. "Ben artık gitsem iyi olacak." Aslında bunun bir gitmek değil, kaçmak olduğunu çok iyi biliyordum ve iyi görünmediği için bu kaçışa izin vermek dışında yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu. "Sen bilirsin," dedim sadece. Hemen çıkıp gitmesini beklerken yanıma geldi ve hiç beklemediğim bir şey yapıp önümde diz çöktü. "Sakın, sakın senden vazgeçtiğimi düşünme. Tüm bu olanlara rağmen, Paul orada öyle olmasına rağmen ben, senin anlattıklarına inanıyorum ve buradan kurtulman için elimden geleni yapacağım." İşte bunlar, duymayı beklediğim şeyler değildi. "Söz veriyorum, seni buradan çıkartacağım. Bunun için ne yapmam gerekiyorsa yapacağım." Gözlerim doldu. Kardeşine olanlardan sonra hâlâ bana bunları söylüyor olması, kendimi daha kötü hissetmeme neden oluyordu. Sanki ağzından çıkan her cümle koca bir kaya kütlesiydi ve kulaklarım, o cümleleri işittikçe o kaya kütlesini biri kalbimin üzerine koyuyor, nefes almama engel oluyor gibi hissediyordum. O, bana bu hissettirdiklerinden bihaber konuşmasını sürdürdü. "Bu bölgenin en iyi avukatıyla görüşeceğim bugün. O, seni kurtarmanın bir yolunu bulacaktır." "Teşekkür ederim," diyebildim bir tek. Daha fazlasını söylemeye yüzüm yoktu ne de olsa... "Ben çıktıktan sonra Elina gelecek, beraber geldik. Yukarıda bekliyor." Boğazım düğümlendi. "Ben buradan çıksam da çıkmasam da..." Devam etmeme izin vermeyip araya girdi. "Ona iyi bakacağım," dedi ne söylemek istediğimi anlamış gibi. Gülümsedim. "Teşekkür ederim." Hiç gitmek istemiyor gibiyken ayağa kalktı. Önce birkaç adım geriye doğru gitti. ardından arkasını döndü ve sessizce ayrıldı zindanın içinden. O, gözden kaybolurken bu kez zindanın kapısı kapanmamıştı. Bu, Elina'nın buraya gelebileceğinden emin olmam için yeterli olurken sabırla beklemeye başladım. Yaklaşık üç-dört dakika kadar sonra dışarıdan sesler gelmeye başladı. Hızla ayağa kalktım. Az sonra açık olan kapıda Dilsiz ve Elina belirdi. Elina, beni gördüğü an Dilsiz'i geride bırakıp koşarak yanıma geldi. Hafifçe eğilip onun boyuna geldikten sonra sımsıkı sarıldım ona. O, boynuma sarılırken ve gelen seslerden anladığım kadarıyla ağlamaya başlarken ben, her ne kadar onu görmeyi istemiş olsam da o beni bu hâlde, burada gördüğü için pek de memnun sayılmazdım. Şimdi o ağladıkça, kendimi daha da suçlu hissediyordum. Bu yüzden saçlarını okşayıp "Elina," dedim titreyen sesimle. "Ağlama lütfen." Geri çekildi, yaşlı gözleriyle gözlerime baktı. "Kasabada herkes senin katil olduğunu söylüyor. İdam edilecekmişsin. Tıpkı Stella abla gibi sen de..." Daha fazla devam etmesine izin vermedim. "Katil değilim," dedim tereddüt etmedim. "Ben, sadece kendimi korudum. Sakın onlara inanma, olur mu?" "Bay Chester seni gerçekten öldürmeye çalıştı mı? Herkes, bunun mümkün olmadığını söylüyor. O, soylu biriymiş. Bunu, asla yapmaz diyorlar." "Elina," dedim ellerini tutarken. "Onların ne dediği değil, senin ne düşündüğün önemli. Eğer sen de..." Devam edemedim, hızla araya girdi. "Sen, onların anlattığı gibi biri değilsin abla. Ben bunu biliyorum, sana güveniyorum." Gülümsedim. "O zaman onların söylediklerini önemsememen gerekiyor." O da gülümsedi ama gözleri doluydu. "Buradan, kurtulacaksın değil mi?" Ona, yalan söylemek istedim. Gerçek onu korkutacak ya da üzecek dahi olsa gerçeği bilmeliydi. "Bilmiyorum," dedim bu yüzden. "Ben de olacakları bekliyorum." Ellerimi tuttu sımsıkı. "Komutan benimle konuştu." "Komutan?" "Hani yeni gelen var ya? O işte." Devrim'den bahsettiğini anlarken arkasına doğru baktı. Askerin ve Dilsiz'in yeterince uzakta olduğuna kanaat getirmiş olacak ki yeniden bana baktı ve eğildi, kulağıma fısıldadı. "Hani yakışıklı olan, o işte. Tanıdın mı?" Dayanamadım ve sesli bir şekilde güldüm. "Tanıdım." "O, bana seni kurtaracağını söyledi." Gülümsedim. "Bana da söyledi." "Biraz zor olabilirmiş, belki biraz üzülebilirmişiz ama ne olursa olsun kurtaracağını söyledi." Kendimi garip bir şekilde iyi hissederken sessiz kaldım. "Biliyor musun? Bir de söz verdi bana." Meraklandım. "Ne sözü?" "Ben, ona seni buradan kurtardıktan sonra seninle gideceğimizi söyledim." "Gidecek miyiz, nereye?" "Bilmem." "Neden böyle bir şey söyledin o zaman?" "Çünkü gerçekten gideceğiz. Artık burada kalmayalım abla. Dedemler bizimle gelmese bile gidelim. Ben sevmiyorum burayı. Korkmayı sevmiyorum abla. Buradan nefret ediyorum. Annemi de babamı da öldürdü bu kasaba. Şimdi de seni öldürmeye çalışıyor. Eğer çıkarsan, gidelim buradan lütfen." Yalvarırcasına konuşuyordu, şimdi şansı ola arkasına bile bakmadan kaçacak gibiydi. Ben de sevmiyordum burayı ama hiçbir yere gidemeyeceğimizi de biliyordum. Bu, o kadar kolay değildi ki. Hatta mümkün bile değildi. Dünya, bizim için bu kasabadan ibaretti. Başka yerde nasıl yaşanırdı? Hem de bir başımıza... Bu, ölüme eşdeğerdi. Tüm bu gerçeklerin farkındaydım ama ona söyleyemedim ve konuyu değiştirmek adına sordum. "Peki komutan ne dedi sana? Ne sözü verdi?" "O da bizi çok güzel bir yere götürebileceğini söyledi. Korkmadan yaşayabileceğimiz bir yere. Öyle bir yer varmış, biliyor musun? Hem buradan çok da güzelmiş." Muhtemelen Devrim, onu geçiştirmek ya da üzmemek adına böyle şeyler söylemişti. Yoksa bunun mümkün olmadığını en az benim kadar onun da bilmesi gerekiyordu. "Sen de gelirsin değil mi? Bu kasabada kalmayı istiyor olamazsın." Evet, deyip ona yalan söyleyemezdim. Hayır, deyip onu üzemezdim de. Bu yüzden "Bunları sonra konuşalım olur mu? Hem benim önce buradan çıkmam lazım," dedim. "Komutan söz verdi ya, çıkacaksın. Biliyorum ben, kurtaracak seni." Sessiz kaldım, o sırada Dilsiz'le göz göze geldim. Konuştuklarımızı duymuş gibi değildi ama konuşmayı bitirmemi ister gibiydi. Yeterince zaman vermişlerdi zaten. Bu düşünceyle yeniden Elina'ya baktım. "Sanırım artık gitmen gerekiyor." Başını salladı. "Biliyorum, çok kısa olmak zorunda olduğunu söylemişlerdi zaten." "Hadi o zaman, kimseyi zor durumda bırakmayalım." Yeniden sarıldı bana. birkaç saniye sonra geri çekilirken yanağımdan öptü. "Seni çok seviyorum." "Ben de seni çok seviyorum." Eğildi ve bir kez daha öptü. Ben de onu yanağından öptüğümde yeniden gözlerinin dolduğunu fark ettim ve sanki bunu saklamak ister gibi hızlıca ayrıldı yanımdan, arkasına bile bakmadan uzaklaştı. O giderken Dilsiz de hemen peşinden gitti ve geriye kalan asker, zindanın kapısını kapatıp kilitledi. Ben de yerime döndüm, yatağa girdim. Sanırım, uzun bir zaman kimseyi göremeyecektim artık. Bu yüzden kapattım gözlerimi ve o uzun zamanın çoğunu uykuda geçirmek istercesine uyumaya çalıştım. Saat kaçtı bilmiyorum ama çok uykum gelmişti. Bu yüzden de hiç zorluk çekmeden uykuya dalabildim. Yeniden gözlerimi açtığımda saat kaçtı bilmiyordum. Sabah olmuş muydu bilmiyorum. Hatta ne kadar uyudum, onu bile bilmiyordum. Bildiğim tek şey, artık çok acıktığım ve bir şeyler yemek istediğimdi. Umarım, gece değildir de sabahı çok beklemem diye düşünürken küçücük zindanın içinde bir sağa bir sola gidip vakit geçirmeye çalışıyordum. Bir yandan da Paul'u düşünüyordum. Ölmüş müydü acaba? Ya da ölüm uykusundan uyanmış mıydı? O uyanırsa bir şeyler değişir miydi acaba? Nedense değişeceğini hiç sanmıyordum. Bu son düşünce, içime derin bir sıkıntı çökmesine neden olurken sağa sola gidip gelmeye, vakit geçirmeye devam ettim. Bu şekilde ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum ama sonunda beklediğim şey oldu; demir kapının açıldığını duydum. Heyecanla durdum, kapıya doğru baktım. Kilit açıldıktan sonra kapı, geriye doğru hareketlendi ve hemen ardından elinde bir tepsi olan Devrim, karşımda belirdi. Onu görünce heyecanlandım. Umutla gözlerine baktım. Ağır adımlarla içeriye girdi. Keyifsiz hâli heyecanımı yok ederken tepsiyi yatağın üzerine bıraktı. "Bir şeyler yemen lazım." Açtım, yiyecektim, hatta şu an bunu yapmayı çok istiyordum ama daha çok istediğim başka bir şey vardı. Ondan güzel bir şeyler duymak gibi. Bu yüzden heyecanla ona bakmaya devam ederken gözleri beni buldu ve tek bir bakışıyla, bir şey duymama gerek kalmadı. Boğazım kupkuru oldu, ağlayacak gibi hissettim kendimi. "Hiçbir şey olmadı, değil mi?" "Albay'a mektup gönderdim, ondan cevap bekliyoruz," dedi, oysa bundan hiç umudu yok gibiydi. "Sana yalan söylemeyeceğim, hem zaten sen de biliyorsun ki savaş döneminde çıkartılan yeni yasalara göre böyle bir durumda, karşındaki suçlu olsa bile ceza belli. Birine zarar veren herkes..." "İdam edilir," diyerek ben tamamladım cümlesini. Başını salladı ve devam etti. "Benim de buradaki görevim, bu işte. Sorgulamadan, yasalar ne diyorsa onu yapmak. Bu yüzden bu durumda elimden çok fazla bir şey gelmiyor. Albay'a bu yüzden mektup yazdım. Her ne olursa olsun bu cezanın doğru olmayacağını belirttim. Paul'u da seni de tanıyor ve burada olanları biliyor. En azından bize Paul uyanana kadar zaman verilecektir. Cezayı hemen uygulamak zorunda kalmayacağız bu sayede." "O uyansa ne olacak ki?" diye sordum. "Anlaşma yapmaya çalışacağız. Senin bir suçun olmadığını, oradan yanlışlıkla düştüğünü söylemesini sağlayacağız. Bu durumda ortada bir suç değil, kaza olacak ve bu olayın içinden ismin silinecek." "O asla böyle bir şey söyleyemez," dedim kendimden emin bir şekilde. Beni öldürmek için her yolu denemişti ne de olsa... Bu fırsatı kaçıracağını hiç sanmıyorum. "Kendini kurtarmak için söylemek zorunda kalacak." "Nasıl yani?" "Onu da işlediği suçlardan temizlemeyi teklif edeceğiz. Karşılığında vereceği ifadeyle seni kurtaracak. Eğer kabul etmezse kendisi de yargılanacağı ve alacağı ceza belli olduğu için kabul etmek zorunda kalacak. Kendini kurtarmak için, ilk başta seni kurtaracak." Gözlerim büyüdü. "Ama o zaman serbest kalır. Bu zamana kadar yaptığı her şey yanına kalır. Buna izin mi vereceğiz?" "Şu an önemli olan onun ceza alması değil, senin kurtulman. Sen kurtulduktan sonra gerisini düşünürüz. O kadar şeyin yanına kalmasına izin verecek değilim." Hiçbir şey diyemedim. Hem nasıl diyeyim ki? Tüm bu söylenenleri kabul etmemek demek, ölümü kabul etmek demek oluyordu ve ben, bunu kabul etmek istemiyorum. "Hadi, bir şeyler ye artık. Benim de gitmem lazım ama yine geleceğim yanına. Gün içinde Albay'dan cevap gelmesini bekliyorum. Eğer gelirse sana hemen haber edeceğim." "Teşekkür ederim," dedim minnettar bir tavırla. "Yanımda olduğunu için, yardım ettiğiniz için çok teşekkür ederim." "Şimdi değil, eğer olur da seni buradan kurtarmayı başarırsam teşekkür edersin." Bu cümle bana garip bir şey hissettirmişti. Sanki üstü kapalı bir şekilde bir şey söylemiş gibi hissetmiştim. Daha doğrusu cümleden çok o cümleyi söylerken yüzünde var olan ifade hissettirmişti bana bunu. Bu his, aklıma Elina'nın söylediklerini getirdi. "Elina, konuştuklarınızı anlattı." Dudakları, yana kıvrılırken ellerini cebine soktu. "Buradan gitmek istediğini söyledi. Hatta sen çıkınca gidecekmişsiniz." "Benim bile bundan haberim yoktu." Gülümsemesi, yüzüne yazıldı. "Tahmin etmiştim." "Ona, bizi güzel bir yere götürebileceğinizi söylemişsiniz." "Gitmek isteyen birine hoşuna gideceğini düşündüğüm bir teklif yaptım diyelim." Buruk da olsa güldüm. "Bunun mümkün olmadığını biliyoruz ama." Sadece kendi adıma değil, onun adına da konuşmuştum. Bu cümlem, yüzündeki gülümsemeyi yok ederken gözlerinin kenarı kısıldı. "Ben öyle düşünmüyorum." Bu, almayı beklediğim bir cevap değildi. "Sanki Elina'ya yaptığınız teklifte ciddi gibisiniz," dedim bunun mümkün olmadığını düşündüğümü belli edecek bir tavırla. "Valencia," dedi ellerini cebinden çıkarıp arkasında birleştirirken. "Bir gün bana gerçekten teşekkür etmen gerekirse, bunun için sadece bu teklifimi ciddiye alman yeterli olacaktır," dedi ve ardından sessizce arkasını döndü, söylediği şeyin etkisiyle beni bir başıma bırakıp gitti. Öylece bakakaldım arkasından. Ne yani o sözler, Elina'yı geçiştirmek için söylediği şeyler değil miydi? Peki ama neden? Kim, hayatında pek de önemi olmayan birileri için böyle bir şey yapmak ister ki? Bu adamı anlamak, hiç kolay değildi. Sıkıntıyla oflarken gözüme, getirdiği kahvaltı tepsisi çarptı ve o an başka hiç sorunum yokmuş gibi güçlü bir açlık hissettim. Bu hisle hızla gidip yatağa oturdum, tepsiyi aldım ve tek bir ekmek kırıntısı bile kalmayacak kadar çok yedim, karnımı doyurdum. Az sonra tepsiyi almaya bir asker geldi ve benimle hiç konuşmadan tepsiyi alıp zindandan ayrıldı. O giderken ayağa kalkıp bir sağa bir sola gitmeye başladım ve bir kez daha bu şekilde vakit geçirmeye çalıştım. Hesap edemediğim ama tahmin ettiğim kadarıyla aradan geçen üç saatin ardından zindanın kapısı açıldı ve kapıda bir asker belirdi. Tanıdık hiç kimse yanında yokken bir askerin gelmesi beni korkuturken "Valencia Pride," dedi ve yanıma geldi. "Sizi yukarıdan bekliyorlar." Merakla sordum. "Bir şey mi oldu? Bir gelişme mi var?" "Bir bilgim yok," dedi sadece. Aldığım bu cevapla hiç oyalanmadan zindandan çıktım, karanlık koridora geçtim. Asker de yanıma geldiğinde birlikte ilerledik koridorda. Merdivenlere ulaştık, üst kata çıktık. Uzun zaman sonra gözüme vuran gün ışığı, bir anlığına da olsa gözlerimi kapatmama neden oldu. Neyse ki az sonra kendimi toparlayıp askerin peşinden ilerlemeye devam ettim. Henüz Devrim'in odasına ulaşmamışken Hâkim'in odasından çıkan Devrim'le karşılaştık. Asker, onu görünce yanımızdan ayrıldı. Devrim'in de gözleri beni buldu. "İyi misin?" "İyiyim," dedim hızla. "Neden çağırdınız beni? Bir gelişme mi var?" "Paul ya da Albay konusunda yok," dedi ve ekledi. "Ama James Morgan konusunda var. Sonunda her şeyi anlatmaya razı oldu, benim odamda bizi bekliyorlar. Ben, sen de duymak istersin diye düşündüm." "İsterim tabii!" dedim anında, kendi durumumu bile unutturmuştu hatta bu bana. "Hem de çok isterim." "Gel o zaman benimle," dedi ve önden ilerledi, peşine takıldım. Biraz sonra onun odasına ulaştık, içeri girdik. Dilsiz ve Hâkim odadaydı. Dilsiz, odadaki pencereye; Hâkim de pencerenin yanındaki duvara yaslanmış duruyorlardı. James ise masanın önündeki ahşap sandalyelerden birindeydi. Kendinden o kadar emin bir duruşu vardı ki sanki suçlu olarak burada bulunan kendisi değil gibiydi. Onu görünce Stella'yı hatırlamak canımı yaktı. Sonra aklıma belki benim de sonumun onun gibi olabileceği geldi ve korku, tüm vücudumu esir aldı. James'in gözleri beni bulduğunda dudaklarının yana kıvrıldığını fark ettim. Bu, beni sinirlendirirken Devrim yerine geçti. Ben, olduğum yerde kalırken arkasına yaslanan Devrim, "En başından beri, her şeyi eksiksiz bir şekilde anlat şimdi. Bir an bile olsun yalan söylediğinden şüphe edersem eğer, neler olacağını tahmin bile etmek istemezsin," dedi uyarıcı ve sert bir ses tonuyla. James, arkasına yaslandı. "Yalan söylemek için bir sebebim yok ama gerçekleri anlatmak için çok sebebim var." "Neymiş o sebepler?" diye sordu Devrim. "Artık kurtulamayacağımı biliyorum, beni idam edeceksiniz. Madem kurtulamıyorum, suçu olan herkes de benimle birlikte yansın. Biri için kendini feda edecek kadar aptal biri değilim ben. Ben yanacaksam, diğerleri de yanacak." "Başla o zaman," dedi Devrim, o an önündeki kahverengi deri kaplı defteri gördüm. Kalemi de hemen yanındaydı. Bir şeyleri not almak ister gibiydi. "Stella'yla başlayalım o zaman," dedi ve bana baktı. "Onun neden öldüğünü hep merak ediyordun değil mi? Aslında çok basit." Sadece bana yönelik anlatmasına kimse engel olmazken James, devam etti konuşmasına. "Tam olarak ne zaman bilmiyorum ama Stella, bir dönem Chester köşkünde hizmetli olarak çalışmış." Gözlerimi kısıp geçmişi düşündüm ama böyle bir şey hatırlamıyordum. Aklıma gelen tek şey; Robert Malikanesinde işe girmeden önce kasabada başka bir ailenin yanında çalıştığıydı. O ailenin Chesterlar olup olmadığından emin değildim şu an. Fakat öldüğü gün, bana Paul'un çok tehlikeli biri olduğunu söylemişti. Hatta bunu annesinin arkadaşından duyduğunu da söylemişti ama annesiyle karşılaştığımız gün öyle bir arkadaşın hiç olmadığını öğrenmiş, bana yalan söylediğini fark etmiş ve Paul'u tehlikeli biri olduğunu bilecek kadar yakından tanıdığını anlamıştım. Yani, gerçekten de orada çalışmış olabilirdi ve çalışırken her ne olduysa Paul'un tehlikeli biri olduğunu öğrenmişti. "Bu, doğru mu? Arkadaşın orada çalışıyor muydu?" Devrim'den gelen bu soruyla düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım. "Bilmiyorum ama çalışmış olabilir, mümkün değil diyemem." Verebileceğim en mantıklı cevap buyken düşündüğüm tek şey, Stella saklamış olsa da tüm bu olanlar yaşanırken Brice'in neden bana onu daha önceden tanıdığını söylemediği olmuştu. Neden saklamıştı böyle bir şeyi? "Roberts Malikanesinden önce orada çalışıyordu," dedi James ve devam etti. "Ve orada çalışırken Paul Chester'a âşık olmuştu." "İşte bu yalan!" diye çıkıştım. "Stella, bana onun tehlikeli biri olduğunu söylemişti! Nefret ediyor gibiydi ondan." James güldü. "Belki de sadece kıskanıyordu," dedi ve Devrim'e baktı. "O kız, kendi ölümüne kendi gitti. Kendini akıllı sanan aptalın tekiydi." "Yorum yapma!" diye çıkıştı Devrim. "Ne olduysa olanı anlat sadece." James oflarken yeniden arkasına yaslandı. "Gerisini tahmin etmeniz lazım aslında. Paul Chester, Stella'nın kendisine olan ilgisini fark edince bu ilgiyi karşılıksız bırakmamış. Bir süre görüşmüşler, hatta yakınlaşmışlar," dedi ve gülerken ekledi. "Bayağı yakınlaşmışlar hem de." Şaşkınlığım konuşmama engel oluyordu. İnkâr etmek, yalan söylüyor demek istiyor ama diyemiyordum. Çünkü artık yaşadıklarım, bana her şeyin mümkün olabileceğini öğretmişti. "Bir süre sonra Paul Chester, Stella'yı önce işten çıkardı. Sonra da hayatından çıkarıp kendinden uzaklaştırdı." "Neden peki? Niye böyle yaptı?" diye sordu Devrim. "Gerçekten Paul Chester'ın Stella'yı sevdiğini düşünmüyorsunuz değil mi? Buna çok gülerim," dedi James ve utanmadan bir de gerçekten gülmeye başladı. "Kes gülmeyi!" diye bağırdı Devrim. James, yalandan ciddileşir gibi yaptı. "Adamakıllı anlatmaya devam et!" diye ekledi Devrim. "Hatta Paul, hizmetçi olduğu için aşağılamış Stella'yı. Tabii Stella, tüm bunları gururuna yediremeyince birlikte yaşadıklarını herkese anlatmakla tehdit etmiş. Paul'dan kendisiyle evlenmesini bile istemiş," derken bu, ona komik geliyor olacak ki gülecek gibi oldu ama yapamadı ve devam etti. "Paul, ona 'Ben, kendimi kurtarırım ama sen ölürsün, idam edilirsin,' dedi. Bu şekilde korkutup susturdu kızı." "Sen," diye araya girdi Hâkim. "Sen tüm bunları bu kadar detayıyla nasıl biliyorsun? Paul oturup sana anlatmış olamaz değil mi?" James, yine güldü. "Hâlâ gerçekte kim olmadığımı bilmeniz komik geliyor." Bu da demekti şimdi? "Ben, o evdeydim. Hatta ben, o evde büyüdüm. Paul Chester'ın en yakınıydım. Düne kadar da öyleydim hatta. Bu hayattaki her şeyini, bilen tek kişiyim hatta ama çoğu zaman bana da güvenmezdi, hatta..." Devrim, sözünü kesti. "Sen, kimsin?" diye sordu. "Nasıl büyün o evde? Nasıl bu kadar yakınsın onlara? Önce bunların cevabını ver." "James Morgan," dedi James iç geçirirken. "Jeremy Morgan'ın oğlu, James Morgan." Jeremy mi? O da kimdi? Hem bu isim bana neden tanıdık geliyordu? "Tanıyamadın mı?" diye sordu James bana bakarak. Sessizce başımı olumsuz anlamda salladım. "Kâhya Jeremy Morgan," dediği an dudaklarım aralandı, gözlerim büyüdü şaşkınlıktan. "Sen, sen Kâhya'nın oğlusun," dedim şaşkınlıkla ve düşündüğüm tek şey yine Brice'in bana neden bunu söylemediği oldu. "Oysa sakladığım bir şey değildi. Bu zamana kadar öğrenmemenize şaşırıyordum hatta. Neyse," dedi yeniden Devrim'e dönerken ve anlatmaya devam etti. "Stella'dan sonra çalışması için Mary geldi eve ve hikâye yine bildiğiniz gibi ilerledi. Paul, bu kez de Mary'le yakından ilgilenmeye başladı. Ki hamile olmasından da anlamışsınızdır," dedi ve bana döndü. "Sahi bebeği öldü diye duydum, doğru mu?" Sorunun cevabını bilsem de cevap vermek yerine sessiz kaldım. "Eğer öyleyse çok yazık olmuş. O bebeği, kurtuluşu olarak görüyordu." "Kes zırvalamayı da anlatmaya devam et!" diye bağırdı Devrim. James, bu tepkiyle yüzünü buruşturdu. "Peki Komutanım, kızma sen, devam ediyorum," dedi ve yine bana baktı. Sanki olanları sadece bana anlatmak istiyor gibiydi. "Bir gün Mary ile Paul'u görmüş Stella. Öfkeyle Paul'u yine tehdit etmiş. Paul'un ona vurduğunu gördüm o gün. Canını gerçekten yakacak kadar şiddetli bir tokat olduğu sesinden belliydi. Paul vurduktan sonra 'Senin hayatını mahvederim!' diye bağırmaya başlamıştı. Stella ayağa kalkarken yanlarına yaklaşmıştım. Bu yüzden söylediği şeyi duyabilmiştim. O da Paul'u tehdit etmeye başlamıştı. 'Ben ölürsem, Mary de ölür,' diye tehdit ediyordu. 'Ölmeden önce herkese Mary ile seni gördüğümü anlatırım,' diyordu," dedi ve sustu. "Tüm bunları bizzat gördüysen Mary de seni görmüş olmalı. Kâhya'nın oğlu olduğunu biliyor olmalı. Sonradan sana nasıl güvendi? Nasıl sana bir şeyler hissetmeye başladı?" "Bu kavgayı yaşadıkları gündü," dedi, az önceki o alaylı ifadesi yoktu artık. Daha ciddi anlatmaya başlamıştı. "Stella, Paul'u tehdit ettikten sonra köşkten ayrılmıştı. Paul Chester yanıma geldi. Stella çoktan Roberts Malikanesinde işe başlamıştı. Bana orada işe başlamam konusunda yardımcı olacağını söyledi. Orada uzun bir süre çalışmam gerektiğini ve o sürede Stella'nın güvenini kazanmam, hatta onu kendime âşık etmem gerektiğini söyledi. Bu, onun planıydı. Stella'yı ayağının altından çekmek için kurduğu bir tuzaktı. Planını bana anlatmıştı. Şu idam kısmı beni biraz düşündürse de beni kurtaracağına güveniyordum. Ki öyle de oldu, asıldığım hâlde yaşıyorum hâlâ." "Peki neden kabul ettin?" diye sordu Hâkim. "Kabul etmek için bir sebebin yokmuş ki." "Vardı, hayal edemeyeceğim kadar büyük bir para teklif etmişti. Babamla beni buradan göndereceğini, hayatımıza daha iyi şartlarda yaşamamızı sağlayacağını da söylemişti. Hakkını yemeyelim, söylediklerini yaptı da. Teklif ettiği parayı ödedi. Başkentte çok büyük bir ev satın altı ve tapusunu babamın üzerine yaptı ama biz buradan gidemeden işler karıştı." "Malikanede işe girdikten sonra neler oldu?" diye sordu Devrim. "İşe girdiğimde Stella bunu sorguladı elbette. Ben de ona aslında Paul'dan ne kadar nefret ettiğimi anlattım. Onu ilk gördüğüm günden beri, Paul'un aksine çok temiz duygularla sevdiğimi söyledim. Köşkten ayrılıp malikanede işe girmemin sebebinin ona yakın olmak olduğunu söyledim. Başta tabii ki uzak durdu benden ama birkaç ayın sonunda yüz vermeye başlamıştı. Paul ve Mary'i bile eskisi kadar umursamıyordu. Tabii sonra Paul'un planı doğrultusunda Mary de malikanede işse girdi. Mary'den hemen sonra da Valencia başlamıştı." Herkes, bir anlığına da olsa bana bakarken James devam etti. "Stella ve Mary hiç anlaşamadılar doğal olarak. Valencia da çok iyi biliyor. Olanlardan haberi olmayanların asla anlam veremediği bir anlaşmazlık vardı aralarında." Onay verme ihtiyacı hissedip başımı salladım. "Öyleydi." "Tabii Mary'nin de işe girmesi planlıydı. Zaten işe girdiğinde hamileydi. Bu yüzden her şeyin çok çabuk olması gerekiyordu ama ne kadar hızlı olursa o kadar da dikkat çekecekti. Bu yüzden o işe girdikten sonra bir buçuk ay kadar sadece çalışıyormuş gibi göründük. Her şey sıradan bir şekilde ilerlemeye başladığında ben de Stella'nın güvenini kazanmıştım. O günden bir gün önceydi, ona onunla evlenmek istediğimi söyledim. Paul ile yaşadıklarının umurumda olmadığına ve onunla gerçekten evlenmek istediğime onu ikna ettim, sonra da onu orada öptüm. Aslında hiç kimse görmemişti bu olayı ama Paul'un isteği doğrultusunda Mary görmüş gibi davranarak Binbaşı'na gitti. Binbaşı'nın da her şeyden haberi vardı aslında ama yine de her şey resmi bir şekilde ilerlemeliydi. Bu yüzden Mary, aslında görmediği şeyi görmüş gibi anlatarak bizi şikâyet etti. Kasabalı bu tarz durumları artık normal karşıladığından hiçbir sorun çıkmadan Binbaşı'nın emriyle yakalandık. İkimizin de idamı için geçerli sebep yoktu. Bu yüzden isyancı gibi gösterildik. Ben, zaten bunu bildiğimden ifademi kendim yazıp imzaladım ve isyancı olmayı kabul ettim. Stella kabul etmedi tabii ki." "Ama onun da böyle bir ifadesi ve imzası varmış, Binbaşı öyle söyledi." James'in yüzünde garip bir ifade oluştu. Sanki bu kadar şeye kendisi de yardım etmemiş gibi üzülmüş gibi görünüyordu. Bir şey, onu rahatsız etmişti. "Askeriyede ne kadar kaldık bilmiyorum. Ben, zaten işin içinde olduğum için benimle pek ilgilenmemişlerdi. Sadece Stella'dan böyle yazılı bir metin ve imza almaya çalışıyordu Binbaşı. Zindanlarda başka kimse yoktu, bir başka suçlu yoktu yani. İkimizin arasında çok fazla zindan vardı, yakın değildik ama seslerini duyuyordum. O yazılı metni almak için..." deyip sustu, rahatsız olduğunu belli eden bir ifadeyle nefes aldıktan sonra devam etti. "Kıza çok eziyet ettiler," diye tamamladı sözlerini. Gözlerim doldu. Midemde güçlü bir ağrı belirirken gözyaşlarımın akmasına engel olamamıştım. "Çığlıkları bazen hâlâ kulağıma geliyor," diye mırıldandı ağzının içinden. Başımı hafifçe önüme eğip gözyaşlarımı, saklamak istercesine sildim. "Stella'nın neden öldüğü ortada ama Valencia'yı neden öldürmek istediğini anlayamadım. Valencia'dan ne istiyordu?" diye sordu Hâkim. Bu soruyla hepimiz, merakla James'e baktık. "Valencia'nın kendisiyle ilgili bir şeyler bildiğinden şüphe ediyordu. Bu yüzden ondan kurtulmak istiyordu. Tabii bir de abisiyle evlenme olayı var. Buna karşıydı, engel olmak için elinden geleni yapıyordu. Chester ailesine bir hizmetlinin yakışmayacağını söylüyordu. 'Böyle biri, bu soyadını taşımamalı,' deyip duruyordu. Ne yaparsa yapsın Brice Chester bu evlilikten vazgeçmeyince, hatta babasını bile ikna etmeyi başarınca Valencia ile daha çok ilgilenmeye başladı. Bir an önce öldürmek istiyordu. bu yüzden bana emir verdi. Ne de olsa kimse ölü birinin, bir başkasını öldürmesinden şüphe etmezdi ama işler yolunda gitmedi. Valencia elimden kurtulunca benim de yaşadığım ortaya çıkmış oldu. Bizim için her şey orada karıştı zaten," dedi keyifsizce. Resmen beni öldüremediği için üzülüyordu. "Odasına girdiğin gün peki?" diye sordu Devrim. "O gün amacım onu öldürmek değil, korkutmaktı. Zehir şişesi sayesinde sizden şüphe edecek ve uzak duracaktı ama ister inanın ister inanmayın, sizden neden uzak durmasını istediğini ben de bilmiyorum. Ben, sadece bana söyleneni yaptım." Anlatılanlar, beni fazlasıyla rahatsız etmeye başlasa da sonuna kadar dinlemek zorunda olduğumu biliyordum. "Binbaşı bu olaylara nasıl karıştı?" diye sordu Devrim. "O zaten en başından beri içindeydi. Paul Chester ne isterse onu yapıyor uzun zamandır. Paul'un istediği herkes ceza aldı. Paul'un ayağına dolanan herkes ise yasal gibi gösterilerek işlemedikleri suçlardan idam edildiler. Buraların en yetkilisi hep Binbaşı olmuştu. Uzun zamandır ülkenin savaşta olması yüzünden de kimse gelip gitmiyordu kontrol için. Bu yüzden her istediklerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Sizin gelmeniz de bundan dolayı işlerine gelmedi ve gidin diye her şeyi yaptılar ama başarılı olamadılar." Devrim, onun bu sözlerine karşılık bir yorum yapmak yerine yeni bir soru sordu. "Peki ormandaki cinayet? O konuda ne biliyorsun?" "O konuda hiçbir şey bilmiyorum," dedi anında. "Birini öldürdüklerini ve öldürdükleri kişinin bir hizmetli olduğunu duymuştum sadece. Paul Chester, Valencia'nın bu cinayeti gördüğünden şüphe ediyordu. Ondan kurtulmak istemesinin asıl nedeni de buydu zaten ama öldürdükleri kişin kim olduğunu da neden öldürdüklerini de bilmiyorum." "Duydum dedin, duyduğunda hiçbir şey sormadın mı?" diye sordu Devrim. "Birkaç defa sormuştum ama hiç cevap alamadım. Zaten olanlar yüzünden başım yeterince dertteydi, bu yüzden çok üstelemedim. Öğrendiğim, gördüğüm her şey beni biraz daha bataklığın dibine çekiyordu." "Ormandaki üçüncü kişi," dedim dayanamayarak. "Onun kim olduğunu bilmiyor musun?" "Dediğim gibi bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Üçüncü dediğine göre, ikinciyi siz biliyor olmalısınız. Emin olun ben onu da bilmiyorum." Aklım, daha da karıştı. Üçüncü kişinin kim olduğunu bilmemek, beni korkutuyordu. Bunu düşünürken aklıma gelen şeyle ve kimsenin soru sormamı sorun etmeyeceğini çok iyi bilmenin rahatlığıyla "Peki kadınlar?" diye sordum. "Kadınlar?" diye sorguladı o da. "Günahkâr kadın, Bayan Ryan yani ve o yaşlı kadın. Ormanda beni öldürmeye çalıştığın gün, aslında onun evinin oradaydık." James, sessiz kaldı bu sorum karşısında. Devrim, "Cevap yok mu?" diye sorarak araya girdi. "Aslında her şey tuzaktı," diye yanıt veren James, gözlerini bana çevirdi. "Günahkâr kadınlar askeriyeye girince Bayan Ryan'a oğlunun ağzıyla bir mektup yazdık. Ona, sana ulaşmasını ve bir şekilde seni o eve göndermesini söyledik. Bunun, oğlu için çok önemli olduğundan bahsettik. Sonra da bu mektubu kadının okumasını sağladık." "Nasıl sağladınız?" diye sordu Devrim. "Bay Mahler sayesinde. Kadına, mektubu o ulaştırdı." "Doğru ya!" diye araya girdi Hâkim. "O günü çok net hatırlıyorum. Bay Mahler, kadınlarla bir kadının konuşmasının daha doğru olacağını söylemişti. Kadınlardan bu şekilde bir şey öğrenebiliriz demişti." "Biz de kadınların yanına Valencia'yı göndererek istediğini yaptık," dedi Devrim kendine kızar gibiyken. "Aynen öyle," diye mırıldandı Hâkim öfkeyle. "Kadın da Valencia ile konuşup oğlunu bulması için onu eve gönderdi. Ben de biraz ileride onu bekliyordum. Aslında küçük bir ihtimaldi askerlerle birlikte gelmesi ama istediğimiz oldu ve geldi. Ben de onu ormanın içine çekip saldırdım," dedi gayet rahat bir tavırla. Hiç pişmanlık duyar gibi bir hâli yoktu. Bu yüzden hayretler içinde ona bakarken devam etti. "Yaşlı kadını da gönderen bizdik. Paul, her türlü yolu deneyerek senin aklını karıştırmaya çalıyordu," dedi bana bakarak. "Aklın karışırsa hata yapacağına inanıyordu ama sen her seferinde askere her şeyi anlatarak onun planını mahvediyordun. Evine girdiğim gece sana saldırmadan önce günlüğünü almıştım. Nereden biliyor bilmiyorum ama günlükten Paul'un haberi vardı ve ne olursa olsun almam gerektiğini söylemişti. O günlük sayesinde senin hakkında bir sürü şey öğrendi ve sana karşı hep kullandı." Bunu zaten bir süre önce günlüğümün kaybolduğunu fark ettiğimde ben de tahmin etmiştim. Hatta Devrim'in de haberi vardı. "Her şey bu kadar mı?" diye sordu Devrim. "Bildiğin başka bir şey yok mu?" "Başka bir şey yok," dedi James. "Her şeyi anlattım, siz de sözünüzü tutun." Kaşlarımı çattım. "Ne sözü?" diye sordum korkuyla. "Önemli bir şey değil," dedi Devrim gayet rahat bir tavırla. "İtirafçı olursa yargılanırken işinin kolaylaşacağını söyledik sadece." Gözlerim büyüdü, öfkelendim. "Ne yani bu da mı serbest kalacak?" "Mümkün değil," dedi Hâkim anında. "Gereken cezayı alacak." "Ama..." dedi James ama Devrim, devam etmesine izin vermedi. "Bu yaptıkların sırf bize anlattın diye karşılıksız kalacak mı zannettin? Ne yaptıysan cezasını çekeceksin!" dedi ve Hâkim'e baktı. "Dosyayı falan hiç uzatma ve cezası neyse ver, hemen gereken yapılsın." James, oturduğu yerden öfkeyle ayağa kalkacakken Dilsiz arkasından omzuna dokundu ve ardından onu olduğu yere geri oturtturdu. James'in gücü yetmemiş olacak ki ayağa kalkamazken "En başından böyle anlaş..." dedi ama devam edemedi. "Kes!" diye bağırarak araya girdi Devrim ve Dilsiz'e baktı. "Şunu gözümün önünden götürün, şimdi elimden bir kaza çıkacak." Dilsiz, onu gözleriyle onaylarken odanın kapsısına vuruldu ve Devrim'in "Gel," diye seslenmesiyle içeriye bir asker girdi. "Komutanım, Bay Mahler tüm suçlamayı kabul etti ve yaptığı her şeyi bir bir anlattı. Ancak ormandaki cinayete dair hiçbir şey anlatmıyor." Sıkıntıyla ofladım. Neden herkes bu konuya gelince susuyordu. Yaptıkları ortak oldukları her şeyi bir anlatıyorlardı ama bu olaya geldiklerinde ağızlarından tek kelime dahi çıkmıyordu. Bu, gerçekten korkutucu ve çok şüphe çekici olmaya başlamıştı. "Biraz daha uğraşın konuşturmak için," dedi Devrim ve Hâkim'e baktı. "Sen de o sırada onun da dosyasıyla ilgilen, gerekeni yap." O konuşurken asker, "Komutanım, Binbaşı da aynı şekilde tüm suçlamaları kabul etti ve her şeyi itiraf etti," dedi. O sırada Dilsiz, James'i odadan çıkarmıştı. Askerin bu cümlesi, Hâkim'i histerik bir şekilde güldürdü. "Muhtemelen hepsi Paul'un öleceğini düşünüyor. Kurtuluş yollarının olmadığına inandıkları için her şeyi bir bir itiraf ediyorlar." Bunu söyleyen Hâkim'in keyfi, gayet yerinde gibiydi. O konuşurken Devrim, askere baktı. "Sen çıkabilirsin." Asker, hızla odadan ayrılırken istemsizce "O gün oraya gelmeseydim eğer, şu an bu durumda olmayacaktım ve her şey, gerçekten yolunda olacaktı," diye mırıldandım. "Ben de onu anlamıyorum," dedi Devrim ve ayağa kalktı, yanıma gelip karşımda durdu. "Yaşlı kadından bahsetmiştin, o yüzden oradaydım falan demiştin. Tam olarak nasıl oldu? O kadın seni oraya nasıl getirmiş olabilir?" "Bilmiyorum," dedim, kaşlarını çattı. "Meydanda onu gördüm. Yalnızken konuşmak isteyip peşine düştüm. Orman yoluna girdi sonra da ormana. Korktum, geri dönmek istedim ama o sırada sesler duydum. Merakıma yenik düşüp sese doğru gittim. Askerlerin at arabasının önüne düşen kayayı çekmeye çalıştıklarını gördüm. Neler olacağını anladım ve geri dönmek yerine durup izledim. Paul kaçınca ben de kasabaya dönmek istedim ama yapamadım, ormanda onunla karşılaştık. Sonra olanları biliyorsunuz işte." "O yaşlı kadını çok aradık ama ortalarda yok. Peşinde olan askerleri bir sekilse atlatmış ve ortadan kaybolmuş." "Bu çok garip," dedim fısıldar gibi. "Yaşlı bir kadın, tüm bunları neden yapar ki?" "Bilmiyorum ama askerler aramaya devam ediyorlar kadını. Buldukları zaman tüm bunları nasıl ve neden yapmış öğreniriz." O sırada odanın kapısına vuruldu. Devrim, konuşmasına devam etmeyip kapıya doğru baktı. "Gel," diye seslendi ve içeriye bir asker girdi. Hazır olda dururken "Komutanım, beklediğiniz cevabı getirdim!" dedi. Devrim, hızlı adımlarla askerin yanına gitti ve elindeki beyaz zarfı aldı. Açmak yerine inceledi ve her ne olduysa kaşlarını çatıp askere baktı. "Bu, Albay'dan değil." "Bizzat Albay'ın kendisinden aldım Komutanım! Açtığınız zaman anlayacağınız söylediğini de iletmemi istedi." Devrim, zarfı hızla açtı. İçinden katlı bir kâğıt çıktı. Kâğıdı açmadan inceledi ve her ne olduysa gözlerini kapatıp sıkıntıyla ofladı. Hâkim, bir şeyler olduğunu fark etmiş olacak ki "Neler oluyor?" diye sordu. Devrim, zarfı ona uzattı sessizce. Neden açmadığını anlayamazken Hâkim, zarfı aldı ve o da inceledi. Sonra da aynı şeyi o da görmüş olacak ki gözleri, şaşkınlıkla açıldı. "Bu," dedi hayretler içinden ve yutkunduktan sonra ekledi. "Bu, General'den geliyor." Bu cümleyi kurduktan hemen sonra hızlıca kâğıdı açmış ve içinde yazılanları okumuştu. Dayanamayıp "Kötü bir şey mi var?" diye sordum. Devrim, cevap vermeyip pencereye doğru giderken Hâkim, bana baktı. O sırada Dilsiz de odaya girmişti yeniden ve anında bir şey olduğunu fark etmiş gibiydi. "Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordum sabırsızca. Hâkim, "General bir an önce burada yapılması gereken her şeyi yapmamızı ve üç gün içinde görevi bırakarak dönmemizi emrediyor." Duyduklarımın ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamıştım. Söylediklerinden anladığım tek şey, buradan gidecek olmalarıydı. Bu, umudumu biraz daha kaybetmeme neden olurken Hâkim, Devrim'e baktı. "Bu da ne şimdi? Neden böyle bir emir verildi ki?" Pencerenin önünde duran Devrim, ona baktı. "Bu hiç mantıklı değil." "Ya yine sahte bir emirse?" diye sorarak araya girdim. "Mümkün değil, gerçek bir emir. Çok belli," dedi Devrim, bundan hiç şüphesi yok gibiydi. Gözlerim nemlenirken sordum. "Ne olacak o zaman?" "Üç gün içinde dönmemiz lazım," dedi Hâkim huzursuzca. "Hem de buradaki her şeyi bitirerek." "Her şeyi bitirmek derken?" Bu sorumla Devrim, bana bakamadı ve yeniden pencereye çevirdi bakışlarını, dışarıya baktı. Ellerini arkasında birleştirmiş, omurgası dikleşmişti. Tüm vücudunun kaskatı kesildiği, buradan bile belli oluyordu. "Bu zamana kadar baktığımız tüm dosyaları kapatmamız lazım yani," diye cevapladı sorumu Hâkim. Gerçek, bir tokat gibi yüzüme çarparken midemdeki ağrı giderek güçlenmişti. "Buna benim dosyamda dahil sanırım," dedim sesim çatallanırken. Hâkim, gözlerini kaçırdı. "Üzgünüm." Gözümden, bir damla yaş aktı. "Başka bir şeyler oluyor!" diyerek yeniden bize döndü Devrim. "Bu mektubun gelmesi pek de normal değil! Acil çağrı yapıldığına göre başka bir şey var işin içinde!" Devrim, bir şey ima etmek ister gibiyken Dilsiz'in bir anlığına gözlerini kapattığını ve sıkıntıyla nefesini dışarıya verdiğini fark ettim. Hemen ardından Hâkim, her ne düşündüyse gergin bir tavırla konuştu. "O başka şeyi düşünmek istemiyorum." Neyden bahsettikleri dair hiçbir şey anlamayınca sordum. "Neyden bahsediyorsunuz?" Hâkim, sıkıntıyla nefes aldı ve kalbimi, korkuyla artırmaya başlayacak o cümleyi kurdu. "Yeni bir savaş olabilir." Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Savaş mı?" "Bizi bu kadar acil çağırmalarının başka bir nedeni olamaz," dedi Hâkim ağzının içinden mırıldanırcasına. Bu, gerçek olabilir miydi? Yeni bir savaşa mı girecekti ülke? Bu yüzden gitmek zorundalarsa eğer benim için yapabilecekleri bir şey kalmamıştı. Cezamı çekmek zorunda kalacaktım ve garip bir şekilde bu, sadece Elina'yı düşünmeme neden oluyordu. Bana olacaklar artık umurumda değildi. Tek korkum, onu yalnız bırakmak zorunda olduğumdu. Kendimi nefes alamıyor gibi hissederken dolu gözlerimi saklamak için başımı hafifçe önüme eğdim. Ne yapacağım şimdi ben? Elina'ya bu olanları nasıl anlatacağım? Neden gittim ki ormana? Neden başıma bunların gelmesine izin verdim? Kendimi, asla affetmeyeceğim bunun için. "Valencia." Hâkim'in sesiyle kendime geldim. "İyi misin?" Onun bu sorusuyla Devrim de anında bana dönmüştü. Artık ne onun ne bir başkasının elinden bir şey gelirdi. Artık benim için yapılabilecek hiçbir şey kalmamıştı. "O mektup..." dedi Devrim öfkeyle ama devam edemedi, odanın kapısına vurulması sözünü kesti. Kapıya doğru bakıp "Gel," demek zorunda kaldı. Hemen ardından bir asker içeriye girdi. "Komutanım, Albay Bravne'nin yaverlerinden biri gelmiş. Dışarıda, hemen sizinle görüşmesi gerektiğini söylüyor." Devrim'in yüzünde anlamsız bir ifade oluşurken "Hâkim'in odasına al," dedi. Asker, "Emredersiniz Komutanım!" diyerek hızla odadan çıktı. Devrim, Hâkim'e baktı. "Valencia'yı kimse görmeden yeniden aşağıya indir," dedi ve bana baktı. "Yanına geleceğim," deyip telaşla kapıya doğru yürüdü. Tam odadan çıkacakken durdu ve bana baktı. Gözlerini esir alan çaresizlik, kalbimi acıtırken iç geçirdi ve daha fazla oyalanmadan odadan çıkıp gitti. O giderken Hâkim, "Biz de gidelim," dedi. Başımı salladım. Odadan önce o çıktı. Ben de hemen peşinden çıktım. Hızlı adımlarla merdivenlere ulaştık, aşağıya indik. Karanlık koridordan ilerledik, aynı mahzenin önüne geldik. Buradaki asker hızla kapıyı açtı, içeriye girdim. Hâkim, kendini mahcup hissediyor gibiyken "Gitmem lazım," dedi. "Peki," diyebildim sadece. Sessizce ayrıldı zindanın önünden ve gözden kayboldu. O giderken zindanın kapısı kapandı, kilitlendi ve ben, yine bu karanlık zindanda bir başıma kaldım. Yatağa oturmak varken gidip beton zemine oturdum, sırtımı duvara yaslayıp dizlerimi karnıma kadar çektim ve dizlerime sarıldım, başımı dizlerimin üzerine koydum. Her ne kadar güçlü kalmak istesem de burada kimsenin olmaması, kimsenin bu hâlimi görmeyecek olmasını fırsat bilip içimden geldiği gibi ağlamaya başladım. Tek başıma ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum ama artık ağlamaktan gözlerimin şiştiğinin farkındaydım. Bu yüzden kendimi toparlamam gerektiğini düşünsem de bunu yapamıyordum. İçimden, sürekli ağlamak geliyordu. Çünkü artık sonumu biliyordum. Kimsenin beni kurtaramayacağının farkındaydım ve kendimden çok Elina'yı düşünüyordum. Beni, en kahreden şey; ona verdiğim sözü tutamayacak olmaktı. Dışarıdan gelen sesleri duyduğumda başımı dizlerimden kaldırdım, kapıya doğru baktım. gözyaşlarımı silme ya da saklama gereği duymadan kapıya doğru bakmaya devam ederken kapının kilidinin açıldığını duydum. Hemen ardından da kapı açıldı ve Devrim, bir kez daha karşımda belirdi. Beni, duvarın dibine oturmuş gördüğünde ve gözlerimdeki acıyı gördüğünde, içimdeki fırtınayı anlamış gibiydi. Bu, onun bile canını acıtır gibiyken kendini çok çabuk toparladı ve ağır adımlarla yanıma geldi. Kalkmam gerektiğini bildiğim hâlde bunu yapamadım. O da zaten benden bunu beklemedi ve yanıma oturdu. Benim gibi sırtını duvara yasladı. Bir bacağını hafifçe katlayıp dizine doğru çekerken diğerini uzattı. Bana değil, karşıya doğru baktı. İşte bu hâli, onun da her şeyin bittiğini kabullendiğinin kanıtıydı. Bu yüzden hiçbir şey sormadım ona, soramadım. Zaten ne duyacağımı çok iyi biliyordum. O ise sessiz kalmak yerine fısıldar gibi "Bu durumda," dedi ve sustu. Sesi, kendini rahatsız etmiş olacak ki biraz daha yüksek bir ses tonuyla devam etti. "Benim de elimden bir şey gelmez." Sesindeki o çaresizlik, boğazımı düğüm düğüm ederken sessiz kaldım. "Daha fazlası gelseydi keşke ama..." deyip yine sustu, bu kez devam edemedi cümlesine, tamamlayamadı sözlerini ve konuyu kapatmak istercesine "Böyle olsun istemezdim," diye ekledi. Sesimin çok kötü çıkacağını tahmin ederek "Biliyorum," dedim ve tam da tahmin ettiğim gibi oldu. Sesim, ağlamak isteyip ağlayamamamdan dolayı o kadar kötü çıktı ki ne söylediğimi anladığından bile emin değildim. Bu yüzden gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve kendimi biraz olsun toparlamaya çalıştım. Devrim, yanımda sessizce oturuyordu. O an zihnim, beni çocukken yaşadığım bir anıya götürdü. Yıllardır aklıma gelmeyen, hatta yaşandığını bile unuttuğum bir anı, zihnimde belirirken yanımda oturan Devrim'e baktım. İçimden susmak değil, konuşmak gelince ise her kelimeyi özenle seçerek "Bir keresinde ben daha çocukken kasabada, bir evde yangın çıkmıştı," dedim. Devrim'in yeşilleri beni buldu. Neden böyle bir şey söylediğimi çözmeye çalışıyor gibiydi. Onun bu bakışlarını görmezden gelip devam ettim. "O an, sanki hâlâ gözlerimin önünde; ateşin gökyüzünü kaplayan kocaman alevleri, dumanların karanlığı ve kışın soğuğuna rağmen havadaki o korkunç sıcaklık... Ama bu yangında beni en çok etkileyen bunlar değil de bir kelebeğin alevler arasında süzülüşünü görmem olmuştu." Devrim, hâlâ anlattıklarıma bir anlam veremiyor gibi bakıyordu ama buna rağmen dikkatle beni dinlemeye devam ediyordu. Hatta bakışları o kadar dikkatliydi ki sanki her kelimemi, zihnine kazıyordu. Ben de bu bakışlardan cesaret alıp devam ettim anlatmaya. "Kelebek, kanatlarını umutla çırpıyor, yangının içinden kurtulmaya çalışıyordu ama alevler ve onu yavaşça sarhoş eden duman yüzünden pek şansı yok gibi görünüyordu. Yanarken bile bir şekilde güzeldi ama acı içindeydi. O an kelebeğin ölümü, küçücük bir çocukken bile bana tek bir şeyi düşündürdü; bu dünyanın onun gibi savunmasız olanları, kolayca yok edebildiğini." Devrim'in gözlerinde bir parıltı belirirken konuşmaya devam ettim. "Şimdi kendimi o kelebek gibi hissediyorum. Hayatım boyunca hep bir şeyler için çırpındım, hep bir şekilde hayatta kalmaya çalıştım. Ama ne kadar çırpınırsam çırpınayım, beni bekleyen son hep aynı oldu. Kelebek gibi, ben de bu dünyanın acımasızlığına karşı koyamıyorum. O Yangından kaçamadığı gibi, ben de kendi kaderimden kaçamıyorum. Sanırım bugün burada olma sebebim de bu. Belki de bu, o kelebeğin kaçınılmaz kaderiydi; belki de bu, benim de kaçınılmaz kaderim." Sözlerim bitince, sessizlik çöktü ve Devrim'le göz göze geldim. "O kelebek, o yangında yalnız değildi. Belki de bu dünyadaki son anlarında, onu izleyen küçük bir kız vardı. Ve bugün, ben de yalnız değilim. Siz buradasınız. Bu yüzden kendim için hiç korkmuyorum. Çünkü o kelebek gibi, son anlarımda izleniyorum. Ve bu, bana yetiyor." Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi. Gözlerimden süzülen yaşlar; sadece hüzün değil, bir rahatlama da taşıyordu. Devrim, bana baktıkça yaşadıklarımın, söylediğim sözlerin bir şekilde bir anlam bulduğunu düşündüm. Devrim'in yeşil gözlerindeki yansıma, bu hikâyenin onun için de belki de ömrü boyunca unutamayacağı bir yara olarak kalacağını gösteriyordu. Ondan bir şeyler duymayı beklerken bir anda hiç beklemediğim bir şey yaptı ve bedenini tamamen bana çevirip aniden kollarını, vücuduma sardı. Bu, beni büyük bir şaşkınlığa uğratırken ne yapacağımı bilemedim. O, sanki bunu defalarca yapmış ama aynı zamanda son kez yapıyormuş gibi bana sımsıkı sarılırken kalbinin atışını, kalbimin tam üzerinde hissediyordum. Titreyen ellerim öylece dururlarken onları zorlukla hareket ettirip sırtına götürdüm. Önce çekinerek dokundum sırtına ama az sonra onun bana sımsıkı sarılmasından cesaret alıp içimden gelen şeyi yaptım ve ben de sımsıkı sarıldım ona. Yüzümü, istemsizce omzuna gömerken sessizce akan birkaç damla gözyaşıma engel olamamıştım. "Özür dilerim," dedi Devrim bana daha da sıkı sarılırken ve daha fazla dayanamadım, sesimin çıkmasını umursamayıp ağlamaya başladım. "Özür dilerim," dedi bir kez daha elleri saçlarımdayken. Ona sarılmak, öyle derin bir histi ki sanki daha önce hiç kimseye sarılmamış gibiydim. Ona sarılmak, öyle güzeldi ki belki de kalan birkaç günlük hayatımı burada, onun kollarının arasında geçirmek istiyordum. Ama aynı zamanda ona sarılmak, yeni bir suç daha işliyormuşum gibi hissetmeme neden oluyordu. Fakat bu, kimin umurundaydı ki? Bir idam mahkûmu, suç işlemekten korkar mıydı? Korkmuyordum. Devrim, geri çekildiğinde karanlık koridordan yansıyan gaz lambasının ışığı sayesinde gözlerinin içinin kızarık olduğunu fark ettim. Bu, hıçkıra hıçkıra ağlamak istememe neden olurken "Siz neden özür diliyorsunuz ki?" diye sordum ağlamaklı bir sesle. "Sizin bir suçunuz yok." "Elimden daha fazlasını gelmiyor," dedi kendini suçlarcasına. "Ama elinizden geleni yaptınız," dedim onu rahatlatmak için. O sustu, ben de sustum. O gözlerini benden çekmedi, ben de çekmedim. O an, gözlerinin dudaklarıma kaydığını fark ettim. Bu fark ediş, kalbimin hızla göğüs kafesime vurmaya başlamasına neden olurken boğazımın kupkuru olduğunu hissettim. Devrim, gözlerini dudaklarımdan çekip yeniden gözlerime baktığında yüzü, az öncekinden çok daha yakındı. Bu, kalbimin daha da hızlı atmasına neden olurken ellerimi istemsizce yumruk yapmıştım. Devrim, bu bakışın ve yaklaşmanın bir anlık olmadığını kanıtlamak istercesine biraz daha yaklaşırken kalbim o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki nefes dahi alamadığımı hissediyordum. Devrim'in nefesi, dudaklarımın üzerinde hafif bir titreme oluşturuyorken aramızdaki mesafe gitgide daralıyordu ve zaman, sanki durmuş gibi hissettiriyordu. Gözlerim, ağır ağır kapanırken dudaklarımda hissettiğim o sıcak nefes sanki yeniden nefes aldırdı bana. Sadece bu his bile beni darmaduman ederken nefesinin daha da yaklaşması, tüm vücudumun soğuk soğuk terlemesine neden oldu. Tüm bu hislerle baş etmeye çalışırken ve geri çekilebilecek, kaçacak durumdayken bunu tercih etmezken kuruyan dudaklarımda hissettiğim sıcaklık ve yumuşaklık, ruhumda bir dalgalanma yarattı. Ancak bu, vücudumu alevler içinde bırakan minik temas, karanlık koridordan gelen bir metal çarpması ya da bir zincirin tıkırtısıyla son buldu. Önce ben, ardından da Devrim sanki bir rüyadan uyanıyormuşçasına geri çekilip birbirimizden uzaklaştığımızda saatlerce koşmuş gibi nefes nefese kalmıştım. Devrim, sanki ne yaşandığını yeni fark etmiş gibi bir ifadeyle bana bakarken az önce olan şey hakkında tek kelime bile etmeden yanımdan kalktı ve ardından da aynı sessizlikle arkasına bile bakmadan çıkıp gitti. Olduğum yerde öylece kalıp arkasından bakarken uzaklaşan adım sesleri duymadım. Bu, hemen duvarın arkasında durduğunu anlamam için yeterli olurken çok geçmeden o sesleri duydum ve gittiğini anladım. Elim, kalbimin üzerine gitti. İlk defa bu kadar hızlı attığına şahit oluyordum. Hem de korkudan değil, heyecandan... Dudaklarımı araladım, kendimi toparlamak için derin bir nefes aldım. Fakat başarılı olamadım ve hissettiğim her duygunun altında ezilip bir kez daha gözyaşlarına boğulurken zihnimde, canımı acıtan bir soru yankılandı. Kaderin bizim için çizdiği yol, bu kadar acımasız olmak zorunda mıydı? Paha biçilemez bir elması, onu kaybetmek zorunda olduğum bir dönemde bulmuşum gibi çaresiz hissediyordum kendimi. 22 MART 1873 Bu karanlık zindanda artık kaçıncı günümdü bilmiyordum. Ayın hangi gününde, haftanın hangi gününde, günün hangi saatinde olduğumu bilmiyordum. Bildiğim tek şey; yaşadığım bugünün, hayatımın son günü olduğuydu. Bunu öğrenmemin üzerinden kaç saat geçti, onu da bilmiyordum. Gün bile olabilirdi. Dün, istediğim herkesle görüşmeme izin verilmişti. Bir odaya götürülmüştüm. Orada dedem, babaannem ve Elina ile istediğim kadar bir arada olmama izin verilmişti. Sanki idam edilecek bir mahkûm değilmişim gibi davranmaya çalışmışlardı, ancak pek de başarılı olduklarını söyleyemezdim. Her ne kadar saklasalar da hepsinin gözyaşlarını fark etmiştim. Gözyaşları bir yana, hepsini bir bir esir alan o çaresiz bakışları görmek bile yetmişti ne hissettiklerini anlamak için. Söylememişlerdi, hatta bu düşüncelerini saklamak için ellerinden geleni yapmışlardı ama ben yine de anlamıştım. Beni suçluyorlardı. Tüm bunların sorumlusu olarak beni görüyorlardı. Kendi ölümümü, kendi yarattığım düşüncesi içindeydiler... Belki de sadece ben, böyle düşünüyor ve onların da düşündüğünü zannediyordum. Onlar gittikten sonra yeniden zindana getirilmiştim. En sevdiğim yemeği sormuş ve o yemeği yapıp getirmişlerdi bana. Yanında, tatlı bile vardı... Bu, artık ölü kabul edilen bir insanın son günlerini bir zindanda dahi olsa güzel geçirmesini sağlama çabasından başka bir şey değildi. Şimdi ise gerginlikten tırnaklarımı, parmaklarımın ucuna batırırken kaçıncı defa adımladığımı sayamadığım zindanın içinde yine bir sağa bir sola gidip duruyordum. Çünkü artık gelmek ve beni almak üzere olduklarını biliyordum. Garipti ama artık ağlama isteğim gelmiyordu. Korkuyordum ama kalbim, eskisi kadar hızlı atmıyordu bu korkudan. Saatler sonra, hatta sadece birkaç saat içinde öleceğimi biliyordum ama bu, mideme bir bulantı hissi vermek dışında başka bir şey hissettirmiyordu bana. Sanki duygularım ve hislerim, benden önce ölmüş gibiydiler. Ölümü kabullenmek bu muydu yoksa hâlâ kabullenemediğim için mi bu hâldeydim? Zindanın kapısının açıldığını duyduğumda durdum, kapıya doğru baktım. Kapı açıldığında karşımda sadece bir asker vardı. "Valencia Pride," dedi yanıma gelirken. "Üst kata çıkmamız gerekiyor." Gitmemek için zorluk çıkarmalıydım belki. Hatta belki kaçmaya çalışmalıydım. Ne de olsa ölüme götürüyorlardı beni. Kaçsam da başıma daha kötü bir şey gelemezdi, hiç değilse denemeye çalışmalıydım ama yapamıyordum. Yapabildiğim tek şey, bana söylenenlerdi. Bu yüzden hiç zorluk çıkarmadan, sessizce askerin peşinden üst kata çıkmış ve beni götürdüğü odaya girmiştim. Ardından asker odadan çıkmış, beni yalnız bırakmıştı. Burası, meydanı gören bir odaydı ve şanslı olacağım ki demir parmaklıklarla kaplı olsa da bir pencere vardı. günler sonra gökyüzünü görmek isteyip pencereye yaklaştım ama görebildiğim tek şey, gri bulutlar oldu. Akşama kalmadan, yağmur yağacak gibiydi. Acaba yağmurun yağdığını bir daha görebilecek miydim? Yoksa yağacağını tahmin ettiğim bu yağmuru hissettiğim yer, toprağın altı mı olacaktı? Evet, şimdi anlıyorum. Hislerim, eskisi kadar güçlü olmasalar da hâlâ benimleydiler. Gözlerimin dolmasına neden olabiliyorlardı. Oysa, ölmüş olmalarını dilerdim. Acı çekmeyi istemiyorum çünkü. Kim, ölmeden önce ağlamak ister ki? Keşke, ben de babam gibi ölümümden habersiz bir şekilde ölebilseydim. Ölümü bilmek, ölmekten daha zormuş. Gürleyen gök, beni düşüncelerimden kurtarırken askerlerin hazırlık yaptıklarını gördüm. Bu hazırlık hem burada olmalarına sebep olduklarım hem de benim içindi. Onlar, cezalarını çeksinler diye uğraşırken onlarla aynı gün ceza çekeceğim ve sonumun onlarla aynı olacağı, aklıma hiç gelmemişti. Az sonra tüm hazırlıklar bittiğinde ve kalabalık yeterince toplandığında dışarıya çıkarılan ilk kişinin Bay Mahler olduğunu fark ettim. Askerlere zorluk çıkartıp ellerinden kaçmaya çalışsa da idam sehpasına çıkarılıp boynuna ip geçirilmesine engel olamamıştı. İşte o an tüm kasaba, derin bir sessizliğe bürünmüştü. Sesi duyulan tek kişi, bağırarak Bay Mahler'ın suçlarını sayan askerdi. Asker, o suçları saymayı bitirdiğinde Bay Mahler'ın yanında duran diğer asker, bir an bile olsun tereddüt etmeden Bay Mahler'ın ayaklarının altında duran tabureye vurmuştu. Korkuyla gözlerimi sımsıkı kapatmadan önce gördüğüm son şey, Bay Mahler'ın boşta sallanan ayaklarıydı. Sanki o ip benim boynumdaymış gibi nefesim kesildi ve tüm vücudumun kaskatı oldu. Aldığım ilk nefesin ardından hızlı hızlı diğer nefesleri almaya çalışırken düşünmeden edemedim. Acaba canı yanmış mıydı? Hemen ölmüş müydü yoksa can çekişiyor muydu? Dizlerimin titrediğini hissederken ne kadar vakit geçti bilmiyordum ama kasabalının sesi, yeniden çıkmaya başlamıştı. Bundan cesaret alıp gözlerimi açtığımda Bay Mahler'ın cansız bedeninin askerlerin koruması eşliğinde yerde olduğunu gördüm. O sırada Binbaşı, onu görmeye alışık olmadığım sivil kıyafetleri içinde ve iki askerin arasında askeriyeden çıkarılıyordu. Tıpkı Bay Mahler gibi o da zorluk çıkarsa da kendini bekleyen sondan kaçamamıştı. İdam sehpasına çıkarılmış, suçları okunmuş, idamı gerçekleşmiş ve cansız bedeni oradan indirilip Bay Mahler'ın yanına bırakılmıştı. Aslında bunları izlememiştim. Sadece Binbaşı'nın cansız bedeninin Bay Mahler'ın yanına bırakıldığını görmüştüm. Zaten izlememe gerek yoktu. Yaşanan şey, hiç kimse için değişmiyordu. Benim için de değişmeyecekti. Birazdan, orada yatanlar arasında olacaktım. Bunu biliyordum. Son olarak dışarıya James Morgan'ın çıkarıldığını gördüm. O, alışık olduğu bir durumun iççindeydi. Ancak bu kez daha önceki gibi rahat değildi, olamazdı. Ne de olsa bu, gerçek bir idam olacaktı bu sefer onun için. Askerler tarafından boynuna ip geçirirken ve bir asker, suçlarını okurken Devrim, Dilsiz ve Hâkim'in de dışarıya çıktıklarını gördüm. Öldüğünden emin olmak istercesine izlemek için çıkmışlardı. İstemsizce, Devrim'e baktım. Ellerini arkasında birleştirmiş, öfkeyle Bay Morgan'a doğru bakıyordu. Onu izlemeye devam etmek istesem de birazdan olacaklardan dolayı bunu yapamadım ve geri çekildim. Çok geçmeden asker sustu, kasaba bir kez daha sessizliğe gömüldü. Bu kasaba, ancak birinin ölümünü izlediğinde bu kadar sessiz oluyordu. Öyle ki gökyüzünde uçan bir kuşun kanat sesleri bile duyulurdu bazen. Acaba benim için de oluşacak o sessizliği işitecek miydim ben de? Yoksa o anda çoktan ölmüş mü olacaktım? Bu ve bunun gibi onlarca soru peşimi bırakmazken odanın kapısı açıldı. Korkuyla kapıya doğru baktığımda Hâkim'i gördüm. Beni almaya mı gelmişti? Sıra bende miydi? Hızla düşündüm, doğru ya başka kimse kalmamıştı. İşte şimdi aşağıdayken hissetmediğim için şaşırdığım tüm hisleri hissetmeye başlarken Hâkim, yanıma geldi. "Sana söylemem gereken bir şey var." Sessiz kalıp söylemesini bekledim. "Mary," dedi üzgünce. "Hayatını kaybetti. Bebeğinden sonra kanaması durmamış, hekimler kurtaramamışlar." Ne şaşırmış ne de üzülmüştüm ama bu duruma karşı bu kadar duygusuz olmak, kötü hissettirmişti. Fakat şu an kendimden başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi düşünemiyordum. "Peki Paul?" diye sordum merakla, hiç değilse ölmeden önce bunu öğrenmeye hakkım vardı. "Hekimler yaşaması mümkün değil diyorlar. Henüz nefes alıyor ama yakında..." dedi ve sustu, devam edemedi. Burukça "Ben, sanırım bunu hiçbir zaman bilmeyeceğim," dedim. Gözlerini kaçırdı, sessiz kaldı. O sırada kapıda Devrim belirdi. Onu görmek, onunla göz göze gelmek; birazdan duracak olan kalbimi sanki hiç durmayacak gibi attırmaya başlarken Hâkim de onun geldiğini fark etti ve "Neyse, ben çıkayım," deyip kaçarcasına yanımdan ayrıldı. O giderken Devrim, yanıma geldi. Aramızda birkaç adımlık mesafe bırakacak kadar uzağımda durup gözlerimin içine baktı. Söyleyecek çok şeyi var gibiydi ama ağzından tek kelime çıkmıyordu. "Siz," diyerek sessizliği bozan ben oldum. "Ne zaman gideceksiniz?" "Atlarımız hazır," dedi fısıldar gibi. "Dilsiz bekliyor, Hâkim de yanına gitti muhtemelen. Buradan çıkınca yanlarına gideceğim, ayrılacağız kasabadan." Bu durumda yalan olduğunu düşüneceğini bilsem de içimden geldiği için gülümsedim ona. "Sizi tanımak, çok güzeldi." İçinden gelmediğini çok belli edecek şekilde belli belirsiz gülümsedi o da. "Seni de tanımak güzeldi." "Tüm bu yaşananların burada biteceğini hiç tahmin etmemiştim," dedim dümdüz bir ses tonuyla. O esnada, kapıda diğer askerler belirdi. Devrim, sesleri duyup bir anlığına arkasını döndükten sonra yeniden bana baktı. Artık gitmesi gerektiğini o da biliyordu ben de... "Valencia," dedi bana doğru bir adım atarken ve gözlerimin içine baktı. Bunun, son kez olduğunu çok iyi biliyordum. "Tüm bu yaşananlara rağmen sonuna kadar pes etmedin," dedi ve bir adım daha attı, aramızdaki mesafeyi iyice kapattı. Ardından da değildi ve kulağıma fısıldadı. "Senden önce ya da senden sonra ama bir şekilde, tüm bu çabanın bir yerlerde bir anlam bulacağını, hiçbir şeyin boşa yaşanmadığını bil, olur mu?" Geri çekilmesine dahi fırsat vermeden "Olur," dedim, sesim ağlayacakmışım gibi çıkmıştı. Aldığı bu cevapla geri çekildi. "Hoşça kal o zaman." "Hoşça kal," dedim yine gülümseyerek ve hayatı boyunca hiçbir zaman bu yaşananlar için kendini suçlu hissetmemesini diledim. Bana arkasını dönmek yerine geri geri yürüdü ve tam odadan çıkacakken bir anlığına duraksadı, son bir kez gülümsedi bana. Bu gülümsemesine, ben de gülümseyerek karşılık verdiğimde arkasını döndü ve gözden kayboldu. O gider gitmez askerler odaya girdi. Biri hızla ellerimi bağladı. Diğeri kolumdan tutu. Elimi bağlayanın işi bittiğinde o da kolumdan tutu. Odadan çıktık, askeriyenin içinde ilerledik. Kapıya ulaştık. Dayanamadım ve durdum. Ciğerlerimi dolduracak kadar güçlü bir nefes aldım. Askerler, daha fazla durmama izin vermeyip çekiştirerek dışarıya çıkardılar. Beni gören kasabalı, sanki ailelerinden birine zarar vermişim gibi öfkeyle bağırmaya, yuhalamaya başladılar. Gerçekten suçluymuşum gibi başımı önüme eğdim, kimseyle göz göze gelmek istemedim. Askerler, beni idam sehpasına çıkardılar. Sonra da zorla tabureye çıkardılar. Biri, hiç oyalanmadan ipi boynuma geçirirken herkes "Katil!" diye bağırıyordu öfkeyle. O an, ne olduğunu anlayamadığım bir şekilde ağlamaya başladım. Bu hâlim, çoğu kişinin susmasına neden olurken bazıları aynı şekilde bağırmaya devam ediyordu. Arkamda bağlı olan ellerimin ve dizlerimin tir tir titrediklerini hissederken bir anda ileride duran, beni izleyen ve gözyaşlarına boğulmuş olan dedemi gördüm. Onu gördüğüm an, daha çok ağlamaya başladım. Neyse ki Elina ve babaannem gelmemişti. Yanımdaki asker, ne için burada olduğumu ve bu cezayı neden aldığımı kasabalıya duyururken kalabalığın arkasında, çok uzaklarda üç at belirdi. Ortadakinde Devrim, sağında ve solunda ise Hâkim ile Dilsiz vardı. Geldikleri gibi sessizce, ayrılmayı bekliyorlardı. Yanımdaki asker konuşmasını sonlandırırken yaşlı gözlerimi, Devrim'in yeşillerinden bir an bile olsun çekmedim, çekemedim. Bu noktaya gelmişken bile o gözlerde bir çare görebilmek için umutla baktım gözlerine ama o çareyi göremedim. Yanıma yaklaşan asker, ne olacağını anlamama neden olurken bu kez de tüm vücudum korkuyla titremeye başladı ve buna son veren şey; ayaklarımın altından kayıp gittiğini hissettiğim o tabure oldu. Eşzamanlı olarak boynumdaki ip nefesimi kesti. Bu, artık bir his değildi benim için. Gerçekten nefes alamıyordum. Dudaklarımı araladım, son bir umut nefes almaya çalışsam da başaramadım. Boynumda, güçlü bir ağrı baş gösterirken tüm vücudumun uyuştuğunu hissettim. O an, bir kez daha gök gürültüsünü duydum ve yeryüzünü kaplayacak yağmur damlalarından bir tanesini yüzümde hissettim. Meğerse yağmuru, son anımda da olsa hissedebilecekmişim. Bir kez daha nefes almaya çalıştım ve bu çabam, canımı yakmak dışında başka hiçbir işe yaramadı. İşte o an nefes almaktan vazgeçtim, canım daha çok yansın istemedim. Bu çabasızlık gözlerimin ağır ağır kapanmasına neden olurken Devrim, atının yönünü çevirdi ve gözlerimin önünde hayal meyal beliren siluetini arkasında bırakarak hızla uzaklaştı. Onun gidişiyle kasabanın üzerine çöken o ağır sessizlik, sanki yaşamdan kalan son izleri de silip süpürüyordu. Ayağımın altındaki dünya, yavaş yavaş karanlığa çekilirken ben de o sessizliğin soğuk bir parçası oldum. Ruhum ise kasabanın derinliklerine saplanmış bir acının yankısı gibi orada kaskatı kaldı. İçimdeki son ışık, yavaşça solarken her şey anlamını yitirdi. Sadece sessizlik, yalnızlık ve onun geride bıraktığı tarifsiz boşluk kaldı. Zaman, gri bulutlar altında sonsuz bir anın içinde dondu. Ağırlaşan dünya; ruhumu, derin bir belirsizliğe doğru sürüklerken kasabanın üstündeki keder bulutları, içimdeki o son ışığı da söndürdü. Bu son an, hayatımın en derin izlerini bırakacak bir karanlığa dönüşüyordu ve o karanlığın içinde geriye sadece, artık hatıraların gölgesine karışan bir hikâye kaldı. Devam Edecek... Kolonyası olan var mı? Ben ağlamaktan baygınlık geçireceğim de birazdan. Bu zamana kadar yazarken en zorlandığım bölümlerden biri oldu. Son ana kadar ben bile hep farklı bir şey yazmak istedim ama bunu yazmam gerektiğini de biliyordum 🥺 İkinci kitabımız için şimdilik bir yayın tarihi veremiyorum ama sizi çok bekletmeyeceğimden de emin olabilirsiniz. En geç Kasım ayı içinde, hatta belki daha erken bölümleri yeniden atmaya başlarım diye düşünüyorum. Araya uzun zaman girmesini hiç istemiyorum ♡ İkinci kitabımız birinci kitaptan çok daha farklı olacağından emin olabilirsiniz. Zaten bu sondan sonra aynı şekilde devam etmeyeceğini anlamış olmanız gerekiyor :( Bölüm hakkındaki yorumlarınızı ve eğer varsa sorularınızı bekliyorum.♡ Duyuru ve alıntılar için; Instagram: gizzemasslan Twitter: gizzemasslan gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |