Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. BÖLÜM "MARY JONES

@gizzemasllan

Merhaba ♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız bana ilham veriyor <3

Keyifli okumalar!

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Laura Pergolizzi - Lost On You

5. BÖLÜM "MARY JONES

Boğuluyormuş hissine kapılıp sıçrayarak uyandığımda nefes nefese kalmış ve soğuk soğuk terliyordum. Beni bu hâle getiren yine aynı rüya olmuştu. Bu kaçıncı görüşümdü bilmiyorum ama bir türlü geçmek bilmiyordu. Gözlerimin önünde bir gerçeğe dönüştüğü hâlde kendimi kurtaramamıştım bu rüyadan.

Gözlerimi kapattım, derin nefesler alıp kendime gelmeye çalıştım. Ta ki birinin "İyi misin?" diye sorduğunu duyana kadar.

Gözlerimi hızla yeniden açtığımda yanımda oturan Brice ile göz göze geldim ve etrafıma bakındım. Evimde değildim, askeriyede de değildim. Sanırım burası şifahaneydi. Son olanlar bir bir aklıma geldiklerinde burada oluşum garip gelmedi ama yanımda sadece onun oluşu garip geldi.

"Bilmiyorum," dedim Brice'in sorusuna karşılık ve devam ettim. "Ne oldu bana?"

"Komutanın odasında bayıldın," dedi ve kaşlarını çatarken sordu. "Hatırlamıyor musun?"

Aslında gayet net hatırlıyordum bayıldığımı ama buna neyin neden olduğunu bilmiyordum. Ortada hiçbir şey yokken neden böyle olmuştu ki?

"Komutan ile konuşmaya gelmiştim," dedi Brice, gözlerim yeniden onu buldu. Her ne kadar bastırmaya çalışsa da şu an öfkeli olduğu her hâlinden belliydi. "Odaya girer girmez sizi gördüm," dedi, o an bir kez daha zihnimde canlandığında düşündüğüm tek şey gözlerinde gördüğüm öfke olmuştu.

Bu yüzden de kendimi açıklama ihtiyacı hissedip "Düşecektim sanırım, komutan tuttu beni," dedim, bunu büyük bir sorun hâline getirmemesini umut ederek.

"Evet, daha sonra fark ettim ben de bunu," derken o ana dair gördüğüm bir şeyi daha hatırladım, ellerini... Bu yüzden de gözlerimi hızla ellerine çevirdim ve aynı yaraları bir kez daha gördüm.

"Ellerine ne oldu?" diye sordum dayanamayarak ve daha da dikkatli baktım yaralarına. Tırnak izlerine hiç benzemiyordu ki... Daha çok keskin bir şeyler kesmiş gibiydi...

Brice'in gözleri sanki ellerinde ne olduğunu bilmiyormuş gibi ellerine kaydı ve yaralarını gördü. Ardından da "Bahçeyle ilgilenmek istemiştim biraz ama pek bir bilgim olmayınca böyle kendimi yaraladım işte," dedi ve gözlerime baktı yeniden. "Önemli bir şey değil ama, endişe etmene gerek yok. Sen daha önemlisin şu an."

Tereddütle gülümsedim. Doğru söylüyor olabilir miydi? Gerçekten de bahçe işleriyle ilgilenirken mi olmuştu? Ama o söylemeden de zaten yaraların tırnak izlerine benzemediğini düşünmemiş miydim?

"Seni düşündüren şey ne?" diye sordu endişeyle.

"Sadece neden bu hâlde olduğumu merak ediyorum, sabah uyandığımda iyi hissediyordum kendimi," dedim ve düşündüğüm şeyleri gizlemeye çalıştım. Ondan böyle bir şey için şüphe ettiğimi bilmesi işime gelmezdi.

"Sanırım bizim yüzümüzden," dedi Brice mahcup bir tavırla. "Hekim, zehir yüzünden olabileceğini söyledi," dedi ve devam etti. "Birkaç gün böyle şeyler olabilirmiş," derken gözlerime bakamamıştı bile.

Söyleyecek bir şey bulamayıp "Anladım," dedim ve arkama yaslandım. Acaba saldırı olayından hemen bahsetmek doğru olur muydu? Yoksa Devrim'e gerçekleri anlattıktan sonra mı bahsetmeliydim? Sahi o neredeydi? Buraya gelmemiş miydi? Tabii ki gelmemişti, neden önemsiyorum ki bunu?

"Dedenlere haber vermek istedim," diyerek sessizliği bozdu Brice ve devam etti. "Ama hekim her şeyin yolunda olduğunu söyleyince endişelendirmek de istemedim."

"Haber vermemen daha iyi olmuş," dedim ve düşünmeye devam ettim. Anlatmalı mıydım, Devrim ile konuşmayı mı beklemeliydim? Sanırım en doğrusu beklemek olacaktı, beni anlatmaktan vazgeçirmeye çalışabilirdi. O zaman inat eder gibi gidip anlatamazdım ama iş işten geçtikten sonra istese de elinden bir şey gelmezdi.

Bu düşünceler arasındayken gözlerim bir kez daha Brice'in ellerine takıldı. Bir yanım doğruyu söylediğini düşünüyor diğer yanım ise bu kadar tesadüfün normal olmadığına inanıyordu ve ben hangi yanıma inanacağımı bilmiyordum ama neyse ki bunun artık pek de bir önemi yoktu. Devrim'e her şeyi anlattığım zaman bütün olayı çözecekti muhtemelen. Ne de olsa gördüğüm kadarıyla en büyük amaçlarından biri, bu kasabadaki tüm suçluları ortaya çıkarmak ve cezalandırmaktı.

"Eğer kendini iyi hissediyorsan çıkalım artık," diyerek düşüncelerimi böldüğünde başımı salladım ve ayaklandım.

Birlikte şifahaneden çıkarken "Seni eve bırakayım, daha sonra..." dedi ama devam edemedi, yanımıza bir asker geldi.

"Valencia Pride," dedi emin olmak istercesine.

"Benim."

"Buradaki işiniz bittiğinde sizi askeriyeye götürmek için emir aldım." Sanırım Devrim, ona anlatacaklarımı öğrenmek için yarına kadar sabretmek istemiyordu. Zaten benim de niyetim buydu, bir an önce her şeyi anlatmak ve üzerimdeki bütün yükten kurtulmak.

"Bu ne demek şimdi?" diye araya girdi Brice öfkeyle ve devam etti. "Hasta bir kadını çalıştırmaya devam mı edeceksiniz?"

"Bana verilen emir bu yönde," dedi asker Brice ve yeniden bana baktı. "Bir an önce sizi yeniden askeriyeye götürmem gerekiyor."

Başımı salladım. "Peki, gidelim," dedim ve Brice'e baktım. "Ben iyiyim, endişelenme."

Sabırla derin bir nefes aldı. "Sen askerle git," dedi ve ekledi. "Benim şu çalışma işini artık bir an önce çözmem gerekiyor, yeterince uzadı bu konu," dedi ve öfkeyle yanımdan ayrıldı. Bu da neydi şimdi? Ne yapacaktı? Daha doğrusu bir şey yapabilecek miydi? Neyse, şu an bunu düşünüp de vakit kaybetmek istemiyordum.

Bu yüzden beni bekleyen askere dönüp "Gidelim," dedim ve birlikte askeriyeye doğru yürüdük.

Askeriyeye ulaştığımızda bile asker peşimi bırakmadı, benimle Devrim'in odasına kadar geldi. Hatta odanın kapısına vuran ve içeriye ilk giren de o oldu. Peşinden de ben girdim. Devrim, yerinde oturuyordu. Odaya birinin girmesi, başını kaldırması ve bize bakmasına neden olmuş, göz göze gelmiştik.

"Komutanım, istediğiniz kadını getirdim," dedi asker.

Devrim gözlerini benden çekmezken "Sen çıkabilirsin," dedi ve ayaklandı, bana doğru geldi. Asker odadan çıkıp giderken ise karşımda duruyordu. Doğrudan konuya girmesini beklerken "Daha iyi misin?" diye sordu, sesinde endişe mi vardı yoksa bana mı öyle gelmişti?

"İyiyim," dedim onu bekletmeden.

Arkamızda kalan masasını gösterdi. "Otur hadi," dedi, neden bu kadar sakindi? Biraz olsun heyecanlı ya da sabırsız falan olması gerekmiyor muydu? Buraya gelirken onu böyle görmeyi beklemiyordum.

İstediğini yapıp masasının önündeki sandalyelerden birine oturduğumda kendisi de karşıma oturmuş, arkasına yaslanmış ve kollarını göğsünün altında toplamıştı. Gözleri ise üzerimdeydi, hatta bakışlarını bir an bile olsun benden çekmiyordu ve bu elimin ayağımın birbirine girmesi için yeterliydi. Buraya gelirken söylemek, anlatmak istediğim onlarca şey vardı. Kuracağım yüzlerce cümlem vardı hatta ama onun bu bakışları her şeyi unutturmuştu bana. Geriye sadece kalbimin sesi kalmıştı, zihnimin sesi bile susmuştu ve sanki o bile kalbimin sesini dinliyordu.

Bu sesi bastırmak için konuşmaya ilk giren ben olacakken "Neyin varmış?" diye sordu, fakat bu da beklediğim sorular içerisinde yer alan bir soru değildi ki...

"Zehir yüzündenmiş," dedim yine de ve sorusuna cevap verdim. "Birkaç gün böyle olurmuş."

Anladım dercesine başını salladı, sessiz kaldı. Kendini suçlu hisseder gibi bir hâli yoktu, ki zaten bir suçu da yoktu. Aksine zehirlenen ben olduğum hâlde suçlu olan da bendim. Bu yüzden bu olanlar için ona ya da bana bunu yapan Dilsiz'e kızmaya hakkım yoktu.

Düşüncelerimden kendimi kurtarıp "Bir şey sormayacak mısınız?" diye sordum dayanamayarak.

"Hayır," dedi anında ve devam etti. "Bir şeyler anlatmak isteyen sendin," dedi ve bir kez daha aynı cümleyi kurup "Seni dinliyorum," dedi.

"Biraz uzun ama, vaktinizi alabilir," dedim, işine engel olmak istemedim.

Gözlerimin içine bakarak "Sana her zaman ayırabilecek vaktim var," dedi.

Buruk da olsa tebessüm edip bu cümleyi elimden geldiğince normal karşılamaya çalışsam da içimin sıcacık olmasına engel olamamıştım.

"Her şey o gece başladı," diye girdim konuya yine de ve devam ettim. "Buraya ilk geldiğim gece."

"O geceye dair bilmediğim bir şeyler olduğunu çok iyi biliyordum zaten," dedi ve devam etmemi istercesine baktı gözlerime.

"O gece gerçekten gördüğüm bir rüya yüzünden çıktım evden, sadece arkadaşımın mezarına gitmek istedim. Sonra askerler fark etti beni, kurtulmak için ormana girdim."

Gözlerinin kenarı kısılırken kendinden emin bir tavırla "Ve ormanda cesedini bulduğumuz genç kızın ölümüne şâhit oldun," dedi.

Gözlerim irileşti. "Siz bunu nasıl biliyorsunuz?"

"Bunu anlamayacak kadar saf olsaydım buraya başka birini gönderirlerdi," dedi biraz kibirli bir tavırla, sessiz kaldım. "Sonra Mary'nin babası buraya geldi, kızının kayıp olduğunu söyledi ve sanırım ormandaki kızın o olduğunu düşündün, muhtemelen yüzünü görmemiştin."

Başımı sallarken önüme eğdim, gözlerine bakamadım.

"Ama o olmadığını öğrenince bu kez Mary'nin nerede olabileceği konusunda endişeye düştün." Yine sadece başımı salladım. "Hatta öncesinde defterime bir şekilde Mary'nin katilinin ismini yazdın ve ölen kızın o olmadığını anlayınca hemen yok etmek isteyip yeniden defterime ulaştın ve ismin üzerini karaladın," dedi.

Telaşla başımı kaldırdım. "Hayır, böyle bir şey olmadı."

Kaşlarını çattı. "Ne demek olmadı? Defterime o yazıyı yazan sen değil miydin?"

"Bendim ama silen ben değildim."

Gözlerinde alaylı bir ifade oluştu. "O zaman biri seni gördü ve katili korudu, askeriyede katili koruyan biri var yani," dedi, sorgulamadan bana inanması beni mutlu ederken uzanıp defterini ve kalemini aldı. Ardından da açtı ve saklamaya gerek duymadan bizim isimlerimizin olduğu sayfanın altına bir soru işareti bıraktı.

"Bay Mahler yazabilirsiniz," dedim.

Başını kaldırdı ve yeniden gözlerime baktı. "Anlamadım?"

"Yazıyı silen kişi Bay Mahler, ismini bilmiyorum ama soyadı Mahler."

"Nereden biliyorsun peki bunu?"

"O gece üç kişiydiler, birinin sesini gayet net duydum ve hâlâ hatırlıyorum. Mary'nin babası buraya geldiğinde, odaya girdiği ilk andan bahsediyorum, dışarıya çıkmak istemiştim ama beni durdurmuştunuz hatırlıyor musunuz?" diye sordum, başını sallayarak sessiz bir cevap verdi. "O gün o sesi bir kez daha duydum, o her kimse burada ve soyadı Mahler."

"Şu zehir konusunda sana yardım eden askeri öldüren kişi de o olabilir o zaman," dedi.

"Belki de," demekle yetindim.

Defterine birkaç not daha aldıktan sonra bakışları yeniden beni buldu. "Peki katil, katil kim? Paul Chester mı? Brice Chester mı? Ya da Chester ailesinden bir başkası mı?" Bir Chester olduğundan çoktan emin gibiydi, yanıldığını da söyleyemezdim.

İç tereddüt etmeden "Paul Chester," dedim. "Ormandaki kızı o öldürdü, gözlerimle gördüm bunu ve dediğim gibi üç kişiydiler. Fakat maalesef üçüncü kişiye dair bir fikrim yok. Ne sesini duydum ne ismini duydum ne de yüzünü gördüm. Çok karanlıktı zaten, eğer o ikisinin konuşmalarını duymasaydım muhtemelen onları da tanımayacaktım."

"Brice Chester olabilir mi?" diye sordu şüpheyle.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "O değildi," dedim tereddüt etmeden. "O olsaydı tanırdım." Gözlerindeki şüpheli ifade yok olmazken "Nişanlım olduğu için onu koruduğumu düşünüyor olabilirsiniz ama emin olun böyle bir şeyi asla yapmam," dedim ve ağzımın içinden "Onu böyle bir şey yapacak kadar sevmiyorum zaten," diye mırıldandım.

Cümlemi tamamlar tamamlamaz "Neden evleniyorsun o zaman?" diye sordu.

Hiç beklemediğim bir anda gelen bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemezken gözlerine baktım. Bir cevap beklediğini fark edip "Bu konuyu kapatabilir miyiz?" diye sordum çaresizce.

Gözlerini kaçırdı, öksürüp boğazını temizledi ve "Konumuzla bir ilgisi yok zaten," deyip arkasına yaslandı. "Devam et sen anlatmaya."

"Paul'un, Stella ve James'in ölümünde de payı olduğunu düşünüyorum. Hatta Mary'nin kaybında bile. Stella bana Paul'u tanımadığını ama annesinin arkadaşının onun çok tehlikeli bir adam olduğundan bahsettiğini söylemişti. Bugün annesiyle karşılaştım ve bunların yalan olduğunu öğrendim. Stella, Paul'u tanıyordu. Hem de tehlikeli bir adam olduğunu bilecek kadar."

"Peki Mary?" diye sordu anında.

"Mary hakkında çok bir şey bilmiyorum ama onun da annesiyle konuştum bugün. Mary kaybolmadan bir gün önce bir adam gelmiş evlerine. Annesi çalıştığı malikaneden biri zannetmiş ama adam gittikten sonra Mary telaşlanmış. O adam kesinlikle Mary'nin kaybı hakkında bir şeyler biliyor olmalı."

Sözlerimi tamamladığımda defterine bir şeyler yazdı ve yeniden bana baktı. "Başka bildiğin bir şey var mı?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, hepsi bu kadar."

"Beni zehirlemeni kim istedi senden?"

"Paul Chester."

"Neden bunu yapmayı istemediğin hâlde, yemeği yememeyeyim diye saç teli atmandan bahsediyorum, onun istediğini yapıyormuş gibi görünmek istedin?"

"Çünkü beni mecbur bıraktılar."

"Bıraktılar," dedi sondaki ekin üzerine bastıra bastıra.

"Paul, dedem ve Brice," deyip bu konuya da açıklık getirdim.

"Dertleri neydi peki? Neden bunu yapmak istediler?" diye sordu, bu kez de ona o gün orada olan her şeyi bir bir anlattım. Anlattıklarım onu biraz düşündürdükten sonra "Her şey bu kadar mı?" diye sordu.

"Muhtemelen değil ama maalesef benim bildiklerim bu kadar," dedim ve merakla "Bir şeyler yapabilecek misiniz bu olanlar hakkında?" diye sordum.

"Bay Mahler'ı bulmaktan başlayalım," dedi ve kapıya doğru baktı. "Biri buraya baksın," diye seslendi, az sonra içeriye her çağırdığında giren asker girdi.

"Emredin komutanım."

"Bay Mahler'ı çağır bana," dedi ve gözlerini kısıp askerin vereceği tepkiyi bekledi.

Bu isim askere tanıdık gelmiş olacak ki "Emredersiniz komutanım," dedi ve ayrıldı odadan.

Şaşkınca arkasından bakarken Devrim'in bana baktığını hissedip gözlerimi ona çevirdim ve "Onu bulmak bu kadar basit miydi?" diye sordum.

"Şansımı denedim," dedi ve dudağının bir kısmı hafifçe yana kıvrıldı. "Şans bugün benden yanaymış."

Gülümsedim, o da gülümsedi bana.

O an aklıma gelen şeyle gülümsemem yüzümde soldu ve "Aslında bilmeniz gereken bir şey daha var," dedim.

Derin bir nefes aldı. "Onu da anlat bakalım."

"Sizi gönderip beni buradan alma planları tutmayınca yeni bir plan yapıldı," dedim, tek kaşını kaldırıldı. "Brice ile evliliğimiz öne alındı, iki hafta sonraya. Onunla evlendikten sonra bu kasabadan ayrılacağım, şehre taşınacağız. Cezama orada bir yerlerde devam edecekmişim, öyle söylediler. Yani sadece iki hafta daha buradayım ve bir şeyler öğrenirsem sizinle paylaşabilirim. Sonrasında Paul Chester ile yalnız devam edeceksiniz." Söylediklerimin onu rahatsız ettiğini fark etsem de bu konuda yorum yapmamayı tercih etmişti. Oysa ben bir şeyler söylemesini çok isterdim.

Umutla bir şeyler söylemesini beklerken sessizliğini korumaya devam etti ve o sırada odanın kapısına birkaç defa vuruldu, içeriye bir asker girdi. Bay Mahler bu mu acaba diye düşünürken "Beni emretmişsiniz," demesiyle birlikte o olduğunu anladım.

Bu ses, o gece duyduğum sesle aynıydı.

Devrim ayağa kalktı, adamın karşısında durup ellerini arkasında birleştirdi ve "Asteğmen," dedi, rütbesi onu şaşırtmış gibiydi.

"Bir sorun mu var?" diye sordu Bay Mahler.

"Hayır," dedi Devrim anında ve yanından ayrıldı, masasına gitti. Masasındaki dosyaları karıştırdı, içlerinden birini aldı ve tekrar Bay Mahler'ın yanına döndü, dosyayı uzattı.

"Başkentten gelen emir," dedi, Bay Mahler dosyayı alırken de devam etti. "Bunun için sizi seçtim, önemli bir göreviniz var. Üstesinden geleceğinizden eminim." Kaşlarımı çattım, neden böyle davranıyordu şimdi?

"Başüstüne," dedi Bay Mahler ve gözünün ucuyla bana baktı. Burada oluşuma anlam veremez gibiyken yeniden Devrim'e döndü. "Müsaadenizle."

"Çıkabilirsin," dedi Devrim, Bay Mahler odadan ayrıldı.

O giderken Devrim bana baktı. "Kim olduğunu biliyoruz artık, şimdi onu suçlamak için bize gerçek deliller lazım."

Ayağa kalkıp yanına gittim. "Ya o zamana kadar ortadan kaybolursa?"

Dudakları yana kıvrıldı. "Benim haberim olmadan buradan ayrıldığı takdirde firari sayılır ve bütün ülkede aranmaya başlar, yakalanınca ne olacağını söylemem bile gerek yoktur umarım. Bunu göze alacak kadar aptal biri olduğunu düşünmüyorum," dedi.

Kendinden bu kadar emin olması beni rahatlatırken "Hadi gidiyoruz," dedi.

Merakla "Nereye?" diye sordum.

"Madem iki haftamız var, zamanımızı iyi değerlendirelim. Gel benimle, yolda anlatacağım," dedi ve odadan çıktı. Ben de hemen peşinden çıktım. Elbisemin etekleri yüzünden onun kadar hızlı yürüyemesem de yetişmeyi başardım ve birlikte askeriyeden çıktık. Girişteki merdivenlerin başında durduğunda ben de durdum ve baktığı yere baktım. Merdivenlerin sonunda Dilsiz ve Hâkim duruyorlardı ve Hâkim Dilsiz'e bir şeyler anlatıyordu.

Neden onları izlediğini anlayamazken yeniden Devrim'e baktım ve yüzündeki sinsi ifadeyi fark ettim. Neden şimdi böyle bakıyor anlayamazken ellerini cebine soktu, öksürdü ve boğazını temizleyip bir anda bütün meydanda yankılanacak bir şekilde "Asker!" diye bağırdı.

Bağırmasıyla eşzamanlı olarak Hâkim elindeki bardağı düşürdü, telaşla "Emredin komutanım," diye bağırdı ve bize doğru döndü. Dilsiz onun aksine sakince bu taraf döndüğünde onun bile dudağının bir kısmının yana kıvrıldığını, güldüğünü fark ettim. Devrim'in de ondan bir farkı yokken Hâkim bir anda kaşlarını çattı.

"Dalga mı geçiyorsun lan?" diye sordu, Devrim'e baktım. Yüzündeki alaylı gülümseme büyürken merdivenleri indi, ben de peşinden indim.

"Her seferinde nasıl düşüyorsun buna?" diye sordu Devrim alayla, tebessüm etmemek için kendimi zor tuttum.

"Bu kez yanına kalmayacak," dedi Hâkim işaret parmağını kaldırırken.

Devrim gözlerini kısıp "Yalnız beni tehdit etmen suç," dedi sanki onu tutuklayacakmış gibi uyarıcı bir tavırla ama sanki her an gülecekmiş gibi bir hâli de vardı.

Hâkim keyifle güldü. "Öyle bir savunurum ki kendimi, değil sen General gelse de suçlayamazsınız beni," dedi.

Devrim, Dilsiz'e çevirdi bakışlarını. "Duydun değil mi söylediklerini?"

Dilsiz, başını sallamakla yetindi.

Devrim ondan aldığı onayla Hâkim'e döndü. "Memlekete dönünce bunu bilahare hatırlat, bizzat ileteceğim pedere," dedi, afalladım. Bu da ne demekti şimdi?

Hâkim yine güldü. "Ben sevdim bu kasabayı, boş geçtiğim gün yok. Her gün birini tıkıyorum içeriye, burada kalacağım ben."

Başımı hafifçe önüme eğdim, fark ettirmeden ben de güldüm.

Devrim yürürken "Suç işlenmesinden zevk alan bir manyağı ne diye yanımda gezdiriyorum ki ben?" dedi, Hâkim ve Dilsiz de hemen onun peşine takıldıklarında ben de arkalarından yürüdüm.

"Buraya gelirken öyle demiyordun ama, seninle gönderilen Hâkim ben olayım diye üç gün kışlada yattın." Sessizce gülmeye devam ettim konuşmalarına.

"Seninle bir ilgisi yoktu onun," dedi Devrim.

"Neyle ilgisi varmış?" diye sordu Hâkim anında, onu köşeye sıkıştırmaya çalışıyor gibiyken Devrim bir anda durdu ve ona döndü.

Bir sır veriyormuş gibi fısıldayarak "Yarbayın elinde kalma diye," dedi ve devam etti. "Yaptığın şeyden sonra ben yokken seni sürgün etmesin diye," dedi ve alaylı bir tavırla ilave etti. "Hâline acıdığımdan," deyip yoluna devam etti.

Hâkim ise olduğu yerde kalıp derin bir nefes aldı ve "Bir de o vardı, değil mi?" diye mırıldanıp hızlandı ve Devrim'le Dilsiz'e yetişti. Ben de adımlarımı hızlandırıp yanlarına ulaştım.

"Ben diyorum ki acaba dönmeden önce bir mektup falan mı yazsam durumu toparlamak için? Belki o zamana kadar biraz siniri geçer, olmaz mı?" diye sordu Hâkim, her ne olmuştu ve neyden bahsediyorlardı bilmiyorum ama onu korkuttuğu belliydi.

"Yaz istersen," dedi Devrim ciddi bir ses tonuyla ve daha alaycı bir tavırla ekledi. "Yaz ki biraz daha sinirlenip bizzat getirsin sürgün emrini."

Dudaklarımı birbirine bastırdım, sessizce güldüm. O sırada Mary'nin evinin bulunduğu sokağa girdiğimizi fark ettim. Neden buraya gelmiştik şimdi? Ne işimiz vardı? Bu düşünceler arasındayken zaten Mary'nin evine ulaşmış ve durmuştuk.

Hepimiz durduğumuzda Devrim tamamen Hâkime dönmüş ve "Bazen gerçekten nasıl hâkim oldun anlamıyorum, nasıl bitirdin sen o okulu?" diye sordu.

Hâkim güldü. "Vardır elbet her şeyin bir yolu," dedi imayla, hile yaptığını mı ima etmişti yoksa bana mı öyle gelmişti?

Devrim ona imalı bir bakış attıktan sonra gözleri beni buldu, hemen gülümsememe son verdim. "Gel Valencia," dedi, yanına gittim. "Mary Jones'ın evi burasıydı değil mi?" diye sordu.

Başımı salladım. "Evet."

"Güzel, şimdi hep birlikte içeriye gireceğiz. Biz evde kim varsa onlarla konuşurken sen bir şekilde Mary'nin kendi el yazısıyla yazdığı bir şeyler bulacaksın bize," dedi, afalladım.

"Anlamadım? Neden böyle bir şey yapıyoruz ki?"

"Sana Brice Chester'dan gelen bir not vardı," dedi.

Başımı salladım. "Evet, defterinizin arasında görmüştüm hatta onu."

"Hâlâ bende ve epeyce inceledim, bir erkeğin yazamayacağı kadar küçük ve zarif bir el yazısıydı. Emin değilim ama bir kadının yazdığını düşünüyorum, o kadın Mary Jones olabilir." Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Bunu sormam bile hataydı, yaşadığım o kadar şeyden sonra artık her şeyin mümkün olabileceğini düşünüyordum.

"Bir dakika," diye araya girdi Hâkim. "Bizim bundan neden şimdi haberimiz oluyor?"

Devrim ona baktı. "Yarbaya özür mektubu yazarken aklını başla bir şey karıştırmasın istedim."

Hâkim sıkıntıyla ofladı. "Şunu aklıma getirip durma," dedi.

Devrim ona cevap vermeden bana bakıp "Gizlice alman önemli, sakın kimse görmesin," dedi.

Bunu yapabilecek miyim emin değildim ama yine de başımı salladım ve "Elimden geleni yapacağım," dedim.

Benden aldığı cevapla önünde durduğumuz eve yaklaştı, kapıya birkaç kez vurdu. Çok geçmeden kapı Bayan Jones tarafından açıldı. Devrim'e ve diğerlerine şaşkınca baktıktan sonra "Buyurun," dedi, sesi korku dolu çıkmıştı.

"Bayan Jones siz misiniz?" diye sordu Devrim.

"Evet," dedi kadın korku dolu gözlerle, Devrim aldığı cevapla Hâkim'e baktı ve bakışlarıyla bir şeyler söyledi. Bunun ardından Hâkim onlara yaklaştı.

"Ben kasabaya gelen hâkimim, kızınızın kaybını araştırıyoruz ama aklımıza takılan sorular var. Bu yüzden size geldik."

Kadın anında kapının önünden çekildi. "İçeriye girin lütfen," dedi.

Hep birlikte eve girdiğimizde doğrudan salona geçmiştik. Bayan Jones oturmamızı söylediğinde ilk oturan Dilsiz, ardından Hâkim olmuştu. Devrim peşlerinden yavaşça giderken Bayan Jones'a yaklaştım.

"Tuvaletinizi kullanabilir miyim?" diye sordum sessizce.

"Tabii ki," dedi o da sessizce ve ekledi. "Hemen şurada," deyip giriş kapısının sağında kalan koridordaki bir kapıyı gösterdi ve kendisi salona geçti.

Hâkim'in yanına oturan Devrim'e baktığımda gözlerini açıp kapatarak güven verici bir şekilde baktı gözlerime. Onun bu bakışlarından cesaret alıp yanlarından ayrıldım. Tuvaletin önüne ulaştığımda durdum ve etrafa bakındım. Kimseler olmadığından emin olup hızla diğer odaya gittim, kapıyı açıp içeriye baktım. Yatak odası olduğunu ve Mary'e ait olmadığını anlayıp hızla yeniden kapattım kapıyı ve diğerini açtım. Zaten başka oda olmadığından içeride küçük bir yatağın olduğu odanın Mary'e ait olduğundan emin olup içeriye girdim.

Tek bir saniye bile olsun oyalanmadan çekmeceleri karıştırmaya başladım. Yatağın altına, dolaba ve odadaki çekmecelerin hepsine bir bir baktıktan sonra en sonunda kıyafetlerinin arasında birkaç defter buldum. Defterleri bir bir açtığımda hepsinin günlük olduğunu fark ettim.

Hızla birini alıp diğerlerini bıraktım ve o an günlüklerde işe yarar bir şeyler yazıyorsa diye düşünmeden edemedim. Günlüğünü okumak, onunla konuşmak gibi bir şeydi. Kimseye anlatamadıklarını yazmış olabilirdi ve bizim de işimize yarayacak olan şey kimseye anlatamadıklarıydı zaten. Düşündüğüm bu şeylerle diğer defterleri de aldım fakat nasıl çıkaracağımı bilemedim. Elimdeki dört defteri fark etmemeleri mümkün bile değildi. Risk almaya karar verip defterleri bıraktıktan sonra elbisemin önündeki düğmeleri açtım. Defterleri çok da kabarık durmayacak şekilde elbisemin arasına sıkıştırdıktan sonra tekrar düğmeledim.

"Olmadı ki böyle," diye fısıldadım kendi kendime, çünkü şu an elbisemin arasına bir şeyler sıkıştırdığım çok belli oluyordu ama başka şansım da yoktu. Bu yüzden derin bir nefes alıp cesaretimi topladım ve odadan ayrıldım.

Hızla salona döndüm ama salona girmeden durdum ve öylece içeriye girmemin doğru olmayacağını düşünüp ahşap duvarın arkasından salona doğru eğildim ve göz ucuyla baktım içeriye. Bayan Jones'ın arkasının dönük, diğerlerinin ise beni görebilecekleri şekilde oturduklarını fark edip gönül rahatlığıyla biraz daha eğildim ve beni fark etmelerini sakladım.

Beni ilk fark eden Devrim olduğunda başarılı olduğumu anlasın diye gülümsedim ona başparmağımı kaldırıp kendimce her şeyin yolunda olduğunu söyledim. Anladım dercesine göz kırptığında kendimi hazırlayıp duvarın arkasından çıktım. Tek kolumu göğsümün altına yerleştirip diğerini onun üzerine koyarken elimi da ağzıma götürüp tırnaklarımı yiyormuş gibi yaptım ve kendimce göğsümü kamufle ettim.

Onlar gidip sakince oturmamı beklerlerken "Benim hemen gitmem lazım," dedim, Bayan Jones da dahil olmak üzere hepsinin bakışları beni buldu. Ben ise sadece Devrim'e bakıp bir sorun olduğunu anlamasını umut ederken "Hemen dönmem lazım askeriyeye," dedim.

"Neden?" diye soran Hâkim oldu, buraya ne için geldiğimizi unutmuş gibiydi. Çünkü bir şeyler olduğunu anlayıp bir an önce gitmeme yardımcı olması gerekiyorken sanki burada saatlerce oturacak gibi bir hâli vardı.

"Şeyden," dedim sorusuna cevap vermek için ve aklıma gelen ilk yalanı söyledim. "Hani yemekhanede çalışıyorum ya ben? Yemek saatine kadar yemek yetiştirmemiz lazım. Gelmeden önce söylemiştim size, siz de yolu bilmediğiniz için eşlik etmemi istemiştiniz," dedim artık bana ayak uydurmalarını umut ederken.

"Şimdi hatırladım," dedi Hâkim ve telaşla devam etti. "Yemek önemli tabii," derken kendini bile ne söylediğini bilmiyor gibiydi.

"Bu kadar yeter," dedi Devrim onun aksine ciddi bir tavırla ve bir anda ayaklandı. "Yeterince soru sorduk zaten, gerekirse tekrar geliriz, biz de gidelim," dedi ve Hâkim'e baktı. "Sen de dedeyi araştırırsın," dediği an Hâkim'in yüz ifadesi değişti. Dilsiz ise sanki gülecek gibi oldu ve bunu saklamak istercesine başını önüne eğdi. Bayan Jones'ın bile gülecekmiş gibi hâlini fark edince dede olayını merak ettim ama bir an önce çıkmamız gerektiği için sormadım.

Hep birlikte alelacele evden ayrıldığımızda ve Bayan Jones bizi tekrar beklediğini, kızı için bize güvendiğini söyleyip kapıyı kapattığında yakalanmadığımız için rahat bir nefes almıştım. O sırada Devrim, ellerini arkasında birleştirmiş ve Hâkim'e sanki onu öldürecekmiş gibi bakıyordu. Ben yokken ne olmuş olabilirdi ki bu hâle gelmişlerdi?

Hâkim zorla gülümseyip ondan bir şeyler duymayı bekledi. Fakat Devrim tek kelime bile etmeyip sadece aynı şekilde bakmaya devam edince Hâkim'in gözleri beni buldu ve konuyu değiştirmek istercesine "Yazı işini halledebildin mi?" diye sordu.

Başımı sallayıp sessizce cevap vermiş oldum. Aldığı bu cevapla "Çok iyi," dedi ve gülümsemeye devam etti, gülümserken de gözünün ucuyla Devrim'e baktı ve yine aynı bakışlarla karşılaştı. "Tamam bakma şöyle," dedi dayanamamış olacak ki ve devam etti. "Bir anda ağzımdan çıktı, aslında öyle demek istememiştim," dedi, şimdi ne olduğunu daha çok merak etmeye başlamıştım.

"Acaba dedesinin yanına gitmiş olabilir mi anlamında sordum," dedi.

Dayanamadım ve "Sorun ne?" diye sorarak araya girdim.

Hâkim'in bakışları beni buldu. "Mary'nin bu kasabada dışında yanına gidebileceği biri mi var diye sordum, Bayan Jones da şehirdeki dedesinden bahsetti," dedi, bu neden bu kadar sorun olmuş anlayamazken Devrim araya girdi

"Sen de kadına acaba kızınız dedesine kaçmış olabilir mi diye sordun," dediği an gülesim geldi, hatta bir anlık sesli bir şekilde güldüm ve hemen ardından dudaklarımı birbirlerine bastırıp başımı önüme eğdim, sessizce gülmeye devam ettim.

"Bak ben rahat bir ortamda sorgu yapmaya alışığım, tüm her şey bizden yanayken rahat rahat sorgu yapabiliyorum. Gizlice bir şey almaya girdiğimiz evde rahat olmamı bekleyemezsin," dedi Hâkim.

Devrim başını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes aldı, kendini sakinleştirdi ve bakışları beni bulup elini uzattı. "Alayım," dedi ve içeriden aldığım şeyin ne olduğunu bilmeden istedi.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Veremem."

Kaşlarını çattı. "Sebep?"

Utançla yanaklarım kızarırken "Sakladım," dedim.

"Nereye?" diye sordu Hâkim anında, acaba şu an orantısız görünüşümün farkında değiller miydi?

Doğru cevabı vermeye utanıp "Sakladım işte," dedim.

Hâkim anlamsız bakışlar atarken Devrim, sonunda defterler yüzünden önden çok garip duran elbisemi fark etti ve hızla gözlerini benden çekip Hâkim'e baktı.

Hâkim ona beni gösterip sanki Devrim durumun farkında değilmiş gibi "Vermiyor defteri," dedi ve alaycı bir tavırla "Atayım mı içeriye?" diye sordu.

Gözlerim irileşirken "Hayır," dedim telaşla ve hızla kendimi savunmaya devam ettim. "Askeriyeye dönelim vereceğim."

Korkum, Devrim'in dudağının bir kısmının yana kıvrılmasına neden olurken Hâkim "Nereye sakladın ki defteri?" diye sordu bir kez daha.

Devrim, daha fazla sabredememiş olacak ki Hâkim'in kıyafetinin ense kısmından tutup onu bizden uzaklaştırmak için Dilsiz'in yanına doğru itti. Hâkim düşecek gibi olup Dilsiz'e tutunurken ve söylenmeye başlarken Devrim sanki hiçbir şey yapmamış gibi gayet rahat bir tavırla "Dönelim artık," dedi ve cevap vermemi beklemeden uzaklaştı yanımdan.

Dilsiz ve Hâkim en önde, Devrim onların arkasında giderlerken ben de peşlerine takıldım ve en arkada olduğum için beni görmeyeceklerini fırsat bilip hâllerine içimden geldiği gibi güldüm. Tabii ki sessizce...

Askeriyeye ulaştığımızda ve doğrudan Devrim'in odasına girdiğimizde Devrim, odanın içindeki kapıyı gösterip "Orada halledebilirsin," dedi.

Utançla başımı salladım ve hızla daha önce uyandığımda kendimi bulduğum odaya girdim. Elbisemin düğmelerini açıp dört defteri de içinden çıkardıktan sonra tam odadan çıkacaktım ki istemsizce gözlerim odanın içinde gezindi.

Yatak dağınıktı, masasının üstünde onlarca dosya vardı ve soba yanıyordu. Pek temiz bir oda sayılmazdı ama temizlemeye çalıştığı da her hâlinden belliydi. Odanın bir köşesinde askeri montu ve şapkası asılıydı, onların hemen altında da bir çift çamurlu postal vardı. Burası onun bu kasabadaki en özel alanıydı belki de ama bu odanın burada olması çok garipti. Çünkü diğer tüm askerler, komutanların uyuma alanları yukarıdaydı. Oraya henüz ben de hiç çıkmamıştım ama biliyordum ve burada özel olarak onun için böyle bir yer olması çok garipti.

İşime yaramayacak şeyler düşündüğümü fark edince kendime kızıp kapıya döndüm. Kapının kolunu indirip kendime doğru çektim ve açmaya çalıştım ama başarılı olamadım. Kol mu sıkıştı acaba diye düşünüp zorlamaya çalıştım ama kolunu bu kez hareket dahi ettiremedim.

"Ne oluyor şimdi ya?" Kendi kendime konuşurken biraz daha zorladım ama açamadım kapıyı, sanki biri dışarıdan açmamam için tutuyor gibiydi. Bu şaşırmama neden olurken tam kapıya vurup da ne olduğunu soracaktım ki dışarıdan gelen sesi duydum.

"Önemli bir konu olmasaydı sizi rahatsız etmezdim." Bu sesi duyduğum an gözlerim yerlerinden çıkacaklarmış gibi irileşti. Çünkü bu ses dedeme aitti.

Devrim'in "Sizi dinliyorum," dediğini duyduğumda kapının kolunu bıraktım. Muhtemelen dedem geldiği için odadan çıkmamamı istemişlerdi. Kapıyı da Hâkim ya da Dilsiz tutuyor olmalıydı. Aslında iyi de olmuştu. Dedemin bu odadan çıktığımı görmesi benim için pek de iyi olmazdı.

"Aslında yalnız konuşsak daha iyi." Dedemin söylediği şeyi duyunca kaşlarımı çattım. Bu kadar önemli ve gizli ne konuşmak isteyebilirdi ki Devrim'le?

"İçiniz rahat olsun, yalnızmışız gibi konuşabilirsiniz," dedi Devrim, Hâkim ve Dilsiz'i göndermek yerine. Acaba benim duyduğumu tahmin edemiyor muydu? Onu az çok tanımıştım, bunu tahmin edemeyecek bir adam değildi. Belki de dedem her ne konuşmak istiyorsa benim de duymamı istiyordur. Burada olmam işine geliyor bile olabilirdi ya da tümüyle yanılıyordum.

"Pekâlâ," dedi dedem, sesini zor duyduğumu fark edince yeniden kapıya yaklaştım ve sessizce dinledim onu. "Valencia iki hafta sonra evlenecek," dedi, afalladım. Konu ben miydim? Hem dedem böyle bir şeyi neden Devrim'e söyleme gereği duysun ki? "Ve sonrasında eşiyle birlikte şehre taşınacaklar, cezasını orada çekmeye devam edecek. Sizden ricam bu süre içinde buraya gelmemesini sorun etmemeniz."

"Anlayamadım?" dedi Devrim.

"İzin verin, onu şimdi eve götüreyim ve bir daha buraya dönmesin. Hem artık düğün hazırlıklarıyla alakadar olması gerekiyor."

Gözlerimi kapattım ve sıkıntıyla ofladım. Bunu yapmasını ondan Brice istemiş olabilir miydi?

"Farkında değilsiniz belki ama burada olmak ona zarar veriyor. Kasabalılar durumu konuşmaya başladılar bile. O genç bir kız ve buradaki tek kadın, sizce bu uygun mu?" diye sormaya devam etti.

"Uygun olmayan ne?" diye sordu Devrim de...

"Ne söylemek istediğimi anlamış olmanız lazım," dedi dedem söylemek istediği şeyi açıklamak yerine.

"Elbette anladım," dedi Devrim ve devam etti. "Bu zamana kadar yaşanılanlardan anladığım kadarıyla burası yasalara çok önem veren bir kasaba ve ben bu zamana kadar yaptığımız şeyin uygun olmadığından bahseden bir yasa okumadım da görmedim de," derken sesi öfkeli çıkmaya başlamıştı. "Torununuzun cezası bu, bir şekilde çekecek bu cezayı."

"Çekeceğini biliyorum, gittiği yerde yapacak bunu zaten ama şimdi..." Dedem cümlesini tamamlayamamış, Devrim araya girmişti.

"Sonrasıyla ilgilenmiyorum," dedi, yüzünü görmesem de şu an kaşlarının çatık olduğunu ve öfkeyle baktığını hayal edebiliyordum. "Şimdiyle ilgileniyorum ve şimdi her şey olması gerektiği gibi ilerliyor. Hem bu konuda yeterince iltimas gösterdim size, fazlasını istemek yüzsüzlük değil mi?"

Şaşkınca kaldım, nasıl bu kadar açık sözlü olabiliyordu?

"Fazlasını istemek değil bu, ben sadece..." Ve dedem, yine cümlesini tamamlayamadı.

"Konuşma bitti," diye araya girdi Devrim ve ekledi. "Çıkabilirsiniz." Resmen gayet kibar bir şekilde dedemi odasından kovmuştu. Dedem, başka bir şey söyleyecek mi bunun üzerine diye bekledim ama hiçbir şey duyamadım. Ne oluyor acaba diye düşünürken odanın kapısının açılıp kapandığını duydum ve dedemin odadan ayrıldığını anladım. Eşzamanlı olarak benim bulunduğum kapı da açıldı ve Hâkim göründü.

"Artık çıkabilirsin," dediğinde odadan çıktım. Devrim yerinde oturuyordu, Dilsiz de pencerenin önünde durmuş, kollarını göğsünün altında toplamış bana bakıyordu. Dedemin gelişi hakkında onlara ne söyleyeceğimi bilemezken Hâkim "Olanları duymuşsundur zaten," dedi.

Başımı salladım. "Duydum," dedim ve bu konu üzerine konuşmaya devam etmek istemeyip Devrim'e yaklaştım. Elimdeki defterleri önüne bırakıp geri çekildim.

"Mary'nin odasından aldıklarım."

Defterlere gözünün ucuyla bakıp bakışlarını bana çevirdi. "Neden hepsini getirdin? Birinden bir sayfa koparıp getirsen yeterliydi."

"Onlar Mary'nin günlüğü," dedim, Devrim'in tek kaşı kalkarken de devam ettim. "Belki işimize yarar bir şeyler anlatmıştır diye hepsini aldım."

Dudağının bir kısmı hafifçe yana kıvrıldı. "İşte bu güzel haber," dedi ve çekmecesini açıp kendi defterini çıkardı. Defterin arasından da benden aldığı o not kâğıdını çıkardı ve hemen ardından masasındaki defterlerden birini alıp açtı, yazıları karşılaştırdı.

Merakla ve büyük bir heyecanla baktım ona ama o benim aksime çok sakindi. Hatta yazıları karşılaştırırken daha da sakinleşmişti ve pek de tepki vermemişti. Sanırım yanılmıştı, notu yazan Mary değildi. Eğer öyle olsaydı çoktan çoşkulu bir tepki vermişti diye düşünürken kendi defterini yeniden çekmecesine koydu. Mary'nin defterini de kapatıp masasına bıraktı ve gözleri beni buldu.

Bu hevessiz tavırları yanıldığından emin olmam için yeterli olurken boşa uğraştığımız için ben de üzüldüm ve tam o esnada "Tam da tahmin ettiğim gibi," dedi.

"Anlayamadım?" dedim anında.

"Sana gelen ve beni zehirlemen için acele etmeni yazan o not Mary Jones tarafından yazılmış."

Gözlerim irileşirken şaşkınca kalakaldım. Evet, zaten bugün yaptığımız her şeyi bunu anlamak için yapmıştık ama sonucun böyle çıkacak olmasına pek de ihtimal vermemiştim ki ben.

"Nasıl olur?" diye sordum telaşla. "Mary yaşıyor mu? Hem de..." dedim ve sustum.

"Hem de Brice Chester'ın yanında," diyerek cümlemi kendisi tamamladı, işte burada yanılmıştı.

"Mümkün değil," dedim.

"Neden?" diye soran Hâkim oldu.

"O notu Brice göndermedi ki bana," dediğimde hepsi şaşırır gibi oldular, devam ettim. "Ben de o zannettim başta, zaten ismi yazıyordu altta ama sonrasında bu konuyu onunla konuştuğumda nottan haberi olmadığını fark ettim," dedim.

"Kim gönderdi o zaman?" diye sordu Hâkim.

"Paul Chester," dedim düşünmeye gerek bile duymadan ve devam ettim. "Bunu kanıtlayacak bir şey yok elimde ama notun ondan geldiğinden eminim. Zaten zehir işini isteyen ve her şeyi ayarlayan da o olmuştu, muhtemelen acele etmemi isteyen de o olmuştur."

"Her şeyin altından bu adamın çıkması sinirlerime dokunmaya başladı," diye söylendi Hâkim.

Devrim hırıltılı bir nefes bırakıp sessiz kalmayı tercih etti.

"Mary, Paul Chester'la birlikte demek ki," dedim, hepsinin gözleri yeniden beni buldu. "Zorla mı tutuluyor acaba?"

"Zorla tuttuğu birine böyle bir mektubu yazdırmaz," diyen Devrim'e hak verdim, bu da doğruydu.

"Yani kendi isteğiyle Paul Chester'ın yanında," dedi Hâkim.

"Büyük bir ihtimal," diyerek onu onayladı Devrim.

"O zaman Stella ve James'in ölümünün asıl nedeninin de Paul Chester olduğundan emin olabiliriz," dedi Hâkim ve devam etti. "Aynı gün o ikisinin idam edilip Mary'nin kaybolması ve şimdi Mary'nin Paul Chester'ın yanında çıkması tesadüf olamaz bence."

"Tüm bunları ortaya çıkarmak, Paul Chester'ı bunlarla suçlayabilmemiz için tahminlerimiz yetmez, bize somut deliller lazım," dedi Devrim, sanki şu an bir şey aklını kurcalıyor gibiydi. Bu yüzden de konunun bir an önce kapanmasını ister gibi bir hâli vardı.

"Şimdilik yapılacak tek şey Mary Jones'a ulaşmak olacak, o ortaya çıktığı an bu düğüm çözülür," dedi Hâkim kendinden emin bir şekilde.

Devrim anında "Bu yüzden muhtemelen asla ulaşamayacağımız bir yerdedir," diye karşılık verdi.

Hâkim "Ne yani işin peşini bırakalım mı?" diye sordu.

Devrim ona baktı. "Öyle bir şey demedim ama o kızı arayarak vakit kaybedemeyiz," dedi sanki sınırlı vakti varmış gibi ve ekledi. "Onun bize gelmesini sağlamalıyız."

"Nasıl yapacağız bunu?" diye sordu bu kez de Hâkim.

Devrim göğsünü kabartacak kadar derin bir nefes aldı. "Beni düşündüren şey de tam olarak bu zaten," deyip ayağa kalktı. "Yarına kadar bulacağım bir şey, bugünlük bu kadar yeter. Hadi dağılın artık," dedi ve dedemden sonra bir kez de hepimizi kibarca kovmuş oldu.

Diğerlerini beklemeyip "Ben çıkayım o zaman," dedim.

"Sen bir dakika daha dur," dedi ve Hâkim ile Dilsiz'e baktı. "Siz çıkın." Bu da neydi şimdi? neden gitmeme izin vermemişti? Belki de dedemin söyledikleriyle ilgili uyaracaktır beni. Onun bir daha buraya bu yüzden gelmesini istemiyor olabilirdi. Aslında haklıydı da...

Hâkim ve Dilsiz onun söylediğini ikiletmeden odadan çıktıklarında Devrim de yanıma geldi, karşımda durdu ve gözlerimin içine bakarak "Yarın gelmeyebilirsin," dedi.

Tek bir cümle bile kendimi kötü hissetmem için yeterli olurken "Neden?" diye sordum hislerimi belli etmemeye çalışırken.

"Dedeni duydun," dedi, konuşmak istedim ama devam edip engel oldu. "Eğer sen de onun gibi düşünüyorsan gelmeyebilirsin, sorun olmayacak merak etme ama eğer gelmeye devam etmek istersen de gelmeye devam edebilirsin. Bunun kararını sana bırakıyorum ve emin ol kimse kararın sana ait olduğunu bilmeyecek." Neden yapıyordu şimdi böyle bir şey? Sanki dedemin isteğinden çok alacağım kararı merak ediyor gibiydi ve sanki bu karar onun için önemli gibiydi.

"Ben," dedim ve sustum, nasıl devam edeceğimi bilemedim. Oysa kendi içimde cevabım çoktan belliydi. Gelmek istiyordum, gelmek ve olacakları bilmek, hatta şahit olmak istiyordum ama bunu ona öylece söyleyemedim. Ya derdimin bu olduğunu değil de başka bir şey olduğunu düşünürse? Ya gelmemek gibi bir şansım varken buraya gelmemi yanlış anlarsa? Bu düşünceler çok saçmaydı farkındayım ama düşünmeden edemiyorum ve aslında neyden korktuğumu ben bile bilmiyorum. Beni yanlış anlayacak olmasından mı yoksa doğruyu anlayacak olmasından mı? Doğru neydi peki? Buraya gerçekten sadece olanlara şahit olmak için mi gelmek istiyordum?

Bu tehlikeli soru nefes alamıyor gibi hissetmeme neden olurken boğazım da düğümlendi, sessizliğe sığındım.

"Cevap vermek zorunda değilsin," dedi bunu yaparken zorlandığımı fark etmiş olacak ki ve devam etti. "Yarın sabaha kadar vaktin var. Gelmek ya da gelmemek sana kalmış," dedi ve yanımdan uzaklaştı. Masasına doğru yürürken bana arkasını dönmesi rahat bir nefes almama neden olmuştu. Devrim o esnada yerine ulaşmış ve tam otururken "Çıkabilirsin," demişti. Oturduğunda ise "Yemekhaneye dönmene gerek yok, evine gidebilirsin doğrudan," diye ekledi.

Bir cevap vermek zorunda olmamak işime gelirken başımı sallayıp "Peki," dedim ve merakla "Günlükleri siz mi okuyacaksınız?" diye sordum.

Gözünün ucuyla önünde duran günlüklere baktıktan sonra bakışlarını yeniden bana çevirdi. "Zamanım olduğunda göz atacağım," dedi ve ilave etti. "Şimdi başka şeylerle ilgilenmem gerekiyor."

Anladım dercesine başımı salladıktan sonra "Ben gideyim o zaman artık," dedim.

Küçük bir baş hareketiyle beni onayladığında arkamda kalan kapıyı açtım. Çıkmadan önce dönüp son kez ona baktığımda masasının bir köşesinde duran dosyaları önüne çektiğini gördüm. Geldiği günden beri sürekli o dosyalarla ilgileniyordu ve ben artık onların ne olduğunu fazlasıyla merak etmeye başlamıştım. Fakat bu kadarını merak etmek benim gibi biri için fazla olduğundan sormak bir an olsun aklımın ucundan geçmemişti.

Odanın kapısını kapattığımda ve onu kapının ardında bıraktığımda gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bir karar vermem gerekiyordu, hem de çok kısa bir zaman içerisinde. İçimden gelen şey bunu bir an bile olsun düşünmemek ve yarın sabah yine buraya gelmekti ama aklımda geçen şey ise buradan arkama bile bakmadan kaçmaktı. Çünkü en doğrusunun bu olduğunun farkındaydım. Her şeyi ona anlatmıştım, elimden geldiğince de yardım etmiştim. Bundan sonra olacakları tamamen ona bırakmalı ve diğer herkes gibi olanları, olacakları uzaktan seyretmeliydim. Bunu yaparken de bir yandan kendimi evliliğe hazırlamalıydım ama içimden gelen şey bunlar değilken doğru kimin umurundaydı ki?

Bu tehlikeli düşünce beni ele geçirirken askeriyeden ayrıldım ve hemen askeriyenin çaprazında kalan evime gittim. Kapıyı çaldığımda ve açan dedem olduğunda ilk sorduğu şey neden bu kadar erkken döndüğüm olmuştu. Ben de bir şeyleri bahane edip geçiştirmiştim onu ve hiçbir şekilde Devrim'in bana sunduğu seçeneklerden bahsetmemiştim. Çünkü bahsedersem o kararı alan ben değil, o olacaktı.

Dedeme bir şeyler bahane edip de yanından ayrıldığımda doğrudan babamın yanına gitmiştim. Ben odaya girince Elina çıkmış ve çoğu zaman olduğu gibi yine babamla yalnız kalmıştık. Babam da her zaman olduğu gibi yine gözlerimin içine bakıyordu ve bu kez bir şeyler olduğunu anlamış gibiydi.

"Her şeyi anlattım," dedim, kaşlarını çattı ve devam etmemi istercesine baktı gözlerime. Ne zaman yalnız kalsak ona her şeyi anlattığım için neler olduğunu en az benim kadar o da çok iyi biliyordu. "Yeni komutandan bahsetmiştim ya hani? Bugün gidip her şeyi anlattım ona, bildiğim her şeyi artık o da biliyor."

Babamın gözlerinin kenarı kısıldı ve sanki hafifçe tebessüm eder gibi oldu. Sanırım her şeyi anlatmamdan memnun olmuştu. Bu beni mutlu ederken tüm gün olanları da bir bir anlattım ona ve hatta Devrim'le son konuşmamızdan bile bahsettim. Babam dikkatle beni dinlerken ise "Gidip gitmemek konusunda bir karar veremedim ama, hangisinin doğru olacağını bilmiyorum," dedim.

Babam, gözlerimin içine bakarken bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi. "Bir şey mi söylemek istiyorsun?" diye sordum, gözlerini kapatıp açarak evet dedi. "Oraya gitmemle mi ilgili?" diye sordum bu kez de, yine gözlerini kapatıp açarak evet dedi. Alacağım cevaptan korkarken "Sen de gitmememi istemiyorsun değil mi?" diye sordum, tepkisiz kaldı. Bu da neydi şimdi? Bu, onun açısından açıkça hayır demekti. "Ne yani gitmemi mi istiyorsun?" diye sordum bu kez de ve yine gözlerini kapatıp açtı, şaşırdım. Gitmemi istiyordu.

"Ama neden?" diye sordum bunu ben de istiyor olduğum hâlde, fakat onun benim gibi değil de dedem gibi düşünmesini bekliyordum. Babam tabii ki bu soruma cevap veremezken "Onu hiç görmedin ama sen de güvenmeye başladın değil mi?" diye sordum Devrim'i kastederek ve babam yine beklemediğim bir cevap verip gözlerini kapatıp açtı ve evet demiş oldu.

Bu cevap bana tebessüm ettirdi. "Gideceğim o zaman," dedim sanki bunu sadece kendisinin isteğiyle yapıyormuş gibi ve devam ettim. "Dedeme bu konudan bahsetmeyeceğim bile ve yarın yine oraya gideceğim."

Babam, hafifçe tebessüm ederken gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu ve ben onun da benim gibi düşünmesinden, gitmemi istemesinden dolayı kendimi uzun zamandır olmadığı kadar mutlu hissediyordum. Bu mutlulukla sımsıkı sarıldım ona. Belki o karşılık verip bana sarılamadı ama tüm kalbimle sarıldığını hissedip bunun için bile mutlu oldum.

Yanağından öpüp geri çekilirken ve gözlerinin içine bakarken kapının çaldığını duydum. Herkes evde olduğu için kimin geldiğini merak edip "Hemen geleceğim," deyip yanından kalktım ve odadan çıktım. Çıkar çıkmaz da Elina'nın kapıyı çoktan açtığını ve Brice'in geldiğini gördüm. Yanında da dün gelen terziler vardı.

Dedem gelenin o olduğunu fark edince ayaklanıp kapıya gitti ve "Hoş geldiniz Bay Chester," dedi, Brice gözlerini benden çekip ona baktı.

"Hoş buldum," dedi keyifsiz bir şekilde ama elinden geldiğince samimi olmaya da çalışmıştı. Bir şey keyfini kaçırmış gibiydi, belki de bugünkü son görüşmemizde olanlar yüzündendir. Yanımdan ayrılırken de sinirliydi ama bu beni pek de ilgilendirmezdi. Sonuçta siniri bana değil, Devrim'e karşıydı ve eğer yanımdan ayrılırken söylediği gibi bir çözüm yolu bulabilmiş olsaydı bu kadar keyifsiz olmazdı.

"İçeriye girin lütfen," dedi dedem, Brice her zaman buna itiraz ettiği hâlde bu kez etmeyip eve girdiğinde terzileri de babaannem eve davet etmişti ve hepsi içeriye girmişlerdi.

Brice, pencerenin altındaki koltuğa otururken dedem de aynı koltuğun diğer ucuna oturdu ve otururken "Sizi buraya ne getirdi?" diye sordu.

Brice arkasına yaslanırken "Sadece her şeyin yolunda olduğunu görmek istedim," dedi ve bana baktı. "Dün kumaşlar gelmişti, terzilerle de tanışmışsındır. Eksik ya da beğenmediğin herhangi bir şey var mı?" diye sordu tebessüm ederken.

Onu eskisi kadar kendime yakın hissedemediğimi fark ederken elimden geldiğince bunu belli etmemeye çalıştım ve ben de ona tebessüm edip "Hayır," dedim.

Aldığı cevaptan memnun olurken "Sevindim," dedi ve babaanneme baktı. "Bayan Pride," derken ayaklandı ve yanına gitti. "Biliyorsunuz ki Valencia'nın annesi gibi benim annem de erken vefat etti," dedi, ne diye bu konuyu açmıştı ki şimdi? "Bu yüzden her şeyi halletmek bana kalıyor ve maalesef bu tür durumlarda ne yapılacağını pek bilmiyorum," derken sesi hüzünlü çıkmıştı. "Hazırlıkların pek hızlı ilerlememesinden anladığım kadarıyla Valencia'da benimle aynı durumda. Bu yüzden bu konuda bize yol gösterin lütfen," dedi.

Babaannem onun söylediği şeylerle tebessüm ederken "Hiç endişeniz olmasın, her şeyin yolunda gitmesi ve zamanında hazır olması için elimden geleni yapacağım," dedi.

Brice ondan aldığı bu cevapla bana döndü. "Bundan sonra Kâhya hep yanında olacak, gereken her şeyi ona söyleyebilirsin. Senin için halledecektir," dedi.

Başımı salladım, sessiz kaldım.

"Siz bir yere gidecekmiş gibi konuşuyorsunuz," diyerek dedem araya girdi.

Brice gözlerini ona çevirip "Yarın hafta sonu, şehre babamı ziyarete gideceğim. Pazartesine kadar dönmeyebilirim, o zamana kadar Kâhya her konuda yardımcı olacak size," dedi.

Dedem "Bay Bridge Chester iyidir umarım," dedi endişeyle, bizden çok onları seviyor gibi görünüyordu şu an.

"Endişelenecek bir şey yok, rutin bir ziyaret olacak sadece. En son nişandan sonra gitmiştim yanına, epey bir zaman geçti. Çok uzun zaman uğramayınca kızıyor," dedi ve güldü. Dedem de ona eşlik ederken gözleri yeniden beni budu. "Birkaç dakika dışarıda konuşabilir miyiz?"

Başımı salladım. "Elbette," dedim.

Brice yeniden bizimkilere baktı. "Daha sonra görüşmek üzere, kendinize iyi bakın," dedi, bizimkiler de aynı şekilde karşılık verirlerken kapıya doğru yürüdü. Ben de hemen peşinden gittim, evden birlikte çıktığımızda bahçede durdu. O durunca ben de durdum, karşıma geçip gözlerimin içine baktı.

"Aslında babamı ziyaret etmekten çok ev işini halletmek için gidiyorum," dedi.

"Ev mi?" diye sordum.

Başını salladı. "Evet, babamın yanında hastanede kalacak hâlimiz yok. Uygun bir ev bulmalıyım ve içini yaşanabilecek hâle getirmeliyim," dedi, içimden bu konu hakkında bir şey söylemek gelmezken sessiz kaldım. "Çok fazla eşya almayı düşünmüyorum. Önceliğim bizi birkaç gün idare edebilecek birkaç parça bir şey olacak. Geri kalanını şehre gittiğimizde birlikte hallederiz diye düşündüm, sen ne beğenirsen onları alırız."

"Olur," dedim sadece.

Kaşlarını çattı. "Bir sorun mu var?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, neden sordun?"

"Mutsuz gibisin." Mutsuz hissediyorum çünkü demek istesem de diyemedim.

"Yorgunum sadece," dedim.

"Bugün avukatla konuştum, ceza konusunda elinden geleni yapacak. Birkaç güne güzel bir haber alabiliriz, alamasak bile buradan gittiğimizde bir sorun kalmayacak. Bu kadar çalışıp yorulmayacaksın," dedi.

İstemesem de tebessüm ettim. "Umarım," dedim sadece ve gözlerimi kaçırdım.

Kendimi ona karşı suçlu hissetmeye başlamıştım ve o bana bu kadar iyi davrandıkça bu suçluluk hissi daha da artıyordu. Kendimi bundan nasıl kurtaracağımı bilmiyorum ama bir an önce bunu yapmam lazımdı. Çünkü bu histen kurtulmadan mutlu olmam, özellikle de onunla mutlu olmam pek de mümkün görünmüyordu.

"Hadi, eve gir artık, daha fazla soğuk durma. Eğer çok yorgunsan terzileri gönderebilirsin, yarın yine gelirler," dedi.

"Peki," dedim ve bir kez daha gülümsedim ona. "Görüşürüz o zaman," deyip daha fazla burada durmak istemeyip ona arkamı döndüm.

Tam yanından uzaklaşacaktım ki "Yüzüğünü neden takmıyorsun?" diye sordu, durmak ve ona dönmek zorunda kaldım. Bundan rahatsız olduğunu yüz ifadesiyle belli ederken "Beğenmedin mi yoksa?" diye sordu.

"Olur mu öyle şey? Çok beğendim," dedim ve bu cevabımın onun için yeterli olmadığını fark edip devam ettim. "Sadece kaybetmekten korkuyorum."

"Kaybetmek mi?" diye sorarken yaklaşmıştı.

"Evet, tüm gün oradan oraya gidip duruyorum. Düşmesinden ve kaybetmekten korkuyorum. Askeriyede yemekle ilgilenirken..." Devam etmeme izin vermeyip araya girdi.

"Sorun değil," dedi, yüzüğü takmamam mı yoksa kaybetmem mi sorun değil anlayamazken "Kaybolsa da sıkıntı olmaz," dedi ve ben sormadan soruma cevap vermiş olup devam etti. "Takmaman, kaybetmenden daha çok üzer beni."

Zoraki bir gülümseme eşliğinde "Anladım," dedim ve derin bir nefes alıp ekledim. "Takacağım."

Benim aksime içtenlikle gülümsedi ve "Görüşmek üzere o zaman," deyip yanımdan ayrıldı.

Arkasından bakarken iç geçirdim ve başımı hafifçe önüme eğip parmaklarıma baktım. Aslında ilk günden beri derdim kaybolması ya da pahalı bir şey olması değildi. Sadece takmak içimden gelmemişti ama haklıydı, takmalıydım. Ne de olsa yakında evlenecektik ve yüzüğü takmamam yanlış anlaşılabilirdi. Takmamı istemesinden daha doğal bir şey yoktu.

Bu düşünceler arasındayken eve girdim ve çoktan dedemin odasına geçtiğini, odamdaki kumaşların salona getirildiğini gördüm. Sanırım artık istesem de Brice'in dediğini yapıp bugünlük onları gönderemezdim. Hem göndermek için de bir nedenim yoktu ki...

"Bayan Pride," dedi Bayan Brown ve yanıma geldi. "Dün tüm gece sizin için nasıl bir gelinlik dikebileceğimi düşündüm," dedi ve uzun uzun aklındaki gelinliği anlattı. Ben de hayal edebildiğim kadar anlattığı gelinliği hayal edip en sonunda onay verdiğimde gelinliğin dikimine evinde başlayacağını söyleyip normal elbiselere geçti. Kumaşları üzerime tuttu, kesti, dikti, uzun uzun uğraştı. Yardımcıları etrafında dönüp her istediğini yaparlarken benim yaptığım tek şey ise öylece salonun ortasında dikilmek ve her söylenene "Olur," demek oldu.

Gün böyle geçi gittiğinde ve akşam olduğunda Bayan Brown ve yardımcıları evden ayrıldılar. Biz de hızlıca babaannemle akşam yemeği yaptık ve yemekten sonra her zamanki gibi sıradan bir akşam geçirdik. Zaman giderek geçerken de biraz yalnız kalmak isteyip yine yorgun olduğumu bahane ederek odama geçmiş ve bir kez daha unutmamak, tabii bir de artık alışmak için sakladığım yüzüğü çıkarmış parmağımdaki yerine takmıştım. Sanki o yüzüğü taktığım an kalbimdeki tüm güzel duygulara bir bir veda ediyor gibi hissetmiştim. Bu his, gözlerimden birer damla yaş akmasına neden olurken ne zaman uyuyakaldığımı fark etmemiştim bile.

Ertesi sabah yine her zamanki gibi gün doğumunda uyanmış, hazırlanmış ve henüz kimseler uyanık değilken evden çıkmıştım. Devrim muhtemelen bugün beni görmeyi beklemiyordu, gelmemeyi tercih edeceğimi düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordum. Bu yüzden beni gördüğünde nasıl tepki vereceğini çok merak ediyordum. Bu merakımı besleyen diğer duygu aslında beni çok korkutuyordu ama her zamanki gibi o korkuyu görmezden geldim, sanki hiç yokmuş gibi davranıp bastırmaya çalıştım. Böyle yapınca yok olacağına inanıyordum çünkü ve maalesef çoğu zaman bunun büyük bir yanılgı olduğunun farkına bile varmıyordum.

Elbisemin eteklerini toplayıp askeriyenin önünki merdivenleri çıktım ve bir kez daha askeriyeden içeriye girdim. Burada her gün her şey aynıydı ama sanki bir o kadar da farklı gibiydi. Dışarıdan bakılınca o fark görünmüyordu, görmek için her gün bu kapıdan içeriye girmek gerekiyordu. Sanki burada her günün bir rengi vardı. Bir gün siyah, bir gün beyaz, bir gün kırmızı, bir gün mavi ve sanki o renkler bize ne olacağını söylüyordu.

Şimdi, kapıda durmuş içeriye doğru bakarken içimden bir ses bugünün renginin siyah olduğunu söylüyordu. O kadar boğucu, o kadar karamsar ve bir o kadar da kasvetli bir hava hâkimdi etrafa.

Bu durum içimin sıkılmasına neden olurken bundan kurtulmak için derin bir nefes aldım ve iyi hissetmeye çalıştım ama maalesef olmadı. İçime kötü bir his doğdu ve gördüğüm siyahlığı düşündükçe daha da büyüdü. Bu beni rahatsız etmeye başlarken gözlerimi elime çevirdim ve dün geceden beri parmağımda olan yüzüğe baktım. Belki de bugünün rengini siyah seçmiş olmamın nedeni bu yüzüktü.

Boğazım düğümlenip gözlerim dolarken ileriden bana doğru gelen Devrim'i gördüm ve elimden geldiği kadar kendimi toparlamaya çalıştım. İleriden beni gördüğü hâlde herhangi bir tepki vermezken yanıma geldi ve karşımda durdu.

"Günaydın," diyen ilk ben oldum.

"Günaydın," dedi ellerini cebine sokarken. "Gelmeni beklemiyordum."

Tebessüm ettim. "Geldim ama," dedim ve sonrasında hemen "Gelmem gerekiyordu, buraya gelmezsem neler olacağını öğrenemezdim," diye ekledim.

Anladım dercesine başını sallarken "Gel o zaman benimle," dedi ve odasına doğru yürüdü. Hiç sorgulamadan peşinden gittim, birlikte odaya girdik. Her zamanki gibi ben kapının hemen yanında durup onu izlerken o da gitti ve masasına yaslandı, kollarını göğsünün altında toplayıp gözlerime baktı.

"Gelmene sevindim," dedi, bu dediği kalbimin anında hızla çarpmasına neden olurken "Ne de olsa birlikte halletmemiz gereken bir sürü iş var," diye devam etti sözlerine.

Kalbimin sesini duymamasını umut ederken "Mary hakkında bir şeyler düşündünüz mü? Onun gelmesini sağlamalıyız demiştiniz."

"Aklımda bir şeyler var," dedi, merakla ona bakarken devam etti. "Onu bir isyancı gibi gösterip hakkında idam kararı çıkartacağım, hatta Hâkim çoktan yapmıştır bile bunu," dediği an gözlerim irileşti.

"Ne?" diye sordum şaşkınca ve devam ettim. "Bu onu ortaya çıkartmaz ki aksine daha da çok saklanmasına neden olur? Kim öleceğini düşünürken ortaya çıkar ki?"

"O kadarını bana bırak sen, her şey benim kontrolüm altında olacak," dedi. Hayatımda ilk defa bu kadar riskli bir konuda, kendinden bu kadar emin konuşan birini görüyordum. Evet, ona güveniyorum belki ama bu yine de ya her şey yolunda gitmezse diye düşünmeme engel olmuyordu.

Fakat ona karşı gelmem gibi bir durum söz konusu olmadığı için "Siz daha iyisini bilirsiniz," dedim ve merakla "Peki eli yaralı adam?" diye sordum, dün olanlar yüzünden bunu sormayı unutmuştum. "Onu bulabildiniz mi?"

"Geçen gece askerler bütün evlere girip çıktılar ve kasabada yaşayan herkesin elini kontrol ettiler ama eli yaralı bir adam bulamadı hiçbiri. Elinde yaralar olan bir tek Brice Chester vardı ve onun yaraları da tırnak izlerine benzemiyordu. Daha çok yakmış ve kesici bir şeyle kesmiş gibiydi," dedi, Brice hakkında söylediklerini ben de fark etmiştim zaten. "Muhtemelen kasabadan kaçmıştır."

"Belki de Bay Mahler arama olacağını önceden haber vermiştir," dedim.

"Belki de," diye onayladı beni ve devam etti. "Bu yüzden her şeyi bana çok daha önceden anlatmalıydın. O zaman belki adamı elimizden kaçırmazdık."

Utanç ve mahcubiyetle başımı önüme eğdim, haksız olduğumu bildiğimden kendimi savunmak için tek kelime dahi etmedim.

"Her neyse o adam sıradan biriydi zaten, bizim asıl işimiz ona bu emri veren," deyip durumu toparlayan kendisi oldu ve o sırada odanın kapısına birkaç defa vuruldu. Devrim "Gel," dediğinde de bir asker içeriye girdi.

"Komutanım Paul Chester geldi, bir an önce sizi görmesi gerekiyormuş," dedi.

"Gelsin," dedi Devrim düşünmeye gerek duymadan. Asker aldığı cevapla odadan ayrılırken Devrim bana baktı. "Hâkim idam kararını çoktan halletmiş olmalı," dedi.

"Ama nasıl bu kadar çabuk haberi olabilir ki?" diye sordum.

"Bay Mahler'ı unutmamak lazım," dedi ve ekledi. "Her şey bizzat onun gözünün önünde olsun diye elimden geleni yaptım, o da haberi uçurmuş olmalı," dedi.

Keyifle tebessüm ettim, sanırım Paul Chester sonunda açık verecekti bugün.

Ben daha bunu düşünürken odanın kapısına bir kez daha vuruldu ve Bay Chester içeriye girdi. Her zamanki gibi soğuk kanlı görünüyordu ama bu kez bastırmayı başaramadığı kadar büyük bir öfkenin etkisi altındaydı. Bunu her hâlinden belli ediyordu. Belki de sonunu getiren bu öfkesi olacaktı.

"Sizi buraya ne getirdi?" diye sordu Devrim, neden geldiğini tahmin etmiyormuş gibi.

"Kasabalıdan bir şeyler duydum ve doğru olup olmadığını öğrenmek için geldim," dedi ve gözlerini bana çevirdi. "Seni burada görmeyi beklemiyordum, bir sorun mu var?"

Tam ona açıklama yapacakken Devrim araya girip "Sorun olsa da askeriyenin mevzuları sizi pek alakadar etmez," dedi ve açıklama yapmama engel olup devam etti. "Siz ne için geldiniz, bana onu söyleyin."

Paul, küstahça bir tavırla "Mary Jones hakkında idam kararı çıkarılmış duyduğuma göre," dedi, tam da tahmin ettiğimiz konu getirmişti onu buraya.

"Yani?" diye sordu Devrim gayet rahat bir tavırla.

"İnkâr etmediniz, doğru bir haber yani?" diye sordu Paul.

"Elbette doğru ama henüz bu haber kararı veren hâkimden bana bile yazılı olarak gelmemişken kasabalı ne ara konuşmaya başladı da siz duydunuz anlam veremedim," dedi Devrim ve bu sözleri Paul'u zor durumda bırakmak için yeterli oldu.

Yine de soğuk kanlı bir tavırla "Bu kasabada bu tarz haberler çabuk yayılır," dedi.

"Öyle olduğunu var sayalım o zaman," dedi Devrim ve açıkça ona inanmadığını belli etti.

"Bu kararı neye dayanarak aldığınızı merak ediyorum," dedi Paul ellerini cebine sokarken ve buradaki herkesten daha üstün olduğunu kanıtlamak istercesine sergilediği bir tavırla.

"Bu kararı neye dayanarak sorguladığınızı açıklarsanız, sorunuza cevap alabilirsiniz," diye karşılık verdi Devrim, elinden geldiği gibi kibar olmaya çalışıyordu ama bir yandan da Paul'un üstüne atlayıp onu yumruklayacak gibi bir hâli de vardı.

"Herkes bunun haksız yere alınan bir karar olduğunu dile getiriyor, keza ben de öyle. Sizin konuya açıklık getirmeniz gerekmez mi?"

Devrim elleri cebindeyken hafifçe omuz silkti. "Buraya gönderilmeden önce görev ve sorumluluklarımı bildiren bir metin verdiler elime. Bayağı detaylıca incelemiştim ama bu tarz bir zorunluluğum yazmıyordu," dedi alay edercesine ve devam etti. "Size bunu düşündüren ve karşıma geçip bana hesap sormanıza cesaret verecek olan şeyin ne olduğunu merak ettim," dedi ve Paul'a doğru bir adım attı. "Hem Mary Jones ile ilgili olan bir şey sizi neden bu kadar ilgilendirdi anlayamadım, tanışıyor muydunuz yoksa?" diye sordu, onu biraz daha köşeye sıkıştırmaya çalıştığını anlamam zor olmamıştı.

"Hayır, tanışmıyoruz," dedi Paul tereddüt etmeden.

"O zaman neden bu kadar ilgilisiniz bu konuyla?" diye sordu anında Devrim, düşünmek için ona fırsat vermeden sorularını hızla soruyordu.

"Dediğim gibi kasabalılar konuşunca merak ettim."

"Etmeyin," dedi Devrim yine anında ve ekledi. "Üzerinize vazife olmayan işlere müdahil olmayın."

"Konuyu sorgulamam sizi neden bu kadar rahatsız etti, usulsüz bir şey mi yapıyorsunuz yoksa?" diye sordu Paul da her zamanki gibi küstahça ve kendinden emin bir tavırla.

"Belki de," dedi Devrim, afalladım. Neden şimdi inkâr etmek varken kabul edercesine böyle bir cümle kurmuştu ki? "Ama öyle bir şey olsa bile hesap vereceğim en son kişi bile değilsiniz, küçümsercesine kasabalılar diye bahsettiğiniz insanlardan bir farkınız yok burada. Sıradan bir kasabalısınız siz de sadece," dedi, onu kışkırtmaya çalışıyor gibiydi.

Bay Chester da Devrim'e doğru bir adım attı ve ilk kez bu kadar net gördüğüm öfkesiyle onun gözlerinin içine baktı. "İleriye gidiyorsunuz."

Devrim geri adım atmak yerine o da öfkeyle Paul'un gözlerinin içine baktı, bakarken de ellerini arkasında birleştirdi ve "Daha hiçbir şey yapmadım," dedi.

Bu cümleyle Paul Chester ondan uzaklaştı ve arkasını döndü. Gözlerini ovalayıp derin bir nefes aldıktan sonra yeniden ona baktı. "Meydan mı okuyorsunuz?" diye sordu, bu işine gelmemişti. Bunu tavırlarından kolaylıkla anlayabiliyordum ve tüm bu olanlar içinde onu bu şekilde ilk defa soğuk kanlılığını kaybetmek üzereyken görmek hoşuma gitmişti. Aynı zamanda korkutmuştu da beni.

"Meydan okuyacak kadar önemli değilsiniz benim için," dedi Devrim yine küçümseyici bir tavırla ve ekledi. "Birkaç dakikada ayağımın altından çekebileceğim konumdaki insanlara meydan okumak fıtratımda yoktur."

Bu sözler Paul'u daha da sinirlendirdi. "Birkaç dakika ayağınızın altından çekebileceğiniz biri değilsem ya?" diye sordu öfkeyle, onu böyle görmek ciddi anlamda keyfimi yerine getirmişti.

"O zaman bunu kanıtlamanız gerekecek," dedi Devrim ve hemen ardından ekledi. "Ne yapabileceğinizi görmek istiyorum."

Paul güldü. "Bunu hayal bile edemezsiniz."

"Yaşanması mümkün olmayan şeyleri hayal etmeyi pek sevmem zaten," dedi Devrim ve Paul aldığı bu cevapla sus pus oldu. Onun bu hâli beni kahkahalar atarak keyifle gülmeye itiyordu. "Eğer söyleyecek başka bir şeyiniz kalmadıysa çıkabilirsiniz zira ilgilenmem gereken daha mühim işlerim var," dedi Devrim ve Paul'a arkasını dönüp masasına doğru yürüdü.

Fakat daha sadece birkaç adım atmışken Paul "Kardeşiniz adına çok üzüldüm," dedi, eşzamanlı olarak Devrim durdu. "Gerçekten suçsuz muydu acaba?" diye sordu Paul yine alay edici bir tavırla, kaşlarımı çattım. Neyden bahsediyordu? Devrim'in kardeşi hakkında ne biliyor olabilirdi ki?

Ben bu düşünceler arasındayken Devrim, Paul'a döndü yeniden. "Anladığım kadarıyla epey bir araştırma yapmışsınız hakkımda," dedi, hâlâ soğuk kanlılığını korumaya çalışıyordu.

"Kasabaya yeni gelen komutanı biraz merak ettim diyelim," dedi Paul ve Devrim'e yaklaştı. "Ve kardeşinizin başına gelenleri öğrenince gerçekten çok üzüldüm." Üzüldüm derken bile gözleriyle gülüyor ve alay etmeye devam ediyordu.

"Hiç kimse bir hain olarak ölmeyi istemez. Siz ve aileniz için de bu durumu kabullenmek zor olmuştur. Ne de olsa sizin gibi şerefli bir askerin kardeşinin ülkesine ihanet eden bir hain olması pek de alışagelmiş bir durum değil, değil mi? Ya da geldiğiniz yerde işler böyle mi yürüyor?"

Devrim, Paul'un söylediklerine rağmen hâlâ çok sakindi ve bir tepki vermiyordu. Sadece öylece durmuş ve onun gözlerinin içine bakıyordu.

"İsminiz sadece Gürkan'mış bu arada, anneniz kardeşinizin ölümünden sonra aklını yitirip sizi o zannettiği için kardeşinizin ismini de kullanmaya başlamışsınız. Hatta o kadar alışmışsınız ki bu duruma çoğu zaman kendinizi sadece Devrim olarak tanıtıyormuşsunuz," dedi Paul, duyduklarımı şaşkınlığını yaşarken de gözleri beni buldu. "Ne acıklı bir hikâye değil mi?"

"Bay Chester," dedim ve yanına yaklaştım. "Bence gitmelisiniz artık," dedim daha da ileriye gitmemesi için.

"Neden? Sohbet etmeye daha yeni başladık oysa," dedi ve gözlerini yeniden Devrim'e çevirdi.

"Kardeşiniz savaş sırasında içine düştüğü buhran yüzünden ordudan atılmış ve ordudan ayrılacağı gün bir Türk subayını öldürüp idama mahkûm edilmiş, o sırada siz de Türk Ordusunda görevdeymişsiniz ve sizi de ordudan atmışlar. Anneniz bir Puronton'lu olduğu için bizim ülkemizde de askerlik yapma hakkınız varmış ve Türk Ordusundan atılınca bizim ülkemize gelmiş, bir şekilde orduya girmişsiniz. Arkanızda güçlü biri olmalı ki bu kadar kısa zamanda sizi böyle bir konuma getirip buraya gönderebilmiş. Burası askeri müfettiş olarak ilk görev yeriniz değil mi?"

Paul Chester'ın söylediği her şey beni daha büyük bir şaşkınlığın içine atarken Devrim hâlâ çok sakindi. Bir insan biri karşısında tüm yaşadıklarını dalga geçercesine anlatırken bu kadar sakin kalamazdı, bu pek de normal bir durum değildi. Bu yüzden korkmadan edemedim, çünkü her an patlayabilir ve haklıyken kendini haksız duruma düşürebilirdi.

"Cevap vermiyorsunuz, sanırım bu konuları açarak canınızı sıktım," dedi Paul Chester ve derin bir nefes aldı. "Keşke hiç girmeseydik bu konulara değil mi?"

Devrim, daha fazla tepkisiz kalmak yerine Paul'a doğru bir adım iyice yaklaştı ona ve gözlerinin içine baktı. Fazla sakin hâli beni biraz daha endişelenirken hafifçe yana kıvrılan dudaklarını fark ettim.

"Muhbirinizi değiştirmelisiniz," dedi alay edercesine. "Verdiği bilgilerin çoğu yanlış, zira olaylar daha da ilginizi çekecek şekilde ilerlemişti," derken öfkelendiği belliydi ama buna rağmen yanlış hiçbir şey yapmıyor, söylemiyordu.

"Benden size küçük bir tavsiye, beni gerçekten alt etmek istiyorsanız araştırmaya devam edin." Afalladım, neden böyle bir şey söylemişti şimdi? İnsan birine vurması gereken noktayı gösterir miydi hiç? Acaba onu yanıltmaya mı çalışıyordu? Ama hiç öyle bir hâli de yok gibiydi. Bu adamı anlamak gerçekten güçtü.

"Her şeyi öğrendiğinde elindeki sonuç ne olacak biliyor musun?" diye sordu Devrim yine alaycı bir tavırla.

"Ne olacak?" diye sordu Paul da...

Devrim onun gözlerinin içine bakarken "Senin aksine, hikâyemin şerefsizi ben değilim. Araştırmaya devam ettiğinde elindeki tek şey; bu bilgi olacak."

O kadar soğuk kanlı görünürken ondan böyle bir hakaret beklemediğimden şaşkınca kalırken Paul Chester'ın gözlerinden çıkan alevi görmemek mümkün değildi. Belki de hayatında ilk defa biri gözlerinin içine bakarak hakaret etmişti ona. İşte bu, ona hayatının en büyük hatalarından birini yaptırdı ve Devrim'e daha da yaklaşıp yüzünün ortasına kafasını geçirdi.

Korkuyla ağzımdan küçük bir çığlık kaçarken Devrim bir adım geriye sendeledi ve eşzamanlı olarak yere birkaç damla kan düştü. O hafifçe başını önüne eğip burnundan akan kanla ilgilenmeye çalışırken "Ne yaptınız siz?" diye sordum Paul Chester'a. Ne yaptığını daha yeni fark ediyor gibi afallamıştı.

Gözlerimi ondan çekip Devrim'e baktığımda dudağının bir kısmının hafifçe yana kıvrıldığını fark ettim. Neden gülümsüyor şimdi diye düşünürken odanın kapısı açıldı ve Hakim, Dilsiz ile birlikte Binbaşı odaya girdi.

"Ne oluyor burada?" diye soran Binbaşı olurken Devrim'e yaklaştım ve günlerce önce bana verdiği mendili cebimden çıkarıp ona uzattım. "Bunu kullanın lütfen."

Gözünün ucuyla baktı bana, birkaç saniyelik bakışın ardından "Sağ ol," diyerek mendili aldı ve burnundaki kanı onunla temizledi.

"Böyle bir şeyi nasıl yaparsınız?" diye sordu Binbaşı, Paul'a... Paul, bu soruya rağmen sessiz kalırken Hâkim ona yaklaştı.

"Bu yaptığınız suç," dedi ve kapıya doğru baktı. "Buraya bakın," diye seslendi, içeriye birkaç asker girdiğimde ise yeniden Paul'a baktı. "Paul Chester, görev başındaki bir askere saygısızlıktan ve darp etmekten tutuklusunuz, askeri mahkemede yargılanacaksınız," dedi ve yeniden askerlere baktı. "Zindana atın."

Askerler anında aldıkları emri yerine getirip Paul'a yaklaştı, kollarından tuttular. Paul ise başına gelenleri kabullenmişçesine tek kelime dahi etmeden iki askerle birlikte odadan çıktı ve gitti. Binbaşı da hemen onun peşinden gitmişti.

Kapı kapanıp da geriye sadece üçümüz kaldığımızda Devrim'e biraz daha yaklaşıp "İyi misiniz?" diye sordum.

"İyiyim," dedi sadece ve hâlâ kanamaya devam eden burnunu bir kez daha sildi.

O esnada Hâkim "Sadece öfkelendirecektin onu, neden vurmasına izin verdin?" diye sordu, afalladım. Bilerek mi yapmışlardı bunu?

"O zaman nasıl tutuklayacaktın?" diye sordu Devrim masasının önündeki sandalyelerden birine otururken.

"Ben anlamadım," diye araya girdim. "Her şey oyun muydu?"

Devrim'in gözleri beni buldu. "O kadar şeye susmamdan anlaman gerekiyordu," dedi ve başını geriye yasladı, gözlerini kapattı.

"Ne kadarını öğrenmiş?" diye sordu Hâkim bu kez de, ne yani Devrim hakkında anlattıklarını öğrenmesi de mi oyundu?

Devrim gözlerini açmaya gerek duymadan "İzin verdiğim kadarını," dedi ve onun da oyun olduğunu anladım ama sanırım oyun olsa da Paul'un söyledikleri gerçekti. Çünkü bu oyun için bile olsa hayatı hakkında bir şeyler öğrenmesine izin vermişti.

Ben bu düşünceler arasındayken Devrim yine gözlerini açmadan "Paul Chester'ın tutuklandığını duyurun herkese, o kızın bunu duyduktan sonra buraya gelmesi bir saat bile sürmeyecek," diye devam etti sözlerine kendinden emin bir tavırla.

"Nasıl bu kadar eminsiniz?" diye sordum.

Bana cevap vermek için gözlerini açtı, gözlerime baktı. "Senin sayende," dedi ve ekledi. "Daha doğrusu getirdiğin günlükler sayesinde."

"Ne yazıyordu o günlüklerde?" diye sordum merakla.

"Neredeyse her sayfada Paul Chester'a olan aşkından ve o aşkın karşılıksız olmadığından bahsetmişti."

Şaşkınca kalakaldım. "Ne?"

"Ben senin kadar şaşırmadım, belliydi böyle bir şey çıkacağı," dedi ve Hâkim'e baktı. "Haberi yayarken Paul Chester'ın, sevgilisi Mary Jones'ın suçunu üstelendiği için tutuklandığını yaymayı unutma," dedi.

"Ama bu doğru değil ki," dedim.

"Bunu sadece biz biliyoruz," dedi ve gözlerini kapatıp "Şu bahsettiğin zehirli diller işimize yarasın biraz," diye ekledi keyifle.

Resmen Paul Chester'ı yapmadığı hâlde sevdiği kadın için fedakârlık yapmış gibi gösterecek, Mary'nin suçlu hissetmesine neden olacak ve bu yüzden her şeyi düzeltmek için buraya gelecekti. Bu... Bu çok akıllıcaydı.

"Gidip şu haberi duyarayım o zaman," dedi Hâkim ve odadan ayrıldı.

O giderken Devrim yeniden gözlerini açtı ve bana bakarak "Otursana," dedi karşısındaki sandalyeyi göstererek. Bunu söylemesini bekliyormuşçasına karşısındaki sandalyeye oturduğumda yeniden gözlerini kapatmıştı.

O andan sonra sabırla beklemeye başladık. O, bir saniye bile olsun pozisyonunu bozmaz ve gözlerini açmazken aradan yarım saatten fazla zaman geçmiş, Hâkim yanında Dilsiz ile geri dönmüştü. Dilsiz her zamanki gibi bir köşede sessizce durup sabırla beklerken Hâkim volta atmaya başlamıştı bile. Ben ise kollarımı göğsümün altında toplamış, sabırla bir şeyler olmasını bekliyordum.

Bu şekilde neredeyse iki saat, hatta belki de daha fazla zaman geçirdik. Bu süre içinde kimse tek kelime etmedi, tek kelime etmeyi geçtim Devrim çoğu zaman hareket bile etmemiş ve sadece öylece durmuştu.

Ta ki odanın kapısına birkaç defa vurulana kadar.

Kalbim, hızla atarken "Gel," diye seslenen Hâkim olmuştu ve içeriye her zamanki asker girmişti.

"Komutanım, genç bir kadın geldi. İsminin Mary Jones olduğunu ve sizi görmek istediğini söyledi." Duyduğum şeyle heyecanla ayağa kalktım, gelmiş miydi gerçekten? Her şey ortaya çıkacak mıydı? Başarmış mıydık?

Gözlerimi Devrim'e çevirdim. Bu sözler sonunda gözlerini açmasına neden olmuş ve gözlerini ağır ağır kapıdaki askere çevirip "Gelsin," demiş, asker odadan çıkınca ise ağır hareketlerle ayağa kalkmıştı. Ellerini arkasında birleştirip gözlerini kısarken ise bakışlarını diğerleri gibi kapıya odaklamıştı.

Kapının yeniden açılma sesiyle ben de gözlerimi ondan çekip kapıya baktım ve günler sonra karşımda onu gördüm, Mary Jones'ı... Fakat hiç de beklediğim gibi görünmüyordu şu an. Bu yüzden şaşkınca baktım ona, bambaşka biri gibi olmuştu. Üzerinde pahalı olduğu uzaktan bile belli olan bir elbise vardı. Yüzü, eskisinin aksine parlıyordu. Gözlerindeki o masum ifade kaybolmuştu ya da belki hiçbir zaman var olmamıştı... Başı her zaman önde olurdu ama şimdi dimdik durmuş, kendinden emin görünüyordu.

"Merhaba," dedi yumuşacık sesiyle, sanki ses tonu bile değişmiş gibiydi. "Ben Mary Jones," derken arkasından gayet şık giyinmiş bir beyefendi girdi içeriye. Onun kim olduğunu düşünürken Mary'nin ahşap zeminde ses bırakan topuklu ayakkabılarının sesini duydum, yeniden ona baktım ve bize yaklaştığını gördüm. "Sanırım beni arıyorsunuz," derken alay edici bir tavrı vardı.

Nasıl olur da tanıdığım o kadın bu kadar değişir anlayamazken gözünün ucuyla bana küçümseyici bir bakış attı ve yeniden Devrim'e baktı. Dudakları yana kıvrılırken "Devrim Gürkan Karel, değil mi?" diye sorarken ismi telaffuz etmekte zorlanmıştı. "Ya da sadece Gürkan Karel mi demeliyim?" dedi ve güldü.

Gözlerimi Devrim'e çevirdim, Mary'nin alay ediyor olmasıyla ilgileniyor gibi bir hâli yoktu. Aksine keyfi gayet yerindeydi ve bunu belli etmekten pek de çekinmiyordu.

"Buraya geldiğim zaman sizinle görüşmem söylenmişti," dedi Mary.

"Kim tarafından?" diye sordu Devrim anında.

Mary'nin yüzündeki gülümseme büyürken "Albay Richard Brave tarafından," dedi Mary, eşzamanlı olarak Hakim'in göz bebeklerinin irileştiğini, Dilsiz'in bile duyduğu şeye şaşırdığını fark ettim. Bahsettikleri adamın güçlü biri olduğundan emin olmam için bu tavırlar yeterli olurken Devrim'in pek de bir tepki vermediğini fark ettim. Ya onun için önemsiz bir durumdu ya da öyle davranmaya çalışıyordu.

Onu bu tavrı ise Mary'nin çok da umurunda olmazken "Albay Brave bu emri de bizzat benimle gönderdi," dedi ve elini arkaya uzattı, arkasındaki adamdan kahverengi ve üzeri mühürlü bir zarf aldı. Sonra da o zarfı Devrim'e uzattı. "Buyurun."

Devrim rahat tavırlarla zarfı ondan alırken "Bu ne?" diye sordu.

"Albay Brave, Paul Chester'ın derhal serbest bırakılmasını ve benim hakkımdaki idam kararının gün bitmeden kaldırılmasını emretti. Açıp okuyabilirsiniz," dedi Mary kibirli bir tavırla ve "Bir de," deyip yeniden elini arkaya uzattı. Aynı adam ona yine aynı renkteki mühürlü bir zarf verdi, Mary de zarfı aldı ve onu da Devrim'e uzattı. "Bu da sizin için."

Devrim, sessizce o zarfı da alırken Mary; buradaki herkes için her şeyi bitirecek o son cümlesini de kurdu.

"Komutan Devrim Gürkan Karel, kasabayı derhal terk etmeniz ve bir sonraki emre kadar şehirdeki kışladan asla ayrılmamanız emredildi."

Bölüm Sonu!

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum <3

Railway Kasabası'nın en kilit bölümlerinden birini okudunuz resmen :)

Paul'un Devrim hakkında anlattıkları için ne düşünüyorsunuz? Sizce ne kadarı doğru?

Mary Jones'ın ortaya çıkmasını bekliyor muydunuz?

Devrim kasabadan gitmek zorunda kalacak mı dersiniz?

Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın♡

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%