Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. BÖLÜM "ELİ YARALI ADAM"

@gizzemasllan

Merhaba♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen. Yorumlarınız beni mutlu ediyor <3

Keyifli okumalar!

Bu kitapta yer alacak olan kişi ve kurumlar tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur.

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Au Feminin

4. BÖLÜM "ELİ YARALI ADAM"

Dedemi ve babaannemi bir rüya gördüğüme, bu yüzden korkup çığlık attığıma ikna edip odadan gönderelim biraz oluyordu. O andan itibaren de yatağımın kenarına oturmuş, elimdeki mavi şişeye bakıyor ve aklıma gelen o ihtimali düşünüyordum. Fakat sanırım yanılmıştım.

Düşündüğüm şey gerçek olamazdı. Komutan beni öldürmek istemiş olamazdı, bu mantıklı bir varsayım değildi. Evet, belki bir anlık korku ve öfkeyle böyle düşünmüş olabilirdim ama şimdi bunun tam aksini düşünüyordum. Çünkü Komutan’ın beni öldürmek istemesi için bir nedeni yoktu. Bunu istiyor olsaydı eğer odama gizli gizli girip beni öldürmeye çalışmak yerine, elinde beni idam etmek için fırsatı varken kullanır ve işini yasal yollarla hallederdi. Hem bu işin içinde mantıklı olmayan birçok şey vardı ve bunları öğrenmeden bana rahat yoktu.

Öğrenmek için de elimdeki tek şey; beni öldürmeye çalışan kişinin elinde saklayamayacağı kadar derin yaralar olduğunu bilmemdi ve bu, göz ardı edemeyeceğim kadar büyük bir kanıttı benim için.

Kendimi yatağa bırakıp odamın ahşap tavanını izlerken bunu kimin yapmış olabileceğini düşünmeye devam ettim. Fakat bu düşünceyle sabahı ettiğim hâlde aklıma hiçbir şey gelmemişti ve artık düşünmekten delirmek üzereydim.

Sabahın ilk saatlerinde yatağımdan çıkıp da gri elbisemi zorlukla giydikten hemen sonra dün geceden beri elimden bir an bile olsun bırakmadığım şişeyi cebime koyup saçlarımı güzelce ördüm ve bugün olacaklara kendimi hazırlayıp odamdan çıktım.

Henüz çok erken olduğu için hâlâ herkes uyuyordu. Bu yüzden ilk işim bahçeye çıkmak, arka taraftaki odunluğa gitmek ve bir sepet odun getirmek olmuştu. Getirdiğim odunlarla sobayı yaktıktan sonra da banyoya girip elimi yüzümü bir güzel yıkayıp mutfağa geçmiş ve kahvaltı hazırlamıştım. O sırada babaannem ve dedem de uyanmışlardı. Ben masayı kurarken babaannem de Elina’yı uyandırmıştı.

Hep birlikte yaptığımız kahvaltıdan sonra babamın da kahvaltı etmesine yardımcı olmuş ve daha fazla oyalanmadan evden ayrılmıştım. Tabii acele etmemin bir başka nedeni de Brice gelmeden askeriyeye girmekti. Bir ay sonraki evliliği kabul etmiştim, hem de hiç kimsenin zorlaması olmadan ama mutlu değildim. Kendimi mutlu hissetmiyordum. Oysa dün de daha önce de ona evet derken böyle hissedeceğim aklımın ucundan dahi geçememişti ve artık çok geçti. Bu yüzden de bu hisle baş etmeyi öğrenmem ve mutlu olmaya çalışmam lazımdı. Çünkü o iyi bir adamdı. Kardeşinin aksine gerçekten iyi bir adamdı ve onu kendi mutsuzluğumla mutsuz etmeye hakkım yoktu.

Askeriyeye ulaştığımda ve içeriye girdiğimde karşılaştığım ilk şey yine o garip bakışlar olmuştu. Burada bir kadın görmeye alışık değillerdi ve bakışlarıyla bunu yeterince belli ediyorlardı. Sanırım iki hafta sonra bu bakışlardan da kurtulacaktım. Tabii her şey Brice’in istediği gibi ilerlerse…

Askeriyenin giriş kapısında öylece durmuş yanımdan geçen askerlerin garip bakışlarına maruz kalırken hızlıca yemekhaneye gittim. Orada aşçı olan asker dışında kimse yoktu ve o da diğerlerinin aksine o garip bakışları atmıyordu. Bu yüzden orada rahattım.

Yemekhaneye girdiğimde bahçe tarafından gelen sesleri işittim ve merakıma yenik düşüp mutfağa gitmek yerine bahçe kapısına gittim, dışarıya baktım. Onlarca asker arka arkaya dizilmiş, koskocaman bahçenin etrafında belli bir düzen içinde koşuyorlardı. Hava çok soğuktu ama onlar o kadar çok koşmuş olmalılar ki hepsi terliydi.

Gözlerim istemsizce etrafta gezindi ve Komutan’ı aradı, çok geçmeden de onu buldular. İleride, bir ağacın altında duruyordu. Sağında Hâkim ve Dilsiz vardı, solunda ise Yüzbaşı ve Binbaşı vardı. Koşan askerleri izliyor ve bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu onlar konuşuyor Devrim de dinliyordu. Üzerinde askeri bir mont vardı, başında neredeyse her askerde olan kepi vardı. Ellerini de arkasında birleştirmişti ve arada bir başını sallayıp konuşulanları dinlediğini belli ediyordu.

Burada olmamın da ona böyle dikkatlice bakmamın da doğru olmadığını bildiğim hâlde kendime engel olamadım ve bakmaya devam ettim. Az sonra Hâkim her ne söylediyse Devrim’in ona baktığını ve dudağının bir kısmının hafifçe yana kıvrıldığını fark ettim. Ardından da yeniden önüne dönmüş ve askerleri izlemeye devam etmişti.

Birkaç dakika sonra ise bir başka komutan askerlere verdiği emirle onları durdurmuş ve şınav çekmelerini emretmişti. Askerler yine belli bir düzen içinde kendilerine verilen emri yerine getirirlerken ise ben, Devrim’i izlemeye devam ettim.

Ta ki ben de izlendiğimi hissedene kadar…

İstemsizce gözlerimi Devrim’in sağında olsan Dilsiz’e çevirdiğimde burada oluşumu fark ettiğini ve gözlerini üzerime diktiğini fark ettim. İşte o an tüm gece aklıma gelmeyen bir ihtimalle yüzleştim. Bunu yapan o olabilir miydi? Ne de olsa dün de zehirleyerek beni öldürmek isteyen o olmuştu. Hem en son Devrim’de gördüğüm şişeye de en kolay o ulaşabilirdi.

Dilsiz, hâlâ dikkatle bana bakmaya devam ederken bahçe kapısından uzaklaştım. Şimdilik yaşanması en muhtemel ihtimal buydu benim için ve bundan emin olmam ya da kendimi bu düşünceden kurtarmam için yapmam gereken tek şey eline bakmak olacaktı. Tabii bunu başkasına yaptırmış olma ihtimali de vardı ama hiç değilse yanıma gelenin o olup olmadığını anlamış olacaktım.

O yaraları onun elinde görebilme ihtimalim beni şimdiden korkuturken mutfağa girdim. Buradaki asker beni yine gülen bir yüzle karşıladığında ben de ona tebessüm ettim ve yapmamı istediği her şeyi elimden geldiğinde hızlıca hallettim. Bir yandan da gözüm bahçe kapısındaydı ve içeriye giren var mı diye kontrol ediyordum.

Bir saat kadar sonra dışarıdaki askerlerin sesleri kesildiğinde idmanlarının bittiğini anladım. Sanırım artık içeriye girerler diye düşünüp gözlerimi bahçe kapısından bir an bile olsun çekemezken sonunda beklediğim şey oldu ve Yüzbaşı ile Binbaşı içeriye girdiler. Onlar hiç oyalanmadan yemekhaneden çıkıp askeriyenin içine geçerlerken arkalarından Devrim girdi yemekhaneye.

Ona dair gördüğüm ilk şey elindeki siyah eldivenleri olurken bakışlarımızın kesişmesi çok uzun sürmedi. Sanki beni görmeyi beklemiyormuşçasına bir an için afallar gibi olsa da kendini çok çabuk toparladı ve daha öncekilerin aksine hiçbir sıcak davranışta bulunmayıp gözlerini üzerimden çekti, yemekhaneden ayrıldı.

Hissettiğim hayal kırıklığı giderek büyürken kirpiklerim ıslandı. Sanırım dün olanlardan sonra hâlâ bana kızgındı ve ben, o bana kızgın diye neden hayal kırıklığına uğradığımı bile bilmiyordum.

Bu his yüzünden kendime kızıp ıslak kirpiklerimi silmeye çalışırken Hâkim ve Dilsiz de yemekhaneye girdiler. Hâkim beni fark etmeyip doğrudan yemekhaneden çıkarken Dilsiz beni gördü ve durdu. İşte o an gözlerimi ellerine çevirdim ama tıpkı Devrim gibi ellerinde eldivenleri olduğundan hiçbir şey göremedim.

Dilsiz, durup bana bakmaya devam etmek yerine öfkeyle yanan gözlerini benden çektiğinde ve yemekhaneden ayrıldığında arkamdaki sandalyeye çöküp cebimdeki şişeyi çıkardım. Şunun şurasında buradan ayrılmama sadece iki hafta vardı ve henüz eski sorunlarımı çözemeden her gün bir yeni sorun daha çıkıyordu karşıma.

Yanaklarımı doldura doldura oflayıp arkama yaslanırken dün gece yaşanan şeyler yüzünden aklımdan çıkan şey bir anda aklıma geldi ve telaşla ayağa kalktım. O deftere Paul’un ismini yazmıştım, sonrasında ne olmuştu ki acaba? Nasıl olur da öyle bir şey aklımdan çıkar? Devrim o deftere yazdığım şeyi görmüş müydü acaba? Çoktan görmüş olması gerekiyordu ama az önce hiç de böyle bir şey öğrenmiş gibi bir hâli yoktu. Hem öğrenmiş olsaydı çoktan Paul’u sorgulamak istemez miydi?

Sorular zihnimi meşgul edip beni ne yapacağımı bilmez bir hâle getirirlerken elimdeki şişeye bir kez daha baktım. Sanırım hem dün geceki olayı çözmek hem de aklımdaki sorulara bir cevap almak istiyorsam yapmam gereken tek bir şey vardı. Evet, belki şu an içinde bulunduğumuz durumda bunu yapmam doğru olmazdı ama önümde sadece iki hafta varken yapmaktan başka şansım da yoktu.

Aldığım kararla yemekhaneden ayrıldım. Buradan çıkmam yasak olduğu hâlde bunu bir an bile olsun kendime sorun etmeden Devrim’in odasına gittin. Önünde durup birkaç saniye yaptığım şeyi sorgulasam da başka şansım olmadığına kendimi bir kez daha ikna edip cesaretimi topladım ve kapıya birkaç defa vurdum.

Ahşap kapıdan çıkan tok ses bile kalbimin sesini bastırmazken Devrim’in her zaman sanki öfkeliymiş gibi çıkan sesini duydum. “Gel.”

Derin bir nefes aldım, kapıyı açtım ve içeriye girdim.

Devrim, yerinde oturuyordu. Önünde siyah kaplı bir dosya vardı, onunla ilgileniyordu ve elinde ne bir yara vardı ne de ufacık bir çizik. Onun yaptığını bir an için bile olsa düşünmüştüm ve şimdi o olmadığından emindim. Bu, beni bu düşünceden tamamen kurtarmıştı.

Devrim başını kaldırmadığı için henüz gelenin ben olduğumun farkında değildi. Bunu fırsat bilip masasına göz gezdirdim ama o kahverengi deri kaplı defteri göremedim. Belki o da diğeri gibi çekmecededir ve belki tutacak yeni bir notu olana kadar onu hiç açmayacaktır.

Defteri göremeyince gözlerim yeniden onu buldu, birkaç saniye süren bu sessizliği bozmak isteyip “Biraz vaktiniz var mı?” diye sordum.

Ancak o an başını kaldırdı ve beni gördü, muhtemelen az önceye kadar odasına girenin bir asker olduğunu düşünüyordu.

“Her zaman,” dedi, bu söylediği şey nedensizce hoşuma giderken tebessüm ettim ona. “Otursana,” dediğinde de geçip masasının önünde duran ahşap sandalyelerden birine oturdum. Ben otururken önündeki dosyayı kapattı ve ayağa kalktı, ardından da geçip karşıma oturdu.

Arkasına yaslanıp kollarını göğsünün altında toplarken “Seni dinliyorum,” dedi, o böyle davranınca heyecanlanıyor olmam artık bana çok da normal gelmemeye başlamıştı.

Bir şeyler söylemeden önce cebimdeki şişeyi çıkardım ve aramızdaki sehpaya bırakıp ben de onun gibi arkama yaslandım. Bıraktığım şişeye bakarken çok geçmeden çatık kaşlarının altındaki yeşilleri beni buldu. Bir şeyler soracak diye bekledim ama o da sessiz kalıp benim açıklamamı bekledi.

“Bunu dün gece odamdaki masanın üzerinde buldum,” dedim, tepkisiz kaldı. Oysa şu an onun da bu duruma anlam veremediğini tahmin edebiliyordum. “Biri odama kadar girip beni öldürmeye çalıştıktan hemen sonra.”

Rahat tavırları yok oldu. “Ne?” Sesi biraz yüksek çıkmıştı.

“Dün gece biri odama girdi, beni yastıkla boğup öldürmeye çalıştı. Bir şekilde kurtuldum elinden, camdan kaçıp gitti. Çok kötüydüm, engel olamadım ona ve peşinden gidemedim. Biraz kendime geldiğimde ise en son sizin elinizde gördüğüm bu şişeyi masamda buldum.”

Bakışları sertleşti, sözlerim onu öfkelendirdi. “Ve benden şüphelendin.”

“O anın korkusuyla bir an bunu düşündüm ama biraz düşününce bunun saçma olduğuna karar verdim.”

Onu suçlamıyor olmam, onu rahatlatmış gibiyken “Biri seni öldürmek istedi ve bunu benim üzerime atmak istedi yani öyle mi?” diye sordu, kendisini onaylamamı bekliyordu.

“Hayır,” dedim, anlamsız bir ifade oluştu yüzünde. “Biri sizden nefret etmemi istedi,” dedim, yüzündeki o anlamsızlık daha da büyüdü. “Sabaha kadar bunu düşündüm, bunu kimin istediğini bulamadım ama amacını buldum. Odama gelen her kimse ben ondan kurtulamasaydım bile öldürmeyecekti, tek bir amacı vardı; sizin beni öldürmek istediğinizi düşünüp sizden nefret etmemi sağlamaktı.”

Aklı karışmış gibiydi. “Bu kanıya nereden vardın?”

“Birini öldürmek için odasına girseniz, sonrasında görmesi için masasına bir şeyler bırakır mıydınız? Kim ölü birinin bir şeyler görmesini bekleyebilir ki?”

Dudağının bir kısmı hafifçe yana kıvrılırken “Belki de seni öldürdükten sonra bir başkasının beni suçlamasını istemiş olamaz mı?” diye sordu.

“O şişenin sizde olduğunu bilen, o şişeyi elinizde en son gören bendim. Tabii bir de arkadaşlarınız var. Ben kimseye şişenin sizde olduğunu söylemedim. Gelen kişinin sizin dediğiniz gibi bir amacı olsaydı eğer sizi suçlamak için daha net bir delil bırakırdı.”

“Sözlerinin vardığı yer tehlikeli,” dedi uyarıcı bir tavırla. “Hâkim ve Dilsiz’in yapmış olabileceğini iddia ediyorsun.”

Başımı olumsuz anlamda salladım. “Hayır, ben kimseyi suçlamadım. Sadece gördüklerimi ve gördüklerim doğrultusunda düşündüklerimi söylüyorum.”

“O zaman bir şeyi daha görmeni istiyorum.” Meraklandım. Sözlerine devam etmek yerine ayağa kalktı ve yerine döndü. Fakat oturmadı, çekmecesini açtı. Bunu yaptığını fark ettiğim an kalbim bir kez daha hızla çarpmaya başladı. Ya defteri gördüyse? Ya açıp bana da gösterirse? Bu düşünce beni ele geçirip içimi yiyip bitirirken çekmecenin yeniden kapandığını duydum ama elinde defter falan göremedim, görebildiğim tek şey avucunun içinde bir şey olduğuydu.

Avucunun içinde tuttuğu şeyin ne olduğunu anlayamazken yeniden karşıma oturdu ve gözlerimin içine bakarak elindekini tıpkı benim yaptığım gibi orta sehpanın üzerine bırakıp arkasına yaslandı. Zorlukla gözlerimi çekip orta sehpaya baktığımda aynı şişeden bir tane daha gördüm. Hatta onun bıraktığının içinde dünkü zehir bile duruyordu.

Gördüğüm şey beni sonsuz bir karmaşanın içine sürüklerken “Peki buna diyecek bir şeyin var mı?” diye sordu.

Gözlerim ağır ağır onu bulduğunda söyleyeceklerimi merak ettiğini fark ettim ama bu durumda söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Dün geceden beri düşünüyordum ama bir an bile olsun bendeki şişenin onda gördüğüm şişe olmadığı aklıma gelmemişti.

“Biri odana girmiş, senin de dediğin gibi görmen için tüm gün elinde olan bir zehir şişesini masana bırakmış. Yani tam da düşündüğün gibi muhtemelen seni öldürmek istememiş, beni suçlayıp benden nefret etmeni istemiş,” dedi gözlerimin içine bakarak ve kendinden emin bir tavırla devam etti. “Bendeki şişe hâlâ bende olduğuna göre ve Hâkim ile Dilsiz ölecek dahi olsalar böyle bir şey yapmayacaklarına göre asıl suçlu sana o zehri kim verdiyse o,” dedi, bunu derken öfkelenmişti.

“Çünkü zehir olayını bizim dışımızda bir tek senden bunu yapmanı isteyenler biliyor ve ben, eminim ki dün gece sana zarar veren de onlardan biri, Valencia.”

Gözlerimi kaçırdım, gözlerine bakamadım. Böyle bir şey olmaz diyemedim, çünkü böyle bir şeyin olabileceğini biliyordum. Sadece şişenin farklı olduğunu bilmeden bunu düşünmek istememiştim ama şimdi biliyordum, o adamdan şüphe etmemek için bir nedenim yoktu. Ne de olsa zavallı Mary’i gözünü kırpmadan öldüren, az kalsın beni de kendi gibi katil yapacak olan bir adamdı o…

“Belki de seni biraz daha kullanmak için yapmıştır bunu,” dediğinde gözlerim yeniden onu buldu. “Sonuçta istediğini yapamadın, beni öldüremedin ve senden bir daha denemeni isteyecektir. Bu kez elinden geleni yap diye de benden nefret etmeni sağlamaya çalışıyordur.”

Daha fazla burada kalmak istemedim, ayağa kalktım. “Ben çıksam iyi olacak.”

Arkasına yaslanırken “Çıkamazsın,” dedi, olduğum yerde kalırken de devam etti. “Henüz çıkmana müsaade vermedim, otur.”

“Ama…” Devam etmeme izin vermedi.

“Valencia Pride,” dedi uyarıcı bir ses tonuyla ve ekledi. “Emrediyorum.”

İşte o an yapılacak hiçbir şey kalmadı, çünkü bir askerin emrine uymamak bu kasabadaki en büyük suçlardan biriydi. Bu, bir sandalyeye oturmamak bile olsa… O da bunu çok iyi bildiğinden kullanmayı tercih etmişti. Bu yüzden çaresizce yeniden karşısına oturmak zorunda kaldım ve o an irileşen yeşil irislerinden anladığım kadarıyla artık bir sohbetin değil, bir sorgunun içindeydim…

“Dün geceki adama dair görebildiğin herhangi bir şey oldu mu peki?” diye sordu az önceki konudan bağımsız olarak.

“Hayır, çok karanlıktı zaten.”

“Saat kaç gibiydi?”

“Üç ya da dört olmalı.”

“Üzerinde ne vardı?”

“Simsiyah giyinmişti.”

“Bana ona dair bulabileceğim herhangi bir şey söyleyemez misin?”

Bu soru beni düşündürdü, söyleyebilirdim çünkü. Elinde açtığım yaralardan bahsedebilirdim. Peki bu doğru olur muydu? Az önceki konuşmamızdan anladığım kadarıyla bu sorgulamanın sonunda ulaşacağı kişi Paul Chester olacaktı. Bu, benim işime gelmez miydi? Sanırım gelirdi. Buradan çıktıktan sonra Brice ile bu konuyu konuşmalıydım. Dedemler korkmasın diye onlara bir şey söylemediğimden ama askeriyeye şikâyet ettiğimden bahsederdim. Kardeşinin böyle bir şey yapacağına ihtimal vermediğinden o da bana destek olurdu ve Paul Chester konusundaki amacıma bir şekilde ulaşmış olur, onu tutuklatırdım. Brice, sonunu tahmin ettiğimi bilmeden girdiğim ve muhtemelen kendisinin de destek vereceği bu yol yüzünden beni suçlayamazdı.

İşte bu, benim için ele geçmez bir fırsattı.

“Valencia.” Devrim’in sesiyle yeniden kendime gelip gözlerinin içine baktı.

“Sanırım söyleyebilirim.”

Bu cevabı beklemediğini yüz ifadesinden anlarken bir kez daha “Seni dinliyorum,” dedi.

“Kendimi kurtarmak için tırnaklarımı eline geçirmiştim.” Tek kaşı kalkarken devam ettim. “Elinin kanadığını bile hissettim, hatta kendimi toparlamak için elimi yüzümü yıkarken tırnaklarımda kan lekeleri vardı. Yani dün gece odama giren kişinin şu an elinde ciddi yara izleri var.”

Duydukları hoşuna gitti. “Şimdi işimiz daha kolay işte,” dedi az öncekinin aksini heyecanlı bir ses tonuyla. “Başka söyleyebileceğin bir şey var mı peki?”

Bu soru da beni biraz düşündürdü, dün geceye dair başka şeyler hatırlamaya çalıştım ama sanırım ona başka bir detay veremeyecektim. Bu yüzden “Hayır,” dedim.

“Şimdilik bu bilgiyle devam edeceğiz o zaman,” dedi ve biraz düşündü, ben de acaba artık gitmeme izin verir mi diye düşünürken kapıya doğru baktı. “Buraya bakın,” diye seslendi, birkaç saniye sonra bir asker içeriye girdi.

“Emredin komutanım,” dedi dimdik dururken ve hiç hareket etmezken.

“Binbaşı ve Yüzbaşı’nı buraya çağırın.” Neden onları çağırıyordu ki şimdi? Bu iyi olmamıştı, eğer durumu öğrenirlerse benden önce Brice haber verirlerdi ama Brice’in durumu benden öğrenmesi, benim için çok daha iyi olurdu.

“Emredersiniz Komutanım,” dedi asker ve odadan yeniden ayrıldı.

Devrim’in gözleri yeniden beni buldu. “Eğer dün geceki adam kasabadan ayrılmadıysa bu gece yakalanır.”

“Bu kadar çabuk nasıl bulmayı düşünüyorsunuz?”

“Var aklımda bir şeyler,” dedi sadece, açıklama yapma gereği duymadı. O sırada odanın kapısına vuruldu. Bu kadar çabuk mu geldiler diye düşünmeden edemezken Devrim “Gel,” diye seslendi, içeriye beklediğimin aksine farklı bir asker girdi.

“Komutanım, bir beyefendi geldi. Sizinle görüşmek istiyor. Çok önemli olduğunu söyledi.”

Devrim ayağa kalktı. “Gelsin,”

Burada kendimi fazlalıkmış gibi hissetmeye başlamıştım. “Ben gidebilir miyim artık?”

Gözünün ucuyla bana bakıp gayet net bir tavırla “Hayır,” dedi ve kapıya çevirdi bakışlarını, eşzamanlı olarak ellerini de arkasında birleştirmişti.

Fark ettirmeden oflayıp arkama yaslandım ve kollarımı göğsümün altında topladım. Fakat yeterince sessiz oflayamamış olacağım ki gözleri yeniden beni buldu, yaptığım şeye baktı. O an hâlâ oflamaya devam ettiğimden yanaklarım şiş şiş yakalandım ve hızla buna bir son verip utançla gözlerimi kaçırdım.

Buna rağmen hâlâ bana baktığını hissederken odanın kapısına birkaç defa vuruldu ve az önceki askerin bahsettiği adam içeriye girdi. Gözlerim adamın üzerinde gezindi. Eski, mavi bir gömlek ve rengi açılmış siyah bir pantolon vardı üzerinde. Ayakkabıları çamur içindeydi. Saçları ve sakallarında aklar vardı. Kırklı yaşlarının ortasında gibi görünüyordu ve sanki hayatımın bir anında bu adamla karşı karşıya gelmiş gibiydim ama bir türlü tanıyamadım onu.

“Komutan Devrim Gürkan Karel siz misiniz?” diye sordu adam, nefes nefese kalmıştı. Sanki buraya kadar koşarak gelmişti.

“Benim,” dedi Devrim, o da meraklanmış gibiydi.

“Ben, orman koruyucusuyum,” dedi adam, bu sayede çamurlu ayakkabılarının sebebini anlamış oldum. “Thomas Smith,” diye kendini de tanıttı.

“Neden buradasınız?” diye sordu Gökhan merakla.

“Her zamanki gibi ormanda geziniyordum, bir domuz sürüsüne rastladım. Hayvanları öldürmek zorunda kalmamak için koşarak uzaklaşırken korkunç bir şey gördüm.” İrileşen gözleri ve aldığı derin nefes gördüğü şeyin onu etkilediğini açıkça belli ediyordu. “Bir ceset gördüm efendim, bir kadın cesedi.”

Bu cümleyle buz kestim, gözlerimi sımsıkı kapattım. O cesedin kime ait olduğunu bilmek, kalbime öyle ağır bir yük yüklemişti ki bağıra çağıra ağlamak istiyordum ama bunu bile yapamıyordum.

Dikkat çekmemek için gözlerimi yeniden açtığımda ve Devrim’e baktığımda durumun onu da rahatsız ettiğini fark ettim.

“Görür görmez de koşarak buraya geldim. Ormanda bir kulübede yaşarım ama arada sırada ihtiyaçlarımı almak için kasabaya inerim. Geçen gün indiğimde adınızı duymuştum, herkes sizden bahsediyordu. Bu yüzden konuyu başkasına bildirmek yerine size anlatmak istedim.”

“Geçen gün kasabada genç bir kız kaybolmuştu,” dedi Devrim, sesi bile içinde bulunduğu durumdan rahatsız olduğunu belli ediyordu. “Mary Jones ismi, bulduğunuz ceset ona ait olmalı. Zaten kaybı hakkında hiçbir gelişme yoktu. Kaybolmamış, ölmüş demek ki,” dedi, defteri açmadığından ve yazdığım şeyi görmediğinden artık emindim.

“Ama yine de ailesine haber vermeden önce o olduğundan emin olmamız lazım, insanları boş yere üzmeyelim,” dedi ve gözleri beni buldu. “Sen Mary’i tanıyordun değil mi?”

“Evet.”

“Bizimle ormana kadar gelip cesedin ona ait olup olmadığını doğrulayabilir misin?”

Bu soru mideme ağrılar girmesine neden olurken ne diyeceğimi bilenmedim. Nasıl giderdim oraya? Nasıl bakardım Mary’nin cansız bedenine? Baksam bile nasıl silerdim o görüntüyü zihnimden? Benden bunu istemek zorunda mıydı?

“Ben,” dedim itiraz etmek için ama sustum, belki de bunu hak etmiştim. Belki de susmamın cezası buydu; hayatımın boyunca o görüntüyü zihnimde taşımak… Belki de sadece kendime ceza vermek istiyordum. Bilmiyorum, bildiğim tek şey; bu, bana iyi gelmeyecek olsa da bunu yapmak zorunda olduğumdu. Hiç değilse onun için bu kadarını yapmalıydım.

Gözlerim acıyla dolarken hâlâ bana bakan ve cevap bekleyen Devrim’e çevirdim gözlerimi. “Gelebilirim.”

“Hadi o zaman,” dedi ve Bay Smith’e baktı. “Bizi cesedi gördüğünüz yere kadar götürün.”

Bay Smith onu onayladığında odasından ayrılmıştık ve o bizi biraz bekletip Hâkim’i ve Dilsiz’i de çağırdıktan sonra ormana doğru yola çıkmıştık. Başta atlarla gitmek istemişlerdi ama Bay Smith cesedi gördüğü yerin çok yakın olduğunu söyleyince yürüme kararı almışlardı. Şimdi de Bay Smith en önde, Devrim, Dilsiz ve Hâkim de hemen onun arkasında, ben de onların arkasında ormanın içinde yürüyordum. Geride kalmayı tercih eden ben olmuş, yanlarına yaklaşmıyordum. Çünkü ne hâlde olduğumu görmelerini istemiyor ve sessizce yürüyüp onları dinliyordum.

“Kızın öldüğü belliydi zaten,” dedi Hâkim, en başından beri Devrim de böyle düşünüyordu zaten.

“Öldüğü belliydi ama katil arayamıyorduk, hiç değilse artık katili arayabileceğiz,” dedi Devrim de… O katili aramasına gerek yoktu aslında, saatler önce o bilgiyi ona vermiştim ama o defteri açmamıştı bir türlü.

“Kızın kaybolduğunu öğrendiğimde biraz araştırmıştım. Konuştuğum herkes kimseye zararı olmayan, kendi hâlinde bir kızdı demişlerdi. Böyle bir kızı kim, neden öldürmek istesin ki?” diye sordu Hâkim, o esnada dere kenarına yaklaşmıştık ve içimdeki acı daha da büyümüştü.

Az sonra Bay Smith durduğunda baktığım ilk yer o gece o olayın yaşanmasına şahit olduğum yer oldu ve gördüğüm ilk şey, bir ayakkabı teki oldu. Gözlerim dolarken Bay Smith “Şu çalılıkların arkasında gördüm cesedi,” dedi, Devrim ve diğerleri hiç oyalanmadan o tarafa gittiklerinde ben, olduğum yerde kaldım.

Çalıların arasında Mary’nin cesedini görmüş olacaklar ki durdular. Oldukları yerdeki çalılar dizlerine kadar uzandığı için yerdeki cesedi göremiyordum ama onları görebiliyordum. Bu yüzden yüz ifadelerini inceledim. İlk tepkiyi veren Hâkim olmuş ve yüzünü buruşturmuştu. İkinci tepki ise Devrim’den gelmiş ve cesede acınası bir bakış atıp yere çökmüştü. Dilsiz ise onların aksine tepkisiz kalmıştı.

“Silahla öldürülmüş, iki kurşun yarası var,” dedi Devrim, gözümden akan bir damla yaşa engel olamadım. O gece ölmesine engel olamadığım için kendimi hayatımın sonuna kadar affetmeyeceğim.

Hâkim ve Dilsiz, Devrim’in söylediği şeye karşılık sessiz kalmayı tercih ederlerken Devrim yeniden ayağa kalkmış, gözleri beni bulmuştu. “O olup olmadığından emin olmamız lazım.” Bu, gel ve kontrol et demekti ama hâlâ buna hazır değildim.

Başımı hafifçe önüme eğdim, cesaretimi toplamaya çalıştım. Fakat bu konuda başarılı olamadım ve sanırım hiçbir zaman da bu cesareti bulamayacaktım ama yine de gitmeli ve yüzüne bakmalıydım. Bu yüzden istemesem de o tarafa doğru birkaç adım attım. Çalılıkların arasına girdiğimde gördüğüm ilk şey ayakları oldu. Bunu gördüğüm an boğazım düğüm düğüm oldu, nefes alamadım.

Buna rağmen ilerlemeye devam ettim, az sonra onun yüzünü gördüğüm an hayatımın en büyük şokunu yaşadım. Gözlerim irileşirken tüm bedenimin buz kestiğini hissedebildim.

Alnının ortasında ve göğsünde iki delik olan, kıyafeti kanlar içinde olan cesede bakarken “Bu,” dedim hayretler içinde ve ekledim. “Mary değil.”

Daha fazla yerdeki cesede bakamayıp gözlerimi kaçırdığımda düşünce selinin içinde kaybolmuştum bile. Bu nasıl olabilirdi? Ne yani Paul Chester, Mary’i değil de bir başkasını mı öldürmüştü? Peki Mary, o neredeydi?

Göğsümün sıkıştığını hissederken dudaklarımı araladım ve nefes almaya çalıştım. Kimdi bu kız? Paul neden öldürmüştü bunu? Mary nereye kaybolmuştu? Yaşıyor muydu bir yerlerde? Yoksa o da başka bir yerde cansız bir şekilde kendini bulmamızı mı bekliyordu? Ya yaşıyorsa? Devrim’in defterine katilinin Paul Chester olduğunu yazmıştım ve eğer Devrim o yazıyı görürse onun öldüğünü düşünmeye devam edecek, aramayacaktı. Paul, işlemediği bir cinayetten suçlanacaktı. Asıl işlediği cinayet ise onun adıyla bile anılmayacaktı.

Her şeyi düzeltmeye çalışırken mahvetmiştim. Şimdi nasıl işleri yeniden yoluna sokacağım?

“Valencia.” Devrim’in sesiyle kendime geldim. “İyi misin?”

“Ben.” Sesimin titremesine engel olamadım. “Değilim,” dedim ve bir şeyler söylemesini beklemeden çalılıklardan uzaklaştım. Bir ağacın altında durduğumda Bay Smith ile göz göze geldim.

“İyi misiniz?” Aynı soru ondan da gelirken Devrim ve diğerleri de yanıma gelmişlerdi.

“Midem bulandı sadece biraz.”

“Bu ceset Mary’e ait değilse, kime ait?” diye sordu Hâkim.

Devrim ise yine bana bakarak “Sen tanıyor musun?” diye sordu.

“Hayır, tanımıyorum,” dedim ve bir kez daha gözlerimi kaçırdım. Sahiden kimdi bu kız? Paul Chester’la ne derdi vardı? Sanırım bu soruya Paul dışında hiç kimse cevap veremezdi.

“Yeni ölmediği belli, günler olmuş neredeyse. Neden kimse kayıp olduğunu bildirmemiş?” Devrim bunu sorarken bizimle değil de kendisiyle konuşuyormuş gibiydi.

“Belki de bir ailesi yoktur,” dedi Hâkim.

“Belki de,” diye onayladı onu Devrim. “Ama yine de kimsenin peşine düşmemesi çok garip. Ailesi yoktu diyelim, bir arkadaşı, komşusu da mı yoktu? Yaşadığı, çalıştı bir yer yok muydu? Kimse kaybolduğunun farkına varmamış olamaz değil mi?”

Devrim haklı olarak bunları sorarken söyleyecek hiçbir şeyim olmadığından sessizliğe sığındım. Şu an düşündüğüm tek şey, defterine yazdığım şeydi. Paul’un suçlanacak olması umurumda bile değildi ama Mary’nin öldüğünden emin olacak olmaları umurumdaydı. Ya ölmediyse ve bir yerlerde yardıma ihtiyacı varsa? Ya benim yüzümden onu aramayıp yardıma gidemezlerse ve ona bir şey olursa?

Ben, daha bunu düşünürken Devrim’in arkamızdan gelmelerini emrettiği beş asker de yanımıza gelmişti. Devrim, onları görünce “Cesedi buradan kaldırın, mezarlıkta defnedilecek uygun bir yer ayarlayın ama ben haber edene kadar defnetmeyin. Önce kim olduğunu öğrenmemiz lazım,” diye emir verdi.

“Emredersiniz Komutanım,” dedi bir asker ve diğerleriyle birlikte ölen kızın yanına gittiler.

“Siz de bizimle yeniden askeriyeye geleceksiniz,” diye devam etti Devrim, Bay Smith’e bakarak. “Hâkim, ifadenizi alacak.”

Bay Smith, Devrim’i onayladığında ve gelmeyi kabul ettiğinde Devrim, “Gidebiliriz,” dedi ve önden yürüdü. Diğerleri de peşine takılırken geldiğimizde olduğu gibi yine en arkadan yürümeyi tercih ettim.

“Aklımın ucundan bile bir başkası çıkabileceği geçmemişti,” dedi Hâkim ve eşzamanlı olarak Devrim, omzunun üstünden bana doğru baktı. Sadece birkaç saniyelik bir bakışın ardından önünde dönüp daha hızlı yürümeye başladığında bu yaptığına bir anlam veremedim. Neden böyle bakmıştı ki şimdi bana?

Bu ve benzeri onlarca soru zihnimin içinde dönüp durmaya devam ederken askeriyeye ulaştık. Hep birlikte içeriye girdiğimizde ve hepsi doğrudan Devrim’in odasına yöneldiklerinde ben ne yapacağımı bilemeyip olduğum yerde kaldım. Peşlerinden mi gitmeliydim, işime mi dönmeliydim bilemezken bir bir odaya girdiler. En son odaya giren Dilsiz ise kapıyı kapatmak yerine bana baktı. Bu öyle bir bakıştı ki resmen bakışlarıyla “Ne duruyorsun orada? Gelsene!” dercesineydi ve bu bakış beni belirsizlikten kurtardı, ben de peşlerinden gidip odaya girdim.

İlerlemek yerine kapının yanında durdum. Hâkim çoktan Devrim’in masasının önündeki sandalyelerden birine oturmuştu. Bay Smith de hemen karşısındaydı ve ona cesedi nasıl bulduğunu anlatıyor, o da yazıyordu. Dilsiz ise pencerenin önündeydi. Pencereye yaslanmış, kollarını göğsünün altında toplamış Bay Smith’i dinliyordu. Devrim de yerine geçmiş, o da Dilsiz gibi Bay Smith’i dinliyordu. Bir an için ben neden buradayım diye sormadan edemedim ama odaya girmişken çıkıp gidemedim de…

Bay Smith, ifadesini verdiğinde ve imzasını attığında onu göndermişlerdi ve geriye dördümüz kalmıştık. “Ölen kızın kim olduğunu nasıl bulacağız? Kasabadaki herkesi araştıramayız,” dedi Hâkim.

Onlara yardımcı olmak isteyip “Size yardım edebilirim sanırım,” diye araya girdim, hepsinin gözleri beni buldu. “Kasabadaki şifahanenin tam karşısında derme çatma bir ev var, yaşlı bir adam yaşar, Albert Miles. O size yardımcı olur.”

“Ölen kızı tanıdığını nereden biliyorsun?”

“O, bu kasabadaki herkesi tanır. Ölen kızı da tanıyordur muhtemelen. Eğer onu görürse size kim olduğunu söyleyecektir ama...” deyip sustum.

Devrim anında sordu. “Ama ne?”

“Biraz tuhaf bir adamdır,” dedim ve ekledim. “Anlaşmanız biraz zor olabilir.”

“Neden?” diye soran Hâkim olmuştu.

“Birazdan tanıştığınızda anlarsınız.” Hepsinin yüzünde anlamsız ifadeler oluştu.

“Birazdan?” diye sorguladı Devrim.

“Bu da size çok saçma gelecek belki ama ne zaman bir yerde ismi geçse, dakikalar içinde orada olur,” dememle tam da tahmin ettiğim gibi bu durumu yadırgamaları bir oldu, hepsinin yüzünde tuhaf bir ifade oluştu. “Bazıları büyücü olduğunu, bazıları geleceği görebildiğini, bazıları da sadece hislerinin kuvvetli olduğunu söylerler ama bu zamana kadar sırrını çözebilen hiç kimse olmadı. Tabii aklını kaybetmiş deyip olanlara tesadüf gözüyle bakanlar da çok.”

Sözlerim Hâkim’i keyifle güldürürken Devrim’e baktı. “Beni buraya getirdiğin için sana teşekkür etmem lazım, her türlü olay dönüyor kasabanın içinde. Geldikten birkaç gün sonra kaçarım diye düşünüyordum ama şimdi hayatımın sonuna kadar kalabilirim burada. Hayatımda gördüğüm en farklı ve en eğlenceli yer burası,” dedi ve gülmeye devam etti. Eğlenceli mi demişti o? Biz neden eğlenmiyorduk peki burada?

Hâkim gülmeye devam ederken “Sahiden de abinin buraya gelmek...” demesi, Devrim’in yüz ifadesinin değişmesi ve Hakim’in susması bir olmuştu. Eşzamanlı olarak da yüzündeki gülümseme solmuş, mahcup bir tavırla gözlerini Devrim’den çekmiş ve bana bakmıştı. “Bakalım gelecek mi adam?” deyip konuyu değiştirmişti.

Ne olmuştu şimdi? Neden bir anda keyifleri kaçmıştı?

Hepsinin değişen tavırları onlardan şüphe etmeme neden olurken odanın kapısına birkaç defa vuruldu ve bir asker içeriye girdi. “Komutanım yaşlı bir adam geldi, sizin onu çağırdığınızı söyledi.”

Kimin geldiğini anladığım an dudaklarım yana kıvrıldı. Hâkim, hatta Dilsiz bile şaşırırken Devrim arkasına yaslandı, sabırla derin bir nefes aldı. Ardından da o nefesi sıkıntıyla bıraktı ve “Gelsin,” dedi, asker odadan yeniden ayrıldı.

“Ne yani şimdi gelen o bahsettiğin adam mı?” diye sordu Hâkim.

“Muhtemelen.”

Devrim’e baktı. “Böyle bir şey olabilir mi gerçekten?”

“Ben, artık burada hiçbir şeye şaşırmıyorum,” dedi Devrim pes etmiş bir tavırla, kendime engel olamadım ve sessizce güldüm.

“Bir de gülüyor,” dediğini duyduğum an ise hızla bu yaptığıma son verdim. Güldüğüm için kızdığını düşünüp korkarken yüzündeki muzip ifadeyi fark ettim ve eşzamanlı olarak bir kez daha gülesim geldi ama kendimi tuttum. Fakat gözlerinin içine bakmaya devam etmek ve aynı muzip bakışlara maruz kalmak kendimi sadece üç saniye gibi kısa bir süre tutabilmeme neden oldu ve dördüncü saniye yeniden gülmeye başladım. Tabii yine sessizce… O da bunu görünce dudakları hafifçe yana kıvrıldı.

O sırada odanın kapısına bir kez daha vuruldu ve hemen ardından içeriye beklediğimiz adam girdi. Adam girer girmez Devrim, “Albert Miles, değil mi?” diye sordu.

Bay Miles, “Evet,” dedi elindeki bastonundan destek alıp ayakta dururken.

Devrim, ayağa kalktı ve bize yaklaştı. Adamın karşısında durdu. “Neden buradasınız?”

“Çağırdınız siz,” dedi Bay Miles, Devrim, Bay Miles’in kurduğu bu cümleyi anlamamış gibiydi. Zaten bahsettiğim tuhaflık da tam olarak buydu, Bay Miles’in cümleleri tersten kuruyor olması… Bu zamana kadar düzgün konuştuğunu gören hiç kimse olmamıştır.

“Ben, sizi çağırmadım,” dedi Devrim ellerini arkasında birleştirirken.

“Var ihtiyacınız bana ama.” Bay Miles’in yine tersten kurduğu bu cümle Devrim’i sinirlendirir gibi oldu.

“Ne dediğinizi anlayamıyorum.”

Dayanamayıp araya girdim. “Bay Miles cümleleri tersten kurar.” Devrim anlamsızca bakarken de devam etti. “Az önce de ona ihtiyacınız olduğunu söyledi.”

“Neden tersten konuşuyor peki?”

“Kendisi de dahil olmak üzere kimse bunun nedenini bilmiyor. Çoğu insan bir hastalık olabileceğini söylüyor ama,” dedim ve Bay Miles’in yanımda olduğunu bir an için unutup “Size tuhaf biri olduğunu söylemiştim.”

Eşzamanlı olarak Bay Miles’in gözleri beni buldu. “Değilim biri tuhaf ben.”

Söylediği cümleyi anlamak benim için zor olmazken dudaklarımı ısırıp gözlerimi kaçırdım. “Özür dilerim.”

“Delireceğim şimdi.” Devrim’in dudaklarının arasından söylediği şeyi duyduktan hemen sonra bize arkasını dönmüş ve yanımızdan uzaklaşmıştı.

Hâkim ise ayağa kalkmış ve yanımıza gelmişti. “Bay Miles, benimle gelin lütfen. Bize yardımcı olmanız gereken bir konu var,” dedi ve Bay Miles’e yolu gösterdi.

Onlar odadan ayrıldıklarında Devrim yeniden yanıma döndü ve fazla şaşkın bir şekilde “Nasıl bildi bu adam bizim kendisini çağıracağımızı?” diye sordu.

“Bilmem, sırrını kimsenin çözemediğini söylemiştim zaten.”

“Bu kasaba giderek daha da garipleşiyor,” dedi ve Dilsiz’e baktı. “Dün gece biri Valencia’nın odasına girmiş, onu öldürmeye çalışmış,” dedi, Dilsiz’in kaşları çatılırken de geri kalan her şeyi bir bir ona anlattı. Konuşması bittikten sonra ise “Eli yaralı o adamı bulmamız lazım,” dedi, o sırada bir kez daha odanın kapısına vuruldu ve Binbaşı ile Yüzbaşı içeriye girdi.

“Bir saat kadar önce bizi yanınıza çağırmışsınız ama geldiğimizde kimse yoktu,” dedi Binbaşı içeriye girer girmez.

“Bir işim çıktı,” dedi ormandaki olayı açıklamak yerine ve gözlerinin ikisi arasında gezdirdi. “Sizi de buraya çağırdım, çünkü başkentten bir emir geldi,” dedi, ellerini yeniden arkasında birleştirdi, gözlerini Binbaşı Hardy’e odakladı.

“Buradan sekiz mil uzaklıktaki ordugahlardan birine bir yetkili göndermem istendi. Ben de sizi seçtim, bugün yola çıkmanız lazım, birkaç gün orada kalmanız gerekebilir. Hazırlığınızı ona göre yapın,” dedi ve Yüzbaşı Beck’e baktı. “Aynı şekilde şehirdeki kışlaya da buradan yetkili birinin gönderilmesi emredildi. Orası için de sizi seçtim, siz de bu gece yola çıkacaksınız. Kaç gün kalacağınıza dair bir bilgim yok, siz yine de hazırlıklı gidin.”

“Siz, böyle emrediyorsanız hemen yola çıkarız elbette ama bu görevi verebileceğiniz başka komutanlarımız da var askeriyede.”

Binbaşı’nın kurduğu bu cümleyle Devrim, ona yaklaştı. “Hiçbiri sizin kadar tecrübeli değil ama, bu yüzden sizi uygun gördüm. Fakat sanırım siz memnun olmadınız bu görevden.”

“Ne haddime, sadece nedenini merak etmiştim. Endişe etmeyin, bir saat içinde yola çıkmış oluruz. Şimdi müsaadenizle hazırlık yapalım.”

“Çıkabilirsiniz,” dedi Devrim, ikisi de odadan ayrıldılar.

Onlar giderken Dilsiz yanımıza geldi ve sanırım bir açıklama beklediğini belli edercesine göz kırptı. Devrim’in ise söylediği tek şey “Boş ver,” oldu. Dilsiz, bu cevabı yeterli bulmuş olacak ki sessizce odadan ayrıldı ve yine sadece geriye ikimiz kalmış olduk.

“Bugün senin işini halledeceğim, merak etme. Kim yaptıysa ortaya çıkacak.”

Tebessüm ettim ve içimden gelen şeyi söyleyip “Size güveniyorum,” dedim, oysa birine güvenmek, en tehlikeli adımı atmaktı ve ben, onunla o adımı atmaktan hiç korkmadım.

Söylediğim şeyin hoşuna gittiğini fark ederken devam ettim konuşmama. “Ama lütfen bundan kimsenin haberi olmasın, özellikle de dedemin. Olur da bir yerde karşılaşırsanız bahsetmeyin lütfen, dün gece onları bir şekilde geçiştirdim. Benim yüzümden daha fazla üzülmelerini istemiyorum.”

“Sen nasıl istersen,” dedi sadece.

Bir kez daha tebessüm ettim. “Ben çıkabilir miyim peki artık?”

“İstiyorsan çıkabilirsin,” dedi gözlerimin içine bakarken.

Kalbimin sesini duymamasını umut ederken bir anda ağzımdan “İstemiyorsam?” diye bir kelime kaçıverdi ve bunu fark ettiğim an dudaklarımı ısırdım.

Devrim’in dudaklarının hafifçe yana kıvrıldığını fark ederken muhtemelen çok iyi duyduğu hâlde “Ne?” diye sordu.

“Yok bir şey,” dedim telaşla, heyecandan elim ayağım birbirine girerken kalbim öyle hızlı atmaya başlamıştı ki sanki birazdan sadece o değil, tüm kasabalı duyacaktı sesini.

“Bir şey dedin sanki,” dedi dikkatle gözlerimin içine bakmaya devam ederken.

“Çıkayım o zaman dedim,” dedim, gözlerinin kenarı kısılırken gülmemek için kendini tutuyor gibiydi. Çok fena rezil olmuştum adama, şimdi kim bilir hakkımda ne düşünüyordur.

“Öyle mi?” diye sorarken sesi alay dolu çıkmıştı. “Çık madem.”

“Çıkayım,” dedim ve hızla sağa doğru kayıp yanından uzaklaştım ve sonra da hızla ona arkamı döndüm, birkaç adımda kapıya ulaştım. Bir an bile oyalanmadan odadan ayrılmak isteyip hızla kapıyı açtım.

Tam çıkacaktım ki Devrim’in “Bir dakika,” dediğini duydum ve olduğum yerde kaldım. Neden durdurmuştu ki beni? Ya söylediğim şeyle dalga geçerse? Yok canım koskoca komutanın işi gücü yok benimle mi dalga geçecekti?

Bu düşünceler arasındayken ağır hareketlere ona döndüm. Her ne kadar utançtan yüzüne bakmak istemesem de bakmak zorunda kaldım. “Buyurun.”

“Yemekhaneye dönmene gerek yok, evine gidebilirsin.”

Şaşırdım. “Neden?”

“Evine git ve dinlen,” dedi bana arkasını dönüp masasına doğru yürürken ve ekledi. “Hepimiz için uzun bir gece olacak.”

Ne demek istemişti şimdi? Neden böyle bir şey söylemişti? Ne olacaktı ki gece?

Sorular yine zihnimi ele geçirirken başka soru sormama fırsat vermeden “Şimdi çıkabilirsin,” dedi ve yerine oturdu, arkasına yaslandı. Ardından da gayet keyifli, biraz da alay edici bir üslupla ve her an gülecekmiş gibi ekledi. “Tabii istiyorsan.”

Bunu dediğini duyduğum an yanaklarım ısındı, muhtemelen beyaz tenim kıpkırmızı oldu ve utançla kaçtım odadan.

Kapıyı kapatıp kapının önünde durduğumda ise istemsizce tebessüm ettim ve kalbimin sesini dinledim. Sanırım hayatımda ilk defa korku dışında bir duygu kalbimi bu denli hızlı attırıyordu ve o duygu, yavaş yavaş hoşuma gitmeye başlamıştı. Fakat aynı zamanda beni korkutuyordu. Çünkü tehlikeliydi, hem de çok…

Bu düşünce, yüzümdeki gülümsemeyi soldururken askeriyeden ayrıldım ve durup birkaç saniye düşündüm. Uzun zaman sonra ilk defa gün içinde yapacak hiçbir şeyim yoktu ve herkes beni burada zannediyordu. Yani bir süre kendime ayırabilecek vaktim vardı ve bu süre içinde hiç kimseyi görmek, kimseyle konuşma istemiyor, sadece yalnız kalmak istiyordum.

Bu yüzden eve gitmek yerine tam aksi tarafa yürüdüm ve ormana girdim. Daha önce neredeyse Stella’yla her öğleden sonra gittiğimiz dere kenarına gittim. Tabii ki birinin ölümünü gördüğüm yer değildi burası, başka bir yerdi. Stella’yla bana aitti burası. Ne zaman sıkılsak buraya gelirdik birlikte. Oturur, saatlerce konuşurduk. Sakladığımız kitapları okurduk hatta ama şimdi yoktu ve bir daha asla olmayacaktı.

Her zaman altına oturduğumuz büyük gövdeli ağacın altına oturduğumda ve sırtımı o ağaca yasladığımda gözyaşlarım akmaya başlamıştı. Onu özlemeye başlamıştım ve sanırım bu duygudan hiçbir zaman kurtulamayacaktım. Hayatım boyunca onu özlemeye devam edecektim. Bu düşünce, daha çok ağlamama neden olurken burada beni kimsenin görmeyeceğini bildiğim için gözyaşlarıma engel olmaya gerek duymadım.

Ta ki arkamdan gelen birkaç çıtırtıyı duyana kadar.

Bu sesler beni korkuttuğunda gözyaşlarımı sildim ve telaşla ayağa kalktım. Arkama döndüğümde korkuyla etrafıma göz atmak istedim. Lakin buna gerek kalmadan ta karşımda, çalılıkların arasında duran Paul Chester ile göz göze geldim.

Onu görmek, korkudan mideme şiddetli bir ağır girmesine neden olurken aynı zamanda yine korkudan kalbim hızla atmaya başlamıştı. Fakat elimden geldiği kadar bu duyguyu bastırmaya çalıştım. Çünkü eğer kendisinden korktuğumu anlarsa bir şeyler bildiğimden şüphe edebilirdi ve bu hiç işime gelmezdi. Ne de olsa o, gözlerimin önünde bir kadını bir şeylere şahit olduğu için öldürmüş bir adamdı. Kardeşinin nişanlısı olmam, bir şeyleri bilmemi göz ardı edeceği anlamına gelmezdi.

Beni görür görmez yüz ifadesi değişirken ağır adımlarla yanıma geldi. Fakat çok yaklaşmamayı tercih edip biraz uzakta durdu ve gözlerimin içine bakarak “Bayan Pride,” dedi sorgular bir tavırla. “Burada ne yapıyorsunuz?”

“Biraz temiz hava almak istedim.”

Bana doğru bir adım daha attı. “Bildiğim kadarıyla cezanız vardı, bu saatlerde askeriyede olmanız gerekiyordu.”

“Evet ama bugün erken çıkabileceğimi söylediler.”

“Siz de buraya gelmeyi tercih ettiniz,” derken ellerini cebine soktu.

Sakin kalmaya çalıştım. “Beni sorguluyormuşsunuz gibi hissediyorum.”

Samimiyetsizce güldü. “Sadece merak etmiştim, Bayan Pride. Sizi sinirlendirmek istemedim.”

Tıpkı onun gibi ben de samimiyetsiz bir tavırla güldüm. “Sinirlenmedim,” dedim gülümsemeye devam ederken. “Siz neden buradasınız peki?”

“Ben de sizin gibi biraz temiz hava almak istedim.”

“Ne tesadüf, ikimizin de aynı anda aynı yerde temiz hava almak istemesi. Aslında karşılaştığımız iyi oldu,” dedim ve ona yaklaşan ben oldum. “Benim de sizinle konuşmak istediğim bir şey vardı.”

“Konuyu merak ettim şimdi.”

“Brice, zehir konusunda olanlardan bahsetmiş olmalı.”

“Ah, evet bahsetti,” dedi ve üzülmüş gibi davrandı. “Başınıza gelen elim hadise beni çok üzdü, sonunun böyle olacağını hiçbirimiz tahmin edemezdik, değil mi?”

“Evet öyle ama yine de aklıma takılan bir şey var.”

“Neymiş o?”

“O zehrin sadece onu hastalandıracağını söylemiştiniz ama ben, az kalsın ölüyordum.” Başka bir şey söylememe gerek yoktu. Bu söylediğim, bir açıklama yapması için yeterli olacaktı.

“Zehir doğrudan komutan için hazırlanmıştı, sizin vücudunuzun kaldıramaması çok normal değil mi?” Hiç düşünmeden verdiği bu cevap, konu üzerinde daha önce düşündüğünü anlamam için yeterli olmuştu.

“Bunu düşünememiştim,” dedim söylediği şeye inanmış gibi. “Demek o yüzden az kalsın sizin hazırlattığınız bir zehirle ölüyordum,” dedim ve kendime engel olamayıp devam ettim. “Bu arada biliyor musunuz? Bugün, çok garip bir şey oldu.”

Meraklandı, bunu hissedebildim. “Ne oldu?”

“Ormanda bir ceset bulundu.” Anında yüz ifadesi değişti. “Başta herkes Mary Jones zannetti ama o değilmiş, şu an kimse kim olduğunu bilmiyor ama araştırıyorlar.”

“Bugünlerde bu kasabada çok garip şeyler oluyor,” derken gerçekten şaşırmış gibi yapabiliyordu. “Daha önce bu kasabada birinin öldürüldüğüne şahit olmamıştım, korkunç bir durum ama resmen kasabada bir katil var.” Sessiz kaldım, sadece tepkilerini izlemek istiyordum ama o kadar rahat ve soğukkanlıydı ki bir açık vermesi mümkün görünmüyordu.

Sessiz kamış olmam, konuşmaya devam etme ihtiyacı hissettirmiş olacak ki “Cesaretinizi tebrik ederim bu arada,” dedi ve alaylı bir üslupla, bir yandan da gülerek ekledi. “Ya da aptallığınızı mı deseydim?”

Öfkelendim. “Neyden bahsediyorsunuz siz? Hem bana nasıl hakaret edersiniz?”

“Kasabada bir katil var, Bayan Pride ve cesetler ormanda bulunuyor. Ben de durum böyleyken tek başına ormana gelmeniz cesaret mi yoksa aptallık mı onu anlamaya çalıyorum.” Evet, bir katil vardı ve o katil tam karşımda duruyordu. Fakat ne yazık ki ben, bunu dile getiremiyorum.

“Ne olduğunun sizi ilgilendirdiğini hiç zannetmiyorum,” dedim, sinirlendiğini fark etsem de devam ettim. “Ne yaptığımın hesabını size verecek de değilim.” Konuşacak gibi oldu ama devam edip engel oldum ona. “Evime dönsem iyi olacak,” dedim ve yanından ayrıldım.

Sadece birkaç adım uzaklaşmışken arkamdan geldiğini hissettim. Buna rağmen durmadım ve daha hızlı yürümeye devam ettim. Çok geçmeden bana ulaşmış ve yanımda yürümeye başlamıştı. Ne diye benimle geliyordu ki şimdi bu?

“Siz de kasabaya dönüyorsunuz sanırım,” dedim daha fazla dayanamayarak.

“Evet, yeterince temiz hava aldım.”

Durdum, onunla yürüyecek değildim. “O zaman daha sonra görüşmek üzere, sizinle karşılaşmak çok güzeldi,” dedim yine samimiyetsiz bir tavırla. Bu, ona karşı bilerek takındığım bir tavırdı.

“Siz?”

“Düşündüm de tren yolundan gitsem daha iyi olacak, evim oradan daha yakın oluyor,” dedim ve konuşmasına fırsat vermeden “Daha sonra görüşmek üzere,” deyip onu orada öylece bırakıp gideceği yolun tam aksine yürüdüm.

Arkama bakmadan epey bir ilerledikten sonra durup öfkeyle yanında durduğum ağaca vurdum ve dişlerimi sıkarak sessiz bir çığlık attım. Öfkemi bir şekilde bastırmaya çalışırken eve doğru yürümeye devam ettim.

Yirmi dakika kadar sonra eve ulaştığımda bahçede dedemle karşılaşmış, bir de ona neden erken geldiğimi anlatmak zorunda kalmış ve eve girmiştim. Girer girmez de doğrudan babamın yanına gitmiştim. Herkesten ve her şeyden çok aslında onunla vakit geçirmeyi, onunla konuşmayı seviyordum. Cevap vermiyordu, konuşamıyordu belki ama dinliyordu beni. Hem de bir an bile olsun sıkılmadan ve sadece gözleriyle bile olsa destek veriyordu bana. Bu, benim için her şeyden değerliydi.

Ona dün olanlardan, alınan evlilik kararından bahsederken kapı çalmıştı. “Hemen geleceğim,” deyip yanından ayrıldığımda ve kapıyı açtığımda karşımda hiç tanımadığım bir kadın gördüm. Arkasında da birkaç kişi daha vardı ve hepsinin elinde kumaşlar vurdu.

“Bayan Pride,” dedi karşımda duran kadın bir şeylerden emin olmak istercesine.

“Benim.”

Kadının yüzündeki gülümseme büyüdü. “Bizi Bay Chester gönderdi efendim,” dedi ve arkasındaki diğer kadınları gösterip devam etti. “Sizin için en güzel kumaşları getirdik, Bay Chester yeni elbiseler dikilmesini istedi.” Hiçbir şey diyemedim. “Aynı zamanda gelinliğinizi de biz dikeceğiz, bize nasıl bir şey istediğinizi anlatmanız yeterli olacaktır.”

“Bugün mü?” diye sordum sanki kumaşlarla karşımda durmuyorlarmış gibi…

“Bay Chester yakın bir zamanda evleneceğinizi söyledi, o zamana kadar her şeyi yetiştirmek için şimdiden başlamamız iyi olacaktır.”

İstemeye istemeye de olsa “Peki,” dedim ve onları içeriye davet ettim.

Hepsi ellerindeki kumaşları salona bırakırlarken biri yanıma geldi ve vücut ölçülerimi aldı. Ardından kumaş seçmemi istediler, bir bir kumaşlara bakıp seçtim. Her ne kadar tüm bunları hevesle yapmıyor olsam da Brice’in yaptıklarını göz ardı edemezdim. Çünkü gerçekten de gördüğüm en güzel kumaşlar getirilmişti ve anladığım kadarıyla buraların en iyi terzileri bu kadınlardı.

Normal elbiselerle ve kumaşlarla işimiz bittikten sonra sıra gelinliğe gelmişti ve onun içinde kumaş seçilmişti. Şimdi de karşımda duran kadın benden hayalimdeki gelinliği anlatmamı istiyordu ama ben, hiçbir zaman böyle bir şey hayal etmemiştim ki…

“Sanırım aklınız karışık,” dedi isminin Adela Brown olduğunu öğrendiğim kadın ve ekledi. “İsterseniz size modern bir gelinlik tasarlayalım, herkesin aklının sizde kalacağı türden bir gelinlik.”

Tebessüm ettim. “Olur,” dedim düşünmeye bile gerek duymadan, etrafımda gördüğüm her şey yeterince güzeldi zaten. Muhtemelen gelinliğin de en güzelini yapacaklardır.

“O zaman başlayalım,” dedi ve bir kez de gelinlik için ölçülerimi aldı. Kendi aklındaki gelinliği anlattı. O sırada babaannem ve Elina döndü, onlar da bize katıldı. Bu şekilde akşamı ettiğimizde ve sonunda terziler evden ayrıldığında etraftaki her şeyi kendi odama taşımış, bir köşeye hiçbiri zarar görmeyecek şekilde dizmiştim. Terziler yarın yeniden gelecek ve işlerine devam edeceklerdi.

İşim bittikten sonra yorgunlukla kendimi yatağıma attığımda tüm bu karmaşanın ortasında aklımdan çıkan her şey bir bir yeniden aklıma gelmişti ve ben hâlâ ormanda cesedini bulduğumuz kadının Mary olmayışının şaşkınlığını yaşıyordum. Tabii bir yandan da Mary’nin nerede olduğunu düşünüyordum. Acaba yardıma ihtiyacı var mıydı? Belki de en doğrusu yarın müsait bir zamanda ailesinin yanına gitmek olacaktı. Gitmeli ve onlara Mary’i aramaya devam etmeleri konusunda bir şekilde cesaret vermeliydim. Çünkü ölmemiş olabilirdi.

Düşünceler beni giderek boğarken akşam yemeği saati gelmiş ve odadan çıkmıştım. Her zamanki gibi hızla yemeğimi yemiş, babamın da yemesine yardımcı olduktan sonra bulaşıkları yıkamıştım. Şimdi de salonda oturmuş, babaannemin bugün gelen kumaşların ne kadar güzel olduğunu dedeme anlatmasını dinliyordum. Bu şekilde saati akşamın dokuzu ettiğimde ve artık sokağa çıkma yasağı başladığında yorgun olduğumu söyleyip odama geçmiş ve üzerimi değiştirip yatağa girmiştim.

Devrim, bu akşam için bir şeyler ima etmişti ama hiçbir şey olmamıştı. Belki de olmuştu ama ben bilmiyordum. Bu yüzden de bir an önce sabah olmasını ve gidip neler olduğunu öğrenmeyi diliyordum. Bundan dolayı hemen uyumak istesem de başarılı olamadım, çünkü dün gece yüzünden korkuyordum. Sanki her an yine biri gelecek ve beni öldüremeye çalışacak gibi hissediyorum. Kaç defa kalkıp pencereden bahçeye bakıp her şeyin yolunda olduğuna kendimi inandırdım onu bile bilmiyorum.

Zaman giderek geçerken ve artık gerçekten uyumam gerekirken bile bir türlü uyku tutmamıştı. Bu kez odadaki kumaşlara bakıyor ve kendimi kötü hissediyordum. Bu evliliğin iptal olmasını istemiyordum aslında. Çünkü benim için doğru kişi olduğunu biliyordum, bu yüzden elimden geldiği kadar uyumlu davranmaya çalışıyordum ama ne yaparsam yapayım içimdeki mutsuzluğa engel olamıyordum.

Bu yüzden kendime kızıp uyumak için çabalamaya devam ederken odanın kapısı aniden açılmış, ben de telaşla doğrulmuş ve odaya giren Elina’ya bakmıştım. “Neler oluyor, ne bu telaşın?”

“Dışarıda olanları görmen lazım.”

Ne olduğunu bile sormadan telaşla ayağa kalkıp salona çıktığımda dedem ve babaannemi pencerenin önünde duran koltuğun üstüne çıkmış, dizlerinin üzerlerinde durularken dışarıya baktıklarını gördüm.

Merakım daha da artarken birkaç adımda yanlarına ulaştım ve görebildiğim kadarıyla ben de meydana doğru baktım, onlarca asker gördüm dışarıda. Bu saatte askerlerin dışarıda olması çok normaldi ama hepsinin bir arada ve meydanda olmaları pek de normal bir durum değildi.

“Neden toplanmışlar?” diye sordum merakla.

“Bilmiyorum,” dedi dedem, sesi endişeliydi.

Devrim’in bu geceye dair söyledikleri aklıma geldiğinde toplanma nedenlerinin bu olduğunu düşünmeden edemedim ve gözlerimi etrafta gezdirip onu aradım. Çok geçmeden askeriyenin kapısında, ellerini arkasında birleştirmiş bir şekilde duran ve toplanan askerleri izleyen birini gördüm. Karanlıktan dolayı yüzünü pek seçemesem de uzun boyu ve duruş şekli, o olduğundan emin olmam için yeterli olmuştu.

Gözlerimi ondan çekemezken merakla neler olacağını bekledim ve çok geçmeden askerler, üçlü gruplar hâlinde dağıldılar etrafa. Ardından da bir bir evlerin kapılarını çaldı ve evlere girdiler.

Dedem ve babaannem pencereden uzaklaştıklarında ben de uzaklaşmak zorunda kaldım. “Evleri arıyorlar,” dedi dedem endişeli bir tavırla, işte o an neler olduğunu anladım.

Bana saldıran adamı arıyor olmalıydılar. Tek tek evlere girecek ve muhtemelen herkesin ellerine bakacaklardı. Sanırım Yüzbaşı ve Binbaşı da bu yüzden gönderilmişti buradan. Çünkü Devrim, bana bunu yapanın kendisini zehirlemek isteyenlerle aynı kişiler olduğuna inanıyordu ve her ne kadar ben ona bu konuda bir bilgi vermesem de Chesterların işi olduğunu biliyordu. Aynı zamanda Yüzbaşı ve Binbaşı’nın da Chesterlara yakınlıklarından haberdardı. Onlara haber gitmesini engellemek için önce onları kasabadan göndermişti.

Anladığım bu şeylerle dudaklarım yana kıvrıldı. Eğer sahiden o adam kasabayı terk etmediyse, ki onu aradığımızı bilmeden terk etmesi için bir neden yoktu, bu gece yakalanacaktı. Bu, saatlerdir üzerimde olan mutsuzluğu yok edip biraz olsun mutlu olmam için yeterli olurken aklıma gelen şeyle içimdeki bütün mutluluk bir anda yok oldu.

“Kahretsin!” diye mırıldandım kendime olan öfkemle.

“Bir şey mi dedin?”

Dedemin sesiyle “Hayır,” dedim telaşla ve gözlerimi kaçırdım.

Yüzbaşı ve Binbaşı yoktu belki ama o gece o cinayet işlenilirken gördüğüm o adam askeriyedeydi. Yüzünü görmemiştim belki ama Mary’nin babası geldiğinde sesini duymuştum, askeriyede olduğunu öğrenmiştim ve Paul Chester’a o kadar odaklanmıştım ki o, tamamen aklımdan çıkmıştı. Belki de çoktan Paul’a bu geceye dair haber gitmiş ve bunu yapmasını istediği adamı kasabadan göndermiştir.

Daha fazla burada duramayıp odama geçtim ve karanlıkta volta atmaya başladım. O adamı bu yüzden bulamazlarsa sanırım kendimi hiçbir zaman affetmem ama bir yandan da düşünüyorum da bu gece olacakları önceden bilecek olsaydım da elimden bir şey gelmezdi ki… Ne diyecektim ki? Ben, bu askeriyeden birini ormandaki kadını öldüren Paul Chester’ın yanında mı gördüm diyecektim? Belki sadece yine deftere bir uyarı yazabilirdim ama diğerini görmediği gibi onu da görmezdi.

Dönmekten başım dönmeye başlayınca yatağımın kenarına oturdum, tam o anda gecenin sessizliğini kapıya üst üste vurulması bozdu. Askerlerin geldiğini anlarken yeniden ayaklandım ve salona çıktım. Dedem, çoktan kapıyı açmıştı bile…

“İyi geceler,” dedi askerlerden biri, soğuktan hepsinin yüzleri kıpkırmızı olmuştu.

“İyi geceler,” diye karşılık verdi dedem.

“Avcılar ve koruyucular dışındakilerin evlerinde artık silah bulundurmaları yasak, eğer silah varsa hemen teslim edin,” dedi emir verici bir ses tonuyla, silah ne alakaydı ki şimdi?

“Silahımız yok,” dedi dedem anında, sanki biraz rahatlamış gibiydi.

“Bizim yine de arama yapmamız gerekiyor,” dedi asker ve müsaade istemeden içeriye girdi.

Ardından diğer ikisi de girdiğinde dedem yanımıza geldi. “Korkmayın, silah var mı diye bakacaklar sadece.”

Elina’nın korktuğunu fark edip yanına gittim. “Korkma ablacığım,” dedim ve onu rahatlatmak için tebessüm edip başını okşadım. “Arama yapıp gidecekler.”

Başını salladı ve kollarını bana doladı, ben de ona sarılırken bir yandan da saçlarını okşamaya devam ettim. O esnada askerlerden biri, dedemlerin odasına, diğeri babam ve Elina’nın odasına, üçüncüsü ise salona bakmıştı. Dedem de hemen babamın odasına giren askerin peşinden odaya girmiş ve babamın rahatsızlığından bahsedip babama da endişe etmemesini, herkesin evini aradıklarını söylemişti.

Çok geçmeden odalardan çıkmışlardı ve bu kez de biri mutfağa, biri banyoya girmişti. Diğeri de tam benim odama giriyordu ki aralık olan kapı açıldı, herkes gibi ben de kapıya doğru baktım. Askerler zaten buradayken başka kim gelmiş olabilir ki diye düşünürken karşımda hiç görmeyi beklemediğim birini gördüm. Gözlerim irileşirken onun da yeşilleri beni buldu. İstemsizce dudaklarımı ısırdım, bakışlarımı kaçırdım. Keşke üzerimde daha düzgün bir şeyler olsaydı, muhtemelen dışarıdan berbat görünüyorumdur. Bir dakika, neden şimdi böyle bir şey düşündüm ki?

Kendi yaptığım şeye kendim şaşırırken utançla başımı önüme eğdim. Aklıma böyle şeylerin gelmemesi gerekiyordu. Kendime hâkim olmam lazımdı. O hiçbir şey yapmadığı hâlde kendi aklımı yine kendim karıştırıyordum.

“Komutanım,” dedi askerlerden biri ve hızla Devrim’in yanına gitti.

“Neden bu kadar uzadı? Daha bakılacak bir sürü ev var!” diye kızdı Komutan ve sordu. “Bir sorun mu var yoksa?”

“Sorun yok komutanım, ev biraz karmaşık olduğu için vakit aldı ama son bir oda kaldı. Ona da bakalım, çıkacağız,” dedi asker, o esnada bir diğer asker çoktan benim odama girmişti bile.

Gözlerim yeniden Devrim’i bulduğunda dedemin yanına gittiğini fark ettim. “Bizim silahla falan bir işimiz olmaz Komutanım, evi arıyorsunuz ama…” Devrim, dedemin devam etmesine izin vermemişti.

“Sizinle ilgili bir durum yok, Bay Pride. Kasabadaki bütün evler aranıyor, artık hiçbir evde silah bulunmayacak. Bu yüzden içiniz rahat etsin, size özel bir durum değil,” dedi Devrim ve gözünün ucuyla bana baktı. Ben ise yine ona bakamadım, yine bakışlarımı kaçırdım.

“Lütfen,” diyen babaannemi duyduğumda benim odama girdiğini gördüm. “Öyle karıştırmayın onları, yıpranacaklar.” Elina’yı bıraktım ve merakla odaya girdim. Girer girmez de odamdaki askerin kumaşları karıştırdığını ve aralarına baktığını gördüm. Babaannemin aksine bu durumu gayet sakin karşılarken babaannem, “Orada bir silah neden saklayalım?” diye çıkışırken kumaşları toparlamaya çalışıyordu.

Ona yardımcı olmak yerine öylece durmuş izlerken dedem ve Devrim de odaya girdi. Devrim, “Ne oluyor?” diye sorduğunda sessizliğimi korumaya devam ettim.

“Bu kumaşlar çok değerliydi, torunumun gelinliği için getirilmişti ama askerler fark etmeyip üstüne basmışlar.” Babaannem durumu açıklarken kendimi çok rahatsız hissetmeye başlamıştım.

“Jayla,” diyerek dedem babaannemin yanına gitti. “Askerler işlerini yapıyorlar, daha sonra toparlarsın buraları,” dedi uyarıcı bir ses tonuyla.

Onlar konuşurken Devrim’e baktım, yerde duran ve gelinlik için gelmiş olan kumaşlara bakıyordu. Çok geçmeden gözleri beni buldu. Yüzündeki tuhaf ifadeye anlam vermeye çalışırken gözlerini benden çekti ve askerlere baktı.

“Yeter bu kadar, diğer eve geçin.”

“Emredersiniz Komutanım,” dedi üç asker de hep bir ağızdan ve odadan çıktılar. Onlar çıkarken Devrim, babaanneme bakarak konuşmaya devam etti.

“Endişe etmeyin, ne zarar varsa karşılanacak,” dedi gözleri bir daha beni bulmazken odadan ayrıldı.

Evden çıkmak için doğrudan kapıya yönelirken dedem peşinden gidip “Komutanım,” dedi ve durdurdu onu. “Sizinle konuşmam gereken bir şey vardı.” Devrim kaşlarını çatarken ben de meraklandım. Dedem, onunla ne konuşabilirdi ki? Benimle ilgili bir durum muydu acaba? Ama benimle ilgili bir şey yoktu ki ortada.

Merakım giderek artarken Devrim, “Yarın uygun bir saate askeriyeye gelin, şimdi olmaz,” dedi ve evden ayrıldı. Dedem arkasından hemen kapıyı kapattığında babaannemin sesini duydum.

“Mahvoldu kumaşlar.”

Sıkıntıyla ofladım ve yanına gittim. “Babaanne boşuna üzüyorsun kendini, gelinlik henüz dikilmedi bile. Kumaşın o kısmını kullanmayız.”

Yanıma geldi. “Ya bu durumu Bay Chester’a nasıl açıklarız? Kumaşların ne kadar pahalı göründüklerini görmüyor musun?”

“Hallederim ben,” dedim ve yerdeki kumaşları bir çırpıda toparlayıp babamın yanına gittim. Onun için her şeyin yolunda olduğundan emin olup Elina’ya da artık uyuması gerektiğini söyleyip yeniden salona döndüm. Askerlerin dağıttığı salonu da babaannemle birlikte toplayıp odama geçtim ve yatağa girdim.

Yatağıma uzandığımda bir yandan bu olanların gerçekten silahlar için mi yoksa o adamı aramak için mi yapıldığını düşünürken bir yandan da Devrim’in tesadüfen de olsa evlilik konusunu öğrenmiş olduğunu düşünüyordum. Ya anlarsa bunun askeriyeye gitmemem için yapıldığını? Engel olmaya çalışır mıydı?

“Saçmalama Valencia,” diye söylendim kendi kendime. Neden engel olmaya çalışsın ki? Hem nereden anlasın ki bunun için yapıldığını? Sonuçta o daha bu kasabaya gelmeden önce ortada olan bir konuydu bu.

Böyle düşünüp kendimi rahatlatırken yan döndüm ve yorganımı üzerime çekip uyumaya çalıştım. Fakat bir türlü uyku tutmuyordu. Neden kendimi ona ihanet etmiş gibi hissetmeye başlamıştım ki… Böyle hissetmem için hiçbir neden olmadığına kendimi ikna etmeye çalışırken yatağın içinde bir sağa bir sola dönüp duruyordum. Fakat neyse ki bu daha fazla sürmemiş, gün içindeki yorgunluğuma yenik düşüp uykuya dalmıştım.

***

Hızlı adımlarla askeriyeye girip doğrudan Devrim’in odasına gittim ama o odaya buraya geldiğim kadar hızlı giremedim ve aralık olan kapının önünde durup içeriye girmek için cesaretimi toplamaya çalıştım. O esnada içeriden gelen sesleri duydum.

“Kim neden böyle bir şey yapsın ki?” Bunu soran Hâkim olmuştu.

“Bilmiyorum ama vardır elbet bir sebebi,” dedi Devrim de.

Onları dinlemek doğru olmadığından tam kapıyı çalacak ve kendimi belli edecekken Hâkim’in “Birinin senin defterine bir şeyler yazması, sonra da üstünü karalaması için nasıl bir nedeni olabilir ki?” diye sorduğunu duydum.

Gözlerim irileşirken şaşkınca kalakaldım. Ne demekti şimdi bu? Evet, ben o deftere bir şeyler yazmıştım ama sonra üstünü karalamamıştım ki… Bu da neydi şimdi?

“Belki de sonradan yazdığı şeye pişman olmuştur,” dedi Devrim, ses tonundan bile aklının karışık olduğunu anlayabiliyordum. Kimin aklı karışmazdı ki böyle bir durumda? Benim bile aklım karışmıştı. Kim karalamıştı yazdığım şeyi? Hem kimse beni görmemişti ki… Görmüş müydü yoksa? Bundan emin olamam ki...

“Biri her ne yazdıysa Mary Jones’ın isminin tam yanına yazmış, burada o kızla ilgili kim ne biliyor olabilir ki?” Bu soruyla dudaklarımı ısırdım, benden şüphe etmeleri an meselesiydi ve bu, bulunduğum durum içinde hiç işime gelmezdi.

“Her şeyden önce kim senin odana gizlice girip eşyalarını karıştırmaya cüret edebilir ki? Bu mümkün bile değil.”

“Bu kadar emin olma,” dedi Devrim ve ekledi. “Pek de normal bir yerde değiliz, burada rütbe değil, para önemli. Kimin parası varsa herkes onun arkasında. Bu yüzden odama girmelerinin doğru olup olmadığını pek umursamamışlardır.”

Hâkim, Devrim’in söylediği şeye güldü. “Eğer gerçekten söylediğin şey ön plandaysa çok yanlış taraftalar desene,” dedi ve keyifle gülmeye devam etti.

Onları dinlemeye devam etmek yerine odanın önünden uzaklaştım. Aklımdaki tek şey; beni kimin gördüğü ve Paul’u kimin korumaya çalıştığıydı. Tabii bir de bunu yapanın olayı Paul’a anlatmış olma ihtimali de vardı ve eğer bu ihtimal bir gerçekse Paul katil olduğunu bildiğimi, biliyordu.

İçime sıkıntı çökerken dünü düşündüm, dün karşıma gerçekten tesadüfen mi çıkmıştı? Yoksa takip etmişti beni? Peki ya o gece, o gece beni öldürmeye çalışan o adamı gerçekten o gönderdiyse bu yüzden mi göndermişti? Belki de bir nevi uyarmak istemiştir beni.

Düşünceler beni boğarken dayanamadım ve askeriyeden ayrıldım, temiz havayı soludum. Eğer bu düşündüklerim gerçekse bir gün beni gerçekten öldürmeye de çalışacaktır. Belki de kardeşiyle evlenmemi bekliyordur. Bu sayede ona da yakın olacaktım ve işini halletmesi daha kolay olacaktır ya da belki çok yanlış düşünüyorumdur. Belki evlenmemizi beklemeden bir şeyler yapacaktır.

“Bir şeyler yapmam lazım,” diye mırıldanırken ileride bana bakan orta yaşlı kadını gördüm. Onu gördüğüm an gözlerin doldu ve düşündüğüm her şeyi unutup yanına gittim.

“Bayan Ruby,” derken sesimin titremesine engel olamadım.

“Valencia,” dedi benim gibi sesi titrerken ve gözleri doldu.

Gözlerine bakamadım, gözlerimi kaçırdım ve gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü. “Özür dilerim,” dedim gözyaşları içinde. “Yanınızda olamadığım için çok özür dilerim.”

Yüzüme dokundu, başımı kaldırdı ve gözlerine bakmamı sağladı. “Ağlama,” dedi buruk bir tebessüm ederken. “Elinde olmayan şeyler olduğunu biliyorum.” Kendisinin de gözünden bir damla yaş aktı. “Stella,” derken her an hüngür hüngür ağlamaya başlayacak gibiydi. “Kızım, kötü bir şey yapmadı.”

“Biliyorum, Bayan Ruby. Bundan bir an için bile olsun şüphe etmedim, Stella suçsuzdu.”

Gözyaşlarını sildi. “Ama biri onun ölmesini istedi.”

Yine kaçırdım gözlerimi, yine bakamadım gözlerine. “Bunu, ona kim yaptı Valencia? Sen onun en yakın arkadaşıydın, söylesene bana; kızımın ölmesini kim istedi?

“Bilmiyorum,” dedim başımı kaldırırken. “Hiçbir şey bilmiyorum, Stella kimseye kötülük yapmazdı. Kim ona yapmak istedi bilmiyorum.”

Bayan Ruby gözyaşlarına hâkim olmaya çalışırken derin bir nefes aldı. “Sanırım hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.”

Ellerini tuttum. “Size söz veriyorum, Bayan Ruby. Bu işin peşini asla bırakmayacağım. Şimdilik elimden pek bir şey gelmiyor ama elbet gelecek. O kadar şeye şahit oldum ki her şey birbirine karıştı ama bir gün çözülecek. Kim Stella’nın suçsuz yere ölmesine neden olduysa cezasını çekecek.”

“Stella gitti Valencia,” dedi o da ellerimi sıkı sıkı tutarken. “Ne yaparsak yapalım artık geri dönmeyecek. Bu yüzden sakın kendini tehlikeye atacak bir şey yapma. Bu işin arkasındakilerle biz baş edemeyiz.”

“Edeceğiz,” dedim kendimden emin bir şekilde. “Ne olursa olsun edeceğiz ve emin olun Bayan Ruby, Stella yeniden gelmeyecek belki ama bir gün yeniden her şey yoluna girecek.”

Tebessüm etti. “Evleneceğini duydum,” diyerek konuyu değiştirdi. “Dün babaannenle karşılaştım, o bahsetti. Neden daha önce hiç bahsetmedin, Stella da hiçbir şey anlatmamıştı.”

O, bundan gayet normal bir şekilde bahsederken “Siz bunu dün mü öğrendiniz?” diye sordum.

“Evet.”

Stella idam edildiği gün malikaneye giderken onunla konuştuklarımızı hatırladım. Annesinin bildiğinden, hatta bir Chesterların eski hizmetlisi olan bir arkadaşıyla birlikte bu konudan konuştuklarından bile bahsetmişti.

“Nasıl olur?” diye sorguladım Bayan Ruby’nin gözlerinin içine bakarken. “Stella haberiniz olduğunu söylemişti.”

Kaşları çatıldı. “Hayır, bilmiyordum.”

İşler giderek karmaşık bir hâl alırken merakla “Daha önce Chesterların köşkünde hizmetli olan yakın bir arkadaşınız var mı peki?” diye sordum.

“Hayır,” dedi ve devam etti. “Neden şimdi böyle şeyler soruyorsun?”

“Bir şeyleri yanlış hatırlayıp hatırlamadığımdan emin olmak istedim sadece ama sanırım yanlış hatırlıyorum,” dedim, oysa doğru hatırladığımdan emindim ve Stella’nın bana bu konuda yalan söylediği belliydi. Peki ama neden, neden bana böyle bir konuda yalan söylesin ki? Hem o gün annesinin arkadaşının Paul hakkında tehlikeli bir adam dediğini söylemişti ve şimdi aslında öyle bir kadın olmadığını öğreniyordum. Fakat Paul’un tehlikeli bir adam olduğu ortadaydı, yani Stella bunu biliyordu ve kendince beni uyarmaya çalışmıştı. Tamam ama Stella, Paul Chester’ı tehlikeli bir adam olduğunu bilecek kadar nereden ve nasıl tanımıştı?

Düşüncelerim, kalbime derin bir acı çökmesine neden oldu. Her öğrendiğim gerçek acı veriyordu ama en yakınlarımın söylediği yalanları öğrenmek, en ağırıydı.

“Valencia.” Bayan Ruby’nin sesiyle kendime geldim. “İyi misin?”

“İyiyim,” dedim, yalan söyledim. Artık kendimi hiç iyi hissetmemeye başlamıştım. Etrafımdaki herkes sahte, her şey yalan çıkıyordu ve ben, kendimi kaybolmuş gibi hissetmeye başlamıştım artık.

Bu olanların sonunun iyi bir yere varacağına da inancım kalmamıştı.

“Benim gitmem lazım artık, daha sonra sizi ziyarete geleceğim, kendinize iyi bakın,” dedim ve Bayan Ruby’nin cevap dahi vermesini beklemeden yanından ayrıldım. Fakat askeriyeye değil, doğrudan Mary’nin evine gittim.

O evin önüne ulaştığımda neden geldiğimi ben de bilmiyordum. Sadece sanki buradan da bir şeyler öğrenebilecek gibi hissediyordum ve şansımı denemek istemiştim. Çünkü artık ben de Devrim gibi Stella ve James’in ölümünün, Mary’nin kaybıyla da bir ilgisi olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bayan Ruby ile konuştuktan ve Stella’nın bana yalan söyleyip Paul’u bizzat tanıdığından emin olduktan hemen sonra…

Evin önünde durmuş kapıyı çalsam mı çalmasam mı diye düşünürken kapı kendiliğinden açılmış ve orta yaşlı, esmer bir kadınla karşı karşıya gelmiştim. Ağlamaktan gözleri şişmiş ve çok yorgun görünen bu kadın Mary’nin annesi Bayan Jones olmalıydı.

“Birine mi bakmıştınız?” diye sordu, sesi kısılmıştı.

“Ben Valencia Pride,” diye kendimi tanıttım. “Mary’nin Roberts malikanesinden arkadaşıyım.”

Kadının gözleri doldu. “Neden buradasın?”

“Sadece Mary’nin kaybıyla ilgili bir gelişme var mı yok mu öğrenmek için geldim, onu merak ediyorum,” dedim, yine yalan söyledim. Buraya sadece bir şeyler öğrenebilme umuduyla gelmiştim.

“Hiçbir şey yok, günlerdir tek bir haber bile yok,” derken kadının gözyaşları akmaya başlamıştı ve şimdi ona ne soracağımı bilmiyordum. Şüphe çekmeden sorabileceğim hangi soru bir şeyler öğrenmeme yardımcı olurdu? Maalesef bu konuda hiçbir fikrim yoktu.

“Size yardımcı olmak istiyorum,” diye konuya girdim. “Onu bulmak istiyorum ama ne yapabileceğimi bilmiyorum,” dedim, kadın dikkatle beni dinliyordu. “Chesterları tanıyor musunuz?”

“Onları bu kasabada tanımayan birileri var mı ki?” diye sordu o da.

“Ben, Brice Chester’ın nişanlısıyım. Onu size yardımcı olması konusunda ikna edebilirim ama bu konuda bir şeyler bilmeden elimden hiçbir şey gelmiyor. Eğer siz bana yardımcı olursanız Mary bulmak için elimden geleni yaparım.”

“Mary hakkında ne bilmek istiyorsun?”

“Bunu bana siz söyleyeceksiniz, bilmem gereken bir şey var mı? Lütfen güvenin ve eğer bir şey varsa söyleyin bana.”

“Hiçbir şey yok,” dedi düşünmeye bile gerek duymadan. “Ama,” dedi ve sustu.

“Ama ne?” diye sordum sabırsızca.

“Kaybolmadan sadece bir gün önce biri geldi,” dediğinde daha da meraklandım. “Orta yaşlı bir adamdı, kısa boylu, hafif tombul biriydi. Mary’e bir şeyler söyledi ve gitti. Mary, onun malikaneden geldiğini söylemişti bana ama telaşlı gibiydi de.”

Sıkıntıyla ofladım, bu da kimdi şimdi? Bir bu gizemli adam eksikti!

“Ne konuştular peki?”

“Mary adamın malikanede çalıştığını ve ertesi gün erkenden malikanede olması gerektiğini söylemek için geldiğini söylemişti.” Malikanede böyle bir adam çalışmıyordu ki… Mary, annesine yalan söylemiş olmalıydı. “Konuşmalarını ise tam duymadım ama bir başka kızdan bahsediliyorlardı, o gün şüphe etmedim bundan. Belki çalışan bir başka kızdır diye düşündüm.” O kız Stella olabilir miydi?

Ne diyeceğimi bilemeyip “Anlıyorum,” dedim sadece.

“Yardım edebilecek misin?” diye sordu umutla.

“Elimden geleni yapacağım ama şimdi gitmem lazım, daha sonra yine ziyaretinize geleceğim,” dedim ve evin önünden hızlıca ayrıldım.

Epey bir uzaklaştıktan sonra durdum ve düşündüm. Herkes birbirine yalan söylemiş, herkes bir şeyler saklamıştı. Peki bunun nedeni neydi? Benim bilmediğim ne olmuştu? Bilmeyi geçtim, artık bir tahmin bile yürütemiyordum. Çünkü artık emindim bu olanlar, bir başına altından kalkabileceğim şeyler değildi ve eğer kalkmaya çalışırsam ben de altında kalırdım.

Bu yüzden durmalıydım, durmalı ve bir yol arkadaşı bulmalıyım. Sanırım onun kim olduğunu düşünmeme bile gerek yoktu.

Ağır adımlarla askeriyeye doğru yürüdüm. Kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki artık her şey bitsin istiyorum. Bitsin ve kurtulayım istiyorum. Çünkü ilk defa bu kadar derin bir çaresizlik hissediyor ve bununla nasıl baş edebileceğimi bilmiyordum

Askeriyenin merdivenlerini çıkarken bir anda başım döner gibi oldu ve durdum, gözlerimi kapatıp iyi hissetmeye çalıştım. Bir süre sonra devam edebileceğime inanıp gözlerimi yeniden açtım ve yürümeye devam ettim. Askeriyeye girdiğimde ise yine ilk gittiğim yer Devrim’in odası oldu ve bu kez durmak yerine odanın kapısına birkaç defa vurdum.

“Gel,” dediğini duyar duymaz da odaya girdim, her an düşüp bayılacak gibi hissediyordum kendime.

Devrim beni gördüğünde arkasına yaslandı. “Bugün geç kaldığını söylediler,” dedi, bir şeyler söylemek yerine sessiz kaldığımda hâlimi fark etti. “İyi misin?” diye sorarken ayağa kalktı ve yanıma gelip karşımda durdu.

Gözlerim dolarken ve gözümden bir damla yaş akarken “Size güvenebilir miyim?” diye sordum, oysa ona güvenmeye başlayalım epey bir zaman oluyordu.

“Elbette,” derken endişeyle gözlerime bakıyordu.

Gözyaşlarım hızlanırken “Peki beni koruyabilir misiniz?” diye sormaya devam ettim.

Bir an bile olsun düşünmeden “Hiç şüphen olmasın,” dedi ve bana doğru bir adım attı. “Ama önce otur istersen, iyi görünmüyorsun.”

“Hayır,” dedim ve devam ettim. “Ben,” deyip sustum, başım daha çok dönmeye başlarken düşecek gibi oldum. Eşzamanlı olarak elleri belimi kavradı, kollarına tutundum ve düşmekten kurtuldum.

“Ne oldu sana böyle?” diye sordu endişeyle.

“Ben,” dedim bir kez daha ve gözlerinin içine bakarak zorlukla ekledim. “Size her şeyi anlatacağım,” derken gözlerimin kapandığını hissettim.

Devrim, bir koluyla beni daha sıkı tutarken ve düşmeme engel olurken diğer eli yüzümü buldu. “Valencia,” dedi endişeyle ve beni kendime getirmek istercesine.

Kendimi toparlamaya çalışırken odanın kapısına vurulduğunu duydum ve çok geçmeden o kapı açıldı, Brice tam karşımda belirdi. Bizi gördüğü an şok olmuş gözlerle bulunduğumuz duruma bakarken ve gözleri öfkeyle yanarken başım daha da dönmeye başladı.

Kendimden geçmeden hemen önce ise gördüğüm son şey; Brice’in yaralı elleri olmuştu…

Bölüm Sonu!

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum♡

Ayy çok severek yazdığım bir bölüm oldu bu benim asgahajajahha sonda şok olduğunuza yemin edebilirim?

Sizce gerçekten Valencia’ya bunu yapan Brice olabilir mi?

Valencia Devrim’e her şeyi anlatacak mı dersiniz?

Stella neden yalan söyledi sizce?

Peki Mary olayı, sizce yaşıyor mu hâlâ?

Cesedini buldukları kız kim olabilir dersiniz?

Bu bölümlük sorularımız bu kadardı, bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın ♡

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%