@gizzemasllan
|
Merhaba ♡ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡ Keyifli okumalar! Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur. 🖤 RAİLWAY KASABASI Bölüm Şarkısı: The Power of Love - Celine Dion 11.BÖLÜM “İLK ÇIĞLIK, SON SESSİZLİK” 29 Mart 1872, Puranton, Veldeon- Nerathis Kasabası O Günden 242 gün Önce… “Hayat, kaybettiğin yerden başlarmış; ya da kaybettiğin, sadece hayatındır.” Bu cümle, zihnimin içinde dönüp duruyordu. Bir yerlerde, bir boşlukta... Her şeyin kaybolduğunu, bir daha geri dönülmeyecek bir sona vardığımı düşündüm. Ama şimdi bir şekilde, bu boşlukta, yaşamakla ölüm arasında sıkışmış gibiydim. Neden ölmüyordum? Neden hâlâ var gibiydim? Gözlerimi açacak gücüm yoktu ama ışığın varlığını hissedebiliyordum. O ışık, soluk bir çığlık gibi yayılıyordu karanlığın derinliklerinden. Sanki bir yerlerden bana uzanmak isteyen ama asla ulaşamayan bir el vardı. Beni burada; bu soğuk, kasvetli yerin ortasında bırakmışlardı. Vücudum bir taş gibi hissediyordu ve bir yandan da sanki bir ağırlık, beni çekiyordu. İçimde, bir acı vardı. Gözlerimi açmaya çalıştım ama görebileceğim hiçbir şey yoktu. Karanlık, her şeyin üstüne örtülen bir örtü gibi her şeyi yutuyordu. Öldüğümü düşünmüştüm. Bunu kabul etmiştim. Fakat hâlâ yaşıyordum, değil mi? Evet, duruma bakılırsa öyle olmalıydı ama bedenim, bir ölü gibiydi. Nefes alamadığımı hissediyordum. Sanki ölmeden önce ölmüş gibi... Her şeyin ötesinde, hiçbir yere ait değilmişim gibi... Ama bir şey vardı; bir şey beni, var olma ile yok olma arasına sıkıştırıyordu. Birden, bir çığlık duydum. İçimdeki sessizlik parçalandı. Kafamın içinde, bir şey uyandı. Gözlerimi açtım. Ama ne gördüğümü, ne hissettiğimi bilmiyordum. O an, bir duvarın soğukluğuna dokundum. Hemen ardından bir el, beni sardı. Sıcak… Ama garip bir şekilde yabancı. O el, beni kendine çekti. Neredeyim? Her şey belirsizdi. Zihnim bulanıktı, rüyaların, kâbusların, gerçeğin ve yalanın arasında sıkışıp kalmıştım. Yavaşça, bir nefes daha aldım. Ama bu nefes; ölüm gibi ağır, ölüm kadar sessizdi. Sonsuzluğa doğru giden bir yol gibiydi bu. Bedenimin her bir parçası uyuşmuş, derin bir karanlığın içinde yok olmuş gibiydi. Ama bir şey vardı; içimde hâlâ bir umut vardı. O umut, ölümün bile ötesindeydi. Evet... belki de hayat, gerçekten de kaybettikten sonra başlardı. Peki ya ben? Ben gerçekten mi kaybettim? Bir şeyleri, bir hayatı, kendi hayatımı… Burada, bir ışık vardı. Çok uzaklardaydı ama vardı, hissedebiliyordum. Sanki bir şey, hâlâ beni bekliyordu. Ve o an, vücudumda bir titreşim hissettim. Bedenimi terk etmeyen bir acı vardı. O acı; yıkılmadığımı, hâlâ savaşmaya gücüm olduğunu haykıran, her zerremi sarsan bir güçtü sanki. Ellerimi hissetmeye çalıştım. Beni saran eller vardı, fakat onları göremedim. Sanki beni bir yerden bir yere taşıyor gibi hissediyordum. İlk kez kendimi hissedebiliyordum. Hatta bir nefesi... Bir dokunuşu... Beni kurtaran kimdi? Kim karanlığın derinliklerinden bana yeniden bir yol açmıştı? Cevapsız sorular, ağır bir sis gibi zihnime çökmüşken sadece bir şey fark ettim: Ben, ölü değilim. Ölmedim. Beni, ölüm sandıkları yerden yeniden diriltmişlerdi. Ve şimdi bu kasvetin ortasında, yeniden var oluyordum. Yeniden başlamıştım. Evet, belki kaybettim. Belki çok şey kaybettim. Ama buradayım, hayatta ve bir şeyler değişmişti. Hatta belki de her şey… Zihnim, karanlığın ve ışığın arasına sıkışmışken bir ses, kendi karanlığımın içindeki o sessizliği bozdu. “Valencia.” Gözlerimi araladım. Her şey bulanık, tanıdık olmayan bir boşluk gibiydi. O an, boğazımda bir baskı hissettim. Sanki bir el ağır ağır boğazımı sıkıyormuş, nefesimi kesiyormuş gibi… Kafamı zorla çevirdim, etrafımda bir şeylerin varlığını hissediyordum ama ne olduğunu göremiyordum. Karanlık, her şeyi yutmuş gibiydi. Pes edip yeniden kapattım gözlerimi ve bir anlık sessizlik oluştu, hemen ardından yine aynı sesi işittim. “Valencia.” Gözlerimi tekrar araladım, dikkatlice etrafıma bakındım. Her şey hâlâ aynıydı, karanlıktı. Gözlerim, karanlığın içinde bir iz bulmaya çalışırken bir hareket fark ettim. Bir gölge... O gölge, az sonra daha fazla netleşti. Ardından yüzümde sıcak bir nefes hissettim ve sonrasında yine aynı ses. “Valencia.” Karanlık, bir sis bulutu gibi dağıldı gözlerimin önünden ve bir çift göz belirdi gözlerimin önünde. Evet, o yeşil gözler… Dudaklarımı araladım, konuşmak istedim ama boğazımdaki baskı buna engel oldu. Konuşmak, nefes almaktan daha zordu. Tüm gücum, vücudumdan çekilmiş gibiydi. Acı çekiyordum, derin bir acı… “Buradayım,” dedi o yeşil gözlerin sahibi ve sıcacık ellerini, ellerimde hissettim. Ellerinin sıcaklığı, bana aslında üşüdüğümü hissettirirken bir kez daha sesini duydum. “Beni duyuyor musun?” Cevap verecek gücüm yoktu. Bu yüzden gözlerimi kapatıp açtım sadece. Dudaklarında küçük bir tebessüm oluştu. “İyi olacaksın,” dedi kendini duyduğumdan emin olduktan sonra. “Her şey geçecek, iyi olacaksın.” Gözlerimi kapadım, acıyla yutkundum. Canım, daha önce hiç bu kadar yanmamıştı. Gözlerimi yeniden araladım. Bulanık bakışlarım, artık daha netti. Bir cesaret dudaklarımı bir kez daha araladım. “Ben…” Ve yine sessizlik. Dişlerimi sıktım, boğazımdaki acıdan yutkunarak kurtulmaya çalıştım ama olmadı. Sıcacık eli, yüzümü buldu. Kocaman eli, yüzümün bir tarafını tamamen kaplarken başparmağıyla okşadı yanağımı. “Yorma kendini, canın acımasın.” Oysa konuşmaya çalışmasam da canım, çok acıyordu. Bu yüzden yeniden araladım dudaklarımı. Eğildi, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Söylediklerimi duymak, anlamak istercesineydi. Onun bu çabası, güç verdi bana ve o kelimeyi zorlukla da olsa çıkardım. “Yaşıyorum.” Gözlerine, hüzün çöktü. “Yaşıyorsun.” Bu, neden onu hüzünlendirmişti? Kirpiklerim ıslandı, gözümden akıp yanağımdan süzülen yaşı hissederken yanağımdaki parmakları hemen sildi o yaşı. Kendimi biraz daha zorladım, dudaklarımı bir kez daha araladım. “Nasıl?” Uzun bir soluk alıp sessiz kaldı ve yeşillerine çöken hüzün, derinleşti. Kalbim acıdı, canımdan bile daha fazla… “Kötü,” dedim zorlukla ve nefes aldım, bu yüzden daha çok yandı canım. “Bir şey mi…” Yine sustum, boğazım o kadar acıyordu ki sanki hayatım boyunca bir daha hiç konuşamayacak gibiydim. “Oldu?” Ve sonunda tamamlayabildim cümlemi. Gözlerindeki hüznü, yalancı bir mutlulukla gölgeledi. Dudaklarında, yalandan olduğu çok belli olan bir gülümseme belirdi. Çünkü o, gerçekten gülümsediği zaman gözlerinin kenarı kısılırdı, şimdi ise sadece dudakları kıvrılmıştı. “Olmadı.” Gücümü, sağ elimde topladım ve elimi zorlukla kaldırdım. Az öncekinin aksine hareket edebilmeye başladığımı fark ederken yatağın kenarındaki elinin üzerine koydum elimi. “Neden….” Nefes aldım. “Üzgünsünüz?” “Üzgün değilim.” Yalan söylüyordu, gözleri onu ele veriyordu. Kalbimi, korkunç bir korku sardı. Neler olduğunu bilmemek, bu korkuyu daha da körüklüyordu. Soramamak ise çaresiz hissettiriyordu. Nasıl yaşıyordum ben? Neden ölmemiştim? Gözlerim, etrafta gezindi. Beton duvarların çevrelediği bir odadaydım. Zindan değildi burası ama neresiydi bilmiyorum. Ev gibi sıcak, güvende hissettiriyordu ama ailem yoktu. Dedem, babaannem, Elina yoktu. Neredeydiler? Biliyorlar mıydı uyandığımı? Dışarıda bekliyorlar mıydı? Onlar buradayken Devrim, burada olamazdı ki… Sahi, ben ne zamandır buradaydım? “Valencia.” Devrim’in sesiyle gözlerimi yeniden ona çevirdim. “Aklın karışık, biliyorum; korkuyorsun, hissediyorum ama sana söz veriyorum hepsi geçecek. Biraz kendini toparla, her şeyi anlatacağım sana.” Hâlâ tutuyor olduğum elini hafifçe sıkarken gücümü toparlayıp konuştum. “Kalkmak istiyorum.” Gözlerine derin bir endişe çöktü. “Canın yanar ama.” Yalvarırcasına baktım gözlerinin içine, dayanamadı. “Peki, nasıl istersen.” Zorlukla da olsa tebessüm ettim ona. Yanımdan kalktı, canımı yakmayacak şekilde başıma dokundu. Ardından belimden de destek verdi ve doğrulmama yardımcı oldu. Hızlıca arkama birkaç yastık koydu. Sanki bu şekilde kendimi daha rahat hissettiğimi düşünürken “Rahat mıısn?” diye sordu. Gözlerimi kapatıp açtım sadece, bu sessiz cevabımla yanıma oturdu yeniden. O an fark ettim ki ilk kez üzerinde askeri üniforması yoktu. Siyah bir kazak ve aynı renk bir pantolon vardı üzerinde. Ona bu kadar dikkatli bakmak, utanmama neden olduğunda yeniden gözlerine baktım. Dikkati bendeydi onun da. “Dedemler, onlar neredeler?” Yutkundu, sessiz kaldı. Korku, tüm vücudumu sararken az öncekinin aksine daha rahat bir şekilde konuşmaya devam ettim. “Kötü bir şey mi oldu?” “Hayır, olmadı,” dedi hızlıca. “Korkma, her şey yolunda.” “Neredeler o zaman?” “Biraz uzakta.” “Kasabada değiller mi?” “Valencia,” dedi sesi az önceki kadar gür çıkmazken. “Biz kasabada değiliz.” Bu sözler, zihnimde hiçbir anlam ifade etmez, edemezken “Nasıl?” diye sordum. “Biz, biz neredeyiz?” “Nerathis’te.” Telafuzu, bizimkinden farklı olsa da nereden bahsettiğini hemen anlamıştım. “Neden buradayız? Benim, ne işim var burada?” Cevap veremedi. “Siz,” dedim gözlerim dolarken. “Siz gidiyordunuz, siz neden hâlâ buradasınız?” “Gidemedim.” Ne demekti şimdi bu? Hiçbir şey anlamıyordum. “Valencia,” dedi bir kez daha, bir şeylerden çekinir gibi bir hâli vardı. “Seni yaşatabilmek için kalmam gerekiyordu.” “Ben, ben hiçbir şey anlamıyorum.” “Seni, kasabalının gözleri önünde idam etmeden, oradan kurtaramazdım.” Gözümden bir damla yaş aktı. “Ama ölmene de izin veremezdim. James Morgan nasıl yaşadıysa sen de öyle yaşadın. Seni başka türlü kurtaramazdım. Seni o kasabadan başka türlü çıkaramazdım.” Gözyaşlarım hızlandı. “Ağlama, lütfen ağlama.” Daha çok ağladım. Elini hafifçe kaldırdı, elimi tutmak ister gibiydi ama yapamadı. “Ağlama,” dedi bir kez daha. “Yalvarırım.” Gözyaşlarımı sildim. “Ben,” dedim gözyaşlarımı sidiğim hâlde yerine yenileri akarken. “Ben neden ağladığımı bilmiyorum.” Dudakları mühürlenmiş gibi hiç konuşmadı. “Yaşıyorum, ölmedim ama…” Sustum, amanın ne olduğunu ben de bilmiyordum, sadece ağlamak istiyordum. “Amanın bir önemi yok, Valencia. Yaşıyorsun, güvendesin, gerisi önemli değil, olmamalı.” “Elina,” dedim gözyaşları içinde. “O, orada yalnız kaldı. Ben, onu o korkunç yerde yalnız bıraktım. O daha çok küçük. Hem…” Ağlarken hıçkırdım. “Hem eğer beni ölü olarak biliyorsa…” “Hayır,” diyerek sözümü kesti. “Her şeyden haberi var.” Afalladım. “Nasıl?” “Ona anlattım, bunu düşüneceğini biliyordum çünkü. Oraya geri dönmek isteme diye de kardeşine anlatmalıydım, anlattım.” “Ben, gerçekten anlamıyorum. Bundan sonra nasıl yaşayacağım? Bir daha evime dönemeyecek miyim?” Bakışları keskinleşti. “Dönmek mi istiyorsun hâlâ?” “Ailem orada,” dedim, bu yeterli bir cevap değil miydi? “Oraya dönersen, en azından şimdilik, tüm bunların bir anlamı kalmayacak.” “O zaman onlar gelmeli,” dedim anında. “Onlar, gelebilirler değil mi?” Dudaklarında küçük bir tebessüm oluştu. “Elbette, ama uygun bir zamanda.” Tebessüm ettim ona, hâlâ yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. “Hadi, ağlama artık,” dedi yalvarırcasına. “Ağlamayacağım,” dedim gözyaaşlarımı silerken. “Ağlayacak bir şey yok ki. Yaşıyorum, kurtuldum, sizin sayenizde,” deyip yaşlı gözlerle baktım gözlerinin en içine. “Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.” “Sen zaten suçsuzdun, orada hiç olmaman gerekiyordu. Bu adil değildi, ben sadece doğru olanı yaptım.” Söyleyecek bir şey bulamayıp sessiz kaldım. Yanımdan kalktı. “Bir şeyler yemen lazım, hemen döneceğim.” O, odadan çıkıp giderken başımı geriye yasladım. Her şey bitti zannetmiştim ama şimdi yaşıyorum, hiçbir şey bitmedi. O idam sehpasının üzerine çıktığımı, nefes alamadığımı hisssettiğimi, yaşamaktan vazgeçtiğim o anı ve şimdiyi düşündüm. Bu, bu kez de gözyaşlarımın mutlulukla akmasına neden oldu. Ta ki bu mutluluğu gölgeleyecek korkunç bir gerçekle yüzleşene kadar. Ben kurtuldum, peki ya o? Korku, kalbimin orta yerindeki yerini alırken bu korkunun bana nefes aldırmadığını hissettim. Canım yanıyor ve buna gücüm yetmeyecekmiş gibi hissediyor olsam da kendimi zorlayıp yataktan destek aldım ve ayağa kalktım. Tüm kemiklerim kırılmış gibi canım acırken ve bunun nedenini anlayamazken kapıya doğru yürüdüm ağır adımlarla. Odadan çıktım. Beni, dar ve karanlık bir koridor karşıladığında çok az da olsa gün ışığının geldiği tarafa doğru yürüdüm zorlukla. O ışığın olduğu kapıya ulaşıp içeriye doğru baktığımda küçük bir mutfak gördüm, ışık da buranın penceresinden giriyordu. Devrim buradaydı, bir şeyler yapmaya çalışıyordu. “Siz,” dedim sesim tirerken. Gözleri, hemen beni bulurken endişelendi. “Valencia,” deyip elindekileri bıraktı. “Ne yapıyorsun sen? Düşeceksin şimdi,” derken yanıma geldi. Destek vermek istercesine dokunmak istedi ama elimi kaldırıp engel oldum ona. “Dokunmayın.” Duraksadı, bir adım geri gitti. “Ne oluyor?” Gözyaşlarım hızlandı. “Siz,” dedim o daha ne olduğunu anlayamamış gibiyken. “Siz bunu nasıl yaptınız?” “Ne yapmışım? Valencia, sen iyi misin? Ne oldu birdenbire?” “Kendinize…” Ağlarken hıçkırdım. “Kendinize bunu nasıl yaptınız?” Anlamsızca baktı yüzüme. “Siz bir askersiniz, beni idam etmeniz gerekiyordu ama yapmadınız.” Yüz kasları gerildi, derdimin ne olduğunu anlamış gibiydi. “Binbaşı, o da bir askerdi ve sırf James Morgan’ın idam oyununu kurdu diye idama mahkûm edildi. Şimdi siz, siz de aynı şeyi yaptınız.” Sessiz kaldı. Elimi ağzıma bastırıp yüzüme bir tokat misali çarpan bu gerçekle daha çok ağlamaya başladım. “Valencia,” dedi bana yaklaşmaya çalışırken. Bir adım geri gidip engel oldum ona. “Bunu kendinize yapmamalıydınız. Neden yaptınız bunu? Siz, siz neden buradasınız? Diğerleri nerede? Savaş demiştiniz, neden gitmediniz? Siz hâlâ neden buradasınız?” Son soru, beni gözyaşlarına boğarken aslında tüm bu soruların cevabını biliyordum. Gitmiyor değil, gidemiyordu. Verdiği kararla idam edilen Binbaşı’nın işlediği suçun aynısını işlemişti, beni kurtarmak için. Ben, bu kadar değerli değildim ki… Hiçbir zaman olmamıştım. “Hiçbir şey olmayacak, sakin ol ve ağlama lütfen.” Bu, beni rahatlatmak için söylenmiş birkaç yalandı sadece. Bunu anlamayacak değildim, ne de olsa her şey gözlerimin önümde olmuştu. Gözyaşları içinde başımı sağa sola salladım. “Yalan söylüyorsunuz.” “Söylemiyorum.” “Neden buradasınız o zaman? Neden gitmediniz?” “Ben gidersem yalnız kalacaktın, hem de bir uykudayken. Nasıl bırakıp giderdim seni?” “Siz bir askersiniz,” dedim acımı bastırmak için dişlerimi sıkarak. “Kendi kalacağınız yeri de ne kadar kalacağınızı da kendiniz seçemezsiniz. Bunu bilecek kadar yanınızda kaldım. Şimdi geçmiş karşıma, kaldım diyorsunuz. Kalamazsınız ki… Beni, bir uykudayken daha uzağa götürmeyi göze alır, yine de gitmek zorunda kalırdınız.” Sessiz kaldı, sözlerim doğruydu çünkü ve beni kandıramayacağını anlamış olması gerekiyordu. “Neden yaptınız bunu kendinize?” “Seni kurtarmam gerekiyordu,” dedi çaresizce. “Kurtarmamalıydınız.” “Hayır, kurtarmalıydım.” “Neden?” “Çünkü…” Sustu, yutkundu. Sanki söylemek istediği sözlerini yutmuş gibiyken tamamladı sözlerini. “Elina’ya söz verdim.” “Elina’ya söz verdiniz.” Onun ardından hemen tekrarladım söylediği şeyi, inanmadığımı belli edecek şekilde. “Evet,” diye onayladı bir de beni. “Ablanı kurtaracağım dedim, kurtardım. Ben verdiğim sözü hep tutarım.” Bir de alay ediyor gibiydi, kızamıyordum da… Korkuyordum sadece, çok korkuyordum. “Siz…” “Ağlama artık,” diye kesti sözümü. “Lütfen.” “Ağlarım!” diye çıkıştım. Affaladı bu çıkışım yüzünden ama kendini çabuk toparladı. “Gözlerin acır diye dedim ben,” diye açıkladı kendini. Neden bu açıklamanın bu kadar masum hissettirdiğini anlayamazken devam etti. “Senin için yani.” Onun aksine, onun kadar rahat olamadım ve söylemem gereken tek şeyi söyledim. “Gidin buradan.” “Ne?” “Ya da beni gönderin başka bir yere, kasabaya dönmeye bile razıyım, ne olacaksa olsun.” “Valencia…” “Ama sizin gitmeniz daha iyi olur.” “Valencia…” “Hemen gidin buradan bu yüzden.” “Bak…” “Benim yaşadığım ortaya çıkarsa, bundan haberiniz olmadığını söylersiniz. Ben de asla itiraf etmem böyle bir şeyi.” Bu kez konuşma çabası içine girmedi, sadece baktı. “Hem ben de yakalanmamak için elimden geleni yaparım, gerekirse gerçekten ölürüm, yine de sizi ele vermem.” Sessizliğini sürdürdü, bakışları az önceki kadar sert değildi ama. “Burada ne kadardır kalıyoruz? Ağrılarım bu kadar şiddetli olduğuna göre çok kalmamış gibi…” “Ağrın mı var?” diye araya girdi. “Konumuz bu değil,” dedim anında. “Burada çok kalmamış gibiyiz, yani hâlâ vaktiniz var. Yolda saldırıya uğradım dersiniz, ellerinden kurtuldum ve geldim dersiniz. Bir askere inanırlar ne de olsa, değil mi? Hâkim ve Dilsiz de size yardımcı olurlar, kurtulursunuz. Bu yüzden bir an önce buradan…” Ve cümlemi tamamlayamadan kendimi bir anda onun kollarının arasında, havada buldum. Düşmemek için kollarına tutundum. “Ne yapıyorsunuz?” Salon olduğunu düşünndüğüm yere doğru yürüdü. “Ayakta durmak, ağrılarını daha da arttırır. Oturman, dinlenmen lazım.” Salona ulaştık. “Ya ben size ne diyorum, siz bana ne diyorsunuz?” diye kızdım. Salondaki koltuğa oturttu beni. “Ne diyorsun?” Söylediğim o kadar şeyi dinlememiş miydi bu adam? “Buradan gitmelisiniz diyorum! Hem de hemen.” “O pek mümkün değil,” derken ayaklarımdan tuttuğu gibi koltuğa uzatmamı sağladı. “Ne demek mümkün değil? Çok mu geç kaldık?” Koltuğun önünde dizlerinin üstüne çökmüşken derin bir nefes aldı, gözlerime baktı. “Seni burada yalnız bırakmam.” “Bırakmalısınız!” “Bırakasım gelmiyor,” deyip ayağa kalktı. “Şimdi sakın ayağa kalkma, sana yiyecek bir şeyler getireceğim,” deyip yeniden mutfağa yöneldi. Uyarısını da canımın yanacak olmasını da umursamadan ayağa kalktım ve o, tam salondan çıkmak üzereyken seslendim arkasından. “Benim hayatım, kendi hayatınızı feda etmeye değecek kadar değerli değil!” Duraksadı, ağır haraketlerle bana döndü. Yüz hatları gerilmiş, bakışları keskinleşmişti. “Bunu sana düşündüren her neyse, keşke onu tüm dünyadan silebilseydim.” Kirpiklerim ıslandı ve bir an, ona sarılmak istedim ama yapamadım. Öylece uzakta durup gözlerine baktım sadece. Nasıl izin verirdim benim yüzümden hayatını mahvetmesine? Yapamazdım, yapmamalıydım. O nasıl benim ölmeme izin vermediyse ben de vermemeliydim. Ben bile belki bu işten bir gün bir şekilde kendimi kurtarabilirdim ama o kurtaramazdı. O, bir askerdi; yasalar bizim için ağırdı ama onun için daha ağır. Başka bir şey söylemeden mutfağa girdiğinde kapıya doğru baktım. O gitmiyorsa ben gitmeliydim. O kendinden vazgeçse de ben buna izin vermemeliydim. Hem ben gidersem onun için her şey daha kolay olur, daha kolay gidebilirdi. Ne de olsa o zaman beni yalnız bırakan o değil, yalnız kalmaya giden ben olurdum. Ağır adımlarla kapıya yürüdüm. Boynumdan vücuduma yayılan ağrı giderek artarken adımlarımı hızlandırdım ve evden çıktım. Bir şehirde, bir kasabada, hatta bir köyde bile değil; bir ormandaydık. Etrafa bakındım. Saklandığımız için mi böyle bir yer tercih etmişti? Başka bir yer mi bulamamıştı ya da? Neyse, bunların bir önemi yoktu. Buradan gitmeliydim, hem de hemen. Onu tehlikeye atamazdım. Onun benim yüzümden böyle bir hata yapmasına izin veremezdim. Çıplak ayaklarıma rağmen yürümeye devam ettim. Soğuğu iliklerime kadar hissederken evin bahçesinden ayrıldım ve bir kez daha etrafa bakındım. Nereye gidecektim? Ne taraftan gidecektim? Ben, kendi kasabam dışında hiçbir yeri bilmiyordum ki… Ne tarafa gidersem gideyim, bilmediğim bir yola gitmiş olacağım için daha fazla düşünmedim, sağ tarafa doğru yürüdüm. Acıyan canım, üşüyen ayaklarım umurumda olmazken arkamda bıraktığım evden Devrim’in sesi yükseldi. “Valencia!” Arkama baktım, ayak sesleri duyduğum an adımlarımı hızlandırdım. Ayaklarıma batan taşlar, çalılar canımı daha çok yakarken ayak sesleri yaklaştı. Daha da hızlandım ama sesler daha da yaklaştı, en sonunda da kolumdan tutup durdurdu beni ve nefes nefese kalmış bir şekilde karşımda durdu. “Ne yapıyorsun sen?” Bağırdı, irkildim. Buna rağmen devam etti. “Nereye gidiyorsun? Hem de bu hâlde! Sen beni delirtmek mi istiyorsun?” Gözlerim doldu, cevap veremedim. “Neden yapıyorsun bunu?” “Siz,” dedim titrerken. “Siz neden yapıyorsanız ondan, benim yüzümden ölmenize izin veremem.” “Kimsenin öldüğü yok, Valencia.” “Şimdilik,” dedim anında. “Ama her şey ortaya çıktığında…” Devam bile edemedim, gözyaşlarına boğuldum. “Bana güvenmiyor musun?” “Güveniyorum ama…” “Aması yok, eğer güveniyorsan, sözlerime inan; kimse ölmeyecek, ne sen ne de ben.” Sessiz kaldım. “Her şey yoluna girecek, hem de en kısa zamanda. Söz veriyorum.” O, sözünü tutardı değil mi? Bu zamana kadar hep tutmuştu ne de olsa… “Hem sürekli git diyorsun bana ama hiç gidecek bir yerin var mı diye sormuyorsun.” Kalbimin acıdığını hissettim. “Yok mu ki?” “Yok.” Dudaklarımı acıyla büzdüm. “Benim de yok.” “O zaman bir süre daha birbirimize katlanmak zorunda kalacağız, kaçmayacaksın benden.” “Ben sizden kaçmıyorum ki.” Dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. “Biliyorum,” dedi ve iç çekerek ekledi. “Bu yüzden gitmene izin veremiyorum ya.” Gözlerimi kaçırdım. Elini uzattı. “Hadi, gel benimle.” Uzattığı eline baktım ve verdiği sözden sonra bir an bile olsun tereddüt etmeden tuttum elini. Dudaklarındaki tebessüm az da olsa büyürken kendimi yeniden onun kucağında buldum. “Ayakkabıların yok, ayakların yaralanacak,” diye açıkladı bir de kendini ve eve doğru yürüdü. Kirpiklerim hâlâ ıslak, gözlerim hâlâ nemliyken acıyan boynum yüzünden başımı omzuna koydum. Ağlamaya devam etmemek için kendimi zorlarken içli içli burnumu çektim ve dudaklarımın arasından zor duyacağı bir şekilde mırıldandım. “İyi ki varsınız.” “Biliyor musun?” dedi yürümeye devam ederken. Konuştuğu için sıcak nefesini saçlarımda hissederken ekledi. “Bunu ilk kez senden duyuyorum.” Ben de hiç duymamıştım ki… Bu, daha çok canımı yakarken bir kez daha içli içli nefes aldım. “O zaman her aklıma geldiğinde söyleyeyim bunu.” Belki sesini duymadım, yüzünü görmedim ama gülümsediğini hissedebiliyordum. Eve girdik, salona geçti yeniden ve koltuğa bıraktı beni. Ayaklarımı uzatmamı da sağladıktan sonra kendisi de yanıma oturdu. “Eğer yine kaçmayacaksan mutfağa kadar gideceğim.” Dayanamayıp güldüm. “Kaçmayacağım.” Elini uzattı. “Anlaştık.” Beni güldürmeye çalışıyordu, başarmıştı da. Uzattığı elini tuttum. “Anlaştık.” Elini çekmeyi pek istemiyormuş gibiyken ellerimizi ayıran ben oldum ve ellerimi kendime çekip gergince parmaklarımla oynamaya başladım. Boşta kalan elini, ensesine attı ve sanki bir an için ne yapacağını bilemedi. Fakat kendini toparlayıp ayağa kalkması da çok uzun sürmedi. “Geliyorum hemen.” Arkasını döndüğünde gözyaşlarımı silmeye ve daha fazla ağlamamaya çalıştım. Tam o esnada durdu ve yeniden bana döndü. “Artık ağlamasan olmaz mı?” diye sordu bir anda, belki de bundan rahatsız oldu diye içimden geçirirken ekledi. “Benim yüzümden ağladığını gördükçe silahımı çıkarıp kafama sıkasım geliyor çünkü.” Söylediği şey, şaşkınca kalakalmama neden olurken az öncekinin aksine hızlı adımlarla uzaklaştı yanımdan ve gözden kayboldu. Yüzümde beliren tebessüm ve hızla atan kalbim, kendimi bu durumda bile mutlu hissetmeme neden olurken Devrim mutfaktan çıkıp yanıma geldi. Ekmek arası bir şeyler yapmış, bir tabağın içine koymuş ve getirmişti. “Bir süredir ben de buradan hiç çıkmadım, yani başka kimse olmadığından seni yalnız bırakamadım. Bu yüzden pek yiyecek bir şeyler kalmadı ama birazdan gidip halledeceğim her şeyi.” Bu sözleri, bana tek bir şeyi merak ettirmişti. “Ne kadardır buradayız?” “Bir hafta oldu sanırım.” “Ben, bir hafta uyudum mu?” “Tam değil, arada bir uyanıyordun aslında. Hatırlamıyor musun?” “Hatırlamıyorum.” “Normaldir, pek kendinde gibi değildin zaten.” “Neden ama?” “Valencia, sen gerçekten idam edildin,” dedi, bunu derken bile rahatsız olmuştu. “Bir süre nefes alamadın, bu çok mühim bir şey. Elbette bir karşılığı olmak zorundaydı. Vücudundaki ağrıların sebebi de boynundan asılı kalmış olman ama yakında geçecek, merak etme.” Bu konudaki her şeyi çok iyi biliyordu. “Bunu nasıl başardınız peki? James, o mu yardım etti?” “Hayır tabii ki, evet aklıma onun sayesinde geldi ama düzeneği biz kurduk. İdam edilen insanlar nefes alamadıkları için değil, boyunları kırıldığı için hemen ölürler ama eğer boynuna geçirilen ip düzgün ayarlanırsa boynuna hemen kırılacağı kadar çok baskı uygulamaz, uygulayamaz. Fakat seni nefessiz bırakır ve bayıltır. Herkes öldüğünü düşünürken aslında sadece baygınsındır ve hemen müdahele edilirse tekrar hayata dönersin. Biz de bunu yaptık işte.” “Bana neden anlatmadınız peki bunu? Sadece birkaç dakika önce yanımdaydınız.” “Kabul etmezdin,” dedi anında. “Neden etmeye…” deyip sustum, az önce olanları düşününce ederdim diyemedim. Haklıydı çünkü, etmezdim. Yaşamak için onu tehlikeye atmazdım. “Kabul etmemeni göze alamazdım, seni ikna etmek için de vaktim yoktu. Çünkü son ana kadar hiç olmasın diye uğraştık ama başaramadık. Sen o idam sehpasına çıkmadan sadece bir saat önce hazırlandı her şey.” Sessiz kaldım, söyleyecek bir şeyim yoktu ki… Hem çok mutlu hem çok endişeleydim. Hem kendimi çok hüçlü hem çok güçsüz hissediyordum ve hem o yanımda olduğu için kendimi güvende hissediyordum hem de çok korkuyordum. Duygularım da aklım gibi karışıktı ve bu ne zaman son bulacak, bilmiyorum. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmemek, beni daha çok korkutuyordu. “Hadi, bir şeyler ye artık.” Sesiyle kendime geldiğimde uzattığı tabağı aldım. “Teşekkür ederim.” “Afiyet olsun.” “Siz bir şey yemeyecek misiniz?” “Ben sabah yemiştim, canım istemiyor.” Ya da belki evde bir şey kalmamıştı… Elimdeki koca ekmeği ikiye böldüm, yarısını ona uzattım. “Ben hepsini yiyemem zaten.” “Valencia…” “Siz yemezseniz ben de yemem.” Gözlerinin kenarı kısıldı. “Sen ne inatçı bir kız oldun böyle?” Omuz silktim sadece. Benimle baş edemeyeceğini anlamış olacak ki uzattığım ekmeği aldı. İşte ancak o zaman kocaman gülümsedim ve kendi ekmeğimden bir ısırık aldım. Benim ardımdan aynı şekilde o da yemeye başladı. Az sonra ikimizin de yemeği bittiğinde “Hadi, artık biraz uzanmalısın,” dedi. Bu kez söylediği şeyi ikiletmeden koltuğa uzandım. O esnada yanımdan ayrıldı ve ilk uyandığım odaya gitti. Az sonra odadan çıktığında elinde bir yastık ve battaniye vardı. Yanıma geldiğinde yastığı başımın altına koydu ve üzerimi örttü. Geri çekilirken “Rahat mısın?” diye sordu. “Evet,” dedim tebessüm ederken. “Teşekkür ederim.” Küçük bir tebessümle karşılık verdiği söylediğim şeye ve “Bahçeden odun getireceğim, hemen dönerim,” diyerek yanımdan ayrıldı. O giderken gözlerimi, salonun tavanına çevirdim ve derin bir iç çektim. Hayatım boyunca, hayatımın herhangi bir evresinde böyle bir durumun içinde olacağım aklımın ucundan dahi geçmemişti. Fakat şimdi aklıma bile gelmeyecek bir durumun içindeydim. Ailem yanımda değildi ve doğup büyüdüğüm o kasabadan çok uzaktaydım. Yanımda ise kendimden bile çok güvensem de neredeyse hiç tanımadığım bir adam vardı ama bu beni korkutmuyordu. Çünkü bu hayatta, yaşayabileceğim en büyük korkuyu yaşamıştım zaten. Ben, ölümle yüz yüze gelmiş ve hatta ölümün kıyısından dönmüştüm. Bir insanın başına bundan daha kötü bir şey gelebilir miydi? Daha korkunç bir şey yaşayabilir miydi? Sanırım hayır. Bu yüzden sanki bundan sonra hiçbir şey, hiç kimse beni korkutamayacakmış gibi hissediyordum. Belki doğru değildi böyle hissetmem ama kendimi böyle hissetmekten alamıyordum. Gözlerimi kapatırken derin bir iç daha çektim ve o an, babamın gözleri belirdi gözlerimin önünde. Kirpiklerimin ıslanması ve gözümden birkaç damla yaşın düşüp yanağımdan süzülmesi sadece birkaç saniye sürereken kalbimin en orta yerinin alevler içinde yandığını hissettim. Onu özlemiştim, hem de çok ve en kötüsü de ne kadar özlersem özleyeyim artık bu özlemi dindirmenin hiçbir yolu yoktu. Hayatım boyunca bu özlemi de bu acıyı da kalbimde taşıyacaktım. Hisstiğim bu acı duygu, bir anda amansız bir öfkeye dönüştü ve gözlerimin önünde bu kez bir çift mavi göz belirdi; Paul Chester’ın gözleri… Öfke, beni giderek esir alırken onun yaşayıp yaşamadığını merak ettim. Acaba ölüm uykusudan uyanmış mıydı? Yoksa çoktan ölmüş müyüdü? Uyandıysa bir ceza almış mıydı? Almamış olamazdı değil mi? Hayat, bu kadar adaletsiz olamazdı. Buna inanmak istemiyordum. Onun yaşaması ve bir ceza almadan hayatına rahatlıkla devam ediyor olabilme ihtimali beni, daha da büyük bir öfkenin içine sürüklerken evin kapısı açıldı ve Devrim, elinde odunlarla içeriye girdi. Doğrudan sobaya yönelip zaten yanan sobanın ateşini güçlendirmeye çalışırken “Paul Chester,” dedim, sesim fısıltı gibi çıkarken. Duraksadı ve ağır ağır bana döndü. “O da nereden çıktı şimdi?” “Ona ne olduğunu merak ediyorum, bir haber alabildiniz mi?” Cevap vermek yerine elindeki son odunu da sobaya atıp sobanın kapağını kapattıktan sonra yanıma geldi ve koltuğun kenarına oturarak gözlerime baktı. “Maalesef.” Bu, beklediğim bir cevap değildi. “Oradan haber alabileceğim birileri yoktu,” diye devam etti konuşmasına. “Yaşıyor mu öldü mü bilmiyoruz yani,” diye mırıldandım. “Ölmesini mi istiyorsun?” Bu sorunun gelmesini beklemesem de cevabı benim için belli olduğundan hiç düşünmeden cevapladım. “Hayır.” Sessiz kaldı, devam etmemi bekler gibiydi. “Yaşasın istiyorum, yaşasın ve yaptığı her şey yüzünden ceza alsın istiyorum.” “Yaptıklarının cezası zaten ölüm olacak.” “İkisi farklı şeyler,” dedim anında. “Eğer bu olanlar yüzünden ölürse, bir kazada ölmüş olacak. Belki insanlar onun için üzülebilebilirler. Ben, onun o meydanda, herkesin gözleri önünde cezalandırılmasını istiyorum. Tıpkı benim gibi ölüme giderken bile kendine hakaret eden insanların gözlerine bakmak zorunda kalsın istiyorum. Ayaklarının altındaki o tabure çekilip alınana kadar ölümü hissetsin, orada acı çeksin istiyorum. Böyle bir anda ölecek olması, adil değil. Ben, o ölürken onu izlemek istiyorum,” dedim öfkeme rağmen gözyaşlarım akarken. “Babamı aldı o benden, bu hayatta en sevdiğim kişiyi aldı ve sonra karşıma geçip alay eder gibi bunu bana anlattı. Bu yüzden bu şekilde ölmesi gereçekten adil değil.” Devrim, söylediklerim karşısında sessiz kaldı. Benden bunları duymayı beklemediği çok belliydi ama hissettiklerim bunlarken ona başka hiçbir şey söyleyemezdim. Hâlâ akmaya devam eden gözyaşlarımı sildim. “Çok mu kötü biri olduğumu düşünüyorsunuz?” “Hayır,” dedi anında. “Bana göre tüm bunlar, kötülük isteyen birinin düşünceleri değil; adalet isteyen birinin düşünceleri. Kim olsa, aynı şeyleri isterdi. Çünkü haklısın, suçlular cezalarını çekmeden, kolay bir ölümle kurtulmamalılar.” Bu kez sessiz kalan ben oldum. “Eğer o öldüyse, elimden hiçbir şey gelmez bu konuda ama eğer yaşıyorsa ve eğer sen hâlâ benim sözlerime inanıyorsan, sana söz veriyorum cezasını çekecek.” Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu. “Neden sözlerinize inanmayayım ki? Verdiğiniz her sözü tuttunuz. İmkânsız gibi göründüğü hâlde beni yaşatma sözünüzü bile tuttunuz.” Sözlerimin hoşuna gittiğini fark ederken sessiz kaldı. “Biliyor musunuz?” dedim sesim yine fısıltı gibi çıkarken. “İlk defa biri bana verdiği bütün sözleri tutuyor.” “Hep de tutmaya devam edecek,” diye benim sözlerimi kendisi tamamladı. Gülümsedim ona. Gülümsedi bana. İkimizin de yüzündeki gülümseme varlıklarını korurken tıpkı daha önce onun bana dediği gibi “Böyle gülümsemeye devam mı edeceğiz?” diye sordum, biraz muzip bir tavırla. Yeşil gözlerinin kenarı kısılırken bu cümleyi daha önce kendinin bana kurduğunu hatırlamış olacak ki gülümsemesi genişledi. “Bu kez yapacağım şeyi unutmadım ama,” dediğinde kendime engel olamadım ve güldüm, hem de sesli bir şekilde. Bu, onun da keyfini yerine getirirken ayağa kalktı. “Sen biraz yalnız kalabilir misin?” “Neden?” “Banyoya girmem lazım, tabii sonra da kasabaya ineceğim.” “Kalırım,” dedim bundan emin değilken. Bilmediğim bir yerde yalnız kalmak, beni korkutuyordu oysa. “Peki,” dedi ilerideki kapıyı gösterirken. “Ben önce bir banyoya gireyim.” Kabul etmeyeceğini düşünsem de bir anda “Ben de sizinle gelebilir miyim?” diye sordum hızla. Bir anda şaşkınca kaldı karşımda. “Ne?” Neden bu kadar şaşırdı anlayamazken “Ben de sizinle gelebilir miyim?” diye yineledim sorumu. Gerildi, bunu gayet net bir şekilde fark ederken ağır ağır yutkundu. “Banyoya mı?” Gözlerim irileşti. “Ne?” dedim telaşla. “Ne banyosu?” “Banyoya gideceğim dedim, ben de gelebilir miyim diye sordun.” Utanç, tüm bedenimi esir alırken “Ya ne banyosu?” diye çıkıştım bir anda. “Benim sizinle banyoda ne işim var?” “Ben de onu anlamadım ya.” “Anlamayın zaten!” diye çıkıştım bir kez daha, Devrim bu tepkim yüzünden şaşırır gibi olurken devam ettim. “Ben, kasabaya sizinle gelebilir miyim diye sormak istemiştim sadece.” Sanki bir an önce konuyu kapatmak ister gibiyken “Gelirsin,” dedi ve arkasını döndü, birkaç adım uzaklaşıp yeniden bana döndü. “Ne? Kasaba mı?” Başımı salladım. “Evet.” “Benimle banyoya gelmek istemeni bile kasabaya gelmek istemene tercih ederdim, Valencia.” Bu sözleri karşısında dudaklarım aralanırken şaşkınca ona bakakaladım. “Yani o daha mantıklı bir durum diye öyle dedim,” diye bir de açıkladı kendini ama bu açıklama, sözlerini daha da saçma bir yere götürmüştü. O da bunu fark etmiş olacak ki “Bu açıklamayı hiç yapmadım sayalım,” dedi. Daha fazla dayanamayıp güldüm. “Siz iyi misiniz?” “Ben bir banyo yapıp kendime geleyim,” dedi ve yeniden arkasını dönüp banyoya yöneldi. “Cevap vermediniz,” diye seslendim arkasından. Durdu ve gözleri beni buldu. “Doğru,” dedi ve ellerini cebine soktu. Yüzündeki ifade, olumlu bir cevap vereceğini düşünmemi sağlarken sorumu cevapladı. “Gelemezsin.” Afalladım. “Ama neden?” “Çünkü iyi değilsin, dinlenmen lazım.” “Aslında biraz yürüyüş yaparsam daha iyi hissedebilirim belki,” dedim sırf onu ikna edebilmek için. Yüzünde alaylı bir ifade oluştu. “İyi denemeydi,” dedi keyifle ve ekledi. “Ama beni kandıramazsın.” “Ama gelmek istiyorum.” “Gidip gelene kadar acı çekersin.” Dudaklarımı büzdüm. “Burada yalnız kalmak istemiyorum,” deyip doğruyu söyledim. “O zaman ben de gitmem, yalnız kalmazsın.” “O zaman da aç kalırız.” Söyleyecek bir şey bulamamış olacak ki sessiz kaldı. Tatlı görünmeye çalışırken gülümsedim. “Geleyim mi?” “Tamam,” dedi pes ederek. “Gelmek istiyorsan gel ama çok çabuk gidip döneceğiz o zaman. Çok fazla oyalanmak yok.” “Olur,” derken hızla ayağa kalktım. Sonra da “Aaa siz banyo yapacaktınız önce, değil mi?” diye sordum. “Madem gitmeye bu kadar heveslisin, hemen gidelim. Döndüğümüzde girerim banyoya, hem vakit geçmeden gidip gelmiş oluruz.” Bu, işime gelince kocaman gülümsedim. Devrim, ilerideki askıya gidip siyah paltosunu giyerken kendi üzeirme baktım. Üzerimde hâlâ idama götütülürken üzerimde olan gri elbisem vardı ve ayakkabım yoktu. Bu şekilde nasıl gidecektim ki? “Benim de giyebileceğim bir şeyler var mı?” diye sordum fısıltı gibi çıkan sesimle. Devrim’in gözleri, uzun uzun gözlerimde gezindikten sonra gözlerimi buldu. “Benim birkaç kıyafetim dışında hiçbir şey yok burada.” Sessiz kaldım. “Üzerine bir ceket ayarlayalım, tabii bir de ayakkabı. Kasabaya indiğimizde sana giyecek uygun bir şeyler alırız.” Param yoktu ki benim. O da biliyordu bunu. Buna rağmen teklif etmişti bunu. Onun, bana bir şeyler alacak olması, henüz almamış olsa bile kendimi mahçup hissetmeme neden olurken sesini işittim. “Valencia?” Kendimi toparlayıp yanına gittim. “Olur,” dedim el mecbur, kabul etmek dışında bir şansım yoktu çünkü. “Pekâlâ,” dedi ve uzanıp askıdan kalın, siyah bir ceket alıp uzattı. “Bunu dene bakalım.” Ceketi hemen ondan alıp giydim, içinde kaybolmuştum resmen. Bu, Devrim’in dudaklarının hafifçe yana kıvrılmasına neden olurken bunu gördüğümü fark ettiği an hızla buna bir son verdi. “Bence idare edebilirsin.” “Bence de,” dedim sadece. Eğildi ve yerdeki bir ayakkabıyı aldı, ayaklarımın önüne bırakıp doğruldu. “Bir dene bakalım.” Eğilmeme bile gerek kalmadan kolaylıkla ayaklarımı ayakkabının içine soktum. Ayakkabı o kadar büyük olmuştu ki ayaklarıma bu şekilde yürümem pek de mümkün değil gibiydi. Devrim de aynı şeyi fark etmiş olacak ki gözleri, hâlâ ayaklarımdayken elleri kirli sakallarına gitti. Sakallarını sıvazlayıp düşünür gibi yaparken hâlime gülmemek için kendini tutar gibi bir hâli vardı. “Oldu sanki,” dedi bir de, onun buu hâli yüzünden benim de gülesim gelirken “Bir dakika,” deyip dizlerinin üstüne çöktü ve ayakkabıların iplikleriyle bir şeyler yaptı. Onun bu hâlde olması kendimi daha çok mahçup hissetmeme ve utanmama neden olurken iplikleri biraz daha sıktı ve sıkı sıkı bağladı ayakkabıyı. Aynısını diğerine de yaptıktan sonra ayağa kalktı.“Bir yürü bakalım.” Başımı salladım, ileriye doğru yürüdüm. O arkamda kalırken aslında rahat yürüdüğümü fark edip hızla ona döndüm. “Böyle…” dedim ve sessiz sessiz güldüğünü fark edip sustum. Gözlerimin kenarı şüpheyle kısılırken anında kendini toparladı, yalandan öksürsdü. “Rahat mı?” “Gülüyordunuz,” dedim gördüğüm şeyi saklamak yerini. “Ben mi?” “Siz,” dedim ve ofladım. “Komik görünüyorum değil mi? Gelmeyeyim bence ben, herkes dalga geçer.” “Komik bir şey yok, hem sana gülmüyordum ben.” “Hı, inandım ben de,” dedim sitemkâr bir tavırla. “Bak,” dedi yanıma gelirken. “Kasabaya iner inmez hemen bir şeyler alabileceğimiz bir yer bulur, alırız ve uygun bir yerde üstünü değiştirirsin. Kasabaya gidene kadar da kimse görmez zaten buralarda,” derken yüzünde alaylı bir ifade oluştu. “Ben de göreceğimi gördüm zaten.” Anında kaşlarımı çattım. “Dalga geçiyorsunuz resmen ya! Yok, vazgeçtim ben, gelmiyorum. Siz gidin,” deyip salona gitmek istedim ama önümde durup engel oldu. “Şaka yapıyorum,” dedi yüzündeki muzip ifade varlığını korururken. “Söz, kasabada hemen halledeceğiz bu sorunu.” Sanki az önce kasabaya gitmemi istemeyen kendisi değilmiş gibi şimdi gelmem konusunda beni ikna etmeye çalışıyordu. “İyi tamam,” dedim uzatmak yerine. “Ama dalga geçmeyin daha fazla.” “Tamam, söz.” “Gülmek de yok.” “Asla,” derken bile arkamı döndüğüm an gülecek gibi bir hâli vardı. Bunu fark etmemiş gibi yaptım. “İyi, gidelim o zaman.” Kapıyı gösterdi. “Çıkalım.” Önden davranıp evden çıktım. Hemen peşimden o da çıktığında elinde, koyu yeşil bir atkı vardı. Merakla ona bakarken yanıma geldi. Ne yapacağını anlayamazken aramızdaki mesafeyi kapattı. Bu, kalbimin hızla atmasına neden olurken ağır hareketlerle atkıyı boynuma attı ve hafifçe geri çekilip düzgünce sardı boynuma. “Bunu da takalım ki kimse görmesin boynunu. Üstündeki kıyafetlerden bile çok dikkat çeker.” Elim, istemsizce boynuma gitti ve anında canım yandı, hızla elimi çektim. Doğru ya bir de bu vardı; ipin izi ve kesikleri. Şu ana kadar aklıma bile gelmemişti oysa. “Teşekkür ederim,” dedim düşündüğü için ve o an gözlerim, istemsizce dudaklarına kaydı. Aklıma gelen tek şey; zindanda yaşananlar olunca kalbim, göğüs kafesimi parçalayacakmış gibi atmaya başladı ve hızla yeniden gözlerine baktım. Devrim’in yeşilleri gözlerimdeyken yutkundu ve hemen ardından dudaklarını küçük bir dil hareketiyle yalayıp bir adım geri gitti. “Gidelim mi artık?” Sesi, gergin mi çıkmıştı? Muhtemelen benim de sesim heyecandan titreyeceği için cevap vermek yerine sessizce başımı salladım ve aceleci davranıp önden yürüyen ben oldum. Az sonra yanımda belirdiğinde sessizce yürüyorduk. Onu ikna etmek için de olsa yürümek iyi gelebilir diye bir bahane uydurmuştum ama sanki o bahane gerçek olmuş gibiydi. Yürümek, canımı az da olsa acıtıyordu belki ama aynı zamanda kemiklerim açılıyormuş gibi de hissediyordum. “Kasaba çok uzakta mı?” diye sordum sırf sessizliği bozmak için. “Çok değil, on beş dakikaya orada oluruz,” derken orman yoluna girmişti. Bir süre sesizce yürüdük ve bu sessizliği bozan yine ben oldum. “En son bir ormandayken yaşananları düşününce hayatta olmam mucize gibi geliyor,” deyip başımı çevirdm ve ona baktım. “Siz değil de başka bir komutan olsaydı ya da o olaydan önce gitme emri gelmiş olsaydı, şu an ölü biri olacaktım.” “Bunu düşünüp kendini daha fazla üzme,” dedi gözlerime bakarak. “Geçti ve gitti, bir daha da asla öyle bir şey olmayacak.” “Ne yapmayı düşünüyorsunuz peki?” diye sordum cevap vermesini umarak. “Bundan sonra neler olacak? Burada ne kadar kalacağız mesela? Siz, gidecek misiniz?” “Öncellikle bundan sonra neler olacak ben de bilmiyorum,” dedi anında. “Ama burada çok uzun süre kalmayacağımızı biliyorum. Gelmesini beklediğim biri var, o geldiğinde neler olacağını birlikte göreceğiz.” “Kim? Hâkim veya Dilsiz mi?” Aslında onları da merak ettiğim için sormuştum bunu. Neden burada değillerdi? Acaba onlar Devrim’in aksine emre uyup gitmişler miydi? “Onların getireceği biri diyelim,” diye sorumu yanıtladığında daha fazla bir şey soramadım. Oysa o birinin kim olduğunu da merak ediyordum. Fakat çok soru sorup başını ağrıtmak istemedim. Sormamam, işine gelmiş olacak ki “Şuradan gideceğiz,” diyerek konuyu değiştirdi ve sağdaki patika yola saptı. Ben de hemen ardından ilerledim. Ayakkabılar her ne kadar sıkı sıkı bağladığı için ayağımdan çıkmıyor olsalar da bunlarla yürümek çok zordu. O da bunu fark etmiş gibi kendisine yetişebilmem için daha yavaş yürüyordu. Buna rağmen bazen gerisinde kaldığımda ise durup yanına ulaşmamı bekliyor ve sonra yürümeye devam ediyordu. Bu şekilde ormanı geçip de kasabanın girişine ulaştığımızda insanların arasına gireceğimiz için istemsizce utanmaya başlamıştım. Çünkü bu şekilde gerçekten çok garip görünüyordum. Ben değil de karşımdaki biri bu şekilde olsaydı, muhtemelen kahkahalar içinde gülerdim hatta. Bunu bilmek, daha da çok utanmama neden olurken Devrim’in bir adım gerisinde yürümeye başlamıştım. Daha doğrusu onu kendime siper etmiştim. Devrim, bunu fark etmiş gibi onun arkasına saklanabileceğim yavaşlıkta yürümeye başladığında kasabanın meydanına ulaşmıştık. Saat, öğlenin ikisi ya da üçü olmalıydı. Meydan hâlâ çok kalabalıktı çünkü. İstemsizce etrafa bakındım. Burası bir yerlerden tanıdık geliyordu. Çok küçükken babamla birkaç kasabaya gitmiştim, belki de burası da onlardan biriydi. Devrim, nereye gittiğini biliyormuşcasına yürümeye devam ederken peşinden hiç ayrılmadım. Birkaç kişinin bana baktığını hissedebiliyordum ama ben onlara bakmamak için büyük bir çaba sarf ediyordum. Devrim, bir anda durduğunda etrafa göz gezdirmeyi bırakıp ben de durdum. Ayakkabı satan bir satıcının yanında olduğumuzu fark ederken Devrim, bana döndü. “Hadi, seç bir tanesini.” Utançla gözlerine bakarken dudaklarımı ısırdım. İlk defa ailem dışında biri bana bir şey alacaktı ve bu, çok garip hissettiriyordu. Devrim, ne düşündüğümü fark etmiş olacak ki “Valencia,” dedi fısıldar gibi. “Utanılacak bir şey yok, ihtiyacın var buna. Hadi, beğen bir tanesini.” Gergince gülümserken gözlerimi, tezgâhâ doğru çevirdim. Çok fazla seçenek yoktu, çoğu da birbirine benziyordu. Buna rağmen bir süre oyalandı gözlerim ayakkabıların üzerinde ve en sonunda siyah, bileğe kadar gelecek olan bir bot gördüm ve çekinerek onu gösterdim. “Şu olabilir.” Hemen aldı botu tezgâhtan ve uzattı bana. “Dene istersen.” Uzattığı botları aldım. İlerideki tabureye oturup onun sıkı sıkı bağladığı ayakkabılaı çıkardım ve yeni botları giydim. Ayağıma tam olunca başımı kaldırıp ona baktım. “Oldu.” “Tamam, hiç çıkarma o zaman,” dedi ve bizi izleyen satıcıya döndü. “Ne kadar?” “Beş dolar.” Devrim, anında elini cebine atarken hızla ayağa kalktım. “Ne? Ne kadar?” Devrim, elinde parayla kalırken adam “Beş dolar,” diye yineledi. Devrim’e baktım. “Çok pahalı.” “Valencia…” Söyleyeceği şeyi bildiğimden devam etmesine izin vermedim. “Gerçekten çok pahalı.” “En ucuzu o,” diye araya girdi adam. Hızla ona baktım. “O zaman siz bizi dolandırıyorsunuz.” Adam şaşkınca kalırken devam ettim. “Bizim kasabada bunlar bir dolardan fazla değil.” Adam, konuşacak gibi oldu ama Devrim’e bakarak devam edince hiçbir şey diyemedi. “Malikânede çalışırken günde bir dolar alırdım, beş dolara ayakkabı mı olur?” “Tamam,” dedi bu kadar tepki vermeme şaşırmış gibiyken. “Sorun değil, alalım. Hem başka ayakkabı satan yer de yok zaten.” “Bence sorun,” deyip adama baktım. “Beş dolar çok fazla.” “Almayın o zaman hanımefendi,” dedi adam ters bir tavırla. “Ne demek almayın? Hem bir dolar olan şeyi beş dolara satın, hem de almayın deyin. Askerlere şikâyet edeceğim sizi!” Oysa askeriyenin önünden dahi geçemezdim. “Tamam, kızmayın,” dedi adam tezgâhın arkasından çıkıp da yanımıza gelirken. “Üç dolar verin, bitsin,” dedi telaşla. Tam konuşacaktım ki Devrim “Tamam,” deyip itiraz etmeme fırsat vermeden adamın eline hızla üç dolar tutuşturdu ve sonra bana yaklaştı, kolumdan tuttu. “Hadi gidelim.” “Ama…” desem de hafifçe beni çektiğinde duramadım ve peşinden gitmek zorunda kadım. Az sonra durduğunda “Ne yapıyorsun?” diye sordu gülecek gibiyken. “Bıraksam, adamla kavga edecektin.” “Ama haklıyım, kandırıyordu resmen bizi. Muhtemelen buralı olmadığımızı anladı. Hem neden hemen para verdiniz ki? Üç dolar da fazlaydı!” “Değildi, sizin kasabadayken de aldığımda aynıydı,” diye savundu kendini. “Bizim kasabada mı?” “Hı, sana…” dedi ve sustu. Merakla ona bakarken dudaklarını birbirlerine bastırdı ve yutkundu. Tüm hareketlerini dikkatle izlerken “Bana, ne?” diye sordum. “Sana fazla geldi,” diye devam etti sözlerine. “Yoksa fiyat çok iyi.” Sessiz kaldım. Neden başka bir şey söyleyecekmiş de değiştirmiş gibi hissediyordum? “Gidelim mi artık?” “Gidelim,” dedim çaresizce ve sonra gülümsedim. “Ve ayakabbılar için teşekkür ederim.” O da haffiçe gülümsedi ve ağzının içinden mırıldandı. “Bu kez giyebildiğini görebildim hiç değilse.” “Ne?” “Geç kalmayalım, dedim,” deyip önden yürüdü. Peşinden gitmek yerine arkasından seslendim. “Sizin ayakkabılarınız orada kaldı!” Omzunun üstünden baktı. “Giymiyordum zaten, kalsın.” Siz bilirsiniz dercesine omuz silktim ve yanına ulaştım. Az sonra durduğumuz yer bu kez de kumaş satan bir tezgâhtı. Devrim, kumaş satan adama hazır bir şeyler olup olmadığını sorarken biraz arkasında durup dinledim onları. Adam, kendinde olmadığını ama ileride bir terzi olduğunu ve oraya gidebileceğimizi söylerken ileriden gelen seslerle arkamı döndüm ve meydana doğru baktım. Genç bir adam, iki askerin arasında zorla götürülüyordu. Gözlerimi onlardan çekemezken yanlarına birkaç asker daha geldi ve bir anda etraf kalabalıklaştı, adama doğru “Katil!” diye bağırmaya başladılar. Bu, bana Railway’da yaşadığım son anları hatırlatırken boğazımın düğümlendiğini hissettim. O esnada Devrim, “Ne oluyor?” diye sordu. Tezgâhın arkasındaki adam, hemen cevapladı sorusunu. “İdam mahkûmu o, idam edilecek az sonra. Muhtemelen askeriyenin önünde götürülüyor.” Adamın sözleri, boğazımın daha da düğümlenmesine neden olurken kirpkilerim ıslandı ve nefes almakta güçlük çektiğimi hissettim. “Suçu neymiş?” diye sordu Devrim, sesi az önceki kadar yumuşak değildi. Başımın döndüğünü hissettiğimde yanında durduğum tezgâha tutundum düşmemek için. Devrim, anında “Valancia!” deyip kollarımdan tuttuğunda artık düşmeyeceğimden emindim. “İyi misin?” Baş dönmem bir türlü geçmek bilmeyince gözlerimi kapadım ama bu defa beklediğimin aksine her şey daha da şiddetlendi. Dizlerimdeki güç giderek kaybolurken bedenim de titremeye başladı, ayakta durmak gitgide zorlaşıyordu. Devrim, bir şeylerin ters gittiğini anlamış olmalıydı, çünkü beni daha sıkı kavramıştı. O an başımdaki dönme hissi ve içimi saran nefes darlığına artık dayanamayacağımı hissettim. Gözlerim ağırlaştı, dünya kararmaya başladı ve sonunda kendimi daha fazla tutamayarak boşluğa bıraktım. Bir an her şey sustu, ardından hissettiğim tek şey kollarına düşüşümün verdiği hafif sarsıntı oldu. Kendimi tamamen karanlığa teslim ederken son gördüğüm şey; Devrim’in endişeli bakışlarıydı. *** Çok yakınımda birinin varlığını hissederken gözlerimi zorlukla araladım. Başımda öyle şiddetli bir ağrı vardı ki sanki birazdan gözlerim yerlerdinden çıkacak gibi hissediyordum. Bu hisler, gözlerimi yeniden kapatmama neden olurken tanıdık bir ses işittim. “Valencia.” Kendimi bir kez daha zorlayıp gözlerimi araladığımda bu kez karşımda bir çift yeşil göz belirdi. Devrim, uyandığımdan emin olmuş olacak ki hemen yanıma otururken başımdaki ağrı daha da artmış gibi hissediyordum. “İyi misin?” diye sorarken sesi, gözlerindeki ifade gibi endişeliydi. “Ben,” dedim zorlukla, boğazım kupkuru olmuştu. “Neden böyle olduğunu anlamadım.” Tüm bunları derken eve dönmüş olduğumuzu yeni fark ediyordum. “Sana dinlenmen gerektiğini söylemiştim.” Koltuğun kenarlarından destek alıp doğruldum. Bu, bir an için başımın dönmesine neden olsa da bu kez bundan çok çabuk kurtulmuştum. “İyiydim ama, bir şeyim yoktu ki.” Konuşurken ileride koltuğun üzerinde duran paketler dikkatimi çekmişti. Onların ne olduğunu merak ederken aklıma indiğimiz kasabada olanlar geldi. Şimdi bile gördüklerim, bana kendi yaşadıklarımı hatırlatırken ve her şeyi yeniden yaşıyormuşum gibi hissederken “Ben,” dedim, sesimin titremesine engel olamamıştım. “Sanırım…” deyip sustum, hislerimi ona söylemekten çekindim. “Sanırım ne?” Cevap veremedim, gözlerimi kaçırdım. “Benim fark etmediğim bir şey mi oldu orada?” Kirpiklerim bir kez daha ıslanırken bu kez yanağımdan süzülen yaşa engel olamamıştım. Ağlamak, daha doğrusu onun karşısında ağlamak beni rahatsız ederken gözlerinin bende olduğunun farkındaydım. “Valencia,” dedi endişeyle. Ona böyle hissettirmeye hakkım olmadığını fark ettiğimde utanarak baktım gözlerine. “O adam,” dedim gözümden bir damla daha yaş akarken. “İdama götürülen o adam…” dedim ve yine sustum, devam edersem ciddi ciddi ağlamaya başlayacaktım çünkü. Devrim, ne olduğunu anlamış olacak ki endişeli bakışları yok oldu ve anında gözlerine derin bir hüzün çöktü. Onun bu hâli, daha çok ağlamak istememe neden olurken iç geçirdi. “Bu, bu ülkede her zaman yaşanmaya devam edecek bir şey,” dedi çaresizce ve beni rahatlatmak istercesine devam etti. “Eğer biraz olsun iyi hissedeceksen, suçsuz biri değilmiş. Gerçekten suçlu biri, bunu hak eden biri yani.” “Ne yapmış ki?” “Yaşlı bir adamı öldürmüş.” Bu cümle, aklıma bir tek babamı getirdiğinde boğazıma sanki bir ağırlık çöktü. Konuşacak gücü kendimde bulamayıp ona hiçbir şey söylemezken dişlerimi sıkıp ağlamamak için kendimi zorladım. Benim babam da öldürülmüştü ve ben, onun katili ceza alsın diye çabalarken ceza alan ben olmuştum. Şimdi de bu yüzden evimden, kardeşimden uzaktaydım. O ise belki çoktan iyileşmiş, hayatına devam ediyordur. Nasıl bir adaletti bu? Neden böyle olmak zorundaydı? “Belki de…” Sustu, devam edemedi, çünkü dışarıdan at sesleri geldi. “Birileri geldi,” dedim korkuyla. “Korkma,” dedi sakince ve ayağa kalkıp pencereye yürüdü, dışarıya baktı. Bahçeye doğru değil de uzağa doğru bakıyordu ve her ne gördüyse yüz ifadesi bir anda değişmiş, ciddileşmişti. Bu, daha çok korkmama neden olurken yanıma geldi. “Odaya geçmen lazım.” Koltuktan destek alıp ayağa kalktım. “Neden? Gelenler kim?” “Anlatacağım ama sonra, şimdi odaya geçmen lazım ve ne olursa olsun sakın çıkma.” “Ama…” “Lütfen,” dedi telaşla. “Hem korkacak hiçbir şey yok, halledeceğim.” İstemeye istemeye başımı salladım. “Peki.” “Hadi o zaman.” Ağır adımlarla ayrıldım salondan ve hiç girmek istemediğim hâlde odaya girdim. Odanın bir penceresi yoktu. Bu yüzden dışarıya bakamazdım. Bu yüzden kapıyı aralık bıraktım, en azından neler olduğunu duymam lazımdı. Hem buradan az da olsa salon görünüyordu, belki görebilirim diye içimden geçirirken evin kapısının açıldığını duydum. Korkum, kalbimin hızla atmasına neden olurken “Sen hangi akılla böyle bir şey yaparsın?” diye bir bağırma duydum, burada bile irkildim. Sert, kalın, öfkeli bir erkek sesiydi. Sesine bakılırsa yaşlı olmalıydı. Devrim’in bir şeyler söylemesini bekledim ama ondan bir şeyler duyamadım. “Sen beni öldürmek mi istiyorsun? Aklını mı kaybettin?” Aynı adam bağırmaya devam ettiğinde dayanamadım ve aralık kapıdan biraz başımı uzatıp salona doğru baktım. Salonun ortasında bir adam duruyordu. Üzerinde askeri bir üniforma vardı. Çok uzun boylu, iri, kır saçlı biriydi. Arkası dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama öfkeli yüzünü hayal etmek pek de zor değildi. Devrim, o adamın karşısında durmuştu. Bu yüzden yüzü bana doğru dönüktü. Ellerini arkasında birleştirmiş, başını önüne eğmişti ve sessizdi. Onun bu hâline bakılırsa karşısındaki bu adam, çok önemi biri olmalıydı. “Sana güvendim lan ben!” Adam, öyle bir bağırıyordu ki her bağırışı, kalbimde korkuyla yankılanıyordu. “Kimseye vermediğim, vermeyeceğim kadar yetki verdim sana! Karşılığı bu muydu? Emre itaatsizlik!” Gözlerim doldu, ağlamak istedim. Devrim hâlâ aynı pozisyondaydı ve hâlâ sessizdi. Neden kendini savunacak bir şeyler söylemiyordu? İşe yaramayacağını mı düşünüyordu yoksa? “Beni buna pişman edeceğin aklımın ucundan dahi geçmezdi.” Ve Devrim, sonunda başını kaldırıp adama bakabildi. O an, bir anlığına gözleri beni de buldu ama adamın dikkatini çekmek istememiş olacak ki gözlerini bende çok oyalamadı, adama çevirdi. “Kim olarak buradasın?” Afalladım, söylediği ilk şey bu mu olmuştu yani diye düşünürken devam etti. “Karşımda babam mı duruyor yoksa komutanım mı?” Sözleri zihnimde yankılanırken dudaklarım kendiliğinden aralandı. Baba mı? “Ne fark eder?” diye sordu adam. “İkisine vereceğim cevap farklı çünkü.” Adam, Devrim’e doğru bir adım attı. “Komutanın olarak karşında dursaydım, dışarıdaki askerlerime çoktan ölüm emrini vermiş olurdum. Emre karşı gelen bir askerin cezası, ölümdür. Sen de çok iyi biliyorsun bunu.” Elimi ağzıma bastırdım, hıçkıra hıçkıra ağlamamalk için kendimi zor tuttum. Aldığı cevapla Devrim, daha da kendinden emin durdu babası olduğunu öğrendiğim adamın karşısında. “Baba,” dedi duruşunun aksine güçsüz çıkan sesiyle. “Kız masumdu.” “O zaman suçsuz olduğunu kanıtlasaydınız! Kızı idam edilmiş gibi gösterip kaçırmak ne demek lan!” “Zaman vermediniz!” diye bağırdı bir anda Devrim de. “Kasabadan ayrılın diye elli defa yaverleri gönderdiniz!” “Bağırma lan bana!” diye çıkıştı babası. “Sanki verdiğimiz her emri dinlermiş gibi zaman bırakmadınız diyor! Lan bunu yapacağına o emri dinlemeyip kasabada kalsaydın! O zaman başına bu kadar bela almazdın.” “Ben başıma bela almadım.” “Baban ben olmasaydım şimdiye çoktan idam emrin verilmiş olurdu senin! Hâlâ başıma bela almadım diyorsun!” Babasının gözlerinin içine baktı. “Hayatım boyunca sadece sana güvendim,” dedi ve ekledi. “Omzundaki rütbeye değil. Bu ikisinin farkını anlarsan, bir daha bana bu cümleyi kurmazsın. Çünkü ben, bu zamana kadar bir kez bile olsun sen beni kurtarırsın diye düşünüp adım atmadım.” “Bu yüzden başın hiçbir zaman beladan kurtulmadı!” diye bağırdı yine babası. “Şimdi de geçmiş karşıma bununla övünüyorsun.” “Benim bir şeyle övündüm yok. Emre karşı geldin diyorsun, verdiğin ilk emri çoktan unutmuş gibisin.” Babası sessiz kaldı. “Beni o kasabaya gönderirken masum insanlar ölüyor olabilir dedin. O kasabada bir şeyler dönüyor, git ve gerekeni yap dedin. Sen beni oraya masum insanları kurtarmak için gönderdin, bir tanesi de ben öldüreyim diye değil. Ben askerim baba, asker. Masum birini öldüreceğime, şerefimle ben ölürüm. Ben, beni o kasabaya gönderirken verdiğin emri yerine getirdim. Sonrasında verdiğin emir buna uymuyorsa, beni suçlayamazsın.” Gözümden akan bir damla yaşa engel olamazken babası sessiz kamaya devam etti. O sırada Devrim’in gözleri bir anlığına yeniden beni buldu. Her şey yolunda dercesine bir bakış attı. Buruk da olsa ona tebessüm ettiğimde gözlerini yeniden babasına çevirdi. O sırada adam “Kasabada durum nasıl?” diye sordu geldiği andan beri olduğu hâlinin aksine sakince. “Tahmin ettiğimiz gibi mi?” “Daha fazlası,” dedi Devrim anında. “Korkunç bir yer orası. İçindeki o masum insanlar çıkarıldıktan sonra geri kalanlar içndeyken yakılıp yıkılması, yok edilmesi gereken bir yer.” “Sorumlusu tahmin ettiğimiz kişi mi?” “Ta kendisi.” Bu konuşmayla kaşlarımı çattım. Neyden, kimden bahsediyorlardı? Sanki Devrim kasabaya gelirken zaten birilerini tanıyormuş gibiydi. “Defter nerede?” diye sordu babası, defter mi? “Güvenli bir yerde.” “Defterde yazanlar doğru mu?” “Tek bir yanlış bile yok.” “Peki onun, o kasabayla bağlantısını çözebildin mi?” Babasının bu sorusuyla daha da meraklandım. Kimden bahsediyor olabilirlerdi ki? “Az çok bir şeyler öğrendim ama emin değilim, doğrulama zamanım olmadan kasabadan ayrıldım.” “Ne öğrendin?” “Eğer hâlâ babam olarak karşımdaysan, bilmek istemeyeceğin bir şey,” diyen Devrim’in sesi, az öncekinden daha kısık çıkmıştı. Adam, bir süre sessiz kaldıktan sonra bir anda konuyu değiştirdi. “Kaçırdığın kız nerede?” Devrim’in gözleri bir anlığına bu tarafa kaydı. Babası bunu fark etmiş olacak ki eşzamanlı olarak o da bu tarafa baktı, beni gördü, öylece kalakaldım ikisinin karşısında. Ne diye beni sorar sormaz içeriye kaçmamıştım ki? Adam, derin bir nefes aldı ve başıyla gel işareti yaparken “Gel,” dedi. Gidemedim, Devrim’e baktım. Gözlerini kapatıp açınca onun da gelmemi istediğini anladım ve utangaç, bir o kadar da ağır adımlarla yanlarına gittim. Devrim’in yanında durduğumda babasının Devrim’in aksine kahverengi gözlerinin içine baktım. Gözlerinin kenarları kırışmış, bakışları çok sertti. Beyaz bir teni vardı ve öfkeden kızarmıştı. Onun bu hâli bana ürkütücü gelirken gözlerimi kaçırdım. Onun ise hâlâ bana bakmaya devam ettiğini biiliyordum. Bu yüzden gerilirken adam bir anda “Yavuz,” dedi, gözlerimi yeniden ona çevirdim. Bunun ne anlama geldiğini bilemezken ekledi. “Yavuz Karel, Türkçe bir isim.” Kendini tanıtıyordu. Bu, bana Devrim’in kendini tanıttığı ilk günü hatırlamamı sağlarken “Valencia,” dedim fısıltı gibi çıkan sesimle. “Valencia Pride.” “Göçmen misin?” diye sordu Komutan Yavuz anında. “Hayır, o kasabada doğdum.” “Ailen?” “Annem orada doğmuş ama babam annemle tanıştıktan sonra yerleşmiş kasabaya. Babamın ailesi de onun peşinden gelmişler.” “Daha öncesinde nerede yaşıyorlarmış?” Bunları neden soruyordu ki? “Bilmiyorum, yani ismini hatırlamıyorum,” diye cevap verdim yine de. “O adamı sen mi uçurumdan attın?” diye sordu bu kez de bir anda, konudan konuya atlıyordu. “Hayır!” dedim telaşla. “Ben, ben sadece kednimi korumaya çalışıyordum. O, beni oradan atmak için götürmüştü oraya. Kafama taşa vurduğunda onu üzerimden ittim ve kendime gelmeye çalışırken onun düştüğünü gördüm.” “Sen ittin yani?” Bana inanmadığını fark edince gözlerim doldu, Devrim’e baktım. Cevap vermemi istercesine bakıyordu bana. Gözlerimi, yeniden Komutan Yavuz’a çevirdim. “Uçuruma itmedim, üzerimden ittim. Ben, sadece yaşamaya çalışıyordum.” Tüm bunları söylerken sesimin boğuk boğuk çıkmasına engel olamamıştım. Komutan, gözlerini Devrim’e çevirdi. “Doğru söylüyor,” dedi Devrim. “Dilsiz ve Hâkim’le gönderdiğim mektupta bahsetmiştim zaten.” Mektup mu? Ne yani biz yakalanmamış mıydık? Babasını buraya çağıran o mu olmuştu? Sorular, zihnimi meşgul ederken Komutan Yavuz, sesli bir nefes aldı. “Anladık, suçsuz,” dedi gözünün ucuyla bana bakarken ve ekledi. “Ama böyle olmaz, böyle saçma bir şey yapmanıza izin veremem. İkinizin de başı yanar.” “Sana tüm bunları nasıl düzeltebileceğimi de yazmıştım mektupta.” “Mümkün değil!” dedi hızla Komutan Yavuz. “Verilen emrin kesin olduğunu sen de biliyorsun.” Devrim sessiz kalıp sadece babasının gözlerinin içine baktı. Komutan Yavuz, başını sağa sola salladı. “Olmaz.” Devrim, kendinden emin bir şekilde durmaya devam etti. “Ülke yeniden savaşa girecek, senin benden şu istediğine bak!” diye kızdı bu sefer de. Şaşkınca ve korkuyla araya girdim. “Savaş mı?” İkisinin de gözleri anında beni buldu. Komutan Yavuz bir anda “Hıh!” dedi sinirle. “Askeri bilgileri de deşifre etmeye başladık!” deyip oğluna baktı. “Beni düşürdüğün şu hâle bak! Gergince dudaklarımı ısırdım, Devrim benim aksime rahattı. Ne de olsa karşısında duran babasıydı. “Baba,” dedi bu rahatlıkla. “Ya yeniden bana aynı görevi verirsin ve ben, tüm bu sorunları çözerim ya da oraya sıradan biri olarak döner, öyle çözmeye çalışırım.” “Firari bir asker olursun yani,” dedi Komutan Yavuz ve ekledi. “Yakalandığı an yargılanmasına bile gerek olmadan idam edilecek bir asker. Bunu mu göze alıyorsun?” Devrim, ellerini arkasında birleştirdi. “Ben, bunu kışlaya dönmeyerek göze aldım zaten.” “Böyle devam etmez ama!” “Devam ettiği yere kadar giderim ben de.” “Seni o kasabaya gönderemiyordum, şimdi de oradan getiremiyorum. Sen beni delirtmek mi istiyorsun lan?” diye sordu Komutan Yavuz dişlerini sıkarak. “Gitmemek için bir nedenim vardı,” dedi Devrim ve gözünün ucuyla bana baktıktan sonra bakışlarını yeniden babasına çevirip ekledi. “Şimdi dönmemek için daha büyük bir nedenim var.” Bu cümle, kalbimin hızla atmasına ve tebessüm etmeme neden olurken Komutan Yavuz, sadece sinirlendi ve ağzının içinden bir şeyler söyledi. Ardından gözlerini kapatıp derin birkaç nefes aldı. Gözlerini yeniden açtığında “İki ay yeter mi?” diye sordu. Bu, kabul ettiği anlamına mı geliyor diye düşünürken Devrim’in yüzüne, kazanmış olmanın verdiği memnuniyet yansıdı. “Çok bile.” “Güzel, sadece iki ayın var o zaman. Yakında yeni görev emrin eline ulaşır ve görev süren bittiği gün yola çıkacak, birkaç gün içinde başkente ulaşacak, kışlaya giriş yapacaksın. Tek bir gün dahi gecikirsen seni benim oğlum olman bile kurtarmaz. Kurtarsın diye de hiçbir şey yapmam.” “Anlaştık,” dedi Devrim babasının son söyledikleri pek de umurunda değilmiş gibiyken. “İki ay.” “Umarım,” dedi Komutan Yavuz derin bir iç çekerken. “Umarım döndüğünde dönmek istememe nedenin de yanında olmaz,” dedi imayla ve “Peşimden gel şimdi,” diyerek ayrıldı yanımızdan. Söylediği şeyin ne anlama geldiği açıkça ortadayken utançla “Benimle ilgili bir şey mi söyledi?” diye sordum sessizce. “Yok,” dedi Devrim. “O, bizim aramızda başka bir şeyden bahsetti.” Bana pek öyle gelmemiş olsa da uzatmak yerine başımı anladım dercesine salladım. “Hadi, sen otur, dinlen biraz. Ben hemen geleceğim,” deyip hızlıca babasının peşinden gitti. O giderken istediğini yapmak yerine pencereye yürüdüm, perdenin arkasına gizlenerek baktım dışarıya ve şaşkınca kalakaldım. Dışarıda öyle bir-iki asker değil, onlarca asker vardı. Bazıları etrafa dağılmış, bazıları atlarının üzerindeydi. Aralarında Dilsiz ve Hâkim de vardı. Dikkatle onlara bakarken Komutan Yavuz’un dışarıya çıktığını fark ettikleri an, bir anda hepsi hazır ola geçip asker selamı verdiler. Onun, tahmin ettiğimden daha güçlü bir komutan olduğunu düşünürken “Rahat,” diye bağırdı askerlere ve bir adım arkasında duran Devrim’e döndü, bir şeyler söyledi. Devrim dikkatle onu dinlerken Hâkim ve Dilsiz de gelmişti yanlarına. Komutan Yavuz, Devrim’e bakarak yaptığı konuşmasını tamamlamış olacak ki Hâkim’e baktı ve ona da bir şeyler söyledi. Her ne söylediyse Hâkim’in yüzünde korkunç bir ifade oluştu. Bu, beni endişelendirirken Devrim ve Dilsiz’in gülmemek için dudaklarını birbirlerine bastırdıklarını, başlarını önlerine eğdiğini fark ettim. Muhtemelen kötü bir şey olmadı diye içimden geçirirken Komutan Yavuz yanlarından ayrıldı, ilerideki atına bindi ve askerlerinin arasında uzaklaştı. Daha falza burada duramayıp pencerenin önünden çekidim, kapıya gittim. Kapının yanında durup sadece biraz ileride duran ve arkaları dönük olduğu için beni görmeyen devrim, Dilsiz ve Hâkim’e baktım. Üçü de ellerini arkalarında birleştirmiş, giden askerlerin arkasından bakıyorlardı. Merakla yanıma gelmelerini beklerken Devrim’in söylediği şeyi duydum. “Neler oldu? Niye bu kadar geç kaldınız?” Hâkim en sağda, Devrim ortada, Dilsiz ise solda dururken Hâkim, başını hafifçe Devrim’e çevirdi. “Sen babanın karşısına geçip yaptıklarımızı anlatmak kolay mı oldu zannediyorsun?” diye sordu Hâkim anında. “Oğlum, adam az kalsın bizi öldürüyordu lan. Canımızı zor kurtardık.” Devrim, Hâkim’in bu sözleriyle Dilsiz’e baktığında Dilsiz, Hâkim’in sözlerini başını sallayarak onaylamıştı. “Çok kızdı mı?” diye sordu Devrim bu onayın ardından. “Adam bizi öldürüyordu, dedim Devrim,” dedi Hâkim ve devam etti. “Düşün, elinden kurtlmak için bir ara Yarbay’ın arkasına saklandım.” Bu söylediği ben de pek bir şey ifade etmezken Devrim, tamamen Hâkim’e döndü. “Sahi o sana nasıl bir şey yapmadı?” Kaşlarımı çattım, bu mevzunun daha önce de aralarında geçtiğini hatırlayınca Hâkim’in ne gibi bir suçu olduğunu merak etmeden edemedim. “Railway’daki resmî görev sürem devam ediyormuş, bu yüzden bir şey yapamazmış. Ben de asker sayılıyorum ya, çok cezası varmış. Görev süren bitsin, o zaman hallederim işini, az ceza almak için, dedi.” Bu sözler bana istemsizce komik gediğinde gülmemek için dudaklarımı birbirlerine bastırdım. “Şanslıymışsın,” dedi Devrim de alay edercesine. “Railway’daki görev sürem dolduğu an kendimi Orta Doğu’ya sürgün edeceğim. Ancak kurtulurum ben bu adamın elinden.” Dilsiz’in bile onun söylediği şey yüzünden hafifçe güldüğünü fark ederken Devrim devam etti. “Babam nasıl ikna oldu buraya gelmeye?” “Aslında gelmiyordu, adam her şeyi öğrendikten sonra sinirden deliye döndü resmen. Az kalsın yakalama kararı çıkarıyordu hakkınızda, Yarbay engel oldu. Başta Yarbay gelecekti konuşmaya hatta ama sonra baban karar değiştirdi, kendi geldi. Eğer annene anlattıysa, o değiştirmiştir kararını.” “Anneme anlatmaz,” dedi Devrim anında ve kendinden emin bir şekilde. “Muhtemelen başka bir şey oldu.” “Ne olduğunun önemi yok, istediğimiz oldu ya gerisi mühim değil,” dedi Hâkim keyifle ve iç geçirdi. “Bir an sahiden baban bizi öldürecek zannettim ama, hatta yol boyunca burada üçümüzü de öldürür diye düşündüm ama yapmadı.” “Burada o kadar sinirli değildi, birkaç şey sordu sadece,” dedi Devrim keyifsiz gibiyken ve ekledi. “İstediğimizi yaptı ama bunu karşılıksız bırakmaz, bir cezası olacak.” “En fazla ne yapabilir ki?” diye sordu Hâkim gülerek. Devrim, onun aksine ciddiydi. Sanki ne olacağını zaten biliyor ve bu, onun keyfini fazlasıyla kaçırıyor gibiydi. Onun bu hâli, beni de etkilerken “İçeriye girelim,” dediğini duydum ve daha fazla durup onları dinlemek yerine ben de içeriye geçtim. Az sonra içeriye ilk giren o olduğunda ve beni ayakta gördüğünde doğrudan yanıma geldi. “Sen hâlâ ayakta mısın?” Tam ona cevap verecektim ki peşlerinden içeriye giren Hâkim, “Aaa!” dedi şaşkınlıkla ve hızla yanıma geldi. “Uyanmışsın.” “Birkaç saat oluyor,” diyen Devrim oldu. “Nasılsın?” diye sordu Hâkim. “İyiyim, siz?” Yüzündeki keyifli ifade bir anda yok oldu. “Birkaç dakika öncesine kadar çok iyiydim.” Sanırım, Komutan Yavuz’un gitmeden önce söylediği şeyi kastetmişti burada. “Onu fark ettim az önce, kötü bir haber aldınız sanırım.” Biz konuşurken Dilsiz, sessizce kendini salondaki koltuğa attı. Devrim ise hâlâ yanımda duruyordu. Hâkim, ağır ağır yutkundu. “Seni göndermediğimiz yere ben gidecekmişim yakında da onu öğrendim.” Anlamsızca baktım yüzüne, ne demekti şimdi bu? “Öteki tarafa,” diye eklediğinde şaşkınca kalakaldım. O sırada Devrim, “Valencia, otur artık, yoksa koltuğa bağlamak zorunda kalacağım seni,” diyerek araya girdi. Pes edip başımı salladım ve gidip koltuğa oturdum. Devrim, oturduğumdan emin olduktan sonra Hâkim’e baktı. “Gemiyle geldik, gemiyle dönelim. Limana gidip gemi işini ayarlamanız lazım.” “Hemen mi?” diye sordu Hâkim. Devrim, başını salladı. “Hemen, görev emri en geç üç gün içinde kasabaya ulaşmış olur. Bizim de önümüzde üç günlük yol var zaten. Emir ulaştığında orada olmuş oluruz.” Dilsiz ve Hâkim ona hak vermiş olacaklar ki gemi işini halletmek için oyalanmadan evden ayrılırlarken dayanamadım ve ayağa kalktım, Devrim’e yaklaştım. “Kasabaya mı dönüyoruz?” “Ben dönüyorum,” dedi kararlı bir ses tonuyla. “Artık her şeyi düzeltmek için yeterince vaktim var.” Neden sadece kendine yönelik konuşmuştu? “Peki ben?” diye sordum duyacağım cevaptan korkarak. “Seni Dilsiz’le beraber güvenli bir yere göndereceğim. Her şey yoluna girdiğinde de evine dönebileceksin.” Vereceği tepkiden korkuyor olsam da istediğim şeyi söyledim. “Sizinle dönmek istiyorum.” “Valancia…” “Babanız eski görevinizi yeniden verdi size. Siz o kasabada o kadar güçlüyken kimse bana zarar veremez.” Sözlerim, hoşuna gitmiş gibiydi. “Masum olduğumu, kendim ispatlamak istiyorum. Ben suçsuz bir şekilde ölüme giderken ve ağlarken karşımda durup bununla mutlu olan insanların gözlerine baka baka masum olduğumu kanıtlayıp hesap sormak istiyorum.” Sesiz kaldı. “Lütfen,” dedim yalvarırcasına. “Bunu elimden almayın, ben de sizinle gelmek istiyorum.” Gözlerini kaçırdı, kabul etmek istemiyor gibiydi. “Babam öldürüldü, ailemi yok etti o kasaba benim. Eğer beni başka bir gitmeye mecbur bırakırsanız bunu yapmak zorunda kalacağım ama hayatım boyunca bunu yaptığım için kendimden nefret edeceğim. Bu yüzden lütfen orada, sizinle olmama izin verin. Ben, bu zamana kadar yaşadığım her şeyin hesabını kendim sormak istiyorum. Bir başkası benim yerime sorsun istemiyorum.” Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. “Lütfen,” dedim bir kez daha. “Ben size güveniyorum, siz de bana güvenin.” Gözlerimin içine baktı. Gözlerinde sonunu göremediğim kadar derin bir endişe vardı. Yine de “Peki,” dedi pes ederek. “Beraber gidelim ama oradayken ben ne dersem onu yapacağına ve tek başına hiçbir şey yapmayacağına söz vermen lazım.” “Söz,” dedim bir an bile olsun düşünmeden. “Söz veriyorum, heer şey istediğiniz gibi olacak.” “Pekâlâ,” dedi hâlâ bundan emin değil gibiyken. “O zaman hazırlanabilirsin, bu akşam Railway Kasabası’na dönmek üzere yola çıkıyoruz.” Gözlerim mutlulukla dolarken keyifle gülümsedim. Mutluydum, çünkü biliyordum ve hatta emindim; her şey, benim için yeniden başlıyordu. *** Parmaklarım, boynumdaki yaranın üzerinde gezinirken düşündüğüm tek şey o yaraların açıldığı andı. Boynuma o ipin geçirildiği, nefes alamadığım ve pes edip ölüme teslim olduğum an. Öldüğümü düşünmüş, her şeyin benim için bittiğini zannetmiştim. Şimdi ise bu hayat için bana bir şans daha verilmiş gibi hissediyorum ve içimden bir ses, bunun son şansım olduğunu söylüyordu. Zaten bu insanın bu hayatta en fazla kaç şansı olabilirdi ki? Kaç kez ölümün kıyısından dönerdi bir insan? Ben, artık kendim için bunu saymayı bırakmıştım. Defelarca o kıyıdan dönmüştüm ne de olsa ama bu son olan, çok farklıydı. Çünkü diğerlerinin aksine ilk kez bu defa benim için bir şeylerin değiştiğini hissediyordum. “Valencia.” Duyduğum sesle arkamı döndüm, ileride duran Devrim’i gördüm. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu yanıma gelirken, saçları hâlâ ıslaktı. O banyoya girmek için yanımdan ayrıldığında ben de biraz olsun hava almak için bahçeye çıkmıştım. “Hava almak istedim,” dedim bahçedeki ağacın altında oturmaya devam ederken. “Hava çok soğuk.” “Üşümüyorum ama.” Yanıma oturdu. “İyi misin?” diye sordu bir şey olduğunu düşünmüş olacak ki, olmuştu da zaten. “Bilmiyorum.” Sesim, fısıltı gibi çıkmıştı. Hâlâ dokunmaya devam ettiğim boynuma baktı. “Canın mı acıyor?” Elimi boynumdan uzaklaştırdım. “Hayır,” derken sesimin titremesine engel olamamıştım. “Sadece kednimi biraz garip hissediyorum.” “Nasıl?” “Onu bile bilmiyorum. Üzgün değilim, endişeli değilim, hatta mutluyum bile diyebilirim ama…” deyip sustum, kendimi nasıl açıklayacağımı bilemedim. Devrim, buna rağmen sabırla bana bakarken yutkundum ve yanağımdan bir damla göz yaşı süzülürken ekledim. “Ama ağlamak istiyorum.” Yeşil gözlerinin kenarı kısıldı, keskin bakışları yol olurken gözlerine şefkat dolu bir ifade oluştu ama konuşmadı, sadece baktı bana. Bu da beni yeniden konuşmaya itti. “Ben ilk defa ailemden, kardeşimden bu kadar uzaktayım,” derken yanağımdan bir damla daha yaş süzüldü. “Belki abarttığımı düşüneceksiniz ama kardeşimi özledim,” derken daha çok ağlamamak için kendimi zorluyordum. “Bir de babamı,” diye ekledim çaresizce. “Ve dönsek bile onu göremeyeceğimi bildiğim için ağlayasım geliyor.” Gözlerini kaçırdı, bakamadı gözlerime. Sanki olanlara engel olamadığı için kendini suçlar gibi bir hâli vardı. Oysa bir suçlu varsa, o da bendim. “Ben onun için üzülmeye hiç fırsat bulamadım. Sanki üzülmekten çok öfkelendim ve sadece birilerinden hesap sormak istedim. Sonra da bunu yapmaya çalışırken kendi başımı belaya soktum ve sadece kendi derdimle uğraştım. Eğer bir yerlerde beni görebiliyorsa belki de kendisi için hiç üzülmediğimi zannediyordur, belki de kızmıştır bana.” Hızlanan gözyaşlarımı silme çabası içine girerken kendi hâlime buruk bir şekilde güldüm. “Tüm bunları Elina söylemiş olsa, çocukça birkaç düşünce deyip onu teselli etmeye çalışırdım. Şimdi bunları düşünenin ben olduğuma inanamıyorum.” Gözlerimin içine bakarken ağır ağır yaklaştı bana ve hiç beklemediğim ama artık hiç de yabancısı olmadığım bir şey yapıp sarıldı. Başımı göğsüne bastırıp saçlarımı okşarken “Baban yaşıyor olsaydı ya da şu an gerçekten seni bir yerlerde görüyorsa, eminim hissettiği tek şey gururdur,” dedi ben sessiz gözyaşlarına boğulurken. “O kasabada büyüdüğün hâlde diğerlerinin aksine bu kadar cesur bir kızı olduğu için gurur duyuyordur.” Buruk da olsa tebessüm ettim hâlâ gözyaşlarım yanaklarımı ıslatırken. “Beni en çok üzen şey bu,” dedim onun aksine ona sarılmaya çekinirken ve ekledim. “Bu söylediklerinizden asla emin olamayacak olmak.” Geri çekildi, gözlerime baktı. “Hissedebilirsin ama.” Anlamsızca baktım. “İnsanlar ölür Valencia ama hisler hiçbir zaman ölmez. Bana bir keresinde babam bana sarılamasa da ben ona sarıldığımda kemiklerimi kıracak kadar sıkı sarıldığını hissediyorum demiştin. Şimdi seni böyle hissetmekten vazgeçiren şey ne? O hâlâ senin baban ve istediğin sürece hep seninle olmaya devam edebilir. Belki göremezsin ama istersen hep hissedersin onu. Bazen sana sarıldığını, bazen güvendiğini,” dedi ve buruk bir ifadeyle ekledi. “Bazen de çok kızdığını.” “Sanki siz de birini kaybetmiş gibisiniz.” Dudakları düz bir çizgi hâline gelirken sessiz kaldı. Aklıma gelen şeyle devam ettim konuşmaya. “Siz de bir keresinde bana kimi kaybetmekten korkruğumu sormuştunuz.” “Babam, demiştin.” “Evet, aynı soruyu size de sormuştum ama cevap alamamıştım.” Bu, yeterince açık bir soru olduğu hâlde cevap vermeyince daha da açık sordum. “Siz kimi kaybetmekten korkuyorsunuz?” Gözlerine, derin bir hüzün çöktü. “Ben, kaybetmekten korktuğum kişiyi çoktan kaybettim, Valencia.” Boğazım düğümlendi. “Bu yüzden bazen alışmak gerekiyor, bazılarının yokluğuna.” “Siz,” dedim sesimin daha düzgün çıkmasına dikkat ederek. “Onu hâlâ hissetmeye devam edebiliyor musunuz peki?” “Nefes aldığım her an,” dedi fısıldarcasına. “Çünkü hissetmek zorundayım, onu yaşatmak zorundayım,” dedi ve altından onlarca anlam çıkaracağım şekilde tamamladı cümlesini. “Her anlamda.” Ne demekti şimdi bu? Ve ben neden ona dair daha çok şeyi merak etmeye başlamıştım? Hem neden az önceki gibi kötü hissetmiyordum kendimi? Neden onunla konuşmak iyi geliyordu bana? Her şeyden de önemlisi neden bu sorularıma cevap vermiyordum? Bilmiyorum, anlamıyorum. Kendimi, dipsiz bir kuyunun içinde kaybetmiş gibiyim. İnsan hiç kendini anlamaz mıydı? Zihnimin içinde ardı arkası kesilmeyen sorular dönüp dururken onun da benden bir farkı olmadığını gördüm. Gözlerini yere dikmiş, düşünüyordu. Ne düşündüğünü anlamak zor değildi. Kaybettiği her kimse onu düşünüyordu. Onu üzmüştüm. Kendi hislerim, onun da acısını günyüzüne çıkarmıştı. Şimdi az öncekinin aksine iyi hissediyordum belki ama ona böyle hissettirdikten sonra benim iyi hisssetmem haksızlıktı. “Sizi üzdüm, değil mi?” diye sordum mahcup bir tavırla. Gözleri yeniden beni buldu. “Hayır,” dedi anında. “Sadece bir şeyi hatırladım.” “Neyi?” “Bazı şeyleri hiç unutmamam gerektiğini.” Üstü kapalı verdiği bu cevap, bende hiçbir anlam ifade etmezken bahçe duvarının arkasından at sesleri geldi. Devrim, bunu duyar duymaz ayağa kalktı. “Bizimkiler geldi,” dedi ve elini uzattı. Uzattığı elini tutarak ben de kalktım ayağa. Kalkar kalkmaz elini bırakmıştım ve sıcacık ellerinin arasından çektiğim elimin sanki bir anda buz kestiğini hissetmiştim. Bu garip his, bana derin bir nefes aldırırken Hâkim ve Dilsiz atlarıyla bahçeye girdiler. Atından inen Hâkim, “Size harika bir haberimiz var!” derken yanımıza geldi. Dilsiz ise onun aksine daha ağır hareketlerle atından inmiş ve yanımıza gelmek için pek de acele etmemişti. “Neymiş o?” diye sordu Devrim. “Beklememize gerek yok,” dedi Hâkim ellerine bir şey bulaşmış olacak ki iki elini birbirine vurup temizlemeye çalışırken. “Gemi saat sekiz gibi hareket edecekmiş. Yetişirsek hemen yola çıkabiliriz. Yoksa iki gün daha buradayız, bir sonraki gemi iki gün onra kalkarmış. Tabii ona da bir ihtimal dediler. Üç ya da dört güne de uzayabilirmiş.” Heyecanla Devrim’e baktım, umarım beklemeyi tercih etmez diye düşünürken “Acele edelim o zaman, yetişelim gemiye,” dedi. Duyduğum bu cevapla heyecanla olduğum yerde birkaç defa küçük hareketlerle zıpladım. Devrim, bunu fark etmiş olacak ki gözünün ucuyla baktı bana ve dudağının bir kısmı keyifle yana kıvrıldı. “Hadi o zaman, vaktimiz çok az,” diye araya girdi Hâkim. “Çabucak toparlanın, çıkalım.” Devrim’in gözleri, beni buldu. Kısa bir anlığına bakışlarını üzerimde gezdirdi. Üzerimde hâlâ aynı elbise vardı. “Gel benimle,” dedi ve önden yürüdü, hemen peşinden gittim. Hâkim, “Bekliyoruz burada!” diye arkamızdan seslenirken eve girdik. Devrim eve girer girmez ilerideki paketleri gösterdi. “Orada senin için bir şeyler var.” Gözümün ucuyla paketlere baktıktan sonra gözlerimi yeniden ona çevirdim. “Kasabadayken rahatsızlandığında seni hemen eve getirmek zorunda kaldım ama bir şeyler göndermelerini istemiştim, sen uyurken getirdiler. Bakmak için fırsatım olmadı, umarım giyebileceğin şeylerdir.” Buruk bir tebessüm ettim. “Teşekkür ederim.” O da küçük bir tebessümle karşık verdi. “Sen paketleri kontrol et, ben de hemen geliyorum.” Başımı sallayarak onayladım onu. O, ilerideki odaya doğru giderken ben de paketlere yöneldim. En büyüğünü alıp açtığımda içinden kahverengi, uzun bir etek ve aynı kumaştan olan bir yelek çıktı. Bir de beyaz gömlek vardı. Bunun bir takım olduğunu fark ederken diğer kıyafetlere de bir bir baktım. Hepsi benzer şeylerdi ve artık birbirlerinden güzel altı elbisem vardı ama bu çok fazlaydı. Kendimi çok mahcup hissetmeye başlamıştım. Karşılığını da ödeyemezdim ki. Ona hediye alacak param yoktu. Bu, kendimi üzgün hissetmeme neden olurken paketini açtığım ilk takımı aldım ve onun gittiği odaya-zaten başka oda yoktu evde- gittim. Aralık olan kapıyı itip tam içeriye girecektim ki gördüğüm şeyle şaşkınca kalakaldım. Arkası dönüktü ve üzerini değiştiriyordu, pantolunu çoktan giymişti ama üzerinde hiçbir şey yoktu. Normal bir zamanda bir saniye bile olsun o bu hâldeyken ona bakmayacakken şimdi gözlerimi çekemedim ondan ve şaşkınlık içinde sırtına bakmaya devam ettim. Sırtına bakınca yaralarından teni görünmüyordu resmen. Kesikler, çizikler, yanıklar, nedenini anlayamadığım siyah lekeler… Gördüğüm bu manzara boğazımın düğüm düğüm olmasına neden olurken arkasında olduğumu fark etmeyen Devrim kazağını giydi. Olduğum yerde durmaya ve ona bakmaya devam ederken ise bir anda bana dönmesiyle bakışlarımız kesişti. “Valencia,” dedi anıma gelirken ve aralık kapıyı tamamen açtı. “Ne yapıyorsun burada?” “Üzerimi giyinmek için gelmiştim, sizi görünce…” deyip sustum, ne diyeceğimi bilemedim. “İşim bitti benim, hadi sen de hallet işini,” deyip odadan çıktı, salona doğru ilerledi. Dayanamayıp “Sırtınızı gördüm,” dedim arkasından. Duraksadı. Birkaç saniye öylece durdu. Merakla ona bakarken bana baktı yeniden. Devam etmemi bekler gibiydi. “Kötü görünüyordu,” diyebildim bir tek. Yutkunduğunu fark ettim, hemen ardından dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi. Fakat bu da gerçek bir tebessüm değildi. Şu an yaptığı tek şey; bu yalan gülümsemenin arkasına saklanmaktı. “Askerim ben,” diye açıkladı kendini. “Her görev yerimde bir odam, sıcak bir yatağım olmuyor.” Sessiz kaldım. Evet, askerdi o ve evet, doğruyu söylüyordu. Her zaman bu kadar iyi şartlarda görev yapmıyordu. Bunu zaten biliyordum ama nasıl bir görev, sırtında bu kadar derin yaralar açardı ki? Neden yanık izleri vardı mesala sırtında? Bunu da asker olmasıyla açıklayabilir miydi? Böyle düşünsem de buna dair hiçbir şey soramazken “Acıyor mu?” diye sordum. “Onlar çok eski yaralar, hissetmiyorum bile.” “Hiç mi?” Bu soru, susturdu onu. Belli ki acıyordu ama mevzu artık sırtı değildi… Sessizliğini bozup “Hadi,” dedi konuyu kapatmak ister gibiyken. “Bahçede seni bekliyorum.” O, başka bir şey demeyip giderken arkasından baktım. Kalbim neden bu kadar acıdı anlayamazken odaya yöneldim. Gördüğüm şey gözlerimin önünden gitmezken beyaz gömleği ve kahverengi takımı giydim. En sonunda saçlarımı açtım ve ellerimle taradım. Küçük aynada kendime bakıp iyi göründüğümden emin olduktan sonra odadan ayrıldım. Hemen kapının yanında duran, Devrim’in benim için aldığı ayakkabıları giydikten sonra evden çıktım. Devrim, Hâkim ve Dilsiz’in yanındaydı. Ahırdan atını çıkarmış, geri kalan eşyaları ata yüklemiş, şimdi de başını okşuyordu. O sırada Hâkim ona bir şeyler anlatıyordu. Ta ki beni görene kadar. “Valencia da geldi işte,” dedi Hâkim. Yanında durduğum kapıyı kapattıktan sonra yanlarına gittim. “Hadi, çok az zamanımız kaldı,” dedi Hâkim ve eğilip Devrim’in kulağına bir şeyler söyledikten sonra kendi atına bindi. Hemen ardından Dilsiz ve Devrim de atlarına bindiklerinde Devrim, elini uzattı. “Gel bakalım.” Uzattığı elini tuttum, ayağımı üzengiye geçirip kendimi ondan destek alarak yukarıya çektim ve eteğimden dolayı yan oturmak zorunda kaldım. Dilsiz ve Hâkim, atlarını ileriye doğru sürerlerken Devrim, omzunun üstünden baktı bana. “Hazır mısın?” Daha öncekinin aksine ellerim, hiç çekinmeden onun beline dolandıktan sonra cevapladım sorusunu. “Hazırım,” dedim ve derin bir iç çektikten sonra ekledim. “Her şeye.” Ve Devrim, aldığı bu cevapla atının eyerlerini çekti, evden uzaklaştık, yeniden Railway Kasabası’na dönmek için yola çıktık. Her şeyin bittiğini düşündüğüm o kasabaya, şimdi suçsuz olduğumu kanıtlamak için dönüyordum. Hem de herkes öldüğümü düşünürken. Bu kez her şeyin çok daha farklı olması için elimden geleni yapacaktım. Bu kez ölmeye de yapılanlara karşı susmaya da niyetim yoktu. Ne de olsa son kez susmuştum o kasabada, son sessizliğimi yaşamıştım. Şimdi, ilk çığlığımı atmaya gidiyorum ve bu kez birileri sesimi duyana kadar susmaya niyetim yoktu. Bölüm Sonu Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum♡ O kadar severek yazdığım bir bölüm oldu ki yorumlarınızı okumak için sabırsızlanıyorum.♡ Valencia'nın yaşadığını çoğunuz tahmin ediyordunuz zaten, sanırım sadece Devrim'in geri dönmesini beklemiyordunuz :) İkinci kitabımız için o kadar heyecanlıyım ki hızlıca bölümleri yazmak istiyorum. Çünkü gerçekten ilk kitaptan farklı olacağına ve daha da çok seveceğinize inanıyorum. Bölüm içinde o kadar çok spoi vardı ki hangilerini yakalayabildiniz gerçekten çok merak ediyorum. İkinci kitabımız içinde yer alacak bütün konulardan bahsettim resmen küçük küçük de olsa :) Umarım sizin de sevdiğiniz bir bölüm olmuştur diyor ve bölüm sorularımıza geçiyorum! Komutan Yavuz'u sevdiniz mi? Kendisi bundan sonra çoğu zaman bizimle olacak da :) Sizce bizimkiler kasabaya döndüğünde neler olacak? Devrim'in sırtındaki yaraların sebebi neydi sizce? Paul Chester yaşıyor mu dersiniz? Devrim babasıyla konuşurken kimden bahsediyordu sizce? Bir sonraki bölümde görüşmek üzere... Kendinize çok iyi bakın, sevgiyle kalın |
0% |