Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. BÖLÜM "ZEHİRLİ ELLER"

@gizzemasllan

Merhaba♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorumlarınız beni mutlu ediyor <3

Keyifli okumalar!

Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur.

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Lana Del Rey – Dark Paradise

3. BÖLÜM “ZEHİRLİ ELLER”

Kalbim, göğüs kafesime öyle bir vuruyordu ki nefes almakta güçlük çektiğimi hissediyordum. Hiç olmak istemediğim bir yerde, hiç olmak istemediğim bir durumda olmak beni öyle bir zorluyordu ki buradan arkama bile bakmadan kaçıp gitmek istiyordum. Fakat bunu yapamıyor ve korkudan titrediğimden bihaber üşüdüğümü düşündükleri için oturttukları- şöminenin hemen yanındaki- koltukta başımı önüme eğmiş ve bir an önce buradan gidebilmeyi diliyordum.

“Başımıza açtığın şu işlere bak!” diye çıkıştı dedem çamurlu ayakkabılarıyla halının üstünde bir sağa bir sola gidip gelirken.

“Biraz sakin olun,” diyen Brice’in sesi, teskin ediciydi.

“Nasıl sakin olabilirim? Neler olacağını bile bile…” Dedem devam edememiş, Brice araya girmişti.

“Bu onun değil, sizin suçunuz,” dedi, sesinin aksine öfkeden kasılmış yüzüne baktım. “Onu bu duruma siz zorladınız, Bay Pride,” diye konuşmasına devam ettiğinde hayretler içindeydim.

Bana hak mı veriyordu?

“En başından düzgünce gitmesine engel olan siz oldunuz, benim bile ona yardımcı olmama izin vermediniz. Şimdi onu böyle suçlayamazsınız, buna hakkınız yok.”

“Nasıl olur da böyle şeyler söyleyebilirsiniz?” diye sordu dedem. “O sizin nişanlınız ve yaptığı hata sizi de zor duruma…” Brice, yine dedemin devam etmesine izin vermedi.

“Ben de tam olarak bundan bahsediyorum. O benim nişanlım, sizin de torununuz. Köle pazarından aldığımız bir köle değil.” Şaşkınlığım, her bir kelimesiyle daha da derinleşirken konuşmayı sürdürdü. “İstediği şeylere yapmasına her defasında engel olamazsınız. Siz engel olursanız o da kendince başka bir yol arar elbet. Şimdi burada ona kızmaya hakkımız yok. Sizin de benim de.” Sözleri, kendimi garip hissetmeme neden olmuştu.

O, sanki düşündüğümden çok farklı biriydi.

“Evet, bir hata yaptı ama zor da olsa kurtardık onu. Konunun daha fazla uzamasına gerek yok,” dedi ve mavilerini bana çevirdi. “Valencia, lütfen sen de daha fazla üzülme artık. Her şey halloldu.”

Yanıt verecek gücü kendimde bulamayıp dudaklarımı birbirlerine kenetledim.

“Hiçbir şey hallolmadı, o adamın neler söylediğini duymadınız mı? Yirmi bin dolar ceza verdi, yetmezmiş gibi altı ay çalıştıracak onu.”

“İdam kararından çok daha iyi bir karar bu,” dedi Brice. “Ceza işini ben hallederim yarın. Çalışma konusuna da gelecek olursam, o müfettiş burada altı ay kalacak değil nasılsa. Birkaç aya,, hatta belki birkaç haftaya işi bitecek ve gidecek. O gittikten sonra Binbaşı bu konuyu da halledecektir.”

Dedem, Brice’in söylediklerine hak vermiş olacak ki daha fazla bir şey söylemedi.

Brice de ondan bir şey duymayı beklemeyip yanıma geldi ve oturduğum koltuğun önünde diz çöktü. “Sen daha iyi misin?”

Dedemin yanındayken bana böyle davranıyor olması beni utandırıyordu. Bu yüzden yüzüne bile bakamazken yanıt verdim ona. “İyiyim.”

“Oradayken hastalandığın söylendi. İstersen bir hekim çağırayım, muayene etsin seni.”

“Lüzum yok, gerçekten iyiyim. Hem eve gitmek istiyorum, babamı ve Elina’yı özledim,” derken duyduğum ayak sesleriyle salonun girişine doğru baktım ve Kâhya’yı gördüm. Nefes nefese kalmış bir şekilde yanımıza geldi. “Ortalık yine çok karışık.”

Brice ayağa kalkıp ona yaklaştı. “Sorun ne?”

“Saat kulesi,” dedi Kâhya korku dolu bir ses tonuyla. “Herkes çok panik olmuş, bir felaket yaşanacağını çoktan kabullenmiş gibiler.”

İçime anlamsız bir korku düşerken ben de ayaklandım. Aslında o insanlardan bir farkım yoktu. Bir felaket yaşanacaktı, buna tüm kalbimle inanıyorum ve bu inanç, beni daha da çok korkutuyordu.

“Korkmakta haklılar,” dedi dedem, sanırım o da benim gibi düşünüyordu. “O saat kulesi lanetli, ne zaman çalışsa bir felakete neden oldu.”

İçimdeki korkunun giderek büyümesine engel olamazken Brice, “Sakın buna inandığınızı söylemeyin, bunlar hep safsata,” dedi rahatça, hiç korkmuyor gibiydi.

“Başta ben de öyle zannediyordum,” dediğimde mavileri beni buldu. “Ama o saat kulesinin çanı ne zaman çalsa hep bir şeyler oldu bu kasabada. Bunu da inkâr edemeyiz.”

Güldü. “Sen de mi?” diye sordu ve devam etti. “İnanamayın böyle şeylere. Birkaç defa böyle bir tesadüf yaşandı diye her seferinde o çanlar bir felaketi haber verecek değil ya.”

Aslında haklı gibiydi ama çocukluğum o saat kulesinin lanetli hikâyeleriyle geçmişken ve bunlardan birkaç tanesine bizzat şahit olmuşken onun gibi safsata deyip geçmek kolay olmuyordu.

“Kâhya, sen şimdi bırak bunları. İlgilenmen gereken başka şeyler var,” diyen Brice, Kâhya’dan bir şeylerden isteyip gönderdiğinde biz de yeniden yerlerimize oturmuştuk. Onlar olanlar hakkında konuşurken onları dinlemek yerine başımı eğdim ve üzerimdeki kıyafetlere baktım. Günlerdir aynı kıyafetlerin içindeydim ve o kıyafetler dedeme aitti. Bu, artık beni rahatsız etmeye başlamıştı ama şimdilik yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Eve dönene kadar sabretmeliydim.

Kendime bakmayı bıraktığımda hiç beklemediğim biriyle göz göze geldim; Paul Chester ile…

Gayet samimi bir tavırla “Misafirlerimiz varmış,” deyip salona girdi ve abisinin yanına otururken ekledi. “Hoş geldiniz.”

Ona öfkeyle bakmaktan kendimi alamadım, çünkü ona baktıkça zavallı Mary’nin ölümü aklıma geliyordu.

Dedem, “Hoş bulduk,” diye karşılık verirken sessiz kalmayı tercih ettim.

“Saat kulesi ile ilgili duyduklarım doğru mu?” diye sordu merakla, Brice ona cevap verirken dayanamadım ve araya girdim.

“Ben de askeriyedeyken bir şeyler duydum,” deyip dedeme baktım. “Çok üzücü bir şey, belki siz de duydunuz bilmiyorum ama Mary kayıpmış ve askerler öldüğünü düşünüyorlar. Şimdi aklıma geldi,” dedim, Paul Chester’a bakmamak için kendimi zor tuttum. Bir şey bildiğimi belli etmek aptallık olurdu ve bugünlerde yeterince aptallık yapmıştım.

“Mary?” diye sordu Brice, tanımadığı belliydi.

“Arkadaşımdı, Roberts Malikânesinde birlikte çalışıyorduk. Stella ve James’in öldükleri gün, o da kaybolmuş ama sonrasında neler oldu bilmiyorum,” derken en sonunda dayanamadım ve Paul’a baktım.

Gözleri, Brice’deydi ve her şeyden bihaber gibi bir ifadesi vardı. O kadar güzel rol yapıyordu ki o gün kendi gözlerimle olanlara şahit olmamış olsaydım katilin o olduğu aklımın ucundan dahi geçmezdi.

“Duymuştum,” dedi dedem, dikkat çekmemek için gözlerimi Paul’dan çektim.

“Kasabada çok tuhaf şeyler olmaya başladı,” dedi Brice ve keyifsizce arkasına yaslandı. “Bu olanların aynı döneme denk gelmesi de ayrı bir olay, sanki hepsi birbiriyle bağlantılı gibi.”

Onun bu sözleri, Komutan’ın söylediği şeyi hatırlattı bana. O da Brice gibi çoğu şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünmüştü. Oysa ben bir bağ olmadığından emindim. Çünkü ne de olsa Paul’un, Stella veya James ile herhangi bir bağı yoktu ya da benim bilmediğim bir şeyler dönüyordu.

“Belki de ölü değildir,” dedi Paul, öfkem onun bu söylediği şey yüzünden daha da artarken devam etti. “Biriyle kaçmış olamaz mı? Ya da bir başına kasabadan ayrılmış olamaz mı? Neden hemen ölü olduğunu düşünmeye başlamışlar anlam veremedim.”

“Mary böyle bir şey yapacak biri değildi,” dedim kendime hâkim olamayarak. “O, ailesini çok severdi. Onları bırakıp…” Devam etmeme izin vermedi.

“Bayan Pride,” dedi alaycı bir üslupla. “Stella için de bu tarz şeyler söylemiştiniz ama kız bir isyancı çıktı, bence arkadaşlarınızı artık bu kadar savunmayın.”

Öfkelendim. “Stella isyancı değil,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Biri ona iftira atıyor.” Aslında o birilerinin kim olduğunu da çok iyi biliyordum.

“Kendi el yazısıyla yazdıklarını gördüm, o bile ölmeden önce suçunu kabullenmiş ama siz hâlâ onu savunuyorsunuz.” Şu an susman gerektiğini ve konunun kapanmasına izin vermem gerektiğini biliyordum. Çünkü ne olursa olsun onları sözlerime asla inandırmayacaktım ama onun karşımda sanki kendisinin hiç suçu yokmuş gibi birilerini suçluyor olması gururuma ağır geliyordu.

“Elimde bir silah olsaydı ve o silah size doğrultulmuş olsaydı istediğim her şeyi yapmaz mıydınız?”

“Bu ne demek şimdi?” diye araya girdi Brice.

“Birini korkutarak her şeyi yaptırabilirsiniz demek, işlemediği bir suçu bile kabullendirebilirsiniz.”

Paul Chester, güçlü bir kahkaha atarken arkasına yaslandı ve sessiz kalmayı tercih etti.

“Valencia,” dedi dedem ve uyarıcı bir ses tonuyla ekledi. “Konuyu kapatalım.”

Sürekli susturulmaya çalışan taraf olmaktan nefret etmeye başlamıştım artık.

“Bay Pride,” dedi Paul yine gülerek. “Lütfen kızmayın, sadece sohbet ediyoruz, herkes düşüncesini söylemekte özgür ne de olsa,” deyip mavilerini gözlerime odakladığında yüzünde yalandan olduğunu bildiğim ama göremediğim bir gülümseme vardı. Bu adam nasıl bu kadar iyi rol yapabiliyordu? Bu, çok korkutucuydu. Bu düşünce tüylerimi diken diken ederken yüzündeki gülümseme daha da büyüdü.

“Bayan Pride istediği gibi düşünmekte özgür, ne de olsa bir insanın düşüncelerine ket vuramayız.” Yüzündeki o gülümseme giderek solarken gözlerinde sanki sadece benim görebildiğim korkutucu bir ifade belirdi. “Ama umarım bu düşüncelerini sadece bizim yanımızda dile getirir. Yoksa onun da bir isyancı olduğu ortaya çıkabilir.”

Gözlerim öfkeyle büyüdü. “Ne diyorsunuz siz?” diye sorarken ayaklandım. “Nasıl olur da bana böyle bir şey söyleyebilirsiniz?”

“Paul!” derken Brice’in sesi fazla yüksek çıkmıştı. “Sözlerine dikkat et!” dediğinde çoktan o da ayağa kalkmıştı.

Paul, bizim aksimize ağır hareketlerle ayağa kalktı. “Kızmayın bana, sadece gördüğümü söylüyorum. Az önce de dediğim gibi herkes düşüncelerini söylemekte özgür ne de olsa.”

“Resmen bana iftira atıyorsunuz ve bunu savunuyorsunuz!” diye çıkıştım.

“En yakın arkadaşınız bir isyancı olduğu için idam edildi, aynı gün diğer arkadaşınız kayıplara karıştı. Neyden korkup kaçtığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Tabii sadece bir gece sonrasında sizin de isyancılarla tutuklandığınızı unutmamalıyız. Her şey ortadayken başka ne düşünebilirdim ki?” diye sordu ve önce Brice’e hemen ardından da dedeme baktı.

“Bence siz de aynı şeyi düşünmeye başlasınız çok iyi olur,” deyip ellerini kumaş pantolonunun cebine soktu. “Bayan Pride’ı bu kez kurtardık ama bir dahakine kurtarabilir miyiz emin değilim,” dedi ve abisine yaklaştı. “Çünkü böyle düşünmeyen bir siz kaldınız.”

“Ne demek bu?” diye sordu dedem endişeyle.

“Bay Pride, Bayan Pride’ın tutuklanması tüm kasabanın dilinde ve herkes onun da bir isyancı olduğunu kabullenmiş durumda. Aldığı ceza da duyulursa herkes bundan emin olacak ve yakında yeterince ağır bir ceza almadığını konuşmaya başlayacaklar. Kasabalılar bir şeyi konuşmaya başladıklarında ve bu yayıldığında sonuçlarının neler olabileceğini hepiniz çok iyi biliyorsunuz değil mi?”

“Ben isyancı değilim!”

Paul, bakışlarını bana çevirdi. “Kimi inandırabiliriz buna? Madem suçsuzsun neden ceza aldın diye sormayacaklar mı?”

Söyleyecek hiçbir şey bulamadım.

“Abiciğim,” dedi Paul Brice biraz daha yaklaşırken. “Tabii bunun bir de babamı ilgilendiren kısmı var, eğer böyle bir dedikodu yayılırsa buna göz yummaz. İsteyeceği ilk şey bu nişanın bozulması olacak. Chester soyadını taşıyan birinin, isyancı olarak anılan biriyle evlenmesine izin vereceğini düşünmüyorsun herhâlde değil mi?”

Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?

“Yeter!” diye çıkıştı dedem. “Bu konu çok saçma bir yere gidiyor!”

“Bence de,” dedi Paul anında. “Ve eğer engel olmazsak daha da saçma bir yere gidecek.”

Brice’e baktım, kardeşinin sözlerine hak vermiş gibi tek bir kelime dahi etmiyordu.

“Kimsenin ne dediği umurumda değil! İnsanlar bir yalana inanmasınlar diye bir şeyler yapacak değilim.”

“Benim umurumda ama,” dedi Brice, gözlerine çöken çaresizliği fark etmek mideme bir ağrı girmesine neden olurken aynı zamanda içime de kötü bir his çökmüştü.

“Benim de,” diye dedem de onları onayladığında içimdeki o his büyüdü, bana nefes bile aldırmadı ve ben, ne zaman böyle hissetsem hep kendimi bir felaketin içinde bulurdum.

“Ne yapmamı bekliyorsunuz?” diye sorarken sesim, az önceki kadar gür değildi.

“Senin yapabileceğin hiçbir şey yok,” dedi Brice. “Biz yapmalıyız, Komutan Karel’den, Hâkim’den ve yanlarındaki o diğer adamdan kurtulmalıyız,” dedi ve ekledi. “Yarın sabaha kadar.”

“Binbaşı bile ona karşı gelemiyorken siz, onu da diğerlerini de buradan nasıl göndermeyi düşünüyorsunuz?” diye sordu dedem, sanki bir plan yapılsa uymaya hazır gibiydi. Ne de olsa Paul, babalarının bu evliliğe engel olabileceğinden bahsetmişti ve dedem için bu evlilik her şeyden çok daha önemliydi. Bozulmasın diye elinden geleni yapardı.

“Biz gönderemeyiz,” dedi Paul ve gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdikten sonra ekledi. “Ama kendi isteğiyle gitmesini sağlayacağız.”

“Tehdit ederek mi?”

Brice’in bu sorusu Paul’u güldürdü. “Tehdit edersek kötü sonuçları olabilir, ayrıca korkmayabilir.”

Brice’in gözlerinde bir ciddiyet belirdi. “Aklında bir şey var gibi.”

“Tabii ki var,” dediğinde göğsümün üzerine bir kaya kütlesi bırakıldı sanki ve almak istediğim her nefes canımı yaktı, duyacaklarımdan korktum. Çünkü o bir katildi ve bir katilin planı ne kadar sıradan olabilirdi ki?

“Anlat,” dedi Brice.

Paul’un bakışları yeniden beni buldu. Sanki bu plan Komutan’a karşı değil de bana karşı açtığı bir savaşın başlangıcı gibiydi.

Bu düşünce beni daha da korkuturken “Onu zehirleyeceğiz,” dediği an gözlerim irileşti, dudaklarım aralandı. Brice ve dedem de benden farklı bir tepki vermezlerken devam etti. “Öldürmeyecek ama yatağa düşürecek bir zehir olacak bu, bu kasabada tedavi olamayacağına göre yaşamak için arkasına bile bakmadan kaçacak.”

Kurduğu her cümle kanımı donduruyor, tüm bedenimin buz kesmesine neden oluyordu. O ise sanki sıradan bir şey söylüyormuş gibi soğukkanlı görünüyordu. Bu adam, tahmin ettiğimden de gördüğümden de çok daha fazlasıydı.

“O gittikten sonra Hâkim’i yola getirmek kolay olacak,” diye konuşmasına devam ettiğinde daha fazla dayanamayıp araya girdim.

“Siz ne dediğinizin farkında mısınız Bay Chester!” Sesimin normalden çok daha yüksek çıkmasına engel olamamıştım.

“Farkındayım,” dedi geri adım atmak yerine. “Umarım siz de onları buradan göndermezsek neler olacağının farkındasınızdır,” deyip Brice’e baktı, onu ikna ederse bizi daha kolay ikna edebilecekmiş gibi sürekli onunla konuşmaya çalışıyordu ve bu tavırları bana çok başka şeyler düşündürüyordu.

Benim durumumu kullanıp Komutan Karel’den kendini kurtarmaya çalışmak gibi…

“Başka şansımız olmadığının siz de farkındasınız, eğer o adam yarın akşama kadar bu kasabadan ayrılmazsa her şey mahvolacak.”

Onu dinlemek yerine dedeme baktım ve gördüğüm şey, kalbime bir hançer yemişim gibi hissettirdi. Çünkü yüzünde öyle bir ifade vardı ki Paul Chester’ın söylediklerime hak vermiş, plan aklına yatmış gibiydi.

“Buna izin vermeyi düşünmüyorsunuz herhâlde değil mi?” diye sordum gözlerimi dedem ile Brice arasında gezdirirken ve ikisinden birinden mantığa uygun, akla yatar bir şeyler duymayı bekledim. Fakat ikisi de ağızlarını açıp da tek bir kelime bile etmediler.

Konuşmanın başından beri içimde olan o kötü his tüm uzuvlarımda gezinip de beni rahatsız etmeye, nefesimi kesmeye devam ederken o korkuya yeni bir duygu daha eklenmişti; endişe gibi… Ve ben, böyle hissediyor olmaya bir anlam veremiyordum. Kim için endişeleniyordum? Bu olayların içinde olmak zorunda olan kendim için mi yoksa Komutan için mi?

“Bu kadar ileriye gidebileceğimizi zannetmiyorum,” dedi dedem ve içimdeki o kötü hislerin yok olma ihtimallerine umut oldu. “Her şeyden önce o bir asker, bir askeri zehirlemeyi nasıl düşünebiliriz? Eğer yakalanırsak…” Paul, kaba bir tavırla dedemin sözünü kesti.

“Bay Pride,” derken dedemin konuya itiraz etmiş olmasından fazlasıyla rahatsız olmuş gibi bir hâli vardı. “Onu öldüreceğiz demiyorum, bunu ben de yapamam zaten.” Sinirle gülmek istedim ama yanlış anlaşılacağı için bunu bile yapamadım. “Sadece hastalanmasına neden olacağız ve onu buradan göndereceğiz,” dedi ve bana baktı.

“Ve bunu torununuz Bayan Pride yaparsa kimse bizden şüphelenmez.” Bu adam gerçekten aklını yitirmiş olmalıydı ya da söylediklerini kabul edecek kadar benim aklımı yitirdiğimi düşünüyordu.

“Benden böyle bir şeyi nasıl beklersiniz? Asla yapmam! Sonucu ne olursa olsun sizin de yapmanıza izin vermem!”

Brice yanıma yaklaştı. “Onu öldüreceğiz demiyor.” Söyledikleri karşısında sinirlenip dudaklarımı sıktım. “Sadece buradan gitmesi için hastalanmasına neden olacağız, seni kurtarmak için başka şansımız yok.”

Hayal kırıklığıyla baktım gözlerine. “Böyle düşünüyor olamazsın, bu çok acımasızca.”

“Evet öyle ama buradan herhangi birinin hayatının mahvolmasındansa hiç tanımadığım bir adamın mahvolmasını tercih ederim.”

“Ben etmem ama,” dedim ve dedeme baktım. “Eve gitmek istiyorum,” deyip cevap vermesini beklemeden kapıya doğru yürüdüm.

“Valencia!” diye seslendi dedem arkamdan, durmak zorunda kaldım. “Kardeşinle babanı da mı düşünmüyorsun?” diye sorduğu an gözlerim doldu, kirpiklerim ıslandı. “Tüm bunlara sebep olan sensin, şimdi hiçbir şey olmamış gibi arkanı dönemezsin.”

Gözlerimi sımsıkı kapattım, gözyaşlarımı bastırdım. Yutkunup boğazımdaki düğümden kurtulduktan sonra ise gözlerimi yeniden açtım, ıslak kirpiklerimi kurulayıp gözlerinin içine baktım. Sanki az önce o kadar ileriye gidemeyiz diyen kendisi değilmiş gibi çoktan onların tarafına geçmiş gibi görünüyordu.

“Ben katil değilim!” dedim dişlerimi sıkarak. “Benden böyle bir şey isteyeceğinize bıraksaydınız da öldürselerdi beni, hiç değilse eline kan bulaşan biz olmamış olurduk!”

Brice yanıma geldi. “Onu öldürmeyeceğiz, sadece…” Devam etmesine izin vermedim.

“Aynı şey!” diye bağırmamla dedemin “Valencia!” diye bağırması bir oldu. Hemen ardından da öfkeyle “Ses tonuna dikkat et!” diye uyardı.

Sakinleşmek için derin bir nefes alırken Brice “Duygusal bakmamalıyız bu olaya, hepimizin iyiliği için o adamın buradan gitmesi gerekiyor ve Paul haklı, bunu bir tek bu şekilde yapabiliriz. Tedavi olmak için buradan gitmek zorunda kaldığında bizim için de her şey yoluna girecek ve maalesef bunu bir tek sen yapabilirsin. Yarın askeriyeye gitmek zorundasın, eğer kahvaltıda bu işi halledebilirsen kasabadan hiç kimse ceza aldığını öğrenmeden Komutan’ı buradan göndermiş oluruz.”

Çaresizce “Ya gitmek istemezse?” diye sordum

Paul da yanıma geldi. “Kasabada sadece bir hekim var, onunla konuşacağım. Komutan rahatsızlandığında onu çağıracaklardır, o da bizim istediklerimizi söyleyecek onlara. Tedavinin burada mümkün olmadığını ve şehre gitmesi gerektiğini. Ölmeyi tercih edecek değil, gidip tedavi olacaktır.”

“O zamana kadar da başka bir müfettiş gönderirler buraya. O müfettiş gelene kadar senin olayını çoktan kapatmış oluruz ve her şey yoluna girer,” diye tamamladı Brice kardeşinin sözlerini.

“Bunu yapmak istemiyorum!” derken sesimdeki acı ve hayal kırıklığı, belirgin bir şekilde yankılandı.

Dedem yanımıza geldi. “Yapmak zorundasın ama, eğer insanlar sana düşman olurlarsa bize de düşman olacaklar. Bizi geçtim, Elina bile bundan etkilenecek. Bunu göze almak istemezsin herhâlde. Bir hata yaptın ve eğer kimsenin zarar görmesini istemiyorsan düzeltmek için de elinden geleni yapmak zorundasın!”

Üçü de karşımda durmuş, farklı kelimelerle aynı şeyleri söylerlerken onlarla baş edemeyeceğimi bildiğim için her zamanki gibi sessizliğe sığındım. Söylediklerini yapmak zorunda değildim. Haklıydılar, içine düştüğüm bu durumdan kendimi bir şekilde kurtarmam lazımdı ama bunu birine zarar vererek yapamazdım. Özellikle de kötülüğünü görmediği bir adama… Her şey bir yana onların aksine her ihtimali düşünüyordum. O ilaç onu sadece hastalandırmak yerine öldürürse kendimi asla affedemezdim. Ölmek bile bu ihtimali göze almaktan çok daha kolaydı benim için ve onlardan bunu anlamalarını bekleyemezdim. Çünkü işler yolunda gitmezse bir askerin katili olacak olan onlar değil, bendim.

Bunu fark etmeyecek kadar düşünmüyorlardı beni. Beni çok sevdiğini söyleyen Brice bile…

“Bir şey söylemeyecek misin?”

Brice’den gelen bu soru, kendimi toparlamam için yeterli olurken “Madem en doğrusu bu, yapacağım,” dedim düşüncelerimin aksine ve bunu asla yapmayacağım hâlde. Sadece şimdilik beni rahat bıraksınlar istedim. Bir başıma kalıp bu işten kendimi kurtaracak bir şeyler bulmalıydım. Hem ben onların aksine Komutan’ın gitmesini istemiyordum ki… Çünkü Stella, James ve Mary’nin ölümleri hakkında gerçeği bir tek ortaya o çıkarabilir gibi hissediyordum.

“İşte şimdi her şeyin yoluna girdiğini düşünebiliriz,” dedi Brice. “Yarın, bu iş hallolmuş olacak,” deyip Paul’a baktı. “Hekimin yanına git, hem zehir işini hallet et hem de yapması gerekenleri anlat.”

Paul Chester abisinin sözlerine kulak vermek yerine bana bakarken bakışlarında şüpheli bir ifade vardı. Aklımdan geçenleri okuyormuş hissine kapılınca bakışlarımı ondan çekip yere baktım. Buna rağmen gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Bu histen ise ancak Brice, bir kez daha “Paul,” dediğinde kurtulabilmiştim.

“Şimdi başka bir işim var, yarına kadar hallederim,” dedi Paul ve “Müsaadenizle,” deyip yanımızdan ayrıldı.

Az öncekinin aksine tavırlarında keyifsiz bir hâl vardı ama bu umurumda değildi. Şüphelenmesi de mühim bir konu değildi benim için. Çünkü babam ve Brice’in aksine karşımdakinin bir katil olduğunu da nasıl davranmam gerektiğini de biliyordum.

Mademki benim durumumu kullanarak bana savaş açtı ve beni böyle bir belanın içine attı, o zaman bana da düşen tek bir şey vardı; savunma yapmak yerine saldırmalı, kurtulmak istediği o adamı başına iyice bela etmeliydim.

***

Sabahın sessizliğini birinin odamın kapısına vurması bozarken bunu yapanın dedem olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi benim için.

“Valencia, hadi daha uyanmadın mı?” diye seslendiğinde de o olduğundan emin oldum.

“Üzerimi giyiniyorum,” diye seslendim ben de, oysa uyanalı ve üzerimi değiştirelim çok oluyordu, hatta doğru düzgün uyumuş bile sayılmazdım. Sabaha kadar yatağın içinde kendimi şu zehir işinden nasıl kurtaracağımı düşünüp durmuştum ama bir türlü aklıma yapabileceğim hiçbir şey gelmemişti ve eğer biraz daha gelmezse ya Komutan’a her şeyi anlatmak, aileme ihanet etmek ya da onu gerçekten zehirlemek zorunda kalacaktım. Fakat ikisini de yapacak güç de cesaret de ben de yoktu.

Buna rağmen kalktım yataktan ve odadan çıktım. Bunu gören dedem hızlı adımlarla yanıma geldi. “Sabah erken saatlerde Kâhya geldi,” dedi, geldiğini duymuştum zaten ama odadan çıkmaya gerek duymamıştım. “Bay Chester zehri göndermiş,” diye fısıldadıktan sonra elini cebine attı ve minik, mavi bir cam şişe çıkarıp uzattı. “Yediği ya da içtiği bir şeye dökmeliymişsin, en az üç damla.”

Şişeyi ondan alırken sessiz kaldım.

“Öğlene kadar halletmem gerekiyormuş, çünkü akşama kadar onun buradan gitmesi lazım.”

Başımı salladım, sessiz kalmaya devam ettim.

“Seni buna mecbur ettiğimiz için bize kızıyorsun ama biz de buna mecburuz Valencia, o gün seni kurtarmak için orada söylenen her şeyin yalan olduğunu sen de biliyorsun. Bu kasabada daha önce bu tarz suçlardan onlarca kişi idam edildi. Eğer kasabalılar bunu konuşmaya başlarlarsa ve bu Komutan’ın kulağına giderse hepimiz idama mahkûm olacağız.”

“Yalan söylememeliydiniz,” derken sesim titredi.

“Eğer söylememiş olsaydık birkaç saat önce idam edilmiş olacaktın, istediğin bu mu?”

Hayır, öyle bir şey olmayacaktı diyemedim.

“Tamam dede,” diyebildim sadece. “Yapacağım işte istediğinizi.”

“İyi, hadi o zaman çıkalım.”

“Gelmene gerek yok, birkaç dakikalık yer zaten, kendim giderim,” dedim ve kapıya yürüdüm.

Dedem, gelmek konusunda ısrarcı olmazken kendi babetlerim giyilemeyecek kadar yırtıldıkları için uzanıp Elina’nın babetlerini aldım ve zorla da olsa giydim. Elimdeki minik cam şişeyi de cebime koyduktan sonra dedeme son kez bakıp evden ayrıldım.

Askeriyenin önüne ulaştığımda ciğerlerimi dolduracak kuvvette bir nefes aldım ve elimi cebime attım. O şişeyi cebimden çıkarmaya bile cesaret edemedim ama dokundum ve varlığını kendime hatırlattım. Hatırlatmalıydım ki bir an önce bir yol bulabileyim.

Elbisemin eteklerini toplayıp merdivenleri çıktığımda kapıda duran ve hiç hareket etmeyen iki asker gördüm. Ya içeriye girmeme engel olurlarsa diye düşünmeden edemezken adımlarımı yavaşlattım. Engel olmak için bir çabaya girmediklerini fark edince tekrar hızlanıp içeriye girdim. Fakat daha fazla ilerleyemedim, giriş kapısında durdum. Ne yapacaktım şimdi? Kimin yanına gidecektim? Kim bana ne yapmam gerektiğini söyleyecekti?

Düşüncelerimle boğuşurken ileriden bana doğru gelen tanıdık bir yüz görüp biraz olsun rahatlarken Binbaşı’nın yanıma ulaşmasını bekledim. Fakat o henüz yanıma gelememişken birinin “Valencia,” dediğini duydum ve arkamı döndüm.

Komutan’ı görmek, kalbimin bir kez daha göğüs kafesime hızla vurmasına neden olurken yanıma gelip karşımda durdu. Yedide burada olmam gerekiyordu ama henüz saat altıya yeni geliyordu ve bu kadar erken olmasına rağmen saatler önce uyanmışçasına dinç ve enerjik görünüyordu.

“Günaydın,” dedim heyecanımı bastırmaya çalışırken.

“Günaydın,” dedi sağ elindeki defteri sol eline alırken ve ellerini arkasında birleştirdi. “Erken gelmişsin.”

“Erken uyanmışken bir an önce gelmek istedim,” dedim ve dediğim an pişman oldum, ya bu söylediğimi yanlış anlarsa? Kendisini görmek için acele ettiğimi düşünmesin? Neden şimdi böyle bir hisse kapılmıştım ki?

“Dün gece bir sorun çıktı mı? Deden bir şey yapmadı değil mi?”

Bana bir şey yapmadılar ama size yapmak için karar aldılar ve bunun için beni kullanmak istiyorlar.

Söylemek istediğim cümle tam olarak bu iken “Hayır,” demekle yetindim.

“Güzel,” dedi sadece.

Etrafa bakınıp “Burada ne yapacağımı bilmiyorum,” dedim bana yardımcı olması için, o esnada yanımıza bir asker geldi.

“Komutanım, istediğiniz suçluların dosyalarını getirdim,” dedi elindeki onlarca dosyayı bir arada tutmaya ve düşürmemeye çalışırken.

“Odama götür, geliyorum,” dedi Komutan ve bana baktı. Bir şeyler söylemesini, bana yapabileceğim herhangi bir iş vermesini beklerken gözlerime bakarak uzun uzun düşündü. Bunu neden yaptığını anlayamazken sonunda gözlerini benden çekti ve ilerideki bir başka askere baktı. Ardından da bir elini kaldırıp yanına çağırdı.

Asker hızla yanımıza geldiğinde ise “Bayan Pride’ı, Hakim’in yanına götürün,” dedi ve yeniden bana baktı. “O sana yardımcı olacaktır, kolay gelsin,” deyip bir şeyler söylememi beklemeden yanımdan ayrıldı.

Gözlerimi ondan çekemezken yüzümdeki gülümsemeyle odasına gidene kadar izledim onu. Koridorun sonundaki odaya ulaştığında dönüp bana bakacakmış hissine kapılıp heyecanlandım, hatta bunu bekledim ve kendimi onun gözlerine bakmaya hazırladım. Fakat o bundan bihaber odasına girdi ve kapıyı kapattı. Yüzümdeki gülümseme hafifçe solarken bunun beni neden mutsuz ettiğini anlayamadım.

“Bayan Pride.” Duyduğum bu ses beni kendime getirdiğinde yanımdaki askere baktım. “Beni takip edin lütfen.”

İstediğini yapıp onu takip ettiğimde Komutan’ın odasının sağında kalan odaya gitmiştik ve odaya girmemize gerek kalmadan çıkan Hâkim’le karşılaşmıştık. Beni buraya getiren asker ona durumu anlattığında ise Hâkim de tıpkı Komutan gibi gözlerini bana odakladı ve uzun uzun düşündü.

Düşüncelerinin sonunun nereye varacağını merak ederken “Yalan söyleyemeyeceğim,” dedi ve ofladı. “Daha önce hayatım boyunca askeriyede bir kadın görmedim ve sana nasıl bir iş verebileceğime dair herhangi bir fikrim yok.”

İstemsizce güldüm. “Temizlik yapabilirim,” dedim, oysa bu koca yeri tek başıma temizlememin imkânı yoktu.

“Burası bir han değil, buradakiler de tatilde değiller. Herkes kendi temizliğini kendi yapar. Hem oradan bakınca yüzlerce adamın pisliğini sana temizletecek kadar acımasız mı görünüyorum?”

“Sizden ziyade kendimi düşünerek söylemiştim bunu, yapabileceğim tek şey bu çünkü.”

Yüzünde buruk bir ifade oluşurken “Anlıyorum,” dedi ve demesiyle gözlerinin içinin parlaması bir oldu. “Peki yemek, yemek yapabilir misin?”

“Yapabilirim,” dedim tereddüt etmeden.

“İşte bu güzel haber, iyi bir şeyler yemeyeli uzun zaman oluyordu,” dedi ve hâlâ yanımızda duran askere baktı. “Bayan Pride’ı yemekhaneye götür, buradan sonra yemeklere yardım edecek,” dedi ve yeniden bana baktı. “Kolay gelsin,” deyip yanımızdan ayrıldı. Fakat sadece birkaç adım atmışken durdu ve yeniden askere baktı.

“Yemek saatleri dışında da yemekhaneden uzak durun, yanlış bir şey duyarsam neler olacağını bilmek dahi istemezsiniz,” dedi uyarıcı bir tavırla, neden böyle bir şey söyledi anlayamazken bir kez daha gözleri beni buldu ve tebessüm edip uzaklaştı.

Aynı askerle birlikte yemekhaneye gittiğimizde bir an için kapısında durup içeriye baktım. Onlarca masa ve sandalye vardı, her yer tertemiz görünüyordu. Bizim evin mutfağının bile bu kadar temiz olduğundan şüpheliydim. Bu düşüncelerle birlikte askeri takip ettim, yemekhaneden geçip de mutfağa girdiğimizde beni koca koca kazanlar ve onların arkasındaki bir taburede oturan, çuvaldan tek tek aldığı patatesleri soyan bir başka asker karşıladı.

O asker bizi gördüğünde yanımdaki asker, ona olanı biteni anlatıp bundan sonra burada onunla birlikte olacağımı söyledikten sonra yanımızdan ayrılmıştı. O giderken ise ben hâlâ aynı yerde durmuş, patates soyan askere ne yapacağımı bilmez bir tavırla bakıyordum.

“Orada öyle durmaya devam mı edeceksin?” diye sordu, her asker gibi o da çok gençti. Beyaz tenli, koyu sarı saçları ve koyu kahve gözleri vardı.

“Ne yapacağım?” diye sorduğumda uzandı ve bir tabure daha çekti. Gözleriyle de o tabureyi gösterip “Patates soyabilirsin mesela,” derken sesi ters çıkmıştı ya da bana öyle gelmişti.

“Peki,;” deyip gösterdiği tabureye oturdum, otururken tezgâhın üzerindeki bıçaklardan birini almıştım. O ise beni izlemeyi bırakmış, işine devam ediyordu. Onun aksine işe başlamak yerine dayanamadım ve sordum. “Senin suçun ne?”

“Ne?”

“Suçun ne diye sordum, neden patates soyuyorsun burada?”

Az önceki sert tavrı yok olurken güçlü bir kahkaha attı. Neden güldüğünü anlayamazken “Bu benim cezam değil, işim,” dedi samimi bir tavırla. “Bir suçum yok yani, askerliğimi yapıyorum sadece,” derken söylediğim şey ona çok komik gelmiş gibi gülmeye devam ediyordu. Her ne kadar kendime engel olmak istesem de en sonunda dayanamadım ve ben de gülmeye başladım, onun aksine sessizce.

Bu kısacık an, günlerdir üzerimde olan kötü hislerden biraz olsun beni uzaklaştırırken bir patates de ben aldım ve yapabileceğim başka hiçbir şey olmadığından patates soymaya başladım. Bir yandan da hâlâ içine düştüğüm durumdan kendimi nasıl kurtaracağımı düşünüyordum ve maalesef bir şeyler bulmak, uygulamaya geçirmek ve başarılı olmak için sadece birkaç saatim kalmıştı.

Patateslerle işimiz bittiğinde ve yanında olduğum asker kalkıp koca kazanlarda yemek yapmaya başladığında bir köşede durdum ve onu izledim. Bir ara saate baktığımda o birkaç saatimin de geçtiğini gördüm ve maalesef ki hâlâ ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bu durum canımı sıkmaya başlarken mutfağa başka bir asker girdi. Bana gözünün ucuyla bile bakmazken diğerinin yanına gitti.

Ona bir şeyler söyleyip biraz muhabbet ettikten sonra tekrar mutfaktan ayrılacaktı ki gözleri beni buldu. Bana bakması bile kendimi rahatsız hissetmem için yeterli olurken diğerine fark ettirmeden elindeki minik kâğıdı gösterdi ve o kâğıdı yine diğerine fark ettirmeden bir tabağın altına sıkıştırıp mutfaktan ayrıldı.

Birkaç adımda tabağın yanına ulaştım. Yemek yapan askerin gözlerinin bende olmadığından emin olduktan sonra kâğıdı hızlıca aldım ve yanından uzaklaşıp okudum.

“Öğlene kadar bu işi halletmen lazım, akşama kadar ancak etkisini gösterirmiş. Lütfen, şu işi bir an önce hallet. Brice Chester.”

Brice’den gelen bir mektuptu ve benim artık gerçekten bir şeyler yapmam gerekiyordu ama cesaretim yoktu.

“Hey!” Duyduğum sesle kendime gelip gözlerimi askere çevirdim. “Sana sesleniyorum, duymuyor musun?”

Elimdeki kâğıdı ona fark ettirmeden buruşturdum. “Özür dilerim, dalmışım,” deyip yanına gittim.

“Soğanları doğrayabilir misin diye sormuştum.”

“Tabii,” deyip bir bıçak aldım ve istediğini yapmaya başladım.

Zaman geçip öğle vakti olduğunda yemekle de işimiz bitmişti ve askerler gruplar hâlinde yemekhaneye gelmeye başlamışlardı. Herkes bir bir yemeklerini alıp yerlerine geçerlerken ve hızlıca yiyip diğerlerine yer açmak için yemekhaneden ayrılırlarken sabahki mektubu getiren o asker mutfağa bir kez daha girmişti.

Gözünün ucuyla bana bakıp diğer askerin yanına gitti. “Şu gecen akşamki isyancıların sorgulaması devam ediyor, Komutan onlarla uğraşıyor. Yemeği odasında yiyecekmiş, bir şeyler hazırlamanı emretti.” Komutan diye bahsettiği Bay Karel olabilir miydi acaba? “Benim de bir an önce Binbaşı’nın yanına gitmem lazım, sen yemeği Bayan Pride ile gönderirsin,” dediği an Bay Karel olduğundan emin oldum.

“Hemen,” dedi yemeklerle ilgilenen asker ve bir şeyler hazırlamaya koyuldu, o sırada diğer askerin gözleri beni buldu. Uyarıcı bir bakış atıp sanki o bakışlarla bana emir verdikten sonra mutfaktan yeniden ayrıldı. Çok geçmeden yemeklerle ilgilenen asker bir tepsi hazırlamış ve götürmemi istemişti. O tepsiyi alıp önce mutfaktan sonra da yemekhaneden çıktığımda ise beni yine aynı asker karşıladı ve beni görür görmez birkaç adımda yanıma geldi.

“Yaptın mı?” diye sordu telaşla ve etrafa göz atıp bakışlarını yeniden bana çevirdi.

Başımı beli belirsiz sağa sola salladım.

“Ver o zaman şunu,” dedi ve tepsiyi elimden hızla aldı. “Çıkar zehri,” derken etrafa bir kez daha bakındıktan sonra telaşla devam etti. “Hadi acele et, yemek saatinde herkes buralarda olur, yakalanacağız şimdi.”

Bunu yapmayı istemiyordum ki ben. Sanırım onlar da -özellikle de Paul Chester- bunu tahmin etmiş olacak ki işi sadece bana bırakmamıştı.

“Hadi dedim, hadi. Yakalanmak mı istiyorsun?”

Başka şansım olmadığından ağır hareketlerle cebimdeki şişeyi çıkardım. Benim aksime hızlıca o şişeyi aldı ve tepsideki yemeğin içine yarısını boşalttı. Ardından da hızla şişeye cebine koyup tepsiyi yeniden elime tutuşturdu. “Hadi, götür şimdi,” dedi ama gidemedim, olduğum yerde durmaya devam ettim. “Neden öyle bakıyorsun? Hadi!” demesiyle bulunduğumuz koridora bir grup askerin girmesi bir oldu, hızla yanımdan ayrıldı.

Durmak yerine şüphe çekmemek için ağır adımlarla yemekhanenin önünden ayrıldım. Yanından geçtiğim herkes bana tuhaf bakışlar artarken askeriye içinde ilk defa çalışan bir kadın gördüklerini bildiğim için bu bakışları yadırgamadım. Zaten şu an çok daha önemli bir meselem vardı, elimdeki zehirli yemek gibi…

Komutan’ın odasına doğru yürümeye devam ederken acaba düşüyor gibi yapıp yemekleri döksem mi diye düşündüm ama sonra bunun muhtemelen beni izleyen asker tarafından dikkat çekeceğini ve bilerek yapmadığımı anlamalarına neden olacağı ihtimaliyle yüzleşip bu fikirden vazgeçtim.

Komutan’ın odasının önüne ulaştığımda duraksadım. Şimdi önümde iki seçenek vardı. Ya girip onu zehirleyecektim ya da her şeyi anlatacaktım. İkisini de yapacak cesaretim olmadığını düşünürken aklıma gelen fikirle umutlarım yeniden yeşerdi ve hızla elimi saçlarımın ucuna attım. Elime gelen bir tel saçı alıp hızlıca yemeğin üzerine bıraktıktan sonra odanın kapısına birkaç defa vurdum.

“Gel,” dediğini duyar duymaz ise içeriye girdim.

Masasının arkasında oturmuş, sabah elinde gördüğüm defteriyle ilgileniyordu. Odası sıcacıktı ve bu sıcaklık onu terletmiş gibiydi. Başını kaldırıp bana bakmazken kendimi fark ettirmek için konuştum. “Yemeğinizi buraya istemişsiniz.”

Sesimi duyar duymaz başını kaldırdı ve bakışlarımız kesişti. “Valencia,” dedi elindeki kalemi defterinin üzerine bırakıp arkasına yaslanırken. “Ne yemeği?” diye de sordu anlamsızca.

“Siz istemişsiniz.”

“Hayır, istemedim.” Ne yapacağımı bilemeyip öylece durmaya devam ettim. “Ama iyi olmuş, işim vardı, yemekhaneye gidemeyecektim zaten. Getir lütfen,” dediğinde ağır adımlarla yanına gidip masasına tepsiyi bıraktım. Saç telini yemeğin üzerine o kadar belli olacak şekilde koymuştum ki fark etmemesi pek de mümkün değil gibiydi.

“Afiyet olsun,” deyip yanından uzaklaştım.

“Teşekkür ederim,” dedi sadece, şu an yapmam gereken şey odadan çıkmaktı ama yapamazdım. Saç telini görmeyip yemeği yeme ihtimalini göze alamazdım.

Çıkmamış olmam ona normal gelmemiş olacak ki “Bir şey mi söyleyeceksin?” diye sordu.

“Evet.”

Yeniden arkasına yaslandı. “Seni dinliyorum.”

“Mary’i merak ettim,” dedim, aklıma bir bu gelmişti. “Onunla ilgili bir gelişme var mı?”

“Maalesef, pek bir gelişme yok. En başında da dediğim gibi, muhtemelen öldürüldü ve cesedi bulmak çok zor olacağa benziyor. Ceset olmadığı sürece de tahkikat başlatıp katili arayamıyoruz.”

“Anladım,” diyebildim sadece.

“Her neyse,” dedi ve tepsinin içindeki kaşığı alırken ekledi. “Sen işinin başına dönebilirsin.”

Elimden geldiğince ağır davranıp kapıya doğru yürürken gözüm üzerindeydi. Ya fark etmezse? sorusu içimi yiyip bitirirken yüzünü buruşturduğunu ve tiksindiğini fark ettiğim an saç telini gördüğünden emin oldum, rahat bir nefes aldım. Kaşığı bırakıp tepsiyi de kenara ittiğinde dudaklarım yana kıvrıldı hafifçe ve kapıyı çektim, bir kez daha rahat bir nefes aldım.

Yüzümdeki gülümsemeye engel olamazken Paul için çalıştığını az çok tahmin ettiğim o askerle göz göze geldim. Keyifli hâlimi görünce muhtemelen başardığım için sevindiğimi düşünüp o da keyiflendi ve gözden kayboldu. Bugünlük kendimi bu durumdan kurtarmıştım, yarına kadar da tamamen kurtarmak için elbet bir şey bulurdum.

Yeniden yemekhaneye döndüğümde artık çoğu kişi yemeğini yemişti ve yemekhane boş denecek kadar azdı. Doğrudan mutfağa gittiğimde yemekleri yapan askerin de bir şeyler yediğini gördüm. Yanına gittiğimde “Hadi sen de bir şeyler ye,” dedi ve muhtemelen benim için hazırlamış olduğu tepsiyi gösterdi.

Hiçbir şey demeden karşısına oturduğumda aç olduğumu hissediyordum. Bu yüzden hiç oyalanmadan kaşığı aldım ve yemekten bir kaşık aldım. Lezzetli olduğunu düşünürken birkaç kaşık daha aldım, biraz da ekmek yedim. Asker de sessizce benim gibi yemeğini yemeye devam ederken bir anda yediğim yemek boğazımda kalmış gibi hissettim, nefes alamadım. Kaşık elimden düşerken elim göğsüme gitti, öksürmeye başladım.

“İyi misin?” Askerden gelen bu soruya dahi cevap veremezken öksürmeye devam ettim. Buna rağmen nefes alamayıp telaşla ayağa kalktım. Başım döndü, düşmemek için masaya tutundum. “Ne oluyor?” diye soran asker telaşla yanıma geldi, kendimi zorlayıp iyi olmadığımı söylemek için yüzüne baktığımda gözleri irileşti. Neden bana öyle bakıyor anlayamazken koşarak yanımdan uzaklaştı.

Nefes alamama hissim artarken dizlerimin üzerine çöktüm, göğsümdeki elim boğazıma gittiğinde artık öksüremiyordum bile. Gözlerimin önünün karadığını fark ederken nefes almaya çalıştım ama başarılı olamadım. Eşzamanlı olarak yüzümde bir sıcaklık hissettiğimde elim, burnuma doğru gitti. Islanan elimi yüzümden çektiğimde ıslaklığın sebebinin kan olduğunu fark etmem ve bedenimin devrilmesi, başımı yere çarpmam bir oldu.

Burnumdan akan kanı dudaklarımda hissederken telaşla mutfağa giren onlarca askeri gördüm. Biri, hemen gelip yanıma oturduğunda ve sırtüstü uzanmamı sağladığında neler olduğunu hâlâ anlayamamıştım. Bakışlarım giderek bulanıklaştığından başımdaki askeri zor görüyordum artık. Dudaklarının hareket ettiğini, bir şeyler söylediğinin farkındaydım ama onu duymuyordum.

Kendimi zorlamayı bırakıp gözlerimi kapattığımda derin bir uykunun içine çekiliyormuş gibi hissettim. Ta ki birinin yüzümü sıktığını ve dudaklarımı aralamaya çalıştığını hissedene kadar. Bu his, bana yeniden gözlerimi açtırdığında bu kez gördüğüm ilk şey yüzümü sıkan asker değil; başımda duran ve ellerini arkasında birleştirmiş, öfkeyle yanan koyu siyah gözlerini gözlerime odaklamış olan Dilsiz oldu.

Zaten bu da görebildiğim son şey olmuştu…

***

Midemdeki bulantı hissini bastırmazken gözlerim kapalı olduğu hâlde başımın döndüğünü hissediyor ve bundan rahatsız oluyordum. Buna rağmen gözlerimi açmak istemezken bir anda midemdeki bulantı o kadar arttı ki bu hisse daha fazla dayanamayıp gözlerimi açtım. Eşzamanlı olarak da ayağa kalktım, nerede olduğumu bile bilmiyorken gördüğüm çöp kovasının yanına kendimi attım ve midemdeki her şeyi çıkardım. Bunu sadece bir kere yapmak yetmezken birkaç daha yaptım ve midemin rahatladığını ancak hissedebildim. Fakat hâlâ başım dönmeye devam ediyordu.

Çöp kovasının yanına diz çökmüş otururken baş dönmemin geçmesini bekliyor ve bir yandan da olanları düşünüyordum. Ne olmuştu bana? Neden bu hâle gelmiştim? Bu sorulara cevap vermek benim için kolay olmazken izlenme hissine kapılıp arkamı döndüm.

Komutan odadaki pencereye yaslanmış, kaşlarını çatmış, beni izliyordu. Hemen yanındaki sandalyede ise Hâkim oturuyordu, bacak bacak üstüne atmış, gözlerime bakıyordu. Dilsiz ise odanın bir başka köşesindeki masaya yaslanmış, kollarını göğsünün altında toplamış, öfkeyle bakıyordu bana ve hepimiz şu an Komutan’ın odasının içindeki diğer odadaydık.

Ayağa kalktım, gözlerim bir kez daha hepsinin üzerinde gezindikten sonra “Bana ne oldu?” diye sordum ve işte o an Komutan’ın elindeki minik şişeyi fark ettim. Nasıl geçmişti o eline? Neden bakışları daha öncekilerin aksine dümdüzdü?

Kimseden ses çıkmayınca “Konuşmayacak mısınız?” diye sormaya devam ettim.

Komutan yaslandığı pencereden uzaklaştı ve yanıma geldi, elindeki şişeyi gösterdi. “Bir şeyler söylemesi gereken sensin.”

Utançla başımı önüme eğdim.

“Neden beni öldürmek istedin?”

“Sizi öldürmek istemedim.”

“Yalan söyleme!” derken öyle bir bağırdı ki korkuyla gözlerim doldu, bir adım geri gittim. Gözlerindeki öfke giderek artarken dişlerini sıkarak “Neden beni öldürmek istedin?” diye yineledi sorusunu.

“Ben istemedim,” dedim gözyaşlarım akarken. “Yalvarırım inanın bana.”

“Kim istedi o zaman bunu yapmanı?” Bu, cevabını verebileceğim bir soru değildi. “Dilsiz kendi gözleriyle görmüş bana getirdiğin yemeğin içine bir askerle birlikte bu şişeden bir şeyler döktüğünüzü ve hâline bakarsak içindekinin zehir olduğunu anlamak zor değil.” Gözlerim Dilsiz’i buldu, bakışları hâlâ aynıydı. Onu yemekhanede gördüğüm o son anı hatırladım ve neler olduğunu anlamam çok da uzun sürmedi.

Anladığım şeyle gözlerim şaşkınlıkla ayrılırken “Beni zehirlediniz,” dedim, yeniden Komutan’a baktım ve bir şeyler söylemesini bekledim.

“Neler olduğunu anlamak istemiş sadece.”

Gözlerim acıyla doldu. “Ben size zarar vermedim,” dedim hayal kırıklığıyla. “O saç telini bilerek yemeğin üzerine bıraktım, tiksinip yemeyeceğinizi biliyordum.” Bir an için bile olsa gözlerindeki şaşkınlığı fark edebilmiştim. “Ama siz, beni zehirlediniz.”

Komutan bana cevap vermek yerine gözünün ucuyla Dilsiz’e baktı ve bakışlarını yeniden bana çevirdi. “Böyle bir şey yaşanacağından haberim yoktu.” Sessiz kaldım, odadakilere baktı. “Siz dışarıya çıkın,” dediğinde Hâkim de Dilsiz de odadan ayrıldılar.

Komutan’ın gözleri yeniden beni buldu. “Kim istedi senden bunu yapmanı?” Sessizliğimi sürdürdüm. “Daha doğrusu kim mecbur bıraktı? Son anda saçını yemeğe attığına göre senin benimle bir derdin yok ama birinin varmış ki beni öldürmek istemiş.”

Bir anlık gaflete düşüp “Ölmeyecektiniz, sadece hastalanacaktınız,” dedim ve dememle pişman olmam bir oldu, başımı yeniden önüme eğip dudaklarımı ısırdım.

“Birkaç dakika daha geç kalmış olsaydık arkadaşının yanına defnediliyor olurdun.” Böyle bir şey mümkün değildi, defalarca kez bana o zehrin öldürücü olmadığını söylemişlerdi. “Bunu senden her kim istediyse seni de kandırmış.” Ne yüzüne bakabildim ne de tek kelime edebildim. “Bir şey söylemeyecek misin?”

Başımı olumsuz anlamda salladım.

“Pekâlâ,” dedi memnuniyetsiz bir tavırla. “Çıkabilirsin.”

Başımı yerden kaldırdım. “Öylece gitmeme izin mi vereceksiniz?”

“Çıkabilirsin,” diye yineledi, sanki artık beni görmekten memnun değil gibiydi. Haklıydı da…

Sessizce arkamı döndüm ona, kapıya doğru bir adım attım ama dayanamadım ve yeniden hızla ona döndüm. Gözümden bir damla yaş akarken “Özür dilerim,” dedim, sessiz kalan bu kez o oldu. “O yemeği size getirmek zorundaydım ama asla yemenize izin vermezdim, sadece hastalanacaktınız bana göre ama buna bile izin vermezdim. Bana inanmanızı beklemiyorum ama…” Sustum, aması yoktu ki… Bu yüzden bir kez daha “Özür dilerim,” dedim ve gözyaşlarımı silip kapıya gittim, açtım.

Tam çıkacaktım ki “Valencia,” dedi, durdum. “Zehirlenmenle bir ilgim yok, haberim olsaydı izin vermezdim. Dilsiz, sinirlenince gözü hiçbir şeyi görmez.”

Gözlerim dolarken dudaklarımı birbirlerine bastırıp başımı aşağı yukarı hafifçe salladım sadece.

Komutan, benden aldığı bu sessiz tepkiyle birlikte arkasını dönüp pencereye yürüdüğünde artık çıkmam gerektiğini anlayıp odasından çıktım ve diğer odaya geçmiş oldum. Gözümden bir damla yaş akarken dudaklarımı birbirlerine bastırıp ağlama hissinden kurtulmaya çalıştım. Bunu yaparken masanın önündeki sandalyelerde oturan Dilsiz ve Hâkim’i gördüm. Hâkim bana bakarken Dilsiz’in umurunda bile değildim.

Ona, neden bunu yaptın diye soracak kadar masum olmadığımdan doğrudan diğer kapıya doğru yürüdüm. O esnada az önceki odadan Komutan da çıktı. Durup ona baktığımda bakışlarının hâlâ dümdüz olduğunu fark ettim.

Sanki ona zarar vermeyecek olmama inanmamış gibiydi...

Bu düşünceyle kirpiklerim yeniden ıslanırken başımı bir kez daha önüme eğdim. Kendimi savunmak istiyordum, bana inanması için onunla konuşmak istiyordum ama ben konuşmaktan çok susmaya alışıktım. Haklıyken de haksızken de hep susardım. Bu yüzden yine sustum ve daha fazla burada durmak istemeyip odadan çıktım.

Gözyaşlarım hızlanırken Yüzbaşı Beck yanıma geldi.

“Bayan Pride, iyi misiniz?” Gözyaşlarım akmaya devam ederken başımı sallamakla yetindim. “Hepimiz çok korktuk sizin için, ne oldu anlayamadık.” Cevap vermek istemedim. Zaten ne diyecektim ki? Benim onu zehirlemem gerekiyordu ama olmadı onlar mı beni zehirledi diyecektim?

“Bay Chester sizi bahçede bekliyor saatlerdir, çok endişeli. Defalarca kez içeriye girmek istedi ama izin vermediler.” Bu cümleden sonra hiç durmadan yanına gideceğim zannediyordu muhtemelen ama bunu yapmayı istemedim.

“Yemekhaneye gitmem emredildi,” deyip yalan söyledim ve yanından ayrıldım.

Onlarca askerin bakışları altında yürümek kendimi rahatsız hissetmeme neden olurken yemekhaneye ulaştım ama mutfağa girmek yerine buradan askeriyenin bahçesine açılan kapıya yöneldim ve bahçeye çıktım. Umarım buraya çıkmam sorun değildir diye düşünürken bahçeye inen birkaç merdivenden birine oturdum.

Başımı dizlerimin üzerine koyup dudaklarımı bir kez daha birbirlerine bastırdım ve sessizce ağlamaya başladım. Bu zamana kadar normal bir hayatım olmamıştı ama şimdi her şey daha da berbat bir hâldeydi ve ben, bunlarla nasıl baş edebileceğimi bilmiyordum.

Mary’nin katilinin Paul olduğunu... Komutan’ı zehirlemek isteyenin dedem ve Chesterlar olduğunu... Stella ve James hakkında anlatılanların doğru olamayacak kadar saçma olduğunu... Tüm bunları içimde tutmak yerine anlatmak istiyordum ve eğer bu işin sonunda zarar görecek olan sadece ben olsaydım bir saniye dahi olsun susmazdım ama maalesef ki konuşmam sadece beni değil, ailemi de mahvederdi. Babama ve Elina’ya bunu yapamazdım.

Gözyaşlarım hızlanırken midemin bir kez daha bulandığını hissettim. Elimi karnımın üzerine koyup bulantımı bastırmaya çalışırken kendimi sıktım ve bunu yapmak daha çok ağlamama neden oldu.

“Buraya çıkman yasaktı.”

Duyduğum bu sesle telaşla gözyaşlarımı silerken ayaklandım ve Komutan’ın gözlerine baktım. “Özür dilerim, sadece hava almak istemiştim,” dedim ve bakışlarımı yere indirdim. Yüzüne bakamayacak kadar utanıyordum ondan.

“Neden ağlıyordun?”

“Ağlamadım.”

“Yalan söylemek de yasakları ihlal etmek gibi sen de alışkanlık olmuş sanırım.”

Gereksiz bir öfke kapladı içimi. “Ben yalancı değilim.”

“Doğruları söyle o zaman,” dedi, bana doğru bir adım attı. “Beni zehirlemeni kim istedi?”

Bakışlarımı kaçırdım.

“Brice Chester mı? Yoksa kardeşi Paul Chester mı? Ya da başka biri? Hadi, söyle bunu kimin istediğini.”

“Ben, işime dönsem iyi olacak,” dedim yüzüne bakmadan ve uzaklaşmak istedim ama bir adım atıp önümde durdu, gitmeme izin vermedi.

“Valencia Pride,” dedi uyarıcı bir tavırla. “Konuşman, kaçmandan çok daha iyi olabilir senin için.”

Dayanamadım ve gözlerine baktım. “Akıllı bir adamsınız,” dedim, tek kaşını kaldırdı. “Cevaplarıma ihtiyacınız yok, zira kimin istediğini anlamayacak biri değilsiniz.”

“Onu suçlamak için duymam gerekiyor ama,” dedi ve tahminimde yanılmadığını anlamama yardımcı oldu.

“Onu suçlamanıza izin veremem, bu yüzden benden bir itiraf alamayacaksınız.”

“Neden, nişanlın olduğu için mi?”

Hiç düşünmeden “Hayır,” dedim ve ekledim. “Bunu ben iyi olayayım diye yapmak istediği için.”

“Ne demek şimdi bu? Ben ölürsem mi iyi olacaksın? Bu yüzden mi beni öldürmeni istedi?”

“Sizi öldürmemi istemedi, sadece hastalanacak ve buradan gitmek zorunda kalacaktınız,” dedim bunu açıkça söylemekten hiç çekinmeden.

“Seni kandırdığını kabul etmiyorsun,” dedi sitemkâr bir üslupla. “Zehri bilmeden de olsa içtin ama hastalanmadın, ölüyordun az kalsın.” Beni kandıran o değil, hepimizi kandıran kardeşi demek istedim ama bunu da diyemedim ve artık diyemediklerim üzerime yıkılmayı bekleyen bir dağ olmuştu.

“Bilmediğiniz şeyler var,” dedim çaresizce.

“Onun farkındayım, zaten bu yüzden seninle konuşmaya çalışıyorum.”

Kendimden emin bir tavırla gözlerinin içine bakarken bu konu daha fazla uzamasın diye “Suçlu benim,” dedim. Gözlerinde, güçlü bir inançsızlık belirdi. “Dilsiz diye hitap ettiğiniz beyefendi de buna şahit zaten ve benden başka bir şey duyamayacaksınız. Eğer birini yargılamak istiyorsanız, bu benim ve şimdi de beni sorguya alsanız dahi size başka birinin ismini vermeyeceğim.”

Sinirlendi, bunu yüz hatlarının kasılmasından anlayabildim. “Eğer seni yargılamak istiyor olsaydım gözünü açtığında benim odamda değil, zindanda olurdun ve uyanır uyanmaz suçunu itiraf etmek zorunda kalır, şimdi de o meydanda o ip çoktan boynuna dolanmış olurdu!” Tüm bunları söylerken hiç de beni tehdit eder gibi bir hâli yoktu, aksine sadece uyarmaya çalışıyor gibiydi.

“Ama yapmadınız,” diye araya girdim. “Ve eğer yapmayacaksanız da bana daha fazla soru sormayın, size verecek bir cevabım yok.”

“O zaman o cevabı bir gün zorla da olsa almak zorunda kalacağım.” İşte bu bir tehdit gibiydi.

“İstediğini yapmakta özgürsünüz,” derken yüzümde buruk bir ifade oluştu ve devam ettim sözlerime. “Bizim aksimize.”

Bu kez engel olmasına izin vermeyip sözlerimi tamamladıktan hemen sonra yanından ayrıldım. Yemekhaneye girip beni göremeyeceği bir noktaya ulaştığımda durdum ve sakinleşmeye çalıştım. Bunu yapmak midemin kasılmasına neden olurken canımın çok yandığını hissettim. Aynı zamanda soğuk soğuk terliyor ve nefes almakta zorlanıyordum. Bunların zehrin bir etkisini düşünüp kendimi geçeceğine inandırırken Komutan da yemekhaneye girdi. Fakat sanki ben burada değilmişim, beni görmüyormuşum gibi yüzüme bile bakmadan yanımdan geçti ve yemekhaneden çıkıp gitti.

Arkasından bakmaya devam ederken gözlerim doldu ve duymayacağını bildiğim hâlde “Özür dilerim,” diye mırıldandım, gözümden akan bir damla yaşı silip mutfağa geçtim.

Tüm gün böyle geçip gittiğinde ve akşam yemeği hazırlıkları da bittiğinde askerler yine gruplar hâlinde yemekhaneye girmiş, hızlıca yemeklerini yiyip ayrılmışlardı. O kadar hızlı yemek yiyorlardı ki şaşırmamak elde değildi ama öğrendiğim kadarıyla bu burada zorunlu bir şeymiş. Her askere yemek yemek için sadece dört dakika veriliyormuş. Dört dakikanın sonunda yemeği bitmese bile yemekhaneden ayrılmak zorundaymış. Bu, burası için öğrendiğim en garip bilgi olmuştu.

Her giden askerin yerine bir yenisi gelirken yemekhaneye giren Dilsiz ve Hâkim’i gördüm. Onlar beni fark etmeyip yemeklerini aldı ve ilerideki bir masaya geçtiler. Daha onlar otururken Komutan da içeriye girdi ve o girdiği an yemekhanedeki bütün askerler ayaklandı, dimdik bir şekilde durdular.

Komutan, yürürken elini kaldırıp onlara oturmalarını işaret ederken bir yandan da “Rahat,” dedi ve bütün askerler yeniden sandalyelerine oturdu, yemeklerine devam ettiler. Komutan da kendisine yemek aldıktan sonra Dilsiz ve Hakim’in yanına gitti.

Beni fark etmemiş olmalarından cesaret alıp onu izlemeye devam ettim. Sürekli elinde gördüğüm defterini açmış, bir yandan yemeğini yerken bir yandan Dilsiz ve Hâkim’e bir şeyler anlatıyordu. Her ne anlatıyorsa onu fazlasıyla sinirlendirmişti. Henüz birkaç gündür tanıdığım bu adamın sinirlenince yüz hatlarının kasıldığını artık biliyordum ve içimde ona karşı bitmeyen bir merak vardı. Bunun nedenini bile anlamayacak kadar tanımıyordum kendimi.

Oturduğum masada elimi yüzüme koymuş onu izlemeye devam ederken önümde birisi belirdi ve buna engel oldu. Bunun siniriyle başımı kaldırdığımda Binbaşı’nı gördüm ve hiçbir şey söyleyemeden ayağa kalktım. Gözlerindeki öfkeyi fark etmemek mümkün değildi. Peki ama neden bu kadar öfkeliydi? Bana böyle bakmasına neden olacak ne olmuş olabilirdi ki?

“Bayan Pride.” Öfkesi, sesine yansımıştı. “Bay Chester dışarıda sizi bekliyor, hemen yanına gitmelisiniz.” Bu, bir öneriden çok emir cümlesiydi.

“Buradan ayrılmam sorun olmasın?” Artık hiçbir şeyin sorumluluğunu almak istemiyordum.

“Olmaz, ben ilgileneceğim,” dediğinde arkasında kalan masaya gözümün ucuyla baktım.

Komutan’ın bakışları buradaydı ve tek kaşını kaldırmış, şüpheyle bakıyordu. Benim onu fark etmem bile bakışlarını çekmesine neden olmamıştı. Fakat ben yaptığım şeyden hâlâ utanıyor olduğumdan gözlerine bakamadım ve bakışlarımı kaçırdım, Binbaşı’nın yanından da sessizce uzaklaştım.

Yemekhaneden çıkıp askeriyenin içine, oradan da oyalanmadan dışarıya çıktığımda Brice merdivenlerin sonunda durmuş, beni bekliyordu. Eteğimi hafifçe toplayıp aşağıya indiğimde ve beni fark ettiğinde yaslanmış olduğu duvardan uzaklaştı, hızla yanıma geldi. “İyi misin?”

“Bu durumda bana sorabileceğin en alakasız soru oldu bu.” Kaşlarını çattı. “Yaptığınız plan yüzünden ölüyordum az kalsın.”

Yüz ifadesi değişirken “Anlamadım?” dedi ve biraz daha yaklaştı bana. “Yaptığımız plan mı? Bunun, bu konuyla ne ilgisi var?” Bu konu derken neyden bahsetmişti?

“Buraya ne için geldin?”

“İyi olduğundan emin olmak için,” dedi ve devam etti. “Binbaşı rahatsızlandığını söyledi, dün de hasta gibiydin. Ben o yüzden…” Devam etmesine izin vermedim.

“Zehirlediler beni,” dedim, göz bebekleri irileşirken dudakları aralandı. Eğer kardeşi gibi iyi rol yapmıyorsa bu haberi ilk defa benden duyduğu aşikârdı. “Gönderdiğin asker her şey için acele edince fark edildik ve benim yapmam gereken şeyi onlar bana yaptılar.”

“Valencia, sözlerinden hiçbir şey anlamıyorum. Ben, yanına hiç kimseyi göndermedim ve zehirlendiğini bilmiyordum. Sadece dünden sonra kötüleştiğini zannetmiştim.”

“Nasıl olur bu? Sabah bir asker bana senin ağzından yazılmış bir mektup getirdi. Hatta bak,” deyip elimi cebime atıp buruşturarak cebime koyduğum kâğıdı almak istedim ama kâğıt cebimde değildi. “Yok, almış birisi.”

“Kim, neden sana benim ağzımdan mektup yazar ki?”

“Bilmiyorum.” Aslında biliyordum, Paul Chester… Fakat buna inanmayacağı için dile getirmedim, merak ediyorsa araştırıp öğrenebilirdi.

“İçeriye gireceğim, iyi olmadığını söyleyecek ve seni buradan götüreceğim. Bir an önce hekime muayene olman gerekiyor. Hastalık akşama kadar…” Yine sözünü kesmek zorunda kaldım.

“Beni zehirledikleri gibi kurtardılar da, iyiyim şu an,” dedim, oysa hâlâ midem ağrıyordu. “Ayrıca o zehir hastalığa değil, ölüme neden oluyormuş. Hem de saniyeler içinde, az kalsın ölecektim!” dedim bir kez daha öfkeyle.

“Bu mümkün değil, Paul zehri bizzat temin etti.”

“Sen mümkün olmadığını düşünmeye devam edebilirsin,” dedim, onu bir şeylere ikna etmek için uğraşmak istemiyordum. “Ama ben yaşadığım şeyin farkındayım.”

Bakışlarını kaçırdı, sıkıntıyla derin bir nefes aldı. “Peki neden bir şey yapmadılar? Ne yapmaya çalıştığını öğrendikleri ilk an seni zindana atarlardı. Hem zehirleyip hem de kurtarmaları mantıklı değil.”

Ona detayları anlatmak istemedim. “Bilmiyorum.”

“Burası, artık senin için çok tehlikeli olmaya başladı. Her an yeniden seni zindana atabilirler. Artık bunu göze alamam.” Sanki aklında bir şeyler var gibiydi.

“Ne düşünüyorsun?”

“Aklımda bir şeyler var, çıkmana sadece birkaç saat kaldı. Çıktıktan sonra konuşuruz. Hadi, şimdi daha çok dikkat çekmeden içeriye gir.” Bu sözlerin altından benim için iyi bir şeyler çıkmayacağı belliydi, beni bu kasabadan çıkarmayı bile düşünüyor olabilirdi.

Ona hiçbir şey söylemeden geriye dönüp yeniden askeriyeye girdim. Hayatım her geçen gün biraz daha mahvoluyor, kurtulmak için çırpındıkça daha da batıyordum ve artık bir çıkar yol bulabileceğime dair umudum yoktu. Gözyaşlarımı tutamazken sessizce ağladım. Her şey onların yüzünden olmuştu ama bütün bedelleri ben ödüyordum. Bu haksızlıktı, bu kadarını hak etmiyordum.

Gözyaşlarım giderek hızlanırken oyalanmadan yemekhaneye gittim, içeriye girdiğimde baktığım ilk yer Komutan’ın oturduğu masa olduğunda göz göze geldik. Bana bakmasını beklemediğimden afallarken yaşlı gözlerimi saklama ihtiyacı hissedip bakışlarımı kaçırdım ve mutfağa girdim.

Buradaki işim ne zaman bitiyordu bilmiyorum ama bir an önce bitmesini ve eve gönderilmeyi istiyorum. Aslında bir yandan bunu da istemiyorum, çünkü Brice’in sözleri beni rahatsız etmişti. Keşke gidecek başka bir yerim olsaydı, o zaman benim için her şey daha kolay olurdu.

Bir sandalye çekip oturduğumda midemdeki ağrının biraz daha arttığını fark ettim. Aynı ağrı başımda da vardı ama şu an fiziksel sorunlarımla ilgilenemeyecek kadar meşguldü zihnim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda her şeyin böyle ilerlemeyeceğine karar vermiştim. Bir şeyler yapmanın vakti gelmiş ve geçiyordu. Kendimi buradan da diğer her şeyden de kurtarmalıydım ve sanırım bu işin içinden zarar görmeden kurtulmamın imkânı yoktu. Kendimi düşünmeyi bırakmalıydım ve ailemin hayatını mahvetmemek için kendi hayatımı mahvetmeliydim. Her şeyi yoluna koymanın başka bir yolu yoktu.

Aldığım kararla ayağa kalkmam ve kapıya yönelmemle birlikte gördüğüm kişiyle olduğum yerde kaldım. Komutan, ellerini arkasında birleştirmiş mutfak kapısının oradan beni izliyordu. Tıpkı daha önce olduğu gibi benim ona bakmam bile gözlerini benden çekmesine neden olmamıştı.

Biraz daha oyalanırsam kararımdan vazgeçeceğimi bildiğim için oyalanmadan yanına gittim. Neden burada olduğunu, neden beni izlediğini sormayı istesem de tüm bunları göz ardı edip “Sizinle konuşmam gereken bir şey var,” dedim.

Meraklanmadı, heyecanlanmadı, hatta en ufak bir duygu belirtisi bile göstermedi. Bu bakışlarının nedenini anlayamazken “Benimle gel,” dedi ve cevap vermemi beklemeden önden yürüdü, ben de peşinden gittim.

Odasına girdiğimizde ben, kapıdan çok uzaklaşmadan durdum. O ise masasına gitti, yüzünü bana döndü, masaya yaslandı, kollarını göğsünün üzerinde topladı, gözlerini üzerime dikti ve “Seni dinliyorum,” dedi.

“Bana bir ceza vermenizi istiyorum,” dedim hiç tereddüt etmeden. “Sizi zehirlemeye kalktığım için ya da daha önceki suçum yüzünden, ne için olduğuna siz karar verebilirsiniz ama bana bir ceza verin.”

Sessizdi, söylediklerimi anlamaya çalışıyor gibiydi.

“Burada çalışmamın karşılığı olarak,” diye eklediğimde yüzünde beliren ifadeye bakılırsa derdimin ne olduğunu anlamış gibiydi.

“Buradan çalışmak istemiyorsun yani?”

“Evet istemiyorum, bu cezamı da para cezasına çevirebilirsiniz ya da beni yeniden zindana atabilirsiniz.”

“Zindanda kalmak, çalışmaktan daha mı kolay senin için?”

Aslında derdimin bu olmadığını, sadece burada olmamın zamanla bana zarar vermeye başlayacağını, zaten onu da bu yüzden zehirlememi istediklerini açıklamam gerekiyordu belki de ona ama bunu yapmadım ve sadece “Evet,” dedim.

“O zaman bir anlaşma yapalım,” dedi, gözlerim heyecanla parladı. Ne isterse yapabilirdim, yeter ki beni bu durumun içinden kurtarsın.

“Sizi dinliyorum.” Sesim, heyecanlı çıkmıştı.

Bana doğru birkaç adım atarken elleri hâlâ arkasındaydı. “Eğer anlaşabilirsek zindana bile atılmayacaksın. Cezan para cezasına çevrilecek ve muhtemelen nişanlın bunu da halledecektir.” Brice yirmi bin dolarlık cezayı ödemiş olmalıydı ve sanırım şu an bunu ima etmeye çalışıyordu.

“Karşılığında ne istiyorsunuz?”

“İtiraf,” dedi, gözlerimdeki ifade iyice daralırken devam etti. “Her şeyi itiraf etmeni, bugün olanların gerçek suçlusunu söylemeni.”

Heyecanım, sönen bir ateş misali yok olurken “Bunu yapmayacağımı söylemiştim size,” dedim fısıldar gibi.

“O zaman benim de senin istediğin şeyi yapmak için bir nedenim yok.”

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve sakin kalmaya çalıştım. Hangi yola girsem sonu bir çıkmaza çıkıyordu ve ben artık o çıkmazın içinde nefes alamamaya başlamıştım.

“Başka bir şey yoksa çıkabilirsin.”

Gözlerimi yeniden açtım. “İyi biri olduğunuzu zannetmiştim,” dedim hayal kırıklığıyla ve ekledim. “Ama bu kararınızla çoğu insanın hayatını mahvediyorsunuz ve maalesef bunun farkında bile değilsiniz.” Bakışları değişirken ve söylediğim şeyleri anlamaya çalışırken “Müsaadenizle,” deyip odadan ayrılmak istedim ama aniden odaya giren Hâkim karşıma çıkınca bunu yapamadım, aksine kapının önünden çekilmek için odaya biraz daha girmiş oldum.

Hâkim’in gözü beni görmezken telaşla Komutan’a bakıp “Zindana attırdığın asker,” dedi, derin bir nefes aldı ve ancak o an beni fark etti.

“N’olmuş askere?” diye sordu Komutan pek de sakin olmayacak bir tavırla.

“Ölmüş,” dediği an göz bebeklerim büyüdü, Komutan da benden farklı bir tepki vermezken “Daha doğrusu öldürülmüş,” diye tamamladı cümlesini Hâkim.

Tüm vücudum bu cümlenin etkisiyle kaskatı kesilirken Komutan, gözlerini kapattı. Ellerini yumru yaptığını ve aldığı derin nefesleri fark ettim. Gözlerini yeniden açtığında ise bir rüzgâr gibi yanımdan geçmiş ve odadan çıkmıştı, Hâkim de peşinden giderken odada bir başıma kalmış oldum.

Burada durmam anlamsız gelirken ben de odadan çıkmak istedim, hatta bunun için bir hamle de yaptım ama eşzamanlı olarak gözlerim masada duran kahverengi, deri kaplı defteri buldu. Komutan’ın yanından hiç ayırmadığı defteri…

Başımı çevirip dışarıya doğru baktım, etrafta kimseleri göremezken kapıyı yavaşça kapattım ve bu yavaşlığımın aksine hızla içeriye girdim. Masaya ulaşıp defteri aldım ve ön tarafında, derisine işlenmiş olan ismi okudum.

Devrim Karel

Dudaklarımı ısırdım ve yapacağım şeyin ne kadar doğru olduğunu sorgulamadan defteri açtım. İlk sayfasına göz attım hızlıca.

Brice Chester

Paul Chester

Bridge Chester

Binbaşı Hector Hardy

Yüzbaşı Javed Beck

Jewel Pride

Valencia Pride

Tek tek isimleri okuduktan sonra sonda yazan ismimi dikkatle inceledim. Önce yazmış, sonra ismimin üzerini karalamıştı ve ardından hemen yanına bir kez daha yazmıştı. Bir yazım yanlışından dolayı böyle bir şey yapmayacağını düşünecek kadar sıradan olayların içinde değildim. Sanki bir şey olmuş, ismimi listeden silmiş ve sonrasında yeniden eklemiş gibiydi. Fakat sorun bu değildi, asıl sorun neden böyle bir liste tuttuğuydu? İsimleri unutmamak için olamazdı herhâlde.

Bunu düşünmeyi sonraya bırakıp diğer sayfaya geçtim ve gördüğüm şeyle göz bebeklerim bir kez daha irileşti. Bugün muhtemelen biraz önce ölüm haberini aldığım askerin getirdiği o not, buradaydı. Buruşuk kâğıt düzgünce açılmış ve sayfaya yapıştırılmıştı. Yani Brice’i suçlamak için benim birkaç sözüme ihtiyacı yoktu ama o ısrarla bunu yapmamı bekliyordu.

Bu adam, bu kasabaya bahsettiği gibi tesadüfen gönderilmiş olamazdı.

Kâğıdı almak gibi bir fırsatım olsa da bunu yapmamayı tercih edip diğer sayfaya geçtim ve kırmızı kalemle yazılan isimlerle yanına kurşun kalemle yazdığı açıklamaları gördüm.

Stella Ruby (19 Kasım’da idam edildi.)

James Morgan (19 Kasım’da idam edildi.)

Mary Jones (20 Kasım’da kayboldu.)

Tüm bunları yazma nedeni neydi? Son sayfayı anlayabilirdim, geldiğinden beri yaşanan şeyleri not ediyor olabilirdi, Mary’nin kaybını araştırıyor da olabilirdi ama ilk iki sayfanın hiçbir anlamı yoktu. Neden bir bir isimlerimizi yazmıştı? Ve hangi olay o listeden ismimi silmesine sonrasında da yeniden eklemesine neden olmuştu?

Sorularla mücadele ederken vaktim kalmadığı için bir sayfa daha çevirdim ve bu kez sayfanın en başına kırmızı kalemle atışmış bir başlık gördüm ama o yine aynı kalemle üstü karalandığı için ne yazdığını okuyamadım. Okunabilen tek harf iki kelimeden ilkinin ortasındaki “A” harfiydi ve bundan bir şey çıkarmam pek de mümkün değildi.

Oyalanmak yerine bir sonraki sayfaya geçtim ve boş olduğunu gördüm, hızlıca diğer sayfalara da baktım ama başka hiçbir şey yazılmamıştı deftere. Bu yüzden kapattım ve hızla yerine bıraktım ama yanından ayrılmadım, durdum ve öylece kahverengi deri kaplamasının üstünde yazan isme baktım.

“İkinci ismini çok kullanmıyor herhâlde” diye içimden geçirmeden edemezken öylece durmaya ve Devrim Karel ismine bakmaya devam ettim. Bu defter, onun için önemliydi ve içimden bir ses benim için de önemli olmalı diye geçiriyordu.

Gözümün ucuyla kapıya doğru baktım, ses seda yoktu. Kimselerin olmadığından bu şekilde kendimce emin oldum ve daha fazla zaman kaybetmek istemeyip uzanıp ilerideki kalemlikten bir kurşun kalem aldım. Hemen ardından da defteri yeniden açıp üçüncü sayfaya geçtim ve ölen arkadaşlarımın isimlerine bir kez daha baktım. Sonra da her şeye rağmen bunu yapmakta haklı olduğumu düşünüp son ismin yanına bir ekleme yaptım.

Mary Jones (20 Kasım’da kayboldu) + (Katili Paul Chester)

Bunu yazdıktan hemen sonra hızla kalemi bıraktım, defteri de kapattım ve bir adım geri gidip masadan uzaklaştım. Sadece bir an için bile olsa “Ya yanlış yapıyorsam?” diye düşünmeden edemezken bunu benim yaptığımdan kimsenin şüphelenmeyeceği konusunda kendimi ikna etmem pek de zor olmadı. Bu konuda bu kadar güçsüzken ve Komutan’ın karşısına geçip bildiklerimi cesurca anlatamıyorken bunu yapmaktan başka şansım yoktu.

Arkadaşlarım ölmüştü ve her şey bilirken daha fazla susamazdım.

Bir adım daha geri gidip masadan biraz daha uzaklaştığımda açık çekmeye takıldı bakışlarım ve gördüğüm şeyle kaşlarımı çattım. Bir kez daha merakıma yenik düşüp çekmeceye yaklaştım ve eğilip içindeki bir başka kahverengi, deri kaplama olan defteri aldım. Derisine işlenen ismi okudum.

Gürkan Karel

Bir şeyleri çözmek istercesine gözlerimi kıstım, bu da neydi şimdi? İki ismi için de ayrı iki defteri vardı. Bunun da bir anlamı var mıydı acaba? İçimdeki ses, bu kez de bana bu defterde de beni ilgilendiren şeyler olduğunu söylerken elimi kapağına attım. Tam açacaktım ki bir anda dışarıdan sesler gelmeye başladı. Çok yakından gelen sesler telaşlanmama neden olurken hızla defteri aldığım yere bıraktım ve koşar adımlarla kapıya doğru yürüdüm.

Kendimi odanın dışına kimse görmeden attığımda ileriden gelen Dilsiz’i gördüm. Onun beni görmesi iyi olmayacağı için yandaki odaya yöneldim. Hakim’e ait olduğunu bildiğim odanın kapısını hızla açtım ve Hâkim, muhtemelen öldürülen askerle ilgilenmek için zindandadır diye düşünüp kendimi içeriye attım, girer girmez olduğum yerde kaldım.

Çünkü Hâkim, masasının arkasına oturmuş ve önündeki dosyalarla ilgileniyordu.

Kapının açıldığını duymuş olacak ki başını kaldırdı ve beni gördü. “Valencia,” dedi sanki bu sabah Komutan’ın yemeğine zehir koyduğumu bilmiyor ve onu öldürmek istediğimi düşünmüyormuş gibi samimi bir tavırla. “Burada olmanı neye borçluyum?”

Lanet olsun, neden aşağıda değildi ki bu adam? Ne diyecektim şimdi?

“Valencia,” dedi bir kez daha.

“Ben şey,” dedim ve o an aklıma gayet iyi bir yalan geldi. Az öncekinin aksine üzerime rahatlık çökerken “Artık gidebilir miyim diye sormaya gelmiştim,” dedim, şu durumda söyleyebileceğim en makul yalan buydu.

Hâkim saatine bakarken arkamdaki kapı bir anda itildi ve henüz buradaki görevinin ne olduğunu bilmediğim Dilsiz içeriye girdi. Kapının arkasında olabileceğimi tahmin etmemiş ki sert açtığı kapı omzuma çarptı ama canım acımadı, bu yüzden sorun etmeyip sessizce kapıdan uzaklaştım ve girmesine izin verdim. Aynı zamanda bakışlarımı ondan çekmiş, Hakim’e bakmıştım. Diğerlerinin aksine ondan korkuyordum, beni zehirlemesinden çok sessizliği ve yüz ifadesinin sürekli öfkeli olması beni ürkütüyordu.

“Yarım saate kadar çıkabilirsin,” dedi Hâkim, sanki buraya gerçekten bu cevabı almaya gelmiş gibi tebessüm ettim ve bir anlık gafletle yeniden Dilsiz’e baktım. Beni karşılayan şey öfkeyle yanan bir çift göz olduğunda ağır ağır yutkundum. Şu an bana öyle bir bakıyordu ki sanki her an üzerime atlayacak, avını parçalayan bir aslan misali beni parçalarıma ayıracak gibiydi.

Bu bakışlara daha fazla katlanamadım ve sessizce yanından geçip odadan çıktım. Ancak o an yeniden nefes aldığımı hissettiğimde Komutan’ın odasına doğru baktım. Ne zaman dönecekti odasına? Ne zaman defterine yeni bir not almak isteyecek ve görecekti yazdığım şeyi? Acaba benim yaptığımı anlar mıydı? Burada bunu başka kim yapabilirdi ki? Hayır hayır muhtemelen ben aklına gelmezdim ya da gelirdim bilmiyorum ama gelsem bile benim yaptığımı kanıtlayamazdı ki. Kanıtlayabilir miydi yoksa?

Düşünceler beni boğmaya başladığında derin bir of çektim ve zihnimi rahatlatmaya çalıştım. Böyle yaparsam eğer kimse benden şüphelenmeyecek olsa bile ben, kendimi ele verecektim. Her şey bu kadar karmaşıkken ve dünya, üzerime geliyormuş gibi hissederken bir de kendi başıma iş açamazdım.

Her zamanki gibi kendimi hiçbir şey olmayacağına inandırıp yemekhaneye dönmek için koridorda ilerledim. Kış olduğu için güneş gökyüzünü erken terk ediyordu ve askeriyede pencere yok denecek kadar azdı. Bu yüzden çoktan içeriye karanlık çökmüş, biraz olsun ışık olması için gaz lambaları yakılmıştı.

Uzun koridorda, gaz lambalarının alevleri arasında ilerlerken o koridorun başında onu görmemle birlikte durmam bir oldu. Başı önde yürürken sadece birkaç adım attı ve başını kaldırdığı an beni gördü, benim gibi o da durdu. Gaz lambalarının alevlerini görebildiğim yeşil gözlerine onlarca duygu yansımıştı.

Hüzün, öfke, belirsizlik, sanki biraz çaresizlik ve bıkkınlık…

Öldürülen askerin yanından geldiği belliydim. Çünkü bir insanın gözleri, ancak bir ölüme şâhit olduğunda böyle bakabilirdi bana göre ve bu düşünce kalbimi acıttı. Çünkü kimse suçlu birinin ölümüne üzülmez, öfkelenmez, kendini çaresiz hissetmezdi. Ancak bir masumun ölümü, bir başkasına çaresizliği yaşatırdı. Tüm bunların yanında o askerin bugün onu öldürmeye çalıştığını düşünürsek eğer onun gerçekten masum olduğunu düşünüyordu ve masum bir insanın ölümü, onu mahvetmiş gibiydi.

Bu mahvoluşta benim de payım olduğunu bildiğimden gözlerine bakamadım ve suçumu dile getiremedim belki ama kabul ettim ve başımı önüme eğdim. Bu zamana kadar başımı her önüme eğdiğimde asıl haklı olan taraf bendim ve kimsenin beni anlamayacağını düşündüğüm için yalan bir kabullenişle eğerdim başımı… Fakat bu kez suçluydum, ne de olsa olanlara sessiz kalmak da bir suçtu ve ilk kez haksız olan taraf olmak ağır geliyordu.

Kirpiklerim ıslanırken başımı yerden kaldırmadan yürüdüm ona doğru, duyduğum ayak seslerinden onun da bana yaklaştığını anladım. Birkaç saniye sonra postallarını gördüğümde durdum, o da durdu benimle.

Söyleyecek bir şeyim olmadığından sustum, o da sustu benimle…

Başımı kaldıramadım, o da kaldırmamı istemedi zaten. Çünkü biliyordu bu ölümlerde benim de payım olduğunu, suçumu kabullenmem gerektiğini.

Belki de ismim o listeden bu yüzden silinmiş ve yeniden eklenmişti, bir suçlu olduğumu düşündüğü için…

Duyguların ağırlığı, boğazımda bir basınç gibi hissediliyordu. Neden bu beni bu kadar etkilemişti? Neden onun benim hakkımda düşündüklerini önemsemeye başlamıştım? Neden kendimi savunmak istiyordum? Neden ona her şeyi anlatmak istiyordum? Ve en önemlisi neden ona her şeyi anlatmak isteyecek kadar güveniyordum? Onu tanımıyorum ki, insan hiç tanımadığı birine güvenebilir miydi?

Gözümden bir damla yaş akarken gözlerine baktım. Bakışları değişmemişti, hâlâ aynıydı ve benden bir şey duymayı bekliyor gibiydi. Bunu fark etmek zihnimdeki sorulara yenilerini eklemişti. Neden benden bir şeyler duymayı bekliyordu? Söyleyeceklerimin bir önemi olacak mıydı onun için? Güveniyor muydu bana? Yoksa suçluluk duygusuyla her şeyi anlatacağıma mı inanıyordu? Ama yapamazdım, sanırım sadece yapamayacağımı söyleyebilirdim. Belki o zaman biraz olsun anlardı beni.

“Eğer,” derken sesim çok cılız çıktı ve gözümden bir damla daha yaş aktı. “Gidebileceğim başka bir yol olsaydı, giderdim.” Ne bakışları değişti ne de gitti, devam etmemi istiyor gibiydi. Bu yüzden devam etmeliydim, söyleyecek bir şeyim olmasa bile…

“Özür dilerim,” diyebildim sadece ve yeniden başımı önüme eğdim, yanından geçtim.

Sadece birkaç adım atmışken “Dur,” dedi, durdum ve ağır hareketlerle ona döndüm. Bakışları az önceki kadar öfkeli ve suçlayıcı değildi.

“Buyurun.” Sesimin titremesine engel olmamıştım.

“Bana tek bir şey söyle.” Meraklanmadan edemedim. “Kimse bunu senin söylediğini bilmeyecek,” diye ekledi sanki bundan tereddüt etmemden korkuyor gibiydi.

“Neyi merak ediyorsunuz?” diye sordum merakla, tek bir şey demişti ama o tek şeyin çok önemli olduğu belliydi ve eğer gerçekten ona söyleyebileceğim bir şeyse bir an bile olsun tereddüt etmezdim söylemekte. Çünkü biz, onunla aynı taraftaydık. O. aksini düşüyordu biliyorum ama biz gerçekten onunla aynı taraftaydık. İkimiz de bu olanların altında yatan sebeplerin ortaya çıkmasını ve suçluların gereken cezaydı almasını istiyorduk. Tek farkımız benim o suçlulardan birini bilip susmak zorunda olduğumdu ama bu bilgiyi de çoktan ona vermiştim. Geriye sadece odasına gitmesi, defterini açması ve gerçeği görmesi kalmıştı. Umarım, bunun için beni çok bekletmezdi.

“Bridge Chester.” Paul ve Brice’in babasından bahsediyordu. “Nerede o?” Neden bunu merak ediyordu? Bu yaşanılanların o yaşlı adamla bir ilgisi var mıydı? Sahi o listede onun da ismi vardı değil mi?

“Kasabada değil,” diye yanıtladım hemen sorusunu. “Çok hasta olduğunu biliyorum, birkaç ay önce şehre tedavi olmak için gitmişti.” Sessizdi, düşünüyordu. “Eğer ona ulaşmanız gerekiyorsa Chester köşkünde çalışan Kâhya’yı takip edin, her cumartesi öğleden sonra yola çıkar ve hafta sonunu Bridge Chester’ın yanında geçirir.”

Ona bu konuda söyleyebileceğim tek şey buydu, çünkü ben de daha fazlasını bilmiyordum. Bu yüzden sustum ve ondan bir şeyler duymayı bekledim. Beklediğim şey bir teşekkür ya da minnet cümlesi değildi, aslında beklediğim şey neydi ben de bilmiyordum. Sadece bir şey söylesin istiyordum, belki de beni suçlamadığını duymaya ihtiyacım vardı ama bunu söyleyemezdi değil mi? Ne de olsa suçluyordu beni, suçlamalıydı da…

“Evine gidebilirsin artık,” deyip arkasını döndü bana ama uzaklaşmadı, durmaya devam etti. Söylediklerimi düşünüyor gibiydi… Gitmek yerine durmaya devam ettim, hatta karşısına geçmek ve kendimi savunmak istedim, bunu yapmak için de ona doğru bir adım attım ama daha fazla ilerleyemedim, durdum. Nasıl yapacaktım ki? Kendimi savunmak için her şeyi anlatmam gerekmiyor muydu? Zaten benim de sorunum bu değil miydi? Konuşamamak…

Ona doğru attığım o adımı geri aldım ve daha fazla burada duramadım, ben de ona arkamı döndüm, uzaklaştım yanından. Arkama bakmaya cesaret edemediğimden o hâlâ orada mı, yeniden bana baktı mı bilemezken askeriyeden ayrıldım. Dışarıya çıkar çıkmaz temiz hava yüzüme çarptı. Bu, biraz olsun iyi hissetmeme neden olurken kendime gelmeye çalıştım.

Az sonra daha iyi olduğumda evime doğru yol aldım, eve ulaştığımda ve kapıyı çaldığımda açan Elina oldu. Yüz ifadesine bakılırsa bir şey olmuş gibiydi. Henüz ona ne olduğunu soramazken arkasında babaannem belirdi.

“Misafirimiz var.”

Bu kadar garip davranmalarına neden olacak kim geldi anlayamazken içeriye girdim ve girer girmez bahçeye bakan pencerenin altında duran eski koltukta oturan Brice’i gördüm. Onun da gözleri beni bulduğunda dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi. Aynı şekilde karşılık vermek istesem de bunu yapmak hiç içimden gelmedi.

“Hoş geldin,” dedim ama yine de ve bakışlarımı çektim ondan. Neden buradaydı? Ya düşündüğüm şey gerçek olursa?

“Hoş buldum,” dediğini duyarken babetlerimi çıkarmış ve ben de salona geçmiştim. Ne yapacağımı bilemezken üşümüş gibi davranıp sobanın yanında durdum ve Brice’in oturduğu koltuğun diğer ucunda oturan dedeme baktım, keyfi gayet yerindeydi.

“Sana bir haberimiz var,” dedi dedem, bir şeyler olduğu belliydi zaten. Sormak yerine sabırla devam etmesini beklerken “Bridge Chester bir ay sonra kasabada olacakmış,” dediğinde bunun benimle ilgisini anlayamadım. “Sonrasında yeniden şehre dönecekmiş tedavi için ve uzun süre buraya gelmeyecekmiş.” Hâlâ bunun beni ilgilendiren kısmını anlayamamıştım.

“O hafta sonu siz de evleneceksiniz,” dediği an her ne kadar tepkilerimi kontrol etmek istesem de edemedim ve şaşkınca “Ne?” diye sordum.

“En uygun zamanın bu olduğunu düşündük ve hemen sonrasında Bridge Chester ile siz de şehre gideceksiniz ve bir süre onunla yaşayacaksınız.” Dedem konuşurken Brice’e baktım, ayağa kalktı ve yanıma geldi.

“Şu ceza işinden ancak böyle kurtulabilirdik, araştırdım ve bir tek bu yolu bulabildim. Bu tür cezalarda nerede yaşarsan cezanı da orada çekiyormuşsun. Eğer şehre taşınırsak orada bir yerde çalışabileceksin. Hem kasabalının rahatsız edici sözlerinden kurtulacaksın hem de askeriye gibi uygunsuz bir yerde çalışmak zorunda kalmayacaksın.”

“Uygunsuz?” diye tekrar ettim söylediği şeyi, bu kelime beni rahatsız etmişti çünkü.

“Orada çalışan tek kadın sensin Valencia, sence bu çok mu uygun?” Kasabalının bu durumu konuşmalarından ve beni rahatsız edecek olmalarından ziyade asıl bu konu için tüm bunları yaptığını düşünmeden edemedim. Bu düşüncelerimde de pek haksız sayılmazdım. “Bir şey söylemeyecek misin?”

Bu kadar erken bir evliliği kabul etmek istemiyordum ama bu evliliğe evet demişken belirlenen zamana hayır diyebilecek bir durumda değildim. Hem hayır demek için de bir nedenim yoktu. Ne yapacaksam bir ay içinde halletmeliydim, Paul Chester konusunu çoktan halletmiştim bile ve sanırım yaşanacaklardan sonra buradan biraz uzaklaşmak iyi olabilirdi.

Belli belirsiz tebessüm edip “Sanırım hemen hazırlıklara başlamamız gerekiyor,” dedim ve Brice, bunu duymasıyla az öncekinden daha da büyük bir gülümseme sergiledi. Belki de hayır dememi bekliyordu ya da uzatmak istediğimi söylememi ama gerçekten de hayır demek için bir nedenim yoktu.

Verdiğim cevap dedemi de memnun ederken ayaklandı ve yanımıza geldi. “Her şey böyle daha iyi olacak,” dedi, Brice’e baktı. “Bay Chester dışarıda biraz konuşalım mı?”

Brice başını salladığında dedem önden çıktı evden, Brice ise durup gözlerimin içine bakarak “Her şey istediğin gibi olsun diye elimden geleni yapacağım,” dedi, tebessüm ettim. “Yarın yeniden geleceğim, görüşürüz.”

“Görüşürüz,” dedim, uzaklaştı yanımdan ve evden çıktı. Kapanan kapıya bakarken yüzümdeki zoraki gülümseme soldu, kirpiklerim ıslandı. Babaannem ve Elina hiçbir şey sormazlarken yanlarından ayrıldım ve odama girip yatağın kenarına oturdum.

Gözlerimden birer damla yaş akarken hızla sildim onları. Neden üzülüyordum? Üzülmek için bir nedenim yoktu ki. Bu evliliği kabul ederken üzerine çok düşünmüş ve gerçekten mutlu olacağım bir hayatım olacağına inandırmıştım kendimi. Aslında hâlâ öyle düşünüyordum. O, beni seviyordu. Bazen bunun aksini düşünmeme neden olacak şeyler yapsa da o iyi biriydi ve gerçekten seviyordu beni. Bu yüzden mutlu olmalıydım, beni seven biriyle evleniyordum ama içimdeki hüzne de gözlerimden akan yaşlara da engel olamıyordum ve tüm bunlara neden olan şey zihnimde dönüp duran tek bir soruydu;

Peki ya benim duygularım, onların bir önemi yok muydu?

Benim için önemli olan şeyler, başkaları için hiçbir zaman değerli olmamıştı ki… Bu yüzden ben de bazı şeylere önem vermeyi bırakmıştım, o bazı şeyler kendi duygularım olsa bile. Hem Stella’nın dediği gibi; bu kasabada kim sevdiğiyle evleniyordu ki? Burada bir sevginin sonunda hep ölüm vardı, tıpkı onların öldüğü gibi. Peki ya Brice, o sevdiğiyle evlenmiş olmayacak mıydı? Peki bu kimin ölümünü getirecekti? Benim mi yoksa onun mu? Benim olmasını dilerdim.

Yatağa girdim, yorganımı üzerime çekerken dizlerimi de karnıma kadar çektim ve gözlerimi sımsıkı kapattım. Bugünlerde çok düşünür olmuştum, zihnimde cevabı olmayan sorular vardı ve bunlarla boğuşmak beni yoruyordu.

Biraz kendimle ilgilenmek, midemdeki ağrının yeniden baş göstermesine neden olmuştu. Bu ağrı o kadar kötüydü ki midem düğüm düğüm olmuş gibi hissediyordum. Sanki uzun bir süre katı hiçbir şey yiyemeyecek gibiydim ve sanırım bunun tek nedeni o zehirdi. Henüz asıl ismini bile bilmediğim o adam, Dilsiz, hiç acımadan zehirlemişti beni ama arkadaşını öldürmek istediğimi düşündüğünü göz önünde bulundurursak bunu yapmak istemekte haklıydı. Bu yüzden ona kızamıyordum, çünkü hak ettiğimi düşünüyordum.

Gözlerim uykusuzluğa yenik düşüp kapanmak üzereydiler ki dedemin salondan “Valencia,” diye seslendiğini duydum ve bu kadar çabuk uykuya daldığıma inanmayacakları için kalktım ve yanına gittim.

Bir süre bana evlilik konusunda bir şeyler anlatıp bir süreliğine de olsa buradan gitmemin herkes için daha iyi olacağından bahsetti, ben de hiç sesimi çıkarmadan dinledim onu. Ta ki mutfaktan babaannem seslenene kadar. Ancak o zaman bu konuşmadan kurtulabildim ve kalkıp mutfağa gittim. Ona yemek konusunda yardımcı olduktan sonra Elina’yla birlikte masayı kurdum ve akşam yemeğimizi yedik. Daha doğrusu onlar yediler, ben de midemdeki ağrı yüzünden yiyormuş gibi göründüm.

Yemekten sonra masayı toplayıp bulaşıkları da hallettikten sonra babamın yanına geçtim. Elina, ben bulaşıkları yıkarken ona yemeğini yedirmişti. Bir süre onunla vakit geçirdim, her şey yolundaymış ve çok mutluymuş gibi davrandım. O yorgun düşüp uyuduğunda ise ben de kalktım ve odama geçtim, saatin on bire geldiğini görürken üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup her zamanki geceliği giydikten sonra yatağa girdim.

Hiçbir şey düşünmeden biraz uyumak istiyordum. Çünkü ancak bu şekilde rahata erebileceğime inanıyordum. Bu yüzden sımsıkı kapattım gözlerimi ve olumsuz her şeyi zihnimden silmeye çalıştım. Sadece birkaç dakika sonra uykusuzluğa yenik düşüp uykuya daldığımı hissettiğimde yorganıma biraz daha sarıldım.

Aradan ne kadar zaman geçti, ne kadar uyudum bilmiyorum ama duyduğum bir tıkırtı sesi, gözlerimi yeniden aralamama neden olmuştu. Yorganın altında olduğumdan hiçbir şey göremezken yarı uyur yarı uyanık bir şekilde seslere kulak verdim. Az önceki ses neye aitti bilmiyorum ama şu an duyduğum bu sesin odamın kapısına ait olduğunu anlamak zor olmadı. Babaannem mi odaya girdi de çıktı acaba diye düşünürken ayak sesleri duydum ve odada biri olduğunu anladım.

Bu, uykumdan tamamen ayılmama neden olurken yorganın altından çıkamayıp sesleri dinlemeye devam ettim. Kalbim, çoktan korkudan küt küt atmaya başlamıştı bile. Ya odaya giren babaannem değilse? Ya şu an odada yabancı biri varsa? Bu düşünceler beni daha da büyük bir korkuya düşürürken daha fazla dayanamadım, hareketlendim ve yorganın altından çıktım.

Eşzamanlı olarak karanlığın içinde iri yarı bir silüet belirdi, gözlerim yuvalarından çıkacakmış gibi irileşirken korkuyla çığlık atmak istedim ama daha bunu yapamadan yanıma ulaşıp yanımdaki yastığı aldı ve yüzüme bastırdı.

Anında nefesim kesilirken bir yandan nefes almaya bir yandan da kendimi kurtarmaya çalıştım. Bu konuda pek de başarılı olamazken üzerime çöken ağırlıkla üzerime oturduğunu anladım. Bu yüzden bacaklarım tamamen etkisiz hâle gelmiş oldular ve ben, buna rağmen ona vurmaya çalıştım ama ulaşamadım bile ona. Nefessiz kalmak giderek zorlaşırken yastığı yüzüme biraz daha bastırdığını hissedebildim ve kollarını tuttum, tüm gücümle onu üzerimden itmeye çalıştım ama olmadı.

Ona gücümün yetmeyeceğini anladığım ilk an kollarını bırakıp yüzüme yastığı bastıran ellerini tuttum. İri ve soğuk ellerle ellerim temas ettiği ilk an uzun tırnaklarımı etine geçirdim ve kalan son gücümle tırnaklarımı hareket ettirdim. Sadece birkaç saniye sonra parmak uçlarımda hissettiğim sıcaklık, elinin kanadığını anlamam için yeterli olurken nefessizlikten başımın dönmeye başladığını hissettim.

Gücüm, vücudumdan çekiliyormuş gibi hissederken ilk pes eden o oldu ve yastığı bırakmak zorunda kaldı. Kalın ve gür sesinden bir inilti çıkarken ellerini benden kurtardı, eşzamanlı olarak ben de yüzümdeki yastıktan kurtulup yaşama tutunmama yetecek kadar güçlü bir nefes aldım.

Tam o esnada diğer yastığa uzandığını fark ettim ve tüm evin içinde yankılanacak kadar güçlü bir çığlık attım. Alamadığım nefesler yüzünden çığlığım yarım kesilirken bu, onun korkması için yeterli oldu ve hemen yanında durduğumuz pencereyi açtı, oradan dışarıya atladı. Kaçmasına engel olacak kadar iyi bir durumda değildim.

Gecenin sessizliğini onun koşarken çıkardığı ayak sesleri bozarken dedemin “Valencia!” diye bağırdığını duydum. Korkuyla yataktan kalktım ama dönen başım yüzünden odadan çıkamadım ve yatağın yanına diz çöküp kısa ve hızlı nefesler alıp kendime gelmeye çalıştım.

Az sonra odamın kapısı açıldığında babaannem telaşla yanıma geldi. “Kızım,” dedi endişeyle ve yanıma oturdu. “Güzel Valencia’m, ne oldu sana böyle?” O, art arda sorularını sorarken yapabildiğim tek şey derin derin nefes almaktı. Her an yeniden nefesim kesilecekmişçesine uzun nefesler alıyordum.

Babaannemle birlikte odaya giren dedem elindeki gaz lambasını masaya bırakıp yanıma geldiğinde tıpkı babaannem gibi o da neler olduğunu anlamak için üst üste sorularını sormaya başlamıştı.

“Ben,” dedim zorlukla. “Uyuyordum, sesler duydum,” dedim ve gördüğüm şeyle sustum. Şaşkınlığım, nefes almama bile engel oldu.

Ve bu kez nefesimi kesen şey, gaz lambasının hemen yanında duran minik cam şişe oldu. Dedem ve babaannem sorularını sormaya devam ederlerken ayağa kalktım ve gidip o şişeyi aldım. Bu, o zehir şişesindeydi ve ben bunu en son nerede gördüğümü çok iyi hatırlıyordum, Komutan’ın elinde…

Peki onda olan şişe nasıl gelmişti buraya? Düşündüğüm şey gerçek olamazdı değil mi? Neden olmasın ki? Onu öldürmek istediğimi düşünmüyor muydu? Belki o da aynı şeyi yapmak, bana bir ders vermek istemişti.

Bu düşüncenin yüzüme çarptığı gerçekle gözlerim acıyla dolarken gözümden bir damla yaş aktı, o yaş yanağımdan süzülürken hayal kırıklığıyla yumdum gözlerimi.

Komutan Devrim Gürkan Karel beni öldürmek istemişti, hem de kendi elleriyle…

Bölüm Sonu!

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum♡

Sizce gerçekten son sahnede gelen Devrim miydi?

O değilse kimden şüphe ediyorsunuz?

Valencia Paul’un katil olduğunu yazarak doğru mu yaptı sizce?

Devrim yazıyı görmüş müdür dersiniz?

Sizce gördüğü zaman neler olacak?

Bir sonraki bölüm tahminlerini bekliyorum♡

O zaman bir sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın♡

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%