Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. BÖLÜM "SAVAŞ ÇANLARI"

@gizzemasllan

Merhaba♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorumlarınız beni aşırı motive ediyor <3

Keyifli okumalar!

Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur.

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Peppina – Mademoiselle Noir

2. BÖLÜM “SAVAŞ ÇANLARI”

Duyduğum bu tek cümlenin bendeki etkisi damarlarımda akacak olan bir zehirden, kalbime saplanacak olan bir oktan daha etkili, daha can yakıcı ve daha korkutucuydu ama bundan da korkutucu olan bir şey varsa o da; şu an karşımda duran, gözlerimin içine bakıp acımasızca bu cümleyi kuran adamdı. Lakin o adam, sanki az önce beni idama mahkûm etmemiş gibi rahattı ve bu rahatlığı bile ondan korkmam için yeterli bir sebepti.

“Bunu yapamazsınız!” diye bağıran Brice dakikalardır sürdürdüğü sessizliğini bozup Bay Karel’e yaklaştı. “Bunu yapmanıza izin vermem!”

“Sen kimsin?” diye sordu Bay Karel. “Eğer avukatsan bir karara böyle itiraz edilmeyeceğini bilmen gerekiyor, ayrıca askeriyenin aldığı bir karara avukat dahi olsan itiraz edemezsin.”

“Avukat falan değilim, ben…”

“O zaman başına bela almak istemiyorsan susmanı ve derhal bu odadan çıkmanı tavsiye ederim, yoksa senin için pek iyi şeyler olmayacak.”

O, açıkça Brice’i kovarken onlarla ilgilenemedim ve gözlerimi yere çevirdim.

Ben, idam mahkûmuydum artık. Buna inanması güçtü benim için ama imkânsız da değildi. Fakat buna rağmen inanmak istemiyordum, az önce duyduğum o cümlenin kulaklarımdan silinmesini istiyordum ama alınan bu karardan sonra bu mümkün değildi. Çünkü bu, artık benim hayatımın gerçeğiydi.

Yakında son bulacak hayatımın…

Odadaki sesler artarken başımın döndüğünü hissedip arkamdaki duvardan tutundum. O esnada dedemin ayağa kalktığını ve onun da Bay Karel’in yanına gittiğini gördüm ama konuşulanları duyamayacak kadar kendi içimde kaybolmuş durumdaydım. Başımdaki dönme giderek artarken midem de bulanmaya başlamıştı ve tüm bunlara rağmen hâlâ o cümleyi düşünmeye devam ediyordum.

Valencia Pride idama mahkûm edilmiştir…

Yaptığım hataların tek nedeni Stella’ya yardım edememiş olmamın vicdanıma yüklediği azap olmuştu ve şimdi o azap, ölümü getirmişti bana. Belki biraz sonra, belki akşam ya da belki yarın sabaha karşı olacaktı ama olacaktı ve bitecekti her şey. Bu dünyada yaşayabileceğim en uzun vakit bile artık yirmi dört saatten kısaydı ve bunu bilmek ölüme eşdeğer bir acı veriyordu kalbime.

Başımdaki dönme hissi biraz olsun azaldığında ve odadaki kargaşaya baktığımda dedemin ve Brice’in hâlâ Bay Karel’e bir şeyler söylediklerini gördüm. Bay Karel’in yaptığı tek şey ise ellerini arkasında birleştirmek ve kendinden fazlasıyla emin bir tavırla onlara bakmaktı. Bakışlarında öyle bir anlam vardı ki sanki şu saatten sonra ne olursa olsun asla geri adım atmayacak gibiydi.

Bu yüzden diğerlerinin aksine her şeyi yavaş yavaş kabullenirken gözümden bir damla yaş aktı ve sanki biri tarafından ölümüne karar verilen ve diğerleri tarafından hakkı savunulup kurtarılmaya çalışan ben değilmişim gibi sessizliğimi korumaya devam ettim.

“İyi misiniz?” Çok yakından gelen bu sesle kargaşadan gözlerimi çekip sağıma baktım ve Paul Chester’ı gördüm. Bu durumda bile şahit olduklarım aklıma gelince korkuyla yutkundum. “Oturun isterseniz biraz.”

Konuşacak gücü kendimde bulamayıp başımı olumsuz anlamda salladım. İşte o an gözlerinde, sanki hiç acımadan birini öldüren bir adam değilmiş gibi acıma hissini gördüm. Onun bu bakışları beni rahatsız ederken dedem yanımıza geldi.

Gözümden bir damla yaş akarken yorgun gözlerinin içine baktım. Titrek bir ses tonuyla “Dede,” deyip ona doğru bir adım atmamla birlikte “Senden utanıyorum,” demesi ve hayatımdaki en sert tokadı yüzüme indirmesi bir oldu. Eşzamanlı olarak dönen başım yüzünden dengemi sağlayamayıp dizlerimin üstüne düştüm.

Açık saçlarım yüzüme düşüp de yüzümü kapattığında dudağımın sağ kısmında sıcaklık hissettim. O sıcaklığın kan olduğunu anlamak hiç zor olmazken Bay Karel’in az önce beni korkutan bağırışlarından daha güçlü ve daha öfkeli çıkan sesini işittim.

“Kendine gel! Ne yaptığını zannediyorsun sen?” Öyle bir bağırdı ki artık korkacak hiçbir şeyim olmadığı hâlde korktum ondan.

“Nasıl vurursunuz ona?” diye sordu Brice de hemen Bay Karel’in ardından.

Gözyaşlarım şiddetle akmaya başladığında ne başımı yerden kaldırabildim ne de yerden kalkabildim ve saçlarımın yüzümü kapatmasından cesaret alıp sessizce ağlamaya devam ettim.

“Çıkın hepiniz dışarı!” diye bağırdı Bay Karel. “Gözüm görmesin hiçbirinizi, çıkın dışarıya!”

Onun bu sözleri, Brice’in pek umurunda olmazken yanıma diz çöktü. “Valencia, iyi misin?” Ona cevap veremeyecek kadar kendimi kötü hissettiğimden gözlerimi sımsıkı yumdum, sessizce ağlamaya ve konuşmamaya devam ettim. “Korkma, hiçbir şey olmayacak. Kurtaracağım seni, ne pahasına olursa olsun buradan çıkaracağım seni.”

Brice konuşmaya devam ederken Bay Karel “Yüzbaşı,” diye araya girdi öfkeli sesiyle ve ekledi. “Çıkart hemen şunları odadan!”

“Ama efendim,” diyerek Yüzbaşı itiraz edecek gibiyken Brice, ayağa kalktı. “Sorun değil Yüzbaşı.”

Utancımdan olduğum yerde aynı şekilde durmaya devam ettim.

“Siz de kusura bakmayın, nişanlımın iyi olduğundan emin olmak istedim sadece. Paul, Bay Pride benimle gelin,” diyen Brice, birkaç saniye sonra önümden geçti ve kapıdan çıkıp gitti. Dedemin, Paul’un, Yüzbaşı’nın ve Binbaşı’nın onu takip ettiklerini gördüğümde burada yalnız kaldığımı anlayıp daha çok ağlamaya başladım. Yine sessizce…

“Hâkim, Dilsiz siz de,” dedi Bay Karel, neden herkesi gönderiyor anlayamazken o ikisi, onun emrini ikiletmedi ve odadan çıkıp gittiler.

Gözlerim kapanan kapıdayken onunla yalnız kalmış olmak beni daha çok korkuttu. Kalbim, bu korkuyla hızla çarparken yine gözlerimin önünde postalları belirdi ve önümde diz çöküp başını hafifçe eğdi, yüzüme bakmaya çalıştı. “İyi misin?”

Ona cevap vermek için başımı bile sallamadım ve o an hiç beklemediğim bir şey yapıp koluma dokunmaya çalıştı. Fakat bunu fark ettiğim an hızla kendimi geri çektim, ona engel oldum. Bunu yapmak, başımı kaldırmama da neden olduğunda yaptığım şeyin onu afallattığını fark ettim.

O ifadeyi yüzünden hemen silip gözlerini, dudaklarıma indirdi. “Dudağın kanıyor.” Sanki ben bunun farkında değilmişim gibi söyledi bunu ve elini uzattı. “Hadi kalk, yüzünü temizleyelim.”

Temizleyelim mi demişti o? Birlikte? Bu kulağa fazla mantıksız geliyordu.

Sanki çok normal bir şeymiş gibi hâlâ elini tutmamı beklerken yerden destek alıp ayağa kalktım. O ise hâlâ karşısındaymışım gibi aynı pozisyonda durup elini uzatmaya devam ederken bu yaptığıma bir anlam verememiş gibi kaşlarını kaldırdı. Ardından da tutmadığım elini geri çekip ayağa kalktı, karşımda durdu.

“Otur,” deyip az önce Dilsiz’in oturduğu -masasının önündeki- ahşap sandalyeyi gösterdiğinde yüzüne bakmadan gösterdiği yere oturdum ve onun da geçip yerine oturmasını bekledim. Fakat o, beklediğim şeyin aksine yanıma gelip sandalyenin önündeki sehpaya oturdu.

Uzun boyu yüzünden bunu kolaylıkla yapamasa da oturduğunda dizleri bir an için dizlerime temas eder gibi oldu, hızla kendimi geri çektim. Bu hareketi o kadar ani yapmıştım ki oturduğum sandalye birkaç santim geriye kaymıştı ve bu yüzden şu an bana çok dikkatli baktığının farkındaydım ama ben, onunla göz teması kurmadım.

“Deden bunu hep yapıyor mu?” diye sordu, tokattan bahsettiğini anlasam da ona cevap vermedim. Şu an ne yediğim bir tokat umurumdaydı ne de kanayan dudağım. Şu an umurumda olan tek şey; idama mahkûm edilmiş olmamdı.

“Yine cevap yok,” dediğinde artık bundan rahatsız olmaya başlamış gibiydi. Bunu fark etsem de dönüp ona bakmazken cebinden beyaz bir mendil çıkardı ve masadaki bir bardak sudan çok az o mendile döküp ıslattı. Ardından elini bana doğru kaldırdı, ne yapacağını anlayıp kendimi geri çekecekken buna gerek kalmadı ve o durdu.

Elini yeniden indirdiğinde “Dudağını temizleyeceğim, yüzüne dokunabilir miyim?” diye sordu ve bu soruya karşı kayıtsız kalamayıp gözlerimi ona çevirdim.

Gözlerim, gözleriyle kesiştiği ilk an az önce kalabalığın içinde var olan adam yok olmuş gibi hissettim. İdam kararımı vermemişçesine merhametle bakıyordu.

“Tuhaf,” dedim tıpkı mahzendeyken onun bana söylediği gibi.

“Tuhaf olan ne?”

“Sizin kararınızla idam edilecek birinin, canını bile yakmayan küçücük yarasıyla ilgilenmek istemeniz.”

Mendil olan elini benden biraz daha uzaklaştırırken kendini de geri çekti. “Aşağıda benimle konuşurken bunun olacağını biliyordun ama buna rağmen sakin ve korkusuzdun. Şimdi neden bana benden korkuyormuş ve öfkeliymiş gibi bakıyorsun? Beklemediğin bir şey değildi sonuçta bu.”

“Doğru, sizden korkuyorum,” dedim, bunu saklamaya gerek duymadan. “Ama öfkeli değilim ve evet, bunun yaşanacağını biliyordum. Lakin yine de belki yaşanmaz diye bir umudum vardı, fakat artık yok. Öfkem de bu yüzden kendime, ne de olsa her şey benim suçum.”

Gözlerini benden çekip düşüncelere daldığında o düşüncelerin başrolü olduğumu biliyordum.

Düşünceleri arasında savrulurken her ne olduysa “Bak Valencia,” dedi, araya girdim.

“Sözünüzü kestiğim için özür dilerim ama Valencia değil.”

“Yine mi yanlış telaffuz ettim?”

“Hayır, doğru telaffuz ettiniz ama bana Valencia dememeniz gerekiyor.”

“İsminin o olduğunu söylemiştin.”

“O zaten ama siz yabancı birisiniz ve bana ismimle hitap edemezsiniz, Bayan Pride demeniz gerekiyor. Tabii sadece bana değil, bu kasabada size yabancı olan her kadına soy ismiyle hitap etmeniz gerekiyor.”

“Neden peki, ismini söylesem ne olur mesela?” Bu soruyu ciddi ifadeyle sorması, bunu gerçekten merak ediyor olduğunu düşünmemi sağlamıştı.

“Burada bir kadına sadece ailesindeki erkekler adıyla seslenirler, tabii bir de evleneceği adam.” Sözlerim karşısında sessiz kaldığında devam ettim. “Eğer birine ismiyle seslenirseniz herkes onunla evleneceğinizi düşünür.”

“Seni ilk gördüğümde de söylediğim gibi bu kasabada beni şaşırtan çok şey oldu ve artık bu da onlardan biri,” deyip mendili gösterdi. “İzin var mı?”

Bunun doğru olmadığını bilsem de başımı salladım. Ne de olsa kabul etmesem de bir idam mahkûmuydum. Yaşayabildiğim son saatlerimde neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünecek değildim.

Bay Karel, benden aldığı izinle ıslattığı mendili dudağıma yaklaştırdı. Mendilin ucuyla dudağımın sağ kısmındaki kanı temizlerken tenime değen parmakları, kendimi çok tuhaf hissetmeme neden oldu. Bu tuhaf hisle aynı zamanda midemde garip bir ağrı baş gösterdi.

Çok yakınımda olduğu için nefes bile alamazken dudağımı temizlemeye devam etti ve bunu o kadar nazik bir şekilde yaptı ki en ufak bir acı bile hissetmedim. Bu yüzden devam etmesine izin verirken ellerini uzaklaştırdı benden ve çok minik kan lekesi bulaşan mendile yine biraz su döküp temizledikten sonra bir ucu ıslak olan o mendili düzgünce katlayıp bana uzattı.

“Bir daha kanarsa diye,” diyerek mendili bana veriyor olmasını açıkladığında itiraz etmek yerine aldım ve artık onun kalkmasını, benden uzaklaşmasını bekledim ama o bunu yapmak yerine gözlerimin içine bakmaya devam etti.

Bu bakışlarının nedenini anlayamazken “Senden bir şey isteyebilir miyim?” diye sordu.

Şaşırmadan edemedim, ne de olsa onun gibi birinin benden isteyeceği herhangi bir şey olamazdı. “İyiliğinize karşılık olarak mı?” diye sordum dudağımı temizlemiş olmasını kastederek.

“Bir karşılık değil, sadece bir rica.” Meraklandım ve devam etmesini sabırsızlıkla bekledim. “Bana şu nefes almak için yanına gittiğin arkadaşının nasıl öldüğünü anlatır mısın?”

Ondan duymayı beklediğim en son şey bile bu olmadığından şaşırdım. “Neden merak ediyorsunuz?”

“Merak etmiyorum,” dedi bir elini masaya koyup da parmaklarıyla masaya yavaş yavaş vururken. “Sadece burada yapmam gerekenleri anlayabilmem için ben gelmeden önce neler olduğunu bilmem gerekiyor.”

“Bay Karel, bakın...”

Dudağının bir kısmının hafifçe kıvrılması ve araya girmesi bir oldu. “Ne dedin?”

Acaba ben de mi onun ismini yanlış telaffuz etmiştim?

“Bay Karel,” diye yinelediğimde bunun garip bir şekilde hoşuna gittiğini fark ettim.

“Bana böyle hitap etmene gerek yok, Valencia. Devrim, yeterli olacaktır.”

“Olmaz,” dedim anında. “Size isminizle hitap etmem uygun değil ama madem böyle söylememi istemiyorsunuz ben de Komutan Bey diyebilirim,” dedim ve söylemek istediğim şeyi dile getirmek istedim ama yapamadım bunu. Çünkü bir anda yüzündeki o yumuşak ve merhamet barındıran ifade yok oldu, onu ilk gördüğümde olduğu gibi bakışları sertleşti.

“Komutan değilim,” dediğinde komutan değilse bir askeri üniformayla neden askeriyede ve Binbaşı ondan nasıl emir alıyor diye düşünmeden edemedim. “Askeri müfettişim,” dediğinde bir şaşkınlıkta burada yaşadım. Askeri müfettiş, tam olarak ne anlama geliyor bilmiyordum ama Binbaşı bile ondan korkup emir alıyorsa bir komutandan daha yukarıda bir mevkide olmalıydı.

“Eminim sen de biliyorsundur ki Puranton çok uzun yıllardır savaş altında olan bir ülkeydi ve artık savaş bitti, bağımsızlığını ilan etti. Fakat savaş döneminde en çok sorun çıkan bölgelerden biri de bu kasabaymış. Birçok sorunlu bölgede olduğu gibi bu kasaba da on üç yıl önce askeri yönetime verilmiş ve şimdi savaş bitti, hâliyle yeniden yerel yönetime geçilecek ama ülke henüz toparlanma dönemindeyken hiç kimse yeni sorunlarla ya da isyanlarla uğraşmak istemiyor. Bu yüzden de askeri yönetimli olan bölgelerin durumunu belirlemek için birer müfettiş atandı, buraya gönderilen müfettiş de benim ve tek amacım kasaba yerel yönetime yeniden verilirse bir sorun çıkıp çıkmayacağına dair bir rapor hazırlamak.” Uzun uzun açıkladı durumu, bunu hiç tanımadığı birine neden yaptı anlayamazken devam etti.

“Buraya gönderilirken bu kasabada bir gariplik olduğundan bahsedildi. Suç oranı yok denilebilecek kadar az ama ölü oranının fazla olduğu söylendi. Başta garip dedikleri bu şey bana çok normal gelmişti, ikisi arasında bir bağ kuramamıştım ama buraya gelince bütün düşüncelerim değişti,” dedi ve hafifçe bana doğru eğilip gözlerimin içine baktı. “Senin yüzünden.”

“Ben ne yaptım ki?” Bu soru, korkuyla dökülmüştü dudaklarımdan.

“Zindandayken bana doğduğundan beri onlarca insanın idam edildiğini söyledin.” Evet, söylemiştim. Ne de olsa doğru olan buydu.

“Suç oranı yok denebilecek kadar az olan bir kasabada onlarca insanın idam edildiğini duymak aklımı karıştırdı.” Sessiz kaldım. “Arkadaşının konusunu da bu yüzden açtım. Neydi adı?” deyip düşünürken ona yardımcı oldum.

“Stella.”

“Doğru, Stella’ydı. Onun idam edildiğini söyledin bana, hatta bu kararı benim verdiğimi düşünmüştün.”

“Ben, sadece doğruları söyledim,” dedim, yanlış bir şeye neden olmaktan çok korkuyordum.

“Biliyorum, işte bu yüzden artık bu kasabada bir şeyler döndüğünden eminim ve ne olduğunu öğrenmem lazım. Eğer bana yardımcı olmak istiyorsan arkadaşının nasıl idam edildiğini anlatmalısın,” deyip yeniden geri çekildi ve sonunda ayağa kalkıp uzaklaştı benden.

“Stella,” derken bile gözlerim doldu. “Onunla aynı evde hizmetliydik, çok iyi bir kızdı.” Merakla dinliyordu söylediklerimi. “James de o evde bahçıvandı.”

“James?” diye tekrar etti. “Bir kişi daha mı var?”

“Evet, ikisi aynı anda idam edildiler.”

“Anlıyorum,” dedi ama aklı karışık gibiydi. “Devam et sen.”

“Her zamanki gibi sabahın erken saatinde malikâneye gitmiştik,” dememle araya bir başka sesin girmesi bir oldu.

“Binbaşı! Binbaşı Hardy!” Biri sürekli bu şekilde bağırırken Bay Karel beni dinlemeyi bırakıp öfkeyle kapıya yürüdü ve açtı.

“Bu ne sorumsuzluk! Askeriye burası!” Öyle bir bağırdı ki dışarıdaki tüm sesler kesilmişti, tek bir ses hariç.

“Yardım et Komutan, yalvarırım yardım et bana.” Bu ses, yaşlı bir adama aitti. Bay Karel kapının önünde durduğundan o adamın yüzünü göremiyordum.

“Sakin olun önce, yardım edeceğiz tabii, içeriye gelin,” deyip kendisi içeriye girdiğinde peşinden de hemen o yaşlı adam girdi.

Adam tam kapıyı kapatacakken birinin “Kimdi o bağıran?” diye sorduğunu duydum ve anında tanıdığım bu sesle buz kestim.

Bu ses, dün gece Paul Chester’ın yanındaki adamlardan birinin sesiydi. Yüzünü görmesem de sesinden tanıdığım an, her şeyi unutup kapıya doğru yürüdüm ve kim olduğunu görmek istedim.

Ta ki Bay Karel, “Valencia Pride!” diye beni uyarana kadar, ancak o an nerede olduğumu ve kafama göre hareket edemeyeceğimi hatırladığımda olduğum yerde kaldım. “Konuşacaklarımız daha bitmedi,” dedi sanki bitse gidebilecekmişim gibi ve yaşlı adama döndü. “Sizi dinliyorum.”

Adam, korku dolu sesiyle “Kızım kayıp,” dedi ve Bay Karel’e yaklaştı. “Bulun onu n’olur, yalvarırım bulun.”

“Yalvarmayın, görevimiz bu zaten. Sadece sakin olun ve kızınızın nasıl kaybolduğunu anlatın.”

“Kızım Roberts malikanesinde hizmetli olarak çalışıyordu,” dediği an göz bebeklerim irileşti. “Sabahları çok erken saatte gider ve oradaki diğer çalışanların aksine geceye kadar çalışırdı. Bazen sokağa çıkma yasağına yakalanır ve başına bela almamak için yola çıkmaz, eve gelmezdi. Roberts ailesi güvenilir ve saygıdeğer bir ailedir, kasabada herkes sever onları. Ben de bu yüzden kızım orada kaldığı geceler endişe duymazdım. Dün gece yine gelmedi eve, orada kaldı zannettim ben de ama gelmediği gecelerin sabahı hemen eve gelir, durumu açıklardı. Bu sabah bekledim ama gelmedi, endişelenip ben gittim malikâneye. Kızımın dün sokağa çıkma yasağından önce evden ayrıldığını söylediler,” diye anlattıktan sonra sustu ve işte o an az önce sesini tanıdığım o adamdan duyduğum o cümle yankılandı kulaklarımda.

“Daha fazla oyalanmamalıyız! Vaktimiz daralıyor, bir hizmetli için kaybettiğimiz vakte değmez. Hallet ve gidelim artık.”

“N’olur bulun kızımı, başına bir şey gelmeden bulun.”

“Kızınızın ismi neydi?” diye sordu Bay Karel.

“Mary Jones,” dediği an gözlerimi sımsıkı kapattım, dün ölümüne şahit olduğum o kişi Mary miydi? Stella gibi o da mı gözlerimin önünde ölmüştü? Tamam ama Paul, onu neden öldürmek istesin ki? Mary, Paul Chester gibi bir adamın hayatında olan neye şahit olmuştu da öldürülmüştü?

Daha fazla dayanamayıp “Onu tanıyorum,” dememle ikisinin de gözleri beni buldu. “Mary Jones benim arkadaşımdı, biz o malikânede birlikte çalışıyorduk.”

Yaşlı adam, hızla yanıma geldi. “Onu en son ne zaman gördün?”

“Stella idama götürülürken,” deyip yutkundum. “Sonra ben bir daha gitmedim o malikâneye ama…” dedim ve sustum, kelimeler boğazıma düğümlendi.

Hemen şimdi söylemeliydim dün gece gördüklerimi ama bunu yaparsam Paul Chester benim gibi idama mahkûm edilirdi ve Brice, buna sebep olan kadını asla buradan kurtarmazdı. Eğer onun beni kurtarabilecek olma ihtimalinin umudu benimle kalsın istiyorsam susmam lazımdı. Fakat nasıl yapacaktım bunu? Bir katili nasıl koruyacaktım? Ben, böyle biri değilim ki… Bunu yaparsam onlardan ne farkım kalacaktı?

“Valencia,” dedi Bay Karel, gözlerim onu buldu. “Ama ne?” diye sordu ama bu soruya benden cevap alamadı. Konuşursam, bütün umutlarımı kaybedecektim ama susarsam da vicdanımı kaybedecektim.

“Ama,” diye tekrar ettim ve çaresizce tamamladım cümlemi. “Ama oradaki çalışanlar mutlaka bir şey biliyorlardır, onlarla konuşursanız Mary’e ulaşabilirsiniz.”

Umutlarımı kaybetmek yerine vicdanımı kaybetmeyi tercih etmiştim.

“Konuştum çalışanlarla ama hiç kimse, hiçbir şey bilmiyor. İşi bitti ve çıktı, diyorlar. Hatta çoğu Mary’den önce ayrılmış evden.” Yaşlı adam konuşmaya devam ederken ellerimi yumruk yaptım.

Bildiklerimi saklayacak değildim ama konuşmak için uygun zamanı beklemem gerekiyordu. Ne de olsa Mary artık kurtarılacak bir durumda değildi, o ölmüştü… Katili Paul Chester ise bunu bildiğimden bihaber rahattı ve onun açısından kaçması için bir neden yoktu. Bu yüzden doğru zamanı beklemeliydim, eğer ölümden kurtulamazsam son sözlerim Mary’nin ölümü ve katili olacaktı. Fakat kurtulursam işte o andan sonra yaşama amacım, Paul Chester’ın cezalandırıldığını görmek olacaktı.

“Kızınızı bulmak için elimizden geleni yapacağız Bay Jones, siz evinize dönün ve bizden haber bekleyin,” dedi Bay Karel ve yaşlı adamı gönderdi.

Yaşlı adam, istemeye istemeye de olsa odadan ayrıldığında Bay Karel bana döndü. “Bu kasabaya geldiğim andan beri yaşanan tüm olayların sana bağlanması ne garip.”

“Anlayamadım?”

“Gerçekten anlayamadın mı?” diye sorarken yanımdan geçmiş, masasına yönelmişti.

Olanları zihnimin içinden kısaca geçirdikten sonra ne ima ettiğini anlamak zor olmadı ve telaşla kendimi savunmaya geçtim. “Ne düşündüğünüzü tahmin edemiyorum ama emin olun, her şey sadece tesadüf.”

Masasına yaslanıp kollarını göğsünün altında topladı. “Ben de öyle olmasını umuyorum. Bu arada, nerede kalmıştık? Sanırım en son arkadaşının ölümünü anlatıyordun.”

Kaldığım yeri hatırlayıp “Stella ve James o malikânede tanışmış ve birbirlerini sevmişler. Sanırım biraz da yakın olmuşlar, bunu gören biri de şikâyet etmiş onları. Askerler gelip onları malikâneden aldılar, aynı gün ikisi de idam edildi,” deyip olayı kısaca anlattım.

“Stella ve James’i gören kişi sence Mary olabilir mi?” Aklımın ucundan bile geçirmediğim bu ihtimal, ondan soru olarak geldiğinde aklım karıştı. İkisi arasında bir bağ olabilir miydi gerçekten?

“Bilmiyorum,” dedim ve düşünmeye devam ettim. Bir bağ olsa bile bu, Paul Chester’ın Mary’i öldürmesi için bir sebep değildi ki…

“Belki de Stella’nın ya da James’in ailesinden biri şikâyet edenin Mary olduğunu öğrenmiş ve öfkeyle kıza bir şey yapmışlardır, sence böyle bir şey olabilir mi?” Bu soru, dünkü olaya şahit olmadan önce sorulmuş olsaydı hiç şüphesiz olabilir derdim ama gördüklerimden sonra bu mümkünatı olmayan bir ihtimal oluyordu. Ne de olsa Paul Chester’ın ne Stella ile ne de James ile bir akrabalığı ya da bir yakınlığı yoktu.

“Sanmıyorum,” dedim yerdeki başımı kaldırırken. “James’in ailesini tanımıyorum ama Stella’nın ailesini tanıyorum. Onlar böyle bir şey yapacak insanlar değiller.”

“Bir acının insana neler yaptırabileceği en iyi sen biliyorsun Valencia,” dedi gözlerimin içine bakarak. “O acı yüzünden idama mahkûm olmadın mı?”

Bu soruya cevap vermek yerine, içimde yankılanan acının gölgesinde kaldım.

O sırada odanın kapısına vuruldu ve Yüzbaşı Beck, içeriye girdi. Gözünün ucuyla bana bakıp yeniden Bay Karel’e çevirdi bakışlarını.

“Bilmeniz gereken bir şey var, efendim.”

“Bu kasabada bilmem gereken çok şey varmış zaten, Yüzbaşı,” dedi Bay Karel sıkılmış bir tavırla. “Sen de anlat bakalım.”

“Dün gece askerlerden kaçan biri daha varmış kasabada.” İçimdeki huzursuzluk yükselirken Yüzbaşı devam etti. “Askerler tren yolunun orada izini kaybetmişler. Geceden beri de bölge aranmış ama hiç kimsenin izine rastlamamışlar.” Dudaklarımı ısırdım, bu da bendim. “Onbaşı az önce anlattı durumu, ben de belki kayıp Mary Jones ile bir ilgisi vardır diye düşündüm. Aynı zamanda tren yolu Robert malikânesine çok yakın.”

Bakışlarımı yere sabitledim, Mary’i çok yanlış bir yerde aramaya başlayacaklardı. Bu kadarına sessiz kalmak vicdanıma ağır gelirken “Yanılıyorsunuz Yüzbaşı,” diye araya girdim, gözler beni buldu. “Kaçan kişinin Mary Jones’in kaybıyla hiçbir ilgisi yok.”

Yüzbaşı durumu kavramakta zorlanırlar Bay Karel olayı anlamış olacak ki dudağının bir kısmı yukarı kıvrıldı.

“Siz bunu nereden biliyorsunuz, Bayan Pride?” diye sordu Yüzbaşı.

“Kaçan kişi bendim,” diye itiraf etmemle adamın yüzü bir anda boş bir ifadeyle doldu.

“Ama askerler kaçan kişinin bir erkek olduğunu söyle…” deyip kendi kendini susturdu ve gözleri hâlâ üzerimde olan dedemin kıyafetlerinde gezindi. “Sizdiniz,” deyip o da kabullendi.

Bakışlarımı ağır ağır Bay Karel’e çevirdiğimde bir açıklama beklediğini fark ettim ve “Gerçekten tesadüf,” dedim dakikalar önce söylediği şeye yönelik.

Bu cevabım, nedenini anlayamadığım bir şekilde hoşuna giderken Yüzbaşı Beck’e baktı. “Durumdan kimseye bahsetmeyin, göründüğü üzere iki olay arasında bağ yok.”

Yüzbaşı onu onaylayıp sessizce odadan çıktığında bakışları beni buldu.

“Bu kadar olayın içinde ben de yere almak istemezdim.”

“İçimden bir ses Mary’i yakında bulacağımızı söylüyor,” dedi konuyla ilgisiz bir şekilde. “Ama ölü olarak.”

Sanki dün onun ölümüne şâhit olmamış gibi “O sadece kayıp,” dedim.

“Ben senin gibi düşünmüyorum, babasına bir şey söylemedim ama muhtemelen öldü o kız. Cesedi ortada olmadığına göre de doğal bir ölüm değil, bu da demek oluyor ki bu kasabada bir katil var,” dedi, bu konuda yorum yapmadım. “Daha önce böyle bir şey oldu mu?”

“Hayır,” dedim anında. “Yani ben hiç şâhit olmadım.”

Bu kez sessiz kalan o oldu.

“Peki o katili nasıl bulmayı düşünüyorsunuz?”

“Buradaki görevim askerlerin işine karışmak değil, o işleri nasıl yaptıklarını teftiş etmek. Binbaşı ve Yüzbaşı bu olayla ilgileneceklerdir.” İşte bu hiç iyi olmamıştı, Yüzbaşı ve Binbaşı asla Paul Chester’ın suçlanacağı bir adım atmazlardı. “Bir şey söyleyecek gibisin.”

Başımı olumsuz anlamda salladım. “Hayır.”

“Madem öyle,” dedi ve masadan uzaklaşıp bana yaklaştı. “Bana yardımcı olduğu için teşekkür ederim, şimdi yeniden aşağıya dönmek zorundasın.”

Mideme şiddetli bir ağrı girerken gözlerim doldu. “Ben de bir şey sormak istiyorum.”

“Sor bakalım.”

“Ne zaman idam edileceğim?”

Bu sorum, sanki bu kararı veren o değilmiş gibi onu rahatsız etti. “Hâkim, henüz bir tarih belirlemedi bunun için ya da henüz bana haberi gelmedi.”

Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. “Peki sizden bir şey isteyebilir miyim?”

Meraklanmış gibiyken başını salladı.

Gözümden bir damla yaş akarken “Aniden yapmayın, olur mu?” dedim ama bu söylediğimden pek de bir şey anlamış gibi durmuyordu. “Öncesinde son kez babamı ve kardeşimi görmeme izin verin, sadece birkaç dakikalığına da olsa bir kez daha göreyim onları lütfen.”

Gözlerini çekti, sessiz kalmaya devam etti. Ne olumlu bir cevap verdi ne de olumsuz.

“Tek istediğim bu, başka hiçbir şey istemiyorum.”

“Aklımda olacak,” dedi benimle göz teması kurmadan ve kapıya doğru baktı. “Buraya bakın!” diye bağırmasıyla bir asker hızla içeriye girdi. Girer girmez de dimdik ve hareketsiz bir şekilde Bay Karel’in karşısında durdu.

Bay Karel’in “Tutukluyu mahzene götürün,” demesiyle birlikte de kolumdan tuttu.

Asker beni odadan çıkardığında ve aşağıya indiğimizde kolumu bırakmıştı ve o önde ben de bir adım arkasında yürümeye devam ediyordum. Yine o fare olan zindana girecek olmak beni korkuturken bu kez durmadı o zindanın önünde ve yürümeye devam etti. Neden başka bir yere gittiğimizi anlamasam da sormadım, peşinden gittim.

Birkaç dakika sonra farklı bir yerde durduk. Asker önünde durduğumuz mahzenin kapısını açıp “Gir içeriye,” dedi, ağır adımlarla istediğini yapıp içeriye girdim.

Demir kapı kapanırken gözlerim etrafta gezindi. Diğer kaldığım yerin aksine burada eski bir yatak ve yatağın üzerinde bir battaniye vardı. Burası neden diğerinden farkı anlamasam da gidip o eski yatağın kenarına oturdum. Beni buraya getiren askerin ayak seslerinden uzaklaştığını anlarken yatağa uzandım ve battaniyeyi üzerime çektim.

Her ne kadar gece uyumadığım için uykum olsa da uyumak istemedim. Çünkü bunlar son saatlerimdi ve uykuyla heba etmek istemedim. Sanki yapabilecek farklı bir şeyim varmış gibi…

Bu gerçek, gözümden bir damla yaş akmasına neden olurken gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir yandan zamanın çok çabuk geçmesini ve buradan bir an önce çıkmayı istiyordum ama bir yandan da zaman hiç geçmesin ve hiç çıkmayayım istiyordum. Çünkü buradan çıkıp ölüme gideceğimi çok iyi biliyordum.

Gözümden bir damla daha yaş akarken sessizce ağlamaya başladım ve bu dakikalarca, hatta saatlerce sürdü. O saatlerin ardından demir kapı bir kez daha açıldı, hızlıca doğruldum. Beni götürmeye mi geldiler diye düşünürken bir asker içeriye girdi ve yüzüme bile bakmadan yere bir tepsi bırakıp yeniden çıktı, kapıyı da kapattı. Merakla ayağa kalktım, bıraktığı tepsiye baktım ve içinde biraz çorba bir dilim de ekmek olduğunu gördüm.

Karnım çok aç olduğu için hiç düşünmeden yerden tepsiyi aldım, gidip yatağın kenarına oturdum. Tepsinin kenarındaki kaşığı alıp bir kaşık çorba içmemle birlikte midemin bulanması ve öğürmem bir oldu. Telaşla tepsiyi yatağa bırakıp yere doğru eğildim, içtiğim çorbayı çıkardım ve dudaklarımı sildim. Hayatımda içtiğim en berbat çorbaydı bu. Hatta buna çorba bile denmezdi, bunu bir hayvan bile içmezdi.

Midem giderek daha da bulanırken ekmekten bir dilim kopardım. Ekmek o kadar sertti ki o bir dilimi koparmak bile çok zor olmuştu. Buna rağmen umursamayıp o ekmeği yemeye çalıştım ve bir şekilde de yedim ama yutarken boğazıma takıldığından ikinci lokmayı almaya cesaret bile edemedim. Bu yüzden de ekmeği yeniden tepsiye, tepsiyi de askerin bıraktığı yere koydum ve yeniden yatağa dönüp uzandım.

Böyle ne kadar vakit geçirdim bilmiyorum ama epey bir vakit geçmiş olacak ki asker götürdüğü tepsiyi almak için yeniden dönmüş, yemediğimi gördüğü hâlde de hiçbir şey söylemeden çıkıp gitmişti ve ben, yine bir başıma kalmıştım.

Her geçen dakika ölüme adım adım yaklaştığımı hissederken bir kez daha saatler geçirdim ve geçen o saatlerin ardından aynı asker yine gelmiş ve yine bir dilim ekmek, biraz da çorba getirmişti. Ben de bir kez daha şansımı deneyip yine yemek istemiş ama değişen hiçbir şey olmadığı için yine yiyememiştim ve artık açlıktan ölecek gibi hissediyordum, beni de böyle mi öldürmeye çalışıyorlardı acaba?

Bu döngü birkaç defa daha tekrar etmişti. Sanırım her tekrar etmesinde burada bir günümü geçiriyordum ve artık burada kaçıncı günüm olduğunu bilmiyordum. Açlıktan o kadar güçsüz düşmüştüm ki gözümü bile açamadan öylece uzanmaya devam ediyor ve ölümü bekliyordum.

Hangi günde, o günün hangi saatinde olduğumu bilemezken demir kapının bir kez daha açıldığını duydum. Yine çorba ve ekmek geldiğini anladım ama onların yenileceği olmadığından gözlerimi açıp bakmaya bile gerek duymadım. Hayatımda ilk defa kendimi bu kadar kötü, hâlsiz, yorgun hissederken yaklaşan ayak seslerini duydum. Aynı zamanda birilerinin konuşma sesini de duyuyordum ve artık emindim beni ölüme götürmek için geldiklerine.

Tüm vücudum bu düşüncenin korkusuyla tir tir titrerken birinin yaklaştığını hissettim. Gözlerimi açmak, bana bu kadar yaklaşan adamın kim olduğuna bakmak istedim ama yapamadım bunu ve çok geçmeden bu kişi her kimse bu soğuk mahzenin buz kestirdiği yüzümde sıcacık ellerini hissettim. Hemen ardından da yüksek sesle bir şeyler söylediğini duydum ama sesi o kadar uğultu gibi geldi ki ne söyledi anlayamadım.

Günlerdir kaldıramadığım başımın yataktan ayrıldığını hissederken hareketlendiğimin farkındaydım ama bunu kim, neden yapıyor anlayacak kadar kendimde değildim. Birkaç saniye sonra başım yeniden düştüğünde ve bu kez sert bir şeyle buluştuğunda içimi sıcacık eden bir koku doldurdu ciğerlerimi.

Bu koku, içinde kayboluyor gibi hissettiğim dipsiz kuyuda yolumu bulmuş gibi hissettirirken bu kez kendimi zorladım ve gözlerimi araladım. İşte o an gördüğüm ilk şey, bir çift yeşil göz oldu. Hayatımda bu gözlere sahip olan tek bir kişi olduğundan o gözlerin sahibini tanımak zor olmazken gözlerim yeniden kapandı ve başım yeniden düştü.

Hâlâ hareket etmeye devam ederken çok geçmeden sıcacık bir yere girdiğimi hissettim. Bu sıcaklık günlerdir tir tir titreyip kaskatı kesilen vücudumun gevşemesine neden olurken sırtım yumuşak bir yerle temas etti. Neler olduğunu anlamak için bir kez daha gözlerimi araladığımda görebildiğim tek şey karanlık oldu ve korkuyla gözlerimi yeniden sımsıkı kapattım.

Ondan sonra ne oldu, ne kadar zaman geçti, neler yaşandı bilmiyorum ama gözlerimi bir dahaki açışımda kendimi çok iyi hissediyordum. Uzun zaman sonra ilk defa böyle hissetmekten dolayı mutluluk duyup üzerimdeki battaniyeye biraz daha sarılırken bir an için duraksadım ve gözlerimi etrafta gezdirdim.

Hiç bilmediğim bir odada, hiç bilmediğim bir yatakta olduğumu fark ettim. En son zindandaydım diye içimden geçirip telaşla ayağa kalktım ve etrafıma bakınmaya devam ettim.

Az önce üzerinde uzanıyor olduğum eski ahşap bir yatak, yerde eski ama temiz bir halı, odanın bir köşesinde duran ve içeriyi sıcacık eden bir soba, sobadan biraz uzakta küçük bir masa, üzerinde dağınık duran kâğıtlar ve birkaç gaz lambası…

Korku dolu gözlerim etrafta gezinirken odanın ortasında öylece ayakta durmuş ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Burası neresiydi, ben neden buradaydım ve buraya geldiğimi neden hatırlamıyordum?

Ağır adımlarla pencereye doğru yürüyüp dışarıya baktığımda gördüğüm ilk şey kasabanın meydanı oldu. Gözlerimi hızla sağa doğru çevirdim ve evimi gördüm, gözlerim doldu. Hâlâ askeriyedeydim ve evi görebilecek bir odadaydım ama hâlâ buraya nasıl geldiğime dair bir fikrim yoktu. Buna rağmen hiçbir şey sorgulamayıp dolu gözlerimle evime bakmaya devam ettim.

Elina, babam, babaannem ve dedem acaba ne yapıyorlardı şu an? Beni düşünüyorlar mıydı? Beni kurtarmak için bir şey yapıyorlar mıydı? Belki de vazgeçmişlerdir benden. Peki ya Brice? O neredeydi, bir şeyler yapmış mıydı? Hem ben kaç gündür buradaydım acaba? Eğer tahmin ettiğim gibi günler geçtiyse neden iyi ya da kötü bir gelişme olmuyordu?

Gıcırdayan kapı sesini duyduğum an hızla arkamı döndüm. Odaya giren Bay Karel’i gördüğümde burada olmamla bir ilgisi olduğunu hemen anladım ve sessizliğimi sürdürmeye devam ettim. Kapıyı kapattığında ve beni gördüğünde durup bakışlarını üzerimde gezdirdi.

“Uyanmışsın,” derken gözleri yeniden gözlerimi buldu. “Ve daha iyisin.”

“Neden buradayım? Kimin odası burası?”

Bana doğru birkaç adım attı. “Aşağıda iyi değildin, bu yüzden seni buraya getirdim ben de.”

“Getirdiniz,” dedim beni tasdik etmesi için.

Başını salladı. “Evet.”

Sessiz ve tepkisiz kaldım.

“Hatta bir hekim geldi, kontrol etti seni.”

Sessiz kalmaya devam ettim.

“Bana öyle bir bakıyorsun ki yanlış bir şey yapmış gibiyim, oysa tüm bunlar sıradan şeyler.”

“Sıradan,” diye tekrar ettim söylediği şeyi ve ekledim. “Üzgünüm Bay Karel ama benim için sıradan değil.”

“Bay Karel dememen konusunda anlaştığımızı düşünüyordum.”

“Aklımdan çıkmış,” diye açıkladım kendimi anında. “Özür dilerim Komutan Bey,” diye eklediğimde sıkıntıyla nefesini dışarıya verdi, böyle dememden de hoşlanmadı ama bu kez uyarmadı da beni. “Size bir şey sorabilir miyim?” diye konuyu değiştirdiğimde sessizce başını salladı. “Kaç gün geçti?”

“Altı,” diye yanıtladı beni, afalladım. Altı mı? O kadar geçmiş miydi gerçekten? “Neden şaşırdın?”

“Burada o kadar zaman geçirdiğimi tahmin etmemiştim,” derken artık ölümün daha da yakın olduğunu hissediyordum. Beni oradan boşuna çıkarmış olamazdı. “Peki tarih belli oldu mu?”

Ne sorduğumu anlaması zor olmazken uzunca bir nefes aldı ve cevap vermek yerine başını salladı.

“Ne zaman olduğunu söylemeyecek misiniz?”

“Yarın sabah, sabaha karşı.”

Gözlerimi sımsıkı kapatırken gözümden bir damla yaş aktı ve yanağımdan süzüldü. O bunu görsün istemeyip arkamı döndüm ve yeniden dışarıya baktım. Artık gerçekten yolun sonuna geldiğimi hissediyordum.

Gözyaşlarımı silsem de yenilerinin akmasına engel olamazken Komutan’ın “Valencia,” dediğini duydum, gözlerimi açtım ve ağır hareketlerle ona döndüm. Fakat başımı yerden kaldırıp yüzüne bakamadım.

“Efendim,” derken sesim, fısıltı gibi çıkmıştı.

“Sana bir sır vermemi ister misin?” Bu soru beni şaşırtırken ne evet diyebildim ne de hayır. Bu sessizlik büyürken yine önümde bir çift postal belirdi, yanıma geldiğini anladım. “Cevap?” diye ısrarla sormaya devam ettiğinde yutkundum ve boğazımdaki düğümden kurtuldum.

“Bana neden bir sır vermek istediğinizi anlayamadım.”

“Seni ilgilendiriyordur belki de.”

Meraklanmadan edemedim ve bu merakım, yüzüne bakmam için bana cesaret verdi.

“Beni ilgilendiren bir sırrınızın olması çok ilginç,” dedim ve ekledim. “Ve evet, o sırrı bilmeyi isterim.”

Aldığı cevap onu memnun ederken “Valencia,” dedi kısık bir ses tonuyla. Ses tonunun çok güzel olduğunu düşünmeden edemedim, aynı zamanda da yabancı bir erkek için böyle düşünüyor olduğumdan dolayı kendime çok kızdım.

Komutan, gözlerini gözlerimin içine odakladı. Bu kadar dikkatli bakması heyecanlanmama neden olurken titreyen ellerimi saklamak için parmaklarımla oynuyormuş gibi göründüm. O esnada bana doğru bir adım attı, bu adımla aramızdaki mesafeyi biraz daha azaltıp yüzüme doğru eğildi.

Onun bana yaklaşması kendimi garip hissetmeme neden olurken mideme ağrılar girdi. Tüm bunlara rağmen elimden geldiğince her şey yolundaymış gibi görünmeye çalıştım. Komutan ise beni bu hâle düşürdüğünden bihaber biraz daha eğildi. Aldığı nefesi artık yüzümde hissederken dudakları, kulağıma doğru yol aldı ve fısıldayarak konuşmaya devam etti.

“İdam edilmeyeceksin,” dediği an şaşkınlıktan gözlerim büyüdü, kaşlarım havalandı ve dudaklarım aralandı. Doğru mu duydum diye düşünürken “Hatta böyle bir şey olmasın diye elimden geleni yapacağım,” diye ilave etti sözlerine.

“Ama,” dedim zorlukla, o hâlâ aynı pozisyonda -kulağıma eğilmiş bir şekilde- dururken de devam ettim. “Bu kararı veren zaten siz oldunuz,” dediğimde geri çekildi. Bir şey söylemek yerine sessiz kaldığında “Şimdi de bana bunun olmayacağını, hatta olmasın diye elinizden geleni yapacağınızı söylüyorsunuz. Üzgünüm ama ben, gerçekten hiçbir şey anlayamadım,” diye devam ettim konuşmama.

“Yakın bir zamanda neler olduğunu sen de anlayacaksın ve o zamana kadar sırrımı saklarsan beni çok mutlu edersin. Zira bu sır ortaya çıkarsa seni gerçekten idam etmek zorunda kalırım.”

Bu küçük bir tehdit miydi yoksa gerçekten böyle olmak zorunda mı olurdu anlayamamıştım.

“Siz,” dedim içime dolan umudun verdiği neşeli bir ses tonuyla. “Beni korkutmamak için yalan söylemiyorsunuz değil mi? Gerçekten idam edilmeyecek miyim? Yaşamaya devam edebilecek miyim?”

“Gözlerinin içine bakarak idam kararını verdim,” dedi, o anki ses tonu bir kez daha kulaklarımda yankılandığında şimdi bile ürperdim. “Sence şimdi korkma diye sana yalan söyler miyim?”

Cevap vermedim, hâlâ ondan duyduğum şeyin doğru olduğuna inanamıyordum ve duyduklarım pek de mantıklı gelmiyordu. Hem idam kararımı vermiş olması hem de idam edilmeyeceksin diyor olması çok da mantıklı değildi ne de olsa... Fakat düşüncesi bile içimi umutla doldurmaya yeterli oluyordu.

“Peki ne olacak şimdi? Bırakacak mısınız beni?”

“Hayır,” dedi anında. “Biraz daha burada kalmak zorundasın.”

“Ben gerçekten anlamıyorum, bunları yapma nedeniniz ne? Neden biraz daha burada kalmak zorundayım?”

“Sorularına cevap veremem. Hatta bunu bile bilmemen gerekiyordu ama seni daha fazla korkutmak istemedim.”

Daha fazla sormaya devam edemedim. Cevap veremem dedikten sonra ısrarla sormaya devam etmenin bir anlamı yoktu.

“Burası benim kaldığım oda, bir süre burada kalacaksın, zindan dışında kalabileceğin tek müsait yer burası çünkü. Askeriyedeki diğer odalar üst katta ve onlarca asker bir arada kalıyor.” Bakışlarımı kaçırdım, zindanda olmak yerine burada kalmayı tercih ederim ama o olmayacaktı değil mi? O, başka bir yere gidecektir herhâlde. Diğer türlüsü çok garip olurdu çünkü.

“Pencereden uzak dur, dışarıdan kimse seni görmesin ve eğer bir şeye ihtiyacın olursa kapıya birkaç kez vurman yeterli olur,” dedi ve birkaç saniye bekledi. Benden bir şeyler duymayacağından emin olmuş olacak ki odadan ayrıldı.

O odadan çıktığı an, kocaman gülümsedim. Bitmişti, kurtulmuştum. İdam mahkûmu değildim artık, yaşamaya devam edebilirdim. Mutlulukla “Kurtuldum,” diye fısıldarken aklıma Stella, James ve Mary geldi, yüzümdeki o gülümseme de içimdeki o mutluluk da yok oldu.

Mary’nin cansız bedeni bulunmuş muydu acaba? Bulunmadıysa bile ölü olduğu kabullenilmiş miydi? Peki Stella ve James konusunda n’olmuştu? Komutan bana onları sormuştu, bir şey yapacak gibiydi, yapabilmiş miydi acaba? Fakat ne yapabilirdi ki, bu saatten sonra elinden ne gelirdi? Ne de olsa Mary gibi o ikisi de ölmüştü.

Gözlerim dolarken az önce birkaç dakikalığına da olsa içine düştüğüm mutluluktan dolayı utanç duyup kendimi kötü hissettim. Tabii bir de Mary’nin katilini bilip susmam vardı. Sessiz kalmak zorunda olmak ağır geliyordu ve bir an önce Paul Chester’ın suçlu olduğunu, birine söylemem gerekiyordu. Daha önce susmuştum, Brice, benim için bir şeyler yapmaya devam etsin diye susmak zorunda kalmıştım ama şimdi Komutan idam edilmeyeceksin diyordu ve susmam için bir sebep yoktu artık ama korkuyorum, hem de çok korkuyorum ve anlıyorum ki korku, insanın ruhuna sızan en sessiz düşmanmış.

Şimdi ki korkum ise Brice’di, onun bana düşman olma ihtimaliydi.

Bunun nedeni Brice’in evlilikten vazgeçecek olması falan değil, bu umurumda bile değil hatta. Ne de olsa seven taraf o, sevmeye çalışan taraf benim ve bu çabadan çok çabuk vazgeçebilirim. Bu evlilik, benim için vazgeçemeyeceğim bir konumda değil ama o güçlü bir adam. Eğer kardeşinin ölümüne sebep olursam bu kasabada bana da aileme de asla huzur vermez. Bu yüzden başka bir şey yapmalıyım. Bu öyle bir şey olmalı ki hem Paul Chester’ın katil olduğu ortaya çıkmalı hem de bunu ortaya çıkaranın ben olduğumu kimse anlamamalı.

Sıkıntıyla oflarken kapının açılmasıyla o tarafa baktım ve bir asker gördüm. Elindeki tepsiyi sabit tutmaya çalışırken “Komutanım size yemeniz için bir şeyler gönderdi,” diye açıkladı, Bay Karel kendisine komutan dememden hoşlanmıyor gibiydi ama fark ettiğim kadarıyla askerler de ona komutan diyorlardı.

Asker tepsiyi masanın üzerine bırakıp odadan çıktığında hızla gidip tepsiyi aldım, yatağın kenarına oturdum. Yine bir kâse çorba, bir dilim ekmek vardı. Bu kez ek olarak biraz da pilav koymuşlardı. Umarım aşağıya getirdikleri gibi değildir diye düşünürken korkarak da olsa yemeklerin tadına baktım. Her şeyin çok lezzetli olduğunu fark ettiğim an ise hızlıca hepsini yiyip karnımı bir güzel doyurdum. İşte o an kendimi çok daha iyi hissetmeye başlamıştım.

Tepside yenilebilecek hiçbir şey kalmadığında kalkıp yeniden masanın üzerine koydum ve gidip yatağımın kenarına oturdum, Paul Chester’ı nasıl suçlayabileceğimi düşünmeye devam ettim. Bunun için en akılcı yolu bulmalıyım diye içimden geçirirken odanın kapısı bir kez daha açıldı ve yine aynı asker içeriye girdi.

“Bayan Pride,” dedi kapının yanında dururken. “Komutanım sizi çağırıyor.”

Az önce burada olmasına ve her şeyi konuştuğumuzu düşünmeme rağmen beni çağırıyor olmasına bir neden bulamasam da sormadım ve ayağa kalktım. Ağır adımlarla askerin yanına gittim, yanına ulaştığımda hâlâ açık olan kapıdan çıktı, ben de peşinden çıktım ve çıkar çıkmaz olduğum yerde kaldım.

Burası daha önce bulunduğum, hakkımda idam kararı verildiği, dedemin bana tokat attığı o odaydı. Şaşkınca bir o odaya bir de yatak odası gibi olan yere baktım. İki oda iç içe miydi yani? Bunu şimdi fark ediyor olmak komik gelmişti.

“Beni takip edin lütfen,” diyen askerin peşine düştüm, o odadan da birlikte çıktık ve koridorda ilerlemeye başladık.

Birkaç dakika sonra büyük bir kapıdan geçtiğimizde artık açık alandaydık ama burası meydana bakmıyordu. Askeriyenin arka tarafındayız herhâlde diye düşünürken askeri takip etmeye devam ettim. Çok geçmeden durduğunda ben de durmuştum.

“İleride sizi bekliyor,” dediğinde ileriye doğru baktım, bahçedeki atların yanında olduğunu gördüm. Arkası dönük olduğu için beni göremezken yanına gittim.

Yanına ulaştığımda durup “Beni çağırmışsınız,” dedim, ancak o an geldiğimi fark etti. “Bir sorun mu var? Neden beni çağırdınız?”

“Benimle bir yere kadar gelmeni istiyorum,” dediğinde büyük bir şaşkınlık yaşadım.

“Anlayamadım? Ben mi sizinle bir yere geleceğim?”

“Evet.”

“Sizinle nereye gelebilirim ki?”

“Demek ki gelebileceğin bir yer varmış,” deyip sorumu yanıtsız bıraktı. “Geliyor musun gelmiyor musun?”

Nasıl bir cevap vereceğimi bilemeyip sessiz kaldım. Beni nereye götürmek istiyor olabilirdi ki? Hem ben hiç tanımadığım bir adamla nasıl giderdim? Bu, uygun olmazdı ki… Ama bir yandan da çok merak etmeye başlamıştım. Herkes zindanda olduğumu düşünürken gitmemde bir sakınca olmazdı belki.

“Şey,” dedim çekingen bir tavırla. “Ya bir gören olursa?”

“Olsun,” dedi gayet rahat görünürken.

“Bu sizin için normal olabilir ama benim için değil.”

“Anlıyorum,” dedi ve biraz düşündükten sonra “Ama gideceğimiz yerde biriyle karşılaşacağımızı hiç sanmıyorum,” diye ilave etti.

Hâlâ gidip gitmemek konusunda emin değilken bu süreci hızlandırmak istercesine konuştu. “Çabuk karar verirsen sevinirim, çabucak gidip gelmemiz gerekiyor, ilgilenmem gereken başka işler var.”

Vazgeçmesinden korkup “Peki,” dedim, çünkü gerçekten fazlasıyla merak etmiştim beni nereye götüreceğini.

“Güzel, seç bir tanesini bin hadi,” dedi ve benden önce davranıp kendisi yanında durduğu kahverengi ve çok iri olan ata bindi.

“Yürüyerek gideceğiz zannediyordum.”

“Çabucak gidip gelmemiz lazım demiştim ben de.”

Bir ata bir de yeniden ona baktım. “Ama ben at binmeyi bilmem ki.”

Bunu tahmin edememiş olacak ki afallar gibi oldu, sanki ne diyeceğini bilemez gibiyken merakla ona bakmaya devam ettim. Çok geçmeden elini uzattı. “Gel o zaman.”

“Birlikte mi bineceğiz?”

“Bilmiyorum dedin, başka şansımız mı var?”

“Olmaz, bu doğru değil.”

Bakışları keskinleşti. Sanki dünyanın en mantıksız şeyini söylemişim gibi bir bakış atarken bu kasabada yaşananlardan bihaber olduğundan emin oldum. Yoksa keskin bakışları, bu kadar anlamsız olamazdı. O keskin bakışların altında yatan merak duygusunu fark etmek, beni bu durumu açıklamaya itti.

“Eğer bir gören olursa beni idamdan siz dahi kurtaramazsınız,” dedim, bakışlarındaki anlamsızlık tıpkı benim içimde ona karşı filizlenip büyüyen merak gibi büyürken “Hatta kendinizi kurtarmaya çalışmaktan ben aklınıza bile gelmem,” diye tamamladım cümlemi.

Hareketlenen atın eyerlerini bırakıp ustalıkla indi üzerinden ve karşımda durdu. “Ne demek istediğini tam olarak anlayamadım.”

Bu sözlerine karşılık gülümsedim, mutluluktan ziyade buruk bir gülümsemeydi bu. Bunu onun da fark etmesini ve bu gülümsemeyi yanlış yorumlamamasını umarken sözlerimi açıkladım ona. “Böyle şeyler buralarda çok yanlış anlaşılır, siz bile suçlanırsınız demek istedim.”

Bu cümlemle tek kaşını kaldırdı, bunu nasıl becerdiğini düşünürken karşımda kendinden emin durdu. Sanki sözlerim gururunu kırmış gibiydi. Ben ise buna neden olacak herhangi bir şey yaptığımı düşünmüyordum.

“Bu kasabada beni suçlayabilecek mevkide biri yok.”

Dudaklarımdaki buruk gülümseme en az onun şu anki özgüveni kadar büyüktü. “Bu kasabayı gerçekten de hiç tanımıyorsunuz, bir rapor yazmanız çok vaktinizi alacak gibi.”

“Doğru,” dedi anında, az öncekinin aksine fazla ciddi ve sanki biraz sinirli gibiydi. Bunu fark etmek acaba yanlış mı konuştum, haddimi aştım mı diye düşünmeme neden olduğunda amacımın bu olmadığını söylemek istedim ama o konuşmaya devam edince bunu yapamadım. “Tanımıyorum bu kasabayı, tanımak için buradayım zaten. Sen söyle o zaman; ne ima etmeye çalıştın?”

Göbeğimin altında birleştirdiğim ellerimin parmaklarıyla oynarken ona bir cevap versem mi vermesem mi bilemedim. Çünkü şu an içimde öyle bir his filizlenmişti ki sanki dudaklarımdan dökülecek her cümle yanlış anlaşılacak ve aslında ne söylemek istediğimi hiçbir zaman açıklayamayacak gibiydim.

Bu his, içimde beni ölüme sürükleyecek bir ur gibi büyürken “Seni dinliyorum,” dedi artık konuşmam için.

Her ne kadar konuyu değiştirmek, bu konuyu konuşmaya devam etmek istemesem de onun karşımda kendinden bu kadar emin ve meraklı durması bir cevap alana kadar pes etmeyeceğini anlamam için yeterli olmuştu. Bu yüzden de cesaretimi toplayıp ortada o kadar büyük bir yanlış anlaşılmaya neden olacak bir konu olmadığına da kendimi inandırıp konuştum.

“Bu kasabada hata yapan insanların boynuna dolanan o ipten daha tehlikeli bir şey var.” Komutan, merakla kıstığı yeşil gözlerini gözlerimden çekmezken “Kasabalıların zehirli dilleri,” diye ekledim.

“Zehirli diller,” diye tekrar etti söylediğim şeyi. Söylediğim şey kulağına mantıksız gelmiş olacak ki kendisini onaylamamı istiyor gibiydi. Ben de bunun için onu hiç bekletmeyip başımı salladım. “Söylemek istediğin şeyi biraz daha açar mısın?”

Bu konu, tahmin ettiğimden çok daha fazla ilgisini çekmiş gibiydi.

“Burada küçücük bir haber ya da birinin bir anlık düştüğü gafletle yaptığı bir hata kasabalının diline düşer. Sonra o öyle bir yayılır ki o küçücük hata hiç büyümemesi gerektiği kadar büyür.”

O kadar dikkatli bakıyordu ki bana sanki şu an dünyanın en önemli şeyini anlatıyor gibi hissediyordum ve bu his içimde büyüdükçe, daha önce kalbimin hiç hissetmediği yeni duygularla tanışıyordum. Benim için o duygulara bir isim vermek de onları dile getirmek de çok güçtü. Çünkü bunu anlatacak bir kelimeyi daha önce hayatımda hiç kullanmamışım gibi bir hissiyat vardı içimde ve eğer şu an bu hissi bir kelime ve yahut bir cümleye sığdırmak zorunda olsaydım, değer görmek derdim.

Hiç tanımadığım bir adam, sadece beni dikkatli dinliyor diye böyle hissetmek benim mi suçumdu yoksa daha önce bana böyle hissettirmeyenlerin mi suçuydu bilmiyorum. Bu durum hakkında bildiğim tek şey, tehlikeli ve yanlış olduğuydu.

Düşüncelerim arasında rüzgârda savrulan bir kâğıt misali savrulurken Komutan, “Yani?” diye sordu sanırım konuşmaya devam etmem için.

Kendimi toparlayıp düşüncelerimden sıyrıldım ve sonra da “Büyüyen o küçük hata da birini ölüme bile götürebilir. Bu kasabada ölen insanların çoğunun sonunu o zehirli diller getirdi. Bir kişinin attığı iftiradan kurtulmak kolaydır ama onlarca kişinin diline dolanan şeylerden kurtulmak çok zordur,” dedim, Komutan beni büyük bir dikkatle dinlemeye devam ederken de devam ettim.

“Bizim birlikte görülmemiz onlar için güzel bir malzeme olur. Biliyorum, kendinize çok güveniyorsunuz ama o zehirli diller bir gün sizin bile sonunuzu getirebilir. Belki sıradan bir vatandaş gibi suçlanıp cezalandırılmazsınız ama buradan arkanıza bile bakmadan kaçmak zorunda kalırsınız. Çünkü sizi bakışlarıyla o kadar boğarlar ki kaçıp nefes almak istersiniz.”

Gözleri, içinde dolaşan düşünceleri ele verirken bu ifade, sözlerine yansıdı. “Tüm bunları yaşamış gibi konuşuyorsun, oysa yakalanmana neden olan şeylerin herhangi bir dedikoduyla ilgisi yoktu.”

“Böyle bir şey yaşamadım,” dedim ve acıyla devam ettim sözlerime. “Ama yaşayan birini tanıdım.”

“O biri Stella mı?” diye sordu anında. Bu konu, tıpkı diğer anlattığım her şey gibi ilgisini çekmişti. Karşımdaki adam öyle birisiydi ki anlattığım her şey onun için önemli gibi hissediyordum, hatta belki gerçekten de önemlidir. Ne de olsa buraya bu kasabayı tanımak için gelmemiş miydi?

“Stella değil,” dedim, o an yüzündeki meraklı ifadeyi fark etmemek için kör olmak gerekirdi. Dudaklarımdan dökülecek olan her şey onun için yeni bir bilgi gibiydi ve o, bu kasaba hakkında bilgiye aç bir adamdı. Şimdi de o açlıkla gözlerimin içine sabırsızca bakıyor ve devam etmemi bekliyordu. Fakat bu kez bahsettiğim bu konuyu ona anlatmak istemedim çünkü bu, hatırlamak dahi istemediğim bir olaydı.

“Yeterince vakit kaybettik, Komutan Bey. Geri döndüğünüzde mühim bir işiniz olduğundan bahsetmiştiniz.”

Ona bu kez istediğini vermemiş olmam yüz ifadesinin değişmesine neden olurken öksürdü ve boğazını temizledi. “Orman yolundan gideceğiz, kimsenin görmeyeceğinden ve zehirli dillerin seni de beni de ölüme sürüklemeyeceğinden emin olabilirsin,” dedi ve arkasındaki ata büyük bir ustalıkla bindi. Bir eliyle atın eyerlerini tutarken diğer elini bana uzattı. “Şimdi geliyor musun benimle?”

Merak duygusunu şu an diğer tüm duygulardan daha yoğun hissediyordum, tıpkı o gece evden çıkarken olduğu gibi yine ne olacağını düşünmek istemiyor ve sadece içimden geleni yapmak istiyordum fakat korkuyordum da. Daha önce değil bir erkekle bir ata binip ona o kadar yakın olup bir yere gitmek, yanlışlıkla bile temas etmemiştim. Hatta ben Brice ile bile bu kadar yakın olmamıştım ve şimdi bana Brice’den bile yabancı olan birine yakın olacaktım. Bu, belki onun için sıradan bir durumdu ama benim için dakikalarca düşünmeme neden olacak kadar büyük bir olaydı.

“Sanırım gitmiyoruz,” dediğinde telaşlandım. “Gidiyoruz,” dedim bir anda.

Bakışlarındaki o sert ifade yok olurken elini yeniden uzattı bana. “Hadi o zaman.”

Ağır hareketlerle elimi kaldırdım, eline uzattım. Parmaklarım parmaklarına değdiğinde o kadar garip bir şey oldu ki yılın en sıcak gününde bile üşüyen ellerim, onun eline dokunduğum ilk an alevler içinde yandı ve bu yangın, kalbimi korkuyla titretti. Çünkü o ateşin beni yakabilecek olma ihtimaliyle ilk kez o an yüzleştim.

Bu korku kalbimde filizlenip tüm duygularımı ele geçirirken Komutan, elimi sıkıca tuttu ve beni yukarıya doğru çekti. Ben de bir ayağımı üzengiye atıp kendimi yukarıya doğru çektim ve diğer ayağımı da atın sırtına atıp ata binmiş oldum.

İlk defa yaptığım bu şeyin heyecanı az önceki korkumdan daha baskın gelirken dengemi sağlayamadım, düşecek gibi oldum ve tutunabileceğim tek yer o olduğu için üzerindeki yeşil üniformaya sıkı sıkı tutundum. Sürekli düşecek gibi hissetmem normal mi diye içimden geçirirken Komutan, omzunun üstünden baktı bana.

“Hazır mısın?”

Böyle bir şeye hazır olmam mümkün dahi değildi, bu yüzden başımı sağa sola salladım ve doğruyu söylemiş oldum fakat beklediğimin tam aksine bu onun pek de umurunda olmadı.

“Çok geç,” demesiyle önüne dönmesi ve atın eyerlerini çekmesi bir oldu. Eşzamanlı olarak at harekete geçip ilerlediğinde geriye doğru savruldum. Korkuyla attığım minik bir çığlıkla birlikte ona tutunmayı bırakıp beline sımsıkı sarıldım.

Bu yaptığımla birlikte hafifçe bir kez daha omzunun üstünden bana bakıp da önüne döndüğünde yaptığım şeyin ancak farkına varabildim. Bunun için kendime kızıp ondan uzaklaşmak ve sadece üniformasına tutunmak istedim ama bunu yapmaya kalktığım ilk an attan düşme tehlikesi atlatıp kendimi yeniden ona sarılırken buldum.

Bulunduğum bu duruma kendim bile şaşırırken aslında en iyi ben biliyordum ki bu yaptığım, o geceki aptallığımdan daha da öte bir aptallıktı. Gecenin bir yarısı sokağa çıkıp isyancılarla birlikte yakalanmış olmamdan daha büyük bir suç işliyordum ama bunu bildiğim hâlde bu yanlışlığın sürdürmeye devam ediyordum. Çünkü son zamanlarda yaşadığım şeyler bu kasabanın doğrularından nefret eder hâle getirmişti beni. Israrla, inatla yanlış yapasım geliyordu.

Sonunda canı yanacak olanın sadece yine ben olacağımı çok iyi bildiğim hâlde…

Atın güçlü ayak seslerinin arasından “İlk defa bir ata biniyor gibisin,” dediğini duyduğumda başımı biraz daha ona yaklaştırdım.

“İlk defa biniyorum zaten.”

Başını yeniden hafifçe bana çevirdi. “Bu, gerçek olamaz değil mi?”

“Hayır, gerçek,” dedim ve ormanlık yola girdiğimizi fark ettim. “Neden ormana geldik?”

“Kimse görmesin istiyordun, kimse görmeden bir tek buradan gidebilirdik gideceğimiz yere.”

“Nereye gideceğimizi şimdi daha çok merak etmeye başladım, Komutan Bey.”

“Valencia,” derken sesinde garip bir ton vardı. “Seni attan düşürmemi istemiyorsan bana Komutan Bey demeyi bırakmalısın.”

Tehdidi yüzünden gözlerim büyüdü. “Ama neden kızıyorsunuz ki? Hem başka ne diyebilirim?”

“İsmimi söyleyebilirsin,” dediğinde sanki at biraz daha hızlanmış gibiydi ve bu beni çok korkuttu, gözlerimi sımsıkı kapattım.

“Sadece isminizi nasıl söyleyeyim? Bu, saygısızca ve doğru değil,” dedim sanki şu an çok doğru bir anın içindeymiş gibi ve ona daha da sıkı tutunup gözlerimi de bir o kadar sıkıcasına yumdum. Ya gerçekten bu kadar hızlanmasının nedeni beni düşürmeye çalışmasıysa? Yapmazdı öyle bir şey değil mi? Katil değil, asker sonuçta. Bir askerin birini öldürdüğü nerede görülmüş? Korkudan yine olmayacak düşüncelere kapılmaya başlamıştım.

Korkuyla gözlerimi sımsıkı yummaya devam ederken önce yavaşladığımızı sonra da durduğumuzu hissettim. Ne olduğunu anlamak için gözlerimi araladığımda gördüğüm şeyle şaşkınca kaldım.

Doğru mu görüyorum yoksa bir hayalin içinde miyim bilemezken Komutan, “İnmeyecek misin?” diye sordu. Ancak o an ona hâlâ sımsıkı sarılmaya devam ettiğimi fark edip hızla uzaklaştım ve yeniden üzengiye ayağımı geçirip biraz zorlansam da attan indim. Etrafıma bakınırken hemen peşimden o da indi.

Karşımda durduğunda gözlerinin içine baktım, bir şeyler söylemesini bekledim ama sessiz kaldı. Sabredemeyip “Beni neden buraya getirdiniz?” diye sordum hâlâ mezarlığın içinde oluşumuzun şaşkınlığını yaşarken.

“Her şeyi başına buraya gelmek için açmış ama gelememiştin, ben de seni getirdim işte.”

Gözlerim dolarken minnetle baktım gözlerinin içine. Neden böyle bir şey yapmıştı? Bunu yapması için bir nedeni yoktu ki… Karşılığında ne bekliyordu benden, bir şey mi isteyecekti acaba? Yoksa karşılıksız mı yapmıştı? Ama bir insan bir başkasına karşılıksız hiçbir şey yapmazdı ki… Hem de hiç tanımadığı birine. Ya da yapar mıydı? Bana kimse yapmamıştı ki…

“Neden bana öyle bakıyorsun?”

Ona nasıl baktığımı, dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyordum. Belki korkarak belki mutlulukla belki de hüzünle bakıyordum, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, şaşkın olduğumdu. Çünkü bunu gerçekten beklemiyordum.

“Neden yaptığınızı anlamaya çalışıyorum.”

Tek kaşını kaldırdı yine. “Anlamayacak bir şey yok. Gelmeyi istemiş ama gelememiştin, ben de sana yardımcı oldum.”

“Bunu yapmak için bir nedeniniz yoktu ama,” dedim ve ilave ettim. “Neden bana iyilik yapmak isteyesiniz ki?”

“İyilik yapmadım,” dedi o da anında. “Haklısın bir nedenim de yoktu ama eğer senin bir nedene ihtiyacın varsa, hatamı telafi etmeye çalıştığımı düşünebilirsin.”

“Hatanız mı?” Bir hata yapmamıştı ki…

“Seni korkuttum,” dedi ve âdemelması kavisli bir şekilde hareket etti, yutkunduğunu anladım. “Öleceğini hissettirdim sana, bir insana bundan daha büyük bir yanlış yapılamazdı.”

Sessiz kaldım.

“Ölmene, özellikle de benim aldığım bir kararla ölmene, asla izin vermeyeceğim hâlde izin vermiş gibi göründüm. Seni korkuttum, hatta ağlattım, dedenin sana vurmasına neden oldum, benim yüzünden zindana atıldın, hastalandın, senin de dediğin gibi; umutlarını elinden aldım.”

Daha sayacak gibiyken “Bunları hata olarak görmeniz beni şaşırttı, hiçbiri sizin hatanız değildi,” dedim ve ilave ettim. “Hepsi benim hatamdı, o gün evden çıkan ben oldum ve bunu yaparken asla yapmamam gerektiğini de her şeyin o noktaya gelebilecek olma ihtimalini de çok iyi biliyordum.”

“O senin hatandı,” diye onayladı beni. “Ama diğerleri benim hatamdı, şimdi bunu telafi etmeye çalıştığımı düşünebilirsin.”

Israrla aynı şeyi söylemesi tüm kelimelerimi tüketmişti.

“Hadi, arkadaşının yanına git artık. Oyalanmadan dönmemiz lazım, mühim işlerim var.”

Buruk da olsa tebessüm ettim ona ve yanından ayrıldım. Benim bile bilmediğim mezarın yerini biliyormuş meğerse, çünkü beni tam Stella’nın mezarının yanına getirmişti. Ani bir kararla beni buraya getirmediği, üzerine düşündüğü belliydi.

Stella’nın mezarına yaklaştıkça yüzümdeki buruk tebessüm soldu ve o mezarın başında durduğumda gözyaşlarına boğuldum. Geçen günler toprağın çökmesine, mezarın yokmuş gibi görünmesine neden olmuştu. Bu, kalbime derin bir sızı yerleştirirken diz çöktüm ve toprağa bakarak ağlamaya devam ettim.

“Özür dilerim Stella,” dedim ağlarken, sanki kalbime bir cam parçası saplanmıştı ve her nefes aldığımda bir öncekinden daha çok yakıyordu canımı. “Yardım edemedim sana, yardım et diye bağırdın ama hiçbir şey yapamadım, yanına bile gelemedim,” derken nefesim kesildi, hıçkırdım ve buna rağmen devam ettim konuşmaya.

“Ama sana söz veriyorum, seni haksız yere öldürenler bunun cezasını çekecekler,” deyip gözyaşlarımı sildim. “Sana verdiğim sözü tutana kadar o kitabı sakladığımız yerden hiç çıkarmayacağım. Sonunu ben de bilmeyeceğim, ne zaman ki sözümü tutarım, gelip burada okuyacağım. Her sayfayı beraber okuduğumuz gibi sonunu da beraber öğreneceğiz,” derken gözyaşlarım hızlandı ama hızla sildim onları.

“Belki buraya çok uzun süre bir daha gelemeyeceğim, belki bu yüzden bana kızacaksın ama seni hiç unutmayacağım Stella, sana yapılanları da unutmayacağım. Belki çok bir şey gelmeyecek elimden ama yine de ne gelirse yapacağım, bunun hesabını soracağım onlardan,” dedim, oysa henüz onlar diye bahsettiklerim kim onu bile bilmiyordum ama öğreneceğim, öğrenmem lazımdı, Stella’ya verdiğim sözü tutmalıydım.

Başımı çevirip Komutan’a baktığımda atıyla ilgilendiğini gördüm. Yaşlı gözlerimi yeniden Stella’nın mezarına çevirirken gözyaşlarımı sildim.

“Şimdi gitmem lazım Stella, önce kendi hayatımda her şeyi yoluna koyacağım, daha sonra da sana verdiğim sözü tutacağım,” dedim, hâlâ akmaya devam eden gözyaşlarımı bir kez daha silerken zorlukla kalktım yanından ve etrafa bakındım. Yakınlarda başka yeni bir mezar yoktu, James’in mezarı buradan uzakta olmalıydı.

Etrafta gezdirdiğim gözlerimi yeniden Stella’nın mezarına çevirdim ve ona son kez bakıp arkamı döndüm. Aslında buradan gitmeyi hiç istemiyordum. Saatlerce burada durup ağlayabilirdim ama Komutan işi olduğunu söylemişti, onu beni buraya getirdiğine pişman etmemem gerekiyordu.

Komutan’ın yanına döndüğümde bakışları hemen beni buldu. Muhtemelen ağlamaktan kızarmış olan gözlerime bakarken konuştu. “Bu kadar çabuk dönmeni beklemiyordum.”

“Sizi bekletmek istemedim,” dedim ve buruk bir tebessüm ettim. “Beni buraya getirdiğiniz için bir kez daha çok teşekkür ederim, bunun benim için ne kadar önemli olduğunu tahmin edemezsiniz.”

“Bunun uğruna yaptığın şeyleri düşünürsek aslında tahmin etmek pek de zor değil,” dediğinde başımı hafifçe önüme eğdim. “Başını önüne eğmen için söylemedim, bundan sonra daha dikkatli olman için söyledim.”

“Küçük bir hata yüzünden birilerinin ölmesine karşıyım, hep karşıydım. Seni de bu işten bu yüzden kurtarmaya çalışacağım ama her zaman bu kadar şanslı olmayabilirsin. Buradan bazı şeyleri değiştirmeden gitmeyi düşünmüyorum ama ben gittikten sonra her şey yeniden eski düzene dönebilir. O zaman yapacağın bir hata affedilmeyebilir. Bu yüzden dikkatli olmalısın, hatta bu kasabada yaşayan herkes dikkatli olmalı.”

“Öyle bir konuşuyorsunuz ki sanki yaşananlar sadece bu kasabaya özel bir durummuş gibi, savaş döneminde sorun çıkaran her bölge böyle ağır şartlarda yönetilmiyor mu?”

“Haklısın, oralar da böyle yönetiliyor ama oralarda idam edilen insanlar ya isyancı ya da hain oluyorlar. Ölümü hak etmiş oluyorlar yani. Ben, daha önce hiçbir yerde bir kadınla bir erkek yakınlaştılar diye idam edildiklerine şahit olmadım,” dedi, afalladım. “Hatta sen olmasaydın burada bile böyle bir şeyin yaşandığını bilmeyecektim.”

“Olur mu hiç? Binbaşı ve Yüzbaşı var sonuçta, onlar size her şeyi anlatırlardı.”

“Onlara güvendiğimi söyleyemeyeceğim, tüm bu olanlarda bir payları varmış gibi hissediyorum. Görevlerini doğru yaptıklarından emin değilim, bu yüzden bu kasabada uzun bir süre kalacak gibiyim Valencia,” dedi, sessiz kaldım. “Neyse, hadi gidelim,” deyip atına yöneldi.

Söyledikleri aklımı karıştırmıştı, acaba gerçekten de başka bir yerde insanlar daha farklı yaşamlar sürüyor olabilir miydi? Stella’yı ölüme götüren suç, başka bir yerde suç değil miydi? Ama bu kulağa hiç de mantıklı gelmiyordu. Sonuçta yasalar herkes için aynıydı, değil mi? Yoksa biz mi yanlış biliyorduk?

“Bu arada,” diyerek yeniden bana döndü Komutan. “Konuştuklarımız aramıza kalır umarım.”

“Endişe etmeyin, kimseye bahsetmem,” derken içime garip bir his çökmüştü. Kimsenin bilmesini istemediği şeyleri neden bana anlatmıştı? Hiç tanımadığı bir kadına bu kadar güveniyor muydu? Yoksa başka bir amacı mı vardı? İçimden bir ses, tüm bunları bana anlatmasını bile bir nedeni olduğunu söylüyordu.

“Hadi o zaman, gidelim artık,” dedi ve atına bindi, yeniden elini uzattı bana.

Çekingen bir tavırla tuttum elini ve yine zorlansam da sonunda ata binmeyi başardım. Yine sadece üniformasına tutunmakla yetinirken hareket etmesiyle birlikte kendimi ona sarılırken buldum.

Dakikalar sonra askeriyeye yeniden ulaşıp da arka bahçesinde attan indiğimizde “Takip et beni,” dedi ve ilerledi.

Peşinden gittiğimde aralarından geçtiğimiz onlarca askerle göz teması kurmamak, suçlayıcı bakışlara maruz kalmamak için elimden geleni yaptım. Az sonra Komutan yine aynı odaya girdiğinde ben de peşinden girmiştim. Muhtemelen ben yine arkadaki odaya geçeceğim diye düşünürken “Otur lütfen,” deyip masasının önündeki ahşap sandalyeyi gösterdi.

İşi varken beni göndermek yerine neden oturmamı istediğini anlayamasam da sorgulamadım ve dediğini yapıp oturdum. Kendisi de yerine oturup arkasına yaslandığında sabırla bir şeyler söylemesini bekledim. Çünkü şu durumda sessiz kalması pek de normal olmaz gibiydi.

“Birazdan deden ve nişanlın burada olacak,” dediğinde afalladım. Bu, duymayı beklediğim son şey bile değildi çünkü. “Onlara küçük bir oyun oynayacağım ve eğer her şey istediğim gibi giderse bu geceyi evinde geçirebileceksin.” Bir yanım eve dönme, Elina’yı ve babamı görme ihtimalim yüzünden mutlulukla dolup taşarken diğer yanım bahsettiği o oyun yüzünden korku doldu. Kötü bir şey yapmazdı değil mi?

“Ya istediğiniz gibi gitmezse? O zaman ne olacak?”

“O zaman biraz daha burada kalmak zorunda kalacaksın, her şey istediğim gibi gidene kadar.”

Ne diyeceğimi bilemezken kapıya birkaç defa vuruldu ve bir şey dememe de pek gerek kalmadı.

“Gel,” diye seslendi Komutan, bir asker içeriye girdi.

“Bay Chester ve Bay Pride geldiler, Komutanım.”

Bu cümleyi duymak bile kalbimin korkudan delicesine atmasına neden olurken sakin kalmaya çalıştım.

“İçeriye alın,” dedi Komutan, korkudan başımı yerden kaldırmayıp parmaklarımla oynarken asker odadan yeniden ayrıldı.

“Bu kadar korkmana gerek yok, eğer korkun eve döndüğünde olacaklardansa dedenin yaptığı şey aklımda, buna göz yumacak değilim,” dediğinde başımı kaldırdım, göz göze geldik.

“Dedem kötü biri değil.” Kaşlarını çattı. “O an çok öfkeli olduğu için öyle davrandı, normalde öyle biri değil.”

Sözlerimin hoşuna gitmediği, yüz ifadesinden belliydi. “Ne kadar öfkeli olursa olsun, sana vurmaya hakkı yok. Bunu sakın unutma,” dedi, o esnada odanın kapısına bir kez daha vuruldu ve dedemle Brice içeriye girdiler.

Onları görünce istemsizce ayağa kalktım ama yüzlerine bakamadım.

“Bizi çağırmışsınız,” dedi Brice öfkeli bir ses tonuyla ama sanki o öfkesini bastırmaya çalışır gibi bir hâli de vardı. Fakat bunu başardığını pek de söyleyemezdim. Çünkü şu an Komutan’a öyle bir bakıyordu ki sanki onu çoktan düşman olarak kabullenmiş gibiydi.

Gözlerimi ondan çekip Komutan’a baktığımda onun bakışlarının Brice’den daha öfkeli, daha sert olduğunu fark ettim. Bu iki adam arasındaki bakışma, ikisi için bir savaşın başlangıcı gibiydi. Sanki, savaş çanları onlar için çalıyordu ve bu, beni gerçekten korkutuyordu.

Komutan, öfkesini biraz olsun bastırmayı başarmış olacak ki “Oturun,” dedi dedem az önce benim oturduğum yere, Brice de hemen karşısına oturduğunda “Kesinleşen kararı bildirmek için çağırdım sizi. Hâkim idamın yarın sabaha karşı yapılacağını söyledi. Valencia Pride’ın yarına kadar askeriye sınırları içerisinde, asker gözetiminde ailesiyle görüşmeye hakkı var. Kendisi kimleri görmek istediğini size söylesin, o kişileri buraya getirin.”

Oyun diye bahsettiği şey bu muydu acaba? Şu an aklım o kadar karışık ki ne yapmaya çalıştığını da yapacaklarının sonunu da hiçbir şekilde tahmin edemiyorum.

“Komutan Bey,” diye araya girdi dedem. “Size yalvarıyorum bu kararınızdan vazgeçin,” dedi ve çatallanan sesiyle ekledi. “O, daha gencecik bir kız.”

İstemsizce gözlerim dolduğunda Komutan’ın arkasına yaslandığını fark ettim.

“Bu kararı alan ben değilim, Bay Pride,” dedi ve Brice Chester’a baktı. “Hepimizin gözleri önünde Binbaşı ve Yüzbaşı ne yapmam gerektiğini söylediler, ben de düzeni bozmayıp onların dediğini yaptım,” dedi, bu konuda doğruyu söylüyordu. O, sadece onları dürüst ve adil olmaları konusunda uyarmış ve muhtemelen duymayı beklediği şeyi hepimizin duymasını sağlamıştı.

“Onları buna siz mecbur bıraktınız,” dedi Brice öfkeyle, Komutan’ın bakışları sertleşirken de ekledi. “Gözlerimizin önünde tehdit ettiniz.”

“Sözlerinize dikkat etmelisiniz, Bay Chester. Birini böyle suçlarken, özellikle de beni, sonunun nereye varacağını düşünmeniz gerekiyor,” derken sesi yine uyarıcıydı. “Ben, kimseyi tehdit etmedim. Sadece adil olmalarını sağladım,” dedi ve dedeme baktı. “Bu kasabada daha önce kaç kişi bu tarz suçlardan idam edildi sizce?” diye sorduğunda dedem sessiz kaldı, Komutan ise yeniden Brice’e döndü. “Verecek bir cevabınız yok mu?”

Brice, buradaki herkes gerçeği bilmiyormuş gibi cevapladı bu soruyu. “Hiç kimse.,”

Brice’in bu cevabı, Komutan’ın bastırmaya çalıştığı öfkesinin gün yüzüne çıkmasına neden olurken “Hiç Kimse,” diye tekrar etti öfkeyle, o sırada kapıya bir kez daha vuruldu bir kez daha “Gel,” diye seslendi. Bu kez içeriye girenler Binbaşı ve Yüzbaşı’ydı. “Geldiğiniz iyi oldu,” dedi ve gözlerini Binbaşı’na odakladı.

“Binbaşı Hardy, Bay Chester ve Bay Pride idam hükmünü bozmamızı istiyorlar. Fark ettiğim kadarıyla bunu adil bulmuyorlar. Sizi tehdit edip böyle bir karar almanızı sağladığımı düşünüyorlar, siz de onlar gibi mi düşünüyorsunuz?” diye sordu, bu adamın tavırlarındaki soğukkanlılık ve sesindeki duygusuzluk, insanı ürkütecek cinstendi. “Yüzbaşı Beck, sorum sizin için de geçerli.”

“Efendim,” diyerek konuşan ilk kişi Binbaşı oldu. “Duyacaklarınızdan hoşlanmayacağınızı çok iyi biliyorum ama eğer tepki göstermeyeceğinizi bilseydik kararımızı Bayan Pride’ın daha önce hiçbir suça karışmadığını göz önünde bulundurarak verirdik,” dedi, şaşırmadan edemedim. Çünkü ondan düşüncesini bu kadar açık şekilde dile getirmesini beklemiyordum.

“Öyle mi?” diye sordu Komutan, Binbaşı onu onayladığında ise Yüzbaşı’na çevirdi bakışlarını ve ondan bir cevap duymayı bekledi.

“Ben de Binbaşı Hardy’e katılıyorum efendim,” diyerek Yüzbaşı da Binbaşı’na destek çıkmış oldu. Fark ettiğim kadarıyla bu da Brice’in hoşuna gitti ve az öncekinden daha da emin bir tavırla bakışlarını Komutan’a çevirdi.

Komutan ise gözünün ucuyla bile ona bakmadan, bakışları Yüzbaşı ve Binbaşı’nın üzerindeyken “Madem böyle düşünüyorsunuz bana aklımdaki sorunun cevabını verin, soru işaretlerinden beni kurtarın, ben de sizin gibi düşünmeye başlayayım,” dedi,

Yüzbaşı ve Binbaşı birbirlerine baktıklarında o soruyu ben bile merak etmiştim.

“Sizi dinliyoruz efendim,” dedi Binbaşı.

Komutan, bir kez daha arkasına yaslanırken dümdüz bir ses tonuyla “Stella Ruby ve James Morgan da daha önce hiçbir suça karışmamışlar, suçları çok büyük olmadığı hâlde neden bugün yaptığınız şeyi o gün de yapmayıp onları idam ettiniz?” diye sorduğu an, hızla ben de Binbaşı ve Yüzbaşı’na baktım. “Hem de aynı gün ve hakkında idam kararı olan mahkûmlara sunulan hiçbir hakkı onlara tanımadan neden infaz ettiniz?”

Ellerimi istemsizce yumruk yaptığımda Binbaşı “Yanılıyorsunuz efendim. Stella Ruby’nin ve James Morgan’ın suçları çok büyüktü. Daha önce hata yapmamış olmalarını göz önünde bulunduramayacağımız kadar büyüktü hem de.”

Binbaşı’nın verdiği cevapla eşzamanlı olarak Komutan’ın gözleri beni buldu, sanki bir şey söylememi bekliyor gibiydi. Bu yüzden dayanamadım ve “Sadece birbirlerini sevmişlerdi,” diye araya girmemle herkesin bakışları beni buldu. “Ve Stella askerler onu götürmeden hemen önce bana evleneceklerini söylüyordu. Bu gerçekte affedilemeyecek mi bir suç mu sizin için?” diye sorarken Binbaşı’nın gözlerine bakıyordum.

“Bayan Pride,” dedi Binbaşı. “Siz de yanılıyorsunuz.”

Sinirlendim, her şey gözlerimin önünde olmuşken nasıl olur da yanıldığımı söyleyebilirdi ki?

“Kulaktan kulağa yayılma bilgilerin hiçbir hükmü yok, hepsi asılsız bilgiler,” dedi, dikkatle dinledim onu. Ağzından çıkan her kelime benim için çok önemliydi. “Evet, ikisi birlikte göründükleri için tutuklandılar ama askeri ilgilendiren uygunsuz yakınlaşmaları değildi, Bayan Pride. Askeri ilgilendiren ikisinin de isyancı olmasıydı ve halkı ayaklanmaya yöneltecek eylemlerde bulunmaya hazırlık yapmalarıydı.”

Sözleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşarken devam etti.

“İsyancılar, asla affedilemezler. Özellikle de halkı galeyana getiremeye çalışan, düzeni bozacak olan isyancılar hiç affedilemezler,” dedi ve Komutan’a baktı. “İsyancıların suç kaydı olmadıkları için affedildikleri nerede görülmüş efendim? Biz, görevimiz neyse onu yaptık.”

Başımı olumsuz anlamda sallarken çok şey söylemek istedim ama yapamadım, fakat onlara inanmadım da. Stella böyle biri değildi, olamazdı. Hem o böyle şeylerden hiç anlamazdı ki… İftira atıyorlardı ona ve ben, bunu dile getirip onu savunamayacak kadar güçsüzdüm.

“Ayrıca idam edilen mahkûmlara verilen hakları elbette ki onlara sunacaktık ama ikisi de tutuklandıklarında o kadar öfkeli ve nefret doluydular ki askerlere ağır ithamlarda ve hakaretlerde bulundular. Buna rağmen yasalar ne gerektiriyorsa onu yapmak istedik ama ikisi de hiç kimseyi görmek istemediler. Hatta ikisinin de dosyasında kendi el yazılarıyla haklarını kullanmak istemediklerini yazdıkları belgeler ve altlarındaki imzalar var.”

Tüm bunlar doğru olamazdı. Stella’yı tanımayan birine bu anlattıkları mantıklı gelebilirdi ama onu tanıyan biri için bu söylenenlerin büyük bir yalan olduğunu anlamak hiç de zor değildi.

“Peki neden halkı doğru bilgilendirmediniz? Eğer biri ya da birileri halkın gözü önünde idam ediliyorlarsa bunun nedenini de halka açıklamış olmanız gerekiyordu,” dedi Komutan, onların söylediklerine inanmış ve benim ona anlattıklarımı unutmuş muydu yani? Onun için bir şeye inanmak ve bir şeyleri kabul etmek bu kadar basit miydi?

“Bizim tek hatamız bu kısım oldu işte,” dedi Binbaşı Hardy. “Herkes onları uygunsuz bir durumda göründükleri için idam edildiler zannederken bir açıklama yapmak için hazırlanıyorduk ama iki şahsın da ailesi böyle bir şeyi yapmamamızı istediler bizden. Çocuklarının isyancı oldukları için cezalandırıldıklarının duyulmasındansa hata yaptıkları için cezalandırıldıklarının bilinmesinin devam etmesini istediler. Biliyorum, kabul etmemiz doğru değildi ama aileler o kadar perişan bir hâldelerdi ki kabul etmek zorunda kaldık.”

Binbaşı, sözlerini tamamladığında Yüzbaşı “Tabii kasaba halkının aileleri isyancılar diye suçlamalarını istemediğimiz için de kabul etmek zorunda kalmıştık. Huzur ve düzen bozulacak, o iki aileye düşman olunacaktı,” dedi.

Her şeyi öyle bir anlatmışlardı ki hikâyenin aslını bilmeyen için eksiksiz bir hikâye olmuştu. Stella ve James’i suçlamak için resmen ellerinden geleni yapmışlardı ya da sadece zaten kurtulmuş olduğumu bilmeden beni kurtarmak için yapıyorlardı bunları.

“Benim torunumun suçu onlarla kıyaslanamayacak kadar küçük,” dedi dedem. Sanki komutanın onun bile aklı karışmış gibiydi. Ne de olsa benim anlattıklarımla onların anlattıkları hiçbir şekilde tutmuyordu. “Hatasız diyemem, hatası var ama bu hata ölümüne sebep olmamalı. İsyancı bir kız idam edildi diye haksızlık olmasın diye torunumu idam edemezsiniz, asıl haksızlık bu! Ya da sizin adalet anlayışınız mı bu?”

Komutan’ın bakışları beni buldu, sanki daha önce anlattığım şeylerin yalan olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi ve bu durum benim için ölümden daha beterdi. Bu yüzden susmak istemedim ve konuşmak için dudaklarımı araladım. Bunu fark ettiği an başını hafifçe sağa sola salladı ve engel oldu bana, işte o an bir kez daha şaşırdım.

Konuşmamı istememişti, ona anlattıklarımı yineleyeceğimi bildiği, daha doğrusu tahmin ettiği hâlde buna engel olmuştu. Oysa anlatacaklarım onu az önce anlatılanlardan sonra düştüğü haksız durumdan çekip alacak, yeniden haklı olan kendisi olacaktı. Fakat buna izin vermemişti.

Bu durum kaşlarımı çatmama neden oldu, herkes gelmeden önce bir oyundan bahsetmişti. Belki de o oyunun amacı budur, kendini haksız duruma düşürüp öyle geri adım atmak istemiştir ama bu mantıklı değildi ki. En başından tüm bunlara gerek kalmadan beni bırakmak yerine bizi bu oyunun içine çekmesine, kendini haksız duruma düşürecek olmasına değecek bir nedeni ya da bu işten bir çıkarı olmalıydı. Fakat gördüğüm kadarıyla hiç de öyle bir çıkarı yoktu ya da ben gerçekleri göremiyordum.

“Bir şey söylemeyecek misiniz?” diye dedem sorduğunda Komutan gözlerini ona çevirdi.

“Bakın Komutan Bey,” diye araya giren Brice, Komutan’ın bir şey söylemesine fırsat vermemişti. “Bir şeyleri yanlış anladığınız kesin, böyle kulaktan dolma bilgilerle birinin idamına karar vermek hiçbir adalete sığmaz.” Brice beni kurtarmaya çalışırken sessizliğimi korumaya devam ettim. “Bildiğim kadarıyla siz buraya eğer bir adaletsizlik varsa diye o adaleti sağlamak için geldiniz. İnsanların söyledikleriyle hareket edip birinin ölümüne sebep olmak için değil.”

Brice konuşurken kapıya bir kez daha vuruldu ve hemen ardından kapı açıldı. Hâkim ile Dilsiz içeriye girdiler. Onları gören Brice, “Eminim ki Hâkim Bey de bizimle aynı fikirdedir,” deyip bakışlarını Hâkim’e çevirdi ve az önce konuşulan her şeyi eksiksiz bir şekilde bir de ona anlattı.

Tüm bunlar olurken Komutan sessizdi, resmen bile isteye kendini haksız duruma düşürmüş ve kendini bu durumdan kurtarmak için de herhangi bir çaba sarf etmiyordu. Ben ise artık bu olanlardan bir çıkarı olduğundan tam anlamıyla emindim. Yoksa hiç kimse kendini bile isteye bu duruma düşürmezdi.

“Eğer anlatılanlar doğruysa Bayan Pride’ın hakkındaki idam kararı adaletsiz olur,” dedi Hâkim Komutan’a bakarak. “En başından bu kararın alınmasına onay vermemin nedeni daha önce de böyle kararların alındığını düşünmem ve Valencia Pride’ın kasabanın ileri gelen ailelerinden birinin üyesiyle nişanlı olmasıydı. Halkın bir ayrımcılık olduğunu düşünmelerini istememiştim ama mademki daha önce bu tarz bir olay yaşanmadı diyorsunuz o zaman Valencia Pride hakkında idam hükmü düşer.”

Hâkim konuşup olanları anlatırken sadece Komutan’a baktım, şu an yaşananlardan gayet memnun gibi bir hâli vardı.

Diğer herkes de benim gibi Komutan’a bakıp ondan bir şeyler duymayı, aldığı kararı değiştirmesini beklerlerken Komutan “En nefret ettiğim şey haksızlıktır,” dedi ve ayağa kalktı. Merakla ona bakarken masasının üzerinde duran boş iki kâğıdı aldı ve Binbaşı ile Yüzbaşı’na yaklaştı, kâğıdı onlara uzattı.

“İkiniz de el yazınızla bu kasabada daha önce böyle bir nedenle kimsenin idam edilmediğini, bundan sonra da edilmeyeceğini yazıp altına imzanızı atın,” dediğinde şaşkınca kaldım. Neden böyle bir şey istiyordu ki şimdi? “Az önce kendinizden çok emindiniz, asla böyle bir şey olmadığını söylüyordunuz. Yazılı ifadenizi vermeniz zor olmasa gerek.”

Binbaşı ve Yüzbaşı’nın bu durumdan memnun olmadıkları yüz ifadelerinden fazlasıyla belliydi ve henüz ikisi de o kâğıdı almış değillerdi.

“Ne o, yoksa korktuğunuz bir şey mi var?” diye sordu Komutan, o esnada kâğıdı ilk alan Binbaşı oldu.

“Korktuğumuz hiçbir şey yok, efendim,” dedi ve masaya yaklaştı, kalemi aldı. O masaya eğilmiş kâğıda bir şeyler yazarken aynısını Yüzbaşı da yaptı. İkisinin de işi bittiğinde o kâğıtları kontrol edip gözlerini kapatıp açarak onay veren Dilsiz olmuştu.

Komutan ondan aldığı onayla Hâkime baktı. “Bu kasabada bu kâğıtta yazılanlara aykırı bir şey yapılmadığı sürece Valencia Pride hakkında verilen idam hükmü geçersizdir. Olur da bir gün burada konuşulanlar unutulur ve bu kâğıtlarda yazılanlara aykırı herhangi bir davranış olursa adaleti yanıltmaktan dolayı başta Binbaşı ve Yüzbaşı olmak üzere bu odada bulunup adaleti yanıltan herkes idama mahkûm edilecektir,” dedi ve odadaki herkese bir bir baktı, o an hafifçe gülümsedim çünkü ne yapmaya çalıştığını anlamıştım.

Düzeni bozuyordu, düzeni bozduğunu belli etmeden…

“Ayrıca,” diye yeniden söze girdi. “Valencia Pride her ne kadar idamdan kurtulmuş olsa da işlediği suç yok sayılamaz,” dediğinde telaşla başımı kaldırdım, göz göze geldik. “Sokağa çıkma yasağını hiçe saymasından ve teslim olmak yerine kaçmayı tercih etmesinden dolayı bir yıl altı ay hapis cezasıyla cezalandırılacaktır.”

Göz bebeklerim büyüdü, işte bunu ben de beklemiyordum.

“Ama efendim…” diye araya giren dedemi Komutan elini kaldırarak susturdu ve ağzından çıkan her şeyi kâğıda döken hâkime bakarak devam etti.

“Ancak bir kadının Railway Kasabası sınırları içinde gönderilebileceği bir zindan olmadığından hapis cezasının bir yılı; halkın hizmetinde kullanılmak üzere ödemesi gereken yirmi bin dolara, altı ayı ise; askerlerin hizmetinde ücretsiz çalışacağı altı aya çevrilmiştir,” dedi, ne tepki vereceğimi, nasıl davranacağımı bilemeyip öylece ona bakarken gözlerini dedeme ve Brice çevrildi.

“İtirazı olan?” diye sordu, muhtemelen itiraz edecekler diye düşündüm ama ikisi de tek kelime etmedi ve kabullendiler. Bu kadar çabuk kabullenmeleri pek de normal değildi. “Kimse konuşmadığına göre kimsenin itirazı yok,” dedi ve yeniden Hakim’e baktı.

Bunu fark eden Hâkim “Bu şartlar altında, böyle bir suça verilebilecek en iyi ceza bu,” deyip onayladığında Komutan yeniden Brice ve dedeme döndü.

“Her şey çözüldüğüne göre artık gidebilirsiniz, ilgilenmem gereken başka mevzular var,” dedi ve bana baktı. “Sen de dedenle eve gidebilirsin.”

“Peki,” dedim zor duyulacak kadar kısık bir sesle.

“Yarın sabah en geç yedide yeniden burada olman gerekiyor, altı ay boyunca böyle devam edecek.”

Bu, hiç iyi olmamıştı.

Dedem “Bizzat getireceğim,” diye araya girip sessizliği bozduğunda Komutan ona döndü.

“Ondan hiç şüphem yok. Siz, sizinle konuştuklarımızı unutmayın yeter.” Meraklandım, dedemle özel olarak mı konuşmuştu ki? Bunu neden yaptığını merak etmiştim.

“Unutmam,” dedi dedem minnettar bir ses tonuyla ve “Hadi Valencia, gidelim artık,” deyip kapıya yöneldi. Binbaşı ve Yüzbaşı ondan önce davranıp odadan çıktılar. Arkalarından dedem çıkarken Brice de onu takip etti. Ben de durmak yerine başım önde, kapıya doğru yürüdüm.

Onlar benden önce çıkıp kapıdan uzaklaştılar. Ben de tam kapıdan çıkmışken Hâkim’in güldüğünü ve “İşte ben oyun diye buna derim,” dediğini duydum.

Tam kapıyı kapatacakken çok az aralık kalan kısımdan onlara baktığımda Hakim’in kolunu Komutan’ın omzuna attığını ve gülmeye devam ettiğini gördüm.

Komutan ise keyifle “Bu daha hiçbir şey, sen bir de yarın olacakları gör,” dedi ve hafifçe sandalyede oturan Dilsiz’in omzuna vurdu.

Zaten duyduğum ve gördüğüm son şeyler de maalesef bunlar oldu, dikkat çekmemek için kapıyı kapatmak ve dedemlerin peşinden gitmek zorunda kaldım. Kendimi çok garip hissediyor olduğumdan olanları düşünme işini çok sonraya bırakıp dedemlerin peşinden ben de askeriyeden çıktım.

Yanlarına ulaşıp da Brice ile dedem arasında yürürken arkamızdan Komutan’ın “Bir dakika,” diye seslendiğini duydum ve diğerleriyle birlikte ben de durmak zorunda kaldım. Fakat diğerlerinin aksine hemen dönmedim, ağır ağır döndüm ve Komutan’ın yeşil gözlerine baktım.

Gözlerini bir an bile olsun benden çekip de dedemlere bakmazken sanki bu konuda onu uyarmamışım, böyle dediğinde insanların ne düşüneceklerini ona söylememişim ve bahsettiğim o insanların en kalabalık olduğu yerde -meydanda- değilmişiz gibi gözlerimin içine bakarak herkese kendini duyurmak istercesine yüksek bir ses tonuyla konuştu.

“Yarın sakın geç kalma,” dedi ve ilave etti. “Valencia.”

Herkesin içinde inat edercesine böyle davranması, kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasına neden olurken Komutan gözlerini benden çekti ve öfkeyle Brice baktı. Bakışlarımı ben de Brice çevirdiğimde onun da öfkeyle Komutan’a baktığını fark ettim.

İşte tam o an bir mucize ya da bir lanet gerçekleşti ve tam arkamda kalan saat kulesindeki çanın yıllar sonra ilk kez sesini duydum.

Sanki lanetli saat kulesinin çanları bile bir savaşın başlangıcını haykırıyor gibiydi…

Bölüm Sonu!

Çoook uzun bir bölümün sonundan bir kez daha merhaba J Nasılsınız, neler yapıyorsunuz?

Ben bu çifti yazmayı ciddi anlamda çok sevmeye başladım eheheheheh Umarım siz de benim kadar onları seviyorsunuzdur.

Sizce Devrim neden böyle bir oyun oynadı? Asıl amacı ne olabilir?

Bu arada son sahnede Valencia tepki veremedi ama ben yazarken küçük bir çığlık atmış olabilirim asdfghjkdfghjk tabii yazarken ya oradaki imayı anlamazlarsa diye düşünmedim de değil ahahahahahaha

Sizce yeni bölümde neler olacak?

Olanlara karşı Brice nasıl tepki verecektir dersiniz?

Tüm cevaplar bir sonraki bölümde saklı. O zaman 3. Bölümde görüşmek üzere diyelim, sağlıkla ve sevgiyle kalın <3

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%