Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6.BÖLÜM "GÜNAHKÂR KADININ KEHANETİ"

@gizzemasllan

Merhaba ♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡

Keyifli okumalar!

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Teya Dora - Džanum

6. BÖLÜM "GÜNAHKÂR KADININ KEHANETİ"

Tüm umutlarımı kaybetmiş, her şey bitmeden sonlanmış gibi hissediyordum ve bu his, kalbimi daha önce hiçbir şeyin acıtmadığı kadar acıtıyordu. Çünkü ne kendime verdiğim sözleri tutabilmiştim ne de Stella'ya... Her şey yarım kalmıştı ve son zamanlarda bu kasabada güvendiğim tek kişi artık gitmek zorundaydı. Sanırım canımı en çok da bu yakıyordu.

Bu hüzün, gözlerimin dolmasına neden olurken kimse bunu fark etmesin isteyip başımı önüme eğdim ve kendimce saklandım. Böyle olmamalıydı hiçbir şey, böyle bitmemeliydi. Her şeyin sonu elbette olurdu ama haklıyken o sonda kaybeden taraf olmak, ağır geliyordu.

"Bir an önce bu kasabayı terk edeceksiniz!" dedi Mary bu kez öfkeyle. Nasıl birine dönüşmüştü böyle? Nasıl olurda bir insan bu kadar değişebilirdi? Ya da hep böyle biriydi de ben mi fark etmemiştim? Sanırım son ihtimal daha güçlüydü. Ne de olsa son zamanlarda etrafımda olup biten hiçbir şeyi fark etmemiştim.

"Bayan Jones," dedi Devrim, hâlâ sakindi. Bir insan haksız yere bunları yaşarken nasıl olur da bu kadar sakin kalabilirdi ki? "Bu belgeleri Albay Bravne'den bizzat mı aldınız?" diye sordu.

Başımı kaldırıp ona baktığımda kendisi için gelen zarfı açtığını ve içindeki kâğıdı dikkatle incelediğini gördüm.

"Elbette," dedi Mary bir an bile olsun tereddüt etmeden ve devam etti. "Yanına gittim, durumu anlattım ve bizzat kendisi tarafından teslim aldım," dediğinde Devrim kâğıttan gözlerini çekti ve ona baktı.

"Emin misiniz?" diye sordu bu kez de, neden şimdi böyle davranıyordu ki?

"Eminim," dedi Mary yine tereddüt etmeden.

"Hmm," dedi Devrim uzata uzata ve elindeki kâğıdı katlayıp masasının üzerine bıraktı. Rahat tavırları beni daha da büyük bir meraka düşürürken dikkatle izledim onu. Elindeki diğer kâğıdı ve zarfları da bıraktıktan sonra yeniden Mary'e döndü. "Sanırım önümüzde iki yol var," dedi.

Mary güldü. "Hayır, sadece tek bir yolunuz var. Şimdi size verilen emirleri yerine getirecek ve sonra bu kasabadan ayrılacaksınız," dedi.

Devrim sabırla derin bir nefes aldı. "Bayan Jones," dedi yine de sakince ve devam etti. "Buradan gitmeyecek ve sanırım birazdan sizi birçok suçtan dolayı tutuklamak zorunda kalacağım," dedi.

Mary kaşlarını çatarken sessiz kalmayı tercih etmişti. Ben ise neler olduğunu anlamaya çalışıyordum sadece. Devrim, elindeki emre rağmen nasıl böyle konuşabiliyordu diye düşünürken beni çok bekletmeden soruma cevap olacak o cümleyi kurdu.

"Bu emri siz veren Albay Bravne olamaz, zira kendisi bu sabah kalp rahatsızlığından dolayı vefat etti," dediği an şaşkınca kalakaldım, o ise devam etti. "Sanırım haber size ulaşmamıştı, yoksa şu sahte emri düzenlerken onun yerine bir başkasının adını kullanırdınız değil mi? Ben onunla haberleşene kadar da serbest kalan Paul Chester ile kayıplara karışırdınız," dedi.

"Beni böyle şeylerle itham edemezsiniz!" diye çıkıştı Mary telaşla.

Devrim ona doğru bir adım attı. "Bayan Jones, bence çırpınmayın daha fazla. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki bu sabah vefat eden biriyle birkaç saat önce görüşmüş ve bizzat ondan bu emri almış olamazsınız!" dedi.

"Ben," dedi Mary ama Devrim, devam etmesine izin vermedi.

"Doğruyu söyleyin Bayan Jones," dedi.

"Ben zaten doğruyu söylü..." Devrim, Mary'nin yine devam etmesine izin vermedi.

"Doğruyu söylemediğiniz takdirde ağzınızdan çıkan her cümle cezanızı katlıyor," dedi, Mary bu kez tek kelime etmedi. "Sizi dinliyorum," dedi Devrim de bu kez.

Mary, arkasındaki adama baktı. Adam her kimse o bile telaşlanmış gibiydi.

"İtiraf etmeniz için üç saniyeniz var," dedi bu kez de Devrim ve ellerini arkasında birleştirdi. "İki," diye saymaya devam etti Devrim ve hemen ardından "Bir," dedi.

Eşzamanlı olarak Mary öfkeyle "Beni idama mahkûm edeceğiniz bir suç işlemedim ben!" diye bağırdı.

"Konumuz bu değil Bayan Jones," dedi Devrim, söylenenlere o kadar hızlı karşılık veriyordu ki karşısındakine hiçbir şekilde düşünmeye zaman bırakmıyordu.

"Tamam," dedi Mary yine bağırarak, geldiği ilk an var olan güveninin çoktan kaybetmiş gibi görünüyordu. "Albay Bravne'den almadım emri."

"Sadece ondan değil, hiç kimseden almadınız. Çünkü bizzat hazırladınız ya da birine hazırlattınız ve bir şekilde Albay'ın imzasını taklit ettiniz."

"Ben sadece..." Devrim, yine devam etmesine izin vermedi.

"Açıklama beklemiyorum, neden yaptığınızla şimdilik ilgilenmiyorum. Sadece itiraf edin."

"Doğru," dedi Mary bu kez de, Devrim anında arkasına döndü ve masanın üzerinde duran günlüklerden birini alıp Mary'e uzattı.

"Peki bu size mi ait?" diye sordu.

Mary defteri gördüğünde yaşadığı şaşkınlığı gizleyemezken "Siz bunu nereden buldu..." dedi ve yine sözü kesildi.

"Sadece cevap!" dedi Devrim.

"Benim," dedi Mary yine, eşzamanlı olarak Devrim Hâkim'e döndü.

"İtirafı aldın, suçu sabit, gerekeni yap," dedi, her şey o kadar hızlı ilerlemişti ki neye uğradığımı şaşırmıştım.

"Bayan Jones, sahte bir askeri belge oluşturmaktan ve bir askerin ölüm emrini vermekten tutuklusunuz," dedi Hâkim.

Mary'nin gözleri irileşti. "Ne ölüm emri? Ne diyorsunuz siz?"

Devrim, "Az önce fark etmeden onu da itiraf ettiniz," dedi, Mary'nin şaşkınlığı artarken Hâkim cebinden o günkü notu çıkardı.

"Bu nottaki el yazısıyla size ait olduğunu itiraf ettiğiniz defterdeki el yazısı birebir aynı," dediğinde Mary hızlı hızlı nefesler almaya başlamıştı.

"Ben yazmadım onu, asla kabul etmiyorum bunu!" diye bağırdı Mary ve ekledi. "Görmüyor musunuz altta Brice yazıyor!" demesiyle Hâkim güçlü bir kahkaha attı.

"İşte bu!" dedi ve gülerken ekledi. "Asıl itiraf geldi."

"Ne diyorsunuz siz?" diye sordu Mary, çoğu kez olduğu gibi ne olduğunu ben de anlamamıştım. Sadece hayranlık ve büyük bir şaşkınlıkla olanları izliyordum.

"Elimdeki kâğıt bahsettiğimiz not değil, Bayan Jones," dedi Hâkim ve elindeki kâğıdı uzattı Mary'e. Mary anında kâğıdı alırken ve üzerinde yazılanları okurken büyük bir şaşkınlık içindeydi. "Birkaç saçma isim yazıyor orada, asıl kâğıt," dedi sondaki kelimeyi uzatarak ve Devrim'e baktı.

Devrim eşzamanlı olarak cebinden asıl kâğıdı çıkarıp gösterdi. Onun bu yaptığıyla Hâkim, Devrim'in elindeki kâğıdı işaret edip "O işte," dedi ve devam etti. "Kâğıdı görmeden, ne yazdığını bildiniz. Kâğıttaki el yazınızın uyuştuğu defterin de sizin olduğunu onayladınız. Yani tüm suçu fark etmeden de olsa kabullendiniz."

Mary elindeki kâğıdı öfkeyle buruştururken tek kelime bile edememişti.

"Şimdi bir kez daha yineliyorum; Bayan Jones, sahte bir askeri belge oluşturmaktan ve bir askerin ölüm emrini vermekten tutuklusunuz," deyip kapıya doğru baktı Hâkim ve iki asker çağırdı. "Bayan Jones'ı zindana götürün," dedi, askerler aldıkları emri yerine getirirlerken Mary bağırmaya başlamıştı.

"Bırakın, bırakın beni dedim! Suçsuzum ben! Hiçbir şey yapmadım!" Yüksek sesi yüzünden yüzümü buruşturdum.

Askerler tam onu odadan çıkaracaklardı ki Devrim, "Bir dakika," dedi, durdular.

Mary anında Devrim'e döndü. "Daha ne istiyorsunuz?" diye bağırdı öfkeyle, iki asker hâlâ kolundan tutuyorlardı onu.

Meraklı gözlerimi Devrim'e çevirdim. Arkamızdaki masaya yaslanırken ellerini cebine soktu, gözlerini Mary'e dikti ve alay ettiğini açıkça belli edecek bir tavırla "İsterseniz Albay Brave'e haber verebilirsiniz, eminim ki elinden geleni yapacaktır sizin için," dedi.

Duyduğum şey benim bile dudaklarımın şaşkınlıkla aralanmasına neden olurken Mary, "Siz, siz az önce bana onun öldüğünü söylediniz," dedi hayretler içinde.

Devrim'in gözlerinin kenarı kısılırken "Her duyduğunuz inanmayın bundan sonra," dedi alayla, keyifle gülmemek için kendimi çok zor tuttum.

"Sen," dedi Mary, resmi konuşmayı bırakmıştı. "Sen tam bir şeytansın!" diye haykırdı.

Devrim uzunca bir nefes bıraktıktan sonra "Bak işte o konuda yanına gittiğin sevgilinle aşık atamam," dedi ve askerlere baktı. "Götürün."

Askerler anında denileni yapıp da Mary bağırıp çağırdığı hâlde onu odadan çıkartırlarken Devrim'in fazlasıyla keyifle derin bir nefes aldığını fark ettim. O sırada kendisine baktığımı fark etmiş olacak ki gözlerini bana çevirdi ve göz kırparak "Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu.

"Az önce," dedim gülümserken ve ilk defa düşündüğüm bir şeyi dile getirmekten hiç çekinmeyip ekledim. "Mükemmeldiniz."

Söylediğim şey hoşuna giderken ve bunu belli ederken Hâkim, "Ben?" diye sordu.

İstemsizce gülerken ona baktım. "Siz de," dedim ve gözümün ucuyla hâlâ pencerenin önünde duran ve tüm olayı hiç müdahale etmeden izleyen Dilsiz'e baktım. Onun da keyfi gayet yerindeydi.

"Eee şimdi ne olacak?" diye sordu Hâkim merakla, ben de Devrim'e baktım.

"Sorgu falan yapma sen, ikisiyle de ben konuşurum ama şimdi değil," dedi Devrim. "Önce aşağıda biraz kalsınlar, sinirleri epey bozulsun ikisinin de. Hem onları kurtarmak için kimler gelecek onu da görelim, yavaş yavaş arkalarında kimlerin olduğu ortaya çıkacak," dedi.

"Mary Jones'ın kanıtladığımız suçları sayesinde istediğimiz kadar tutabiliriz burada ama Paul Chester için vaktimiz kısıtlı," dedi Hâkim.

Devrim başını salladı. "Biliyorum," dedi sadece ve gözlerini benim, Hâkim'in, Dilsiz'in üzerinde gezdirdikten sonra ekledi. "Acıkmadınız mı?"

Aniden gelen bu soru beni şaşırtırken "Ne?" diye sordum.

"Acıkmadınız mı?" diye yineledi sorusunu ve devam etti. "Ben çok acıktım da, hiçbir şey yemedim uyandığımdan beri," dedi, aç olması normal bir durumdu aslında ama böyle bir durumun içinde bunu söylemesi biraz garipti.

"Ne yalan söyleyeyim ben de çok acıktım," dedi Hâkim anında ve ekledi. "Yemek saati geçti ama kalmıştır illa bir şeyler, gidip yiyelim," dedi ve önden kendisi davrandı, kapıya yürüdü. Dilsiz anında peşinden giderken Devrim de onlara eşlik etti, ben ise olduğum yerde kaldım.

Hâkim ve Dilsiz odadan çıktıktan sonra Devrim de tam çıkacaktı ki durdu ve bana baktı. "Gelmiyor musun?"

Birlikte yemek yiyecek kadar kendimi onlara yakın hissetmeyip başımı olumsuz anlamda salladım. "Aç değilim." Oysa acıkmıştım, hatta açlıktan ölmek üzere bile olabilirdim ama onlarla gitsem dahi utanmaktan yemek yiyemeyeceğim için gitmemeyi tercih ettim.

"Burada mı kalacaksın peki?" diye sordu imayla.

Ancak o an onun odasında olduğumu fark edip "Özür dilerim," dedim ve yanına gittim, ondan önce odadan çıktım. Peşimden kendisi de çıktığında "Ben ne yapayım peki? Yemekhanede çalışmaya devam mı edeyim?" diye sordum, günlerdir oraya uğradığım bile yoktu oysa ama onun yanında olunca bunun sorun olacağından hiç endişe etmemiştim.

"Sana burada yapabileceğin daha iyi bir iş bulalım biz en iyisi."

"Nasıl yani?"

"Düşüneceğim, bulurum yakında elbet bir şey," dedi, sanki zaten aklında bir şey var gibiydi ve bu soruyu sormam da bahanesi olmuştu.

"O zamana kadar ne yapayım peki?" diye sordum, ısrarla sormamın tek nedeni buranın bir askeriye olması ve atacağım her adıma dikkat etmem gerekiyor olmasıydı. Çünkü neredeyse her yere girmek yasaktı ve yanlış bir şey yapmaktan çok korkuyordum.

Bu sorum Devrim'i uzun uzun düşündürdü, sabırla bana bir cevap vermesini beklerken dışarıdan birinin "Kaldır şunu yerden, kaldır!" diye bağırdığını duydum. Aynı şeyi Devrim de duymuş olacak ki kapıya doğru baktı, eşzamanlı olarak aynı ses "Ne duruyorsunuz, yürüyün!" diye bağırdı bu kez. Bu ikinci bağırış Devrim'in yanımdan uzaklaşmasına ve çıkışa doğru yürümesine neden olmuştu. Ben de burada böyle durmaya devam etmek istemeyip peşinden gittim.

Birlikte askeriyeden çıktığımızda bağıran adamın kim olduğunu da bağırdığı kişinin kim olduğunu da anında anlamıştım. Bunlar günahkâr kadınlardı ve o kadınlardan biri yerde yatıyordu şu an. Başında ise bir adam duruyor ve sanki kadın bayılmamış gibi kalkmasını emrediyordu. Sesini duyduğumuz adam ise ilerideydi ve kadının başında duran adama onu hemen kaldırmasını emrediyordu. Hiç kimse de olanlara engel olmuyor, tepki göstermiyordu. Çünkü bunu yapmak, yasaktı.

Gözlerim, tek sıra hâlinde dizilen ve simsiyah giydirilen kadınların üzerinde gezindi. Hepsi çok zayıftı ve hepsinin yorgunluğu gözlerine yansımıştı. Yorgunluktan ziyade çok kötü görünüyorlardı. Yüzleri, elleri yara bere içindeydi. Gözlerim dolarken onlara daha fazla bakamadım ve bakışlarımı kaçırdım.

O esnada Devrim bakışlarını bana çevirdi. "Bu kadınlar kim ve neden bu hâldeler?" diye sordu.

"Onlar günahkâr kadınlar," dedim.

Afalladı. "Günahları ne?" diye sordu merakla.

"Düzene karşı çıkmış olmaları."

Sabır dilercesine derin bir nefes aldı. "Peki günahkâr olduklarına kim karar veriyor?"

"Asıl günahkârlar ve onlara sesini çıkaramayanlar," dedim, yüzünde şok olmuş bir ifade oluştu. "Buralar böyledir Komutan Bey," dedim ve acıyla iç geçirdim. "Siz de alışsanız iyi edersiniz, yoksa düzene karşı çıkıyorsunuz diye sizin de boynunuza ipi dolamaları uzun sürmez," dedim imayla, oysa o açıkça bunu burada kendisine kimsenin yapamayacağını söylemişti. Sadece tepkisini merak etmiştim.

"Öyle demek," dedi, başımı salladım ve merakla ne yapacağını bekledim. "Kim cesaret edecekmiş buna, görelim," dedi ve meydanda ilerleyen kadınlara baktı yeniden.

O esnada az önce bağıran adam zar zor ayağa kaldırdıkları kadının yanına gitti ve yüzüne sert bir tokat indirip kadını yeniden yere düşürdü. Öfkeyle ellerimi yumruk yaparken ve elimden bir şey gelmediği için kendime kızarken Devrim benim aksime yanında durduğumuz merdivenlerden indi.

"Nereye gidiyorsunuz?" diye sordum ama dönüp bana bakmadan, cevap vermeden uzaklaştı. Telaşla ben de merdivenleri indim ama iner inmez de durdum. Neden gidiyordum ki peşinden? Adama destek vermek için gidiyor değildi, muhtemelen o da öfkelenmişti ve belki de buna bir son verecekti. Bu düşünceyle olduğum yerde kaldım ve adama yaklaşmasını izledim.

Yanına ulaşınca ne yapacak merak ederken arkamda birinin varlığını hissedip arkama döndüm ve Hâkim'i gördüm. "Ne yapıyorsun burada? Devrim nerede? Neden gelmedi peşimizden?" diye sordu.

"Orada," deyip Devrim'in gittiği yeri gösterdim ve ben de onunla o tarafa baktım. Eşzamanlı olarak Devrim'in az önceki adamın yanına ulaştığını, ulaşır ulaşmaz da yüzüne yumruğunu geçirdiğini fark ettim.

Bunu beklemediğimden korkuyla iç çekip elimi ağzıma bastırırken Hâkim koşarak yanımdan uzaklaştı. Ben ise olduğum yerde öylece kaldım ve şaşkınca olanları izledim. Devrim, yere düşen adamı kaldırıp tam bir kez daha vuracaktı ki Hâkim yetişti ve engel oldu ona. Ellerim korkudan titremeye başlarken buna benim neden olduğumu düşünmeden edemedim. Engel olabileceğim hâlde olmamıştım ama sadece adamın yanına gidecek ve durumu çözmeye çalışacak zannetmiştim. Böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti.

Devrim'in vurduğu adam bağırıp hesap sorarken Hâkim ikisini de sakinleştirmeye çalışıyordu. Fakat ikisinin de pek sakinleşmeye niyetleri yok gibiydi. Onları izlerken umarım başına bela açılmaz diye içimden geçirmeden edemedim. Ya o adama vurduğu için başı belaya girerse? Sanırım o zaman engel olabileceğim hâlde olmadığım için kendimi asla affetmezdim.

Ben bu düşünceler arasındayken Devrim, Hâkim'e öfkeyle bir şeyler söyledi ve bu tarafa geldi. Vurduğu adam arkasından "Bunun hesabını vereceksin!" diye bağırsa da Devrim dönüp ona bakmadı ve yanıma ulaştı. Fakat durmadı, rüzgâr gibi hızla geçip önünde durduğumuz merdivenleri çıktı. Ne yapacağımı bilemezken en doğrusunu onu takip etmek olduğuna karar verip ben de peşinden çıktım ve askeriyeye girdim. Girer girmez de onu bir başka askerle konuşurken gördüm.

"Yanına on asker daha al, meydana git. Hâkim orada, ne yapılacağını söyleyecek," dedi.

"Emredersiniz komutanım!" diye bağırdı asker, Devrim ona başka bir şey demeden yanından ayrıldı ve bu kez de gidip odasına girdi. Kapıyı öyle büyük bir öfkeyle çarpmıştı ki bu kez peşinden gitmeye cesaret edemedim ve olduğum yerde kaldım. Fakat az sonra öylece durmam yanımdan geçip giden askerler tarafından garip karşılanınca sessiz adımlarla sakin bir köşeye gittim ve kimse tarafından fark edilmemeyi umut ederek durmaya devam ettim. Zaten yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu.

Burada böyle ne kadar duracağımı bilemezken iki askerin arasında içeriye giren adamı fark ettim. Devrim'in vurduğu adamdı bu ve hâlâ burnu kanıyordu. Askerler onu çekiştirerek aşağıya doğru götürürlerken diğer adam da aynı şekilde iki asker tarafından getirildi ve aşağıya götürüldü. Hemen arkalarından önlerinde ilerleyen Hâkim'i ve iki askeri takip eden o kadınlar girdiler içeriye bir bir. Hepsi içeriye girdiklerinde peşlerindeki diğer askerler de girmişlerdi.

"Hanımları doğrudan yemekhaneye götürün ve oturttun, sakın başlarından ayrılmayın, ben birazdan geleceğim," dedi Hâkim, askerler onun dediklerini yapıp da kadınları götürürken de onunla göz göze geldik. Beni fark edince hızlıca yanıma geldi.

"Neler oluyor?" diye sordu, sanki biraz endişeli gibiydi.

"Bilmiyorum," dedim.

Kaşlarımı çattım. "Nasıl bilmiyorsun? Devrim neden saldırdı o adama?"

"Adam kadınlardan birine vurunca öfkelendi."

Anladım dercesine başını salladı. "Bu kadınlar kim peki? Neden hepsi aynı giyinmiş ve niye bu kadar kötü bir hâldeler?"

Aynı soruları dakikalar önce Devrim'den de duyduğumu düşünürken "Günahkâr kadınlar denilir onlara," dedim, Hâkim anlamadığını belli edecek bir tavırla bakarken de devam ettim. "Serbest bırakılacak kadar küçük suçları olmayan ama idam edilecek kadar da büyük bir suç işlemeyen kadınlar onlar." Hâkim tepki veremeyecek kadar çok şaşırırken devam ettim. "Hayatları boyunca bu duruma mahkûm edilirler, çoğu bir süre sonra ölmek ister ama buna bile izin vermezler. Kasaba için çalıştırılırlar, pek de insancıl olmayacak koşullarda."

Hâkim derin bir nefes aldı. "Peki bu sistemi kim kurdu?" diye sordu.

"Bilmiyorum," dedim, tek kaşını kaldırdı. "Gerçekten bilmiyorum ama her şey sekiz yıl kadar önce ilk defa bir kadının suç işlemesiyle başladı. Askerlerden birine hakaret etmiş sanırım. Suçu çok büyük olmadığı için idam etmediler ama cezasız da bırakmak istemediler, başkalarına ibret olsun diye her şeyini elinden aldıktan sonra onu zengin bir adamın yanına gönderip hayatının sonuna kadar karşılıksız hizmet etmeye mahkûm ettiler. Sonra bir gün duyduk ki dayanamamış, intihar etmiş. Bir başka kadın buna isyan etti ve aynı şeyler onun da başına geldi. Sonra annesi onu kurtarmak istedi, onun da başına geldi. Zamanla o kadınların sayısı o kadar arttı ki yanına gönderecekleri zengin bulamamaya başladılar. Bu sefer de kasabanın işleriyle ilgilenen bu adamların yanına gönderdiler. Her türlü işte çalıştırıldılar. Aslında sayıları daha fazlaydı ama çoğu dayanamadı ve vefat ettiler. Herkes başına gelecekleri bildiğinden kimse suç da işlemiyor artık ve geriye az önceki kadınlar kaldı işte," dedim ve bildiğim her şeyi anlattım ona.

Hâkim beni büyük bir dikkatle dinledikten sonra yüzünde korkunç bir ifade oluşmuş ve tek kelime dahi edememişti.

"İyi misiniz?" diye sordum fazla tepkisiz kalınca.

"Bayan Pride," dedi hafifçe gülerek. "Benimle dalga geçmiyorsunuz değil mi?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır."

"Bu çok korkunç bir şey," dedi anında, bu kez tek kelime edemeyen ben oldum. "Nasıl olur da bu kadar yıl herkes sustu bu duruma?"

"Herkes sustu demedim," dedim, kaşlarını çattı. "Susmayan çok oldu ama hepsi öldüler, geri kalanlar da susmak zorunda kaldılar."

"Gel benimle," dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı yanımdan, koşar adımlarla takip ettim onu.

Az sonra Devrim'in odasına girdiğimizde onu odanın ortasında bir sağa bir sola giderken gördüm, ellerini arkasında birleştirmiş, başını önüne eğmiş, öfkeli bir tavırla yürüyor ve sakinleşmeye çalışıyordu.

"Bilmen gereken şeyler var," dedi Hâkim.

Ancak o zaman durdu ve bize baktı. "Yine ne oldu?" diye sordu öfkeyle, bize neden sinirliydi ki şimdi?

"Bayan Pride'ın sana anlatacakları var," dedi Hâkim ve bana baktı. "Bana anlattıklarını ona da anlat."

"Ben," dedim, Hâkim devam etmeme izin vermedi.

"Korkmana gerek yok," dedi.

"Korkacağı bir şey mi var?" diye sordu Devrim anında.

"Hayır sadece," dedim ve nasıl devam edeceğimi bilemeyip sustum.

"Sadece ne?" diye sordu Devrim.

"Bayan Pride," diye araya girdi Hâkim. "Lütfen anlatın."

Gözlerimi Devrim'e çevirdim ve meraklı bakışlarıyla karşılaştım. Bu yüzden daha fazla dayanamayıp az önce anlattıklarımı bir bir ona da anlattım. Sonuna kadar beni dinledikten sonra gözlerini Hâkim'e çevirip "Kâbus mu görüyorum ben?" diye sordu.

"Keşke olsaydı ama değil," dedi Hâkim de, bizim artık alışık olduğumu bu duruma beklediğimden de daha büyük tepki vermişlerdi.

Devrim ellerini yüzüne bastırıp gözlerini ovalarken "Delireceğim ben burada," dedi ve dişlerini sıka sıka ekledi. "Gerçekten delireceğim artık."

"Bir şeyler yapmak lazım," dedi Hâkim.

"Kadınları şifahaneye götürün, hepsi bir bir muayene olsunlar ve üzerlerine doğru düzgün giyecek bir şeyler temin edin. Birkaç gün kalsınlar orada sonra hepsiyle bir bir konuşacağız. Muhtemelen hepsi aynı şeyi anlatacaklar. Elimizde ifadeler olursa bir şeyler yapabiliriz," dedi ve bana baktı. "İşte o zaman asıl günahkârlar cezalarını çekecekler, hem de susmak zorunda bıraktıkları insanların karşısında," dedi, bu konuda bir yorum yapmamayı tercih edip sessiz kaldım.

"Ben ilgileneyim o zaman kadınlarla," dedi ve Hâkim odadan ayrıldı.

O giderken gözlerini bana çevirdi. "Sen de onunla git, yardımcı ol," dedi ve arkasını döndü, masasına doğru yürüdü. Bunu yaparken titreyen ellerini fark etmemek mümkün değildi. Gitmemi söylediği hâlde gidemeyip onu izlerken yerine oturdu. o kadar öfkeli görünüyordu ki bu öfkesinin bana karşı olmadığını bildiğim hâlde ona iyi olup olamadığını soramadım ve yalnız kalmak istediğini düşünüp odadan çıkmak için kapıyı açtım. Tam çıkacaktım ki Devrim'in "Eğer görürsen Dilsiz'i buraya göndersene," dediğini duydum.

"Peki," dedim sadece ve odadan ayrıldım. Kapıyı çekerken gözlerini kapattığını ve derin nefesler aldığını fark ettim. Neden bu hâle geldiğini anlayamazken ilerideki Dilsiz'i gördüm. Diğerlerinin aksine onunla konuşmak, ona bir şeyler söylemek beni huzursuz ediyordu. Çünkü soğuk kanlı bir görünümü vardı ve bu çok ürkütücüydü. Buna rağmen ağır adımlarla yanına gittim. Beni fark edince ellerini arkasında birleştirdi ve yanına ulaşmamı bekledi. Ulaşıp da karşısında durduğumda ise gözlerini gözlerime odakladı.

"Şey," dedim, sesimin çok kısık çıktığını fark edip kendimi toparladım ve daha düzgün bir tavırla "Komutan sizi çağırıyor," diye devam ettim sözlerime, kaşlarını çattı. "Bir şeye sinirlendi ve şu an pek iyi görünmüyor," dediğim an hızla yanımdan ayrıldı. Arkasından şaşkınca bakarken Devrim'in odasına ulaştı ve içeriye girdi, girer girmez de kapıyı telaşla kapattı.

"Ne oluyor ya?" diye sordum istemsizce, neden bu kadar garip davranmaya başlamışlardı? Kendi sorduğum bu soruya cevap veremezken daha fazla burada durmak istemeyip yemekhaneye gittim. Kadınları oturtmuş, yemek bile ikram etmişlerdi ve şu an hepsi büyük bir açlıkla yemeklerini yiyorlardı. Onların bu hâli gözlerimin dolmasına neden olurken yanımdan geçen iki askerin konuşmasına şahit oldum.

"Daha önce onlarca yerde görev yaptım ama bu kadar korkunç bir olaya şahit olmamıştım," dedi hüzünle, istemsizce ona baktığımda acıyla kadınlara baktığını gördüm.

"Bu kasaba korkunç bir yer," dedi yanındaki diğer asker de ve uzaklaştılar yanımdan.

Bu konuşma istemsizce düşündürdü beni. Neden herkes olanları bu kadar yadırgıyordu? Neden onların bu kadar büyük tepkiler verdiği olaylar artık bize normal gelmeye başlamıştı? Garip olan onlar mıydı yoksa biz miydik? Buralar eskiden nasıldı bilmiyorum ama doğduğum günden beri burada her şey böyle ilerliyordu ve biz bu ilerleyişe o kadar alışmıştık ki başkalarının çok büyük tepkiler verdiği olaylar artık bize sıradan gelmeye başlamıştı. Hatta onların verdiği o büyük tepkileri bile yadırgar olmuştuk. Yaşadıklarımızın doğru olup olmadığını hiçbir zaman düşünmemiştik ki... Bu zamana kadar bu kasabada bunu düşünene tek bir kişiye bile rastlamamıştım. Çünkü bize öğretilen doğru buydu ne de olsa ve bunu reddetmek varken kabul etmek daha kolay gelmişti her zaman. Kabul etmeyenler de işte karşımda duran ve ölmek üzere olan kadınlardı.

Haksız yere idam edilen erkekleri düşünmek dahi istemiyordum...

Haksız yere olduğunu, işlerin başka yerlerde başka şekilde ilerlediğini öğrenelim de çok olmuyordu aslında ve zaten bu kasabaya olan nefretim de bunları öğrendikten sonra başlamıştı. Sanırım hiçbir zaman da burayı bir daha asla sevemeyecektim. Çünkü yaşanabilecek hayatlarımızı almışlardı elimizden ve kendilerinin istedikleri gibi yaşatmışlardı bizi. Çaresizliği öğretmiş, hatta o çaresizliği normalmiş gibi kabullenmemizi sağlamışlardı. Bunu yapan kimdi, biz kimin bize sunduğu bu iğrenç hayatı yaşıyorduk bilmiyorum ama artık bunun son bulması gerekiyordu ve ben bunun mümkün olup olmadığını dahi bilmiyordum. Şimdilik bildiğim tek şey, bugün en çok duyduğum şeydi; bu kasaba gerçekten de korkunç bir yerdi ve ben artık buradan gideceğim için kendimi mutlu hissetmeye başlamıştım. Bu, henüz sevmeyi başaramadığım bir adamla olacak evliliğim sayesinde olsa bile...

Yemeklerini yiyen kadınları izlerken gözümden akan bir damla yaşa engel olamadım ve sonra hızla onu silip saklamaya çalıştım. O sırada Hâkim'in "Hepsi mahvolmuş durumda," dediğini duyup arkamı döndüm ve onu gördüm.

"Öyle," diyebildim sadece.

"Devrim nerede?" diye sordu.

"Odasındaydı en son, beni de buraya yardımcı olmam için gönderdi. Yapabileceğim bir şey var mı?" diye sordum.

Başını olumsuz anlamda salladı. "Şimdilik hayır."

"O zaman ben şey," dedim söylemek istediğim şeyden emin olamasam da ve utangaç bir tavırla gözlerine baktım. Ya yanlış anlarsa diye düşünmeden edemiyordum.

"Sen ne?" diye sordu merakla.

"Eğer izniniz olursa komutana yemek götürebilir miyim?" diye sordum.

Bu söylediğimin onu şaşırttığını fark ederken aynı zamanda dudağının bir kısmı da hafifçe yana kıvrılmış ama soruma cevap vermek yerine sessiz kalmayı tercih etmişti.

"Acıktım demişti ya hani? Sonra bu olaylar olunca bir şey yiyemedi, ben yanından çıkarken de pek iyi görünmüyordu. Yani yanlış anlamayın ben sadece kötü olduğunu görünce belki acıktığı içindir diye düşündüm ve..." Devam etmeme izin vermeyip araya girdi.

"Açıklama yapmana gerek yok," dedi benim aksime rahat bir tavırla ve ekledi. "Ayrıca yanlış anlaşılacak bir şey de yok."

"Götürebilirim o zaman," dedim.

Muzip bir tavırla tebessüm ederken "Elbette," dedi.

Dayanamadım ve "Neden öyle gülümsediniz?" diye sordum.

Bunu beklemiyor olacak ki afalladı ve eşzamanlı olarak hızla kendini toparlayıp "Kadınlar," dedi ve gülerek ekledi. "Kurtuldular ya artık, ondan mutluyum."

Anladım dercesine başımı salladım. "Ben gideyim o zaman."

"Ben de kalan işlerle ilgileneyim," dedi ve hızla ayrıldı yanımdan, giderken ağzını içinden bir şeyler de söylemişti ama anlamamıştım onu. Anlamak için de çabalamadım ve mutfağa girdim. Fakat girer girmez durdum ve düşündüm. Ya o beni yanlış anlarsa? Ya böyle bir şey yapmamı farklı yorumlarsa?

"Neyi yanlış anlayacak ki?" diye sordum kendi kendime ama o sorunun cevabını kendime dahi vermeye korktum. Bu korku, olduğum yerde kalmama ve hareket bile edememe neden olurken aslında bu yaptığımın mantıksız olduğunun farkındaydım. İnsan hiç birine yemek götürdü diye yanlış anlaşılır mıydı? Anlaşılmazdı değil mi?

Böyle düşünüp bu düşüncenin de doğru olduğuna kendimi ikna ettikten hemen sonra kadınların yemesi için hazırlanan yemeklerden tabaklara aldım ve bir tepsinin içine yerleştirip mutfaktan çıktım. Yemekhane tarafına geçtiğimde kadınların yemeklerinin bittiğini, Hâkim'in yanlarında oturduğunu ve onlara sorular sorduğunu gördüm. Umarım kendilerini kurtaracak şeyler anlatırlar diye içimden geçirip yemekhaneden de çıktım.

Askerlerin eğitim saati olduğu ve neredeyse hepsi bahçede oldukları için kimseler yoktu etrafta. İşte bu yüzden bu kez garip bakışlara maruz kalmadan Devrim'in odasına ulaştım ve odanın önünde nöbet tutarcasına bekleyen bir askerle karşılaştım.

"Bir şey mi istemiştiniz?" diye sordu.

"Şey," dedim neden burada olduğunu anlamaya çalışırken ve devam ettim. "Yemek gönderdiler de onu getirdim," deyip minik bir yalan söyledim.

"Geri götürün," dedi asker anında.

"Neden?"

"İçeriye kimseyi alamam."

"Bir şey mi oldu ki?" diye sordum endişeyle.

"Bilmiyorum ama içeriye kimseyi alamam, yemekhaneye dönün lütfen."

Ne olduğunu fazlasıyla merak etsem de gireceğim diye ısrar edemeyeceğim için başımı salladım ve "Peki," deyip geriye doğru bir adım attım. Tam uzaklaşacaktım ki Binbaşı Hardy bir anda yanımda belirdi ama şu an o kadar öfkeli görünüyordu ki sanırım yanında olduğumu bile fark etmemişti.

Bu yüzden de doğrudan askere bakarak "Komutan Karel içeride mi?" diye sordu.

"İçeride komutanım," dedi asker anında ve devam etti. "Ama üzgünüm kimseyi içeriye alamam."

Binbaşı Hardy'nin öfkesi daha da arttı. "Ne demek bu?" diye çıkıştı öfkeyle. "Sen karşında kim olduğunun farkında değil misin?" diye de bağırdı, ben bile korkup bir adım geri gittim.

"Affedin komutanım ama emri bizzat Komutan Karel'den aldım. Hiç kimseyi içeriye almamamı emretti," dedi, asker konuşurken Dilsiz, hemen ardından da Hâkim gelmişti.

Hâkim gelir gelmez "Ne oluyor?" diye sordu.

Binbaşı, "Bir an önce komutan Karel ile görüşmem lazım ama askerlere odaya kimsenin girmemesi konusunda emir verilmiş!" dedi öfkeyle.

"Demek ki öyle olması gerekiyormuş," dedi Hâkim.

"Siz kimsiniz?" diye bağırdı bir kez daha öfkeyle, onu bu hâle getiren şeyin ne olduğunu merak etmiştim. "Sizin karşınızda Binbaşı var, hangi cüretle böyle konuşursunuz!" diye bağırmaya devam etti ve o bağırırken düşündüğüm tek şey; tüm bu gürültüye rağmen Devrim'in neden dışarıya çıkmadığıydı. Duymaması gibi bir şey söz konusu değildi, odasının hemen önündeydik.

"Sözlerinize dikkat edin ve bir an önce sakinleşin," dedi Hâkim de, onu ilk defa bu kadar sinirli görüyordum.

"Bakın," dedi Binbaşı ve Hâkim'e doğru bir adım attı. "Komutan Karel'in görev yetkisi dolayısıyla şu an benden daha yüksek bir rütbede olabilir, bu yüzden ondan emir alıyor olabilirim ama siz sadece onun yanında gelen bir hâkimsiniz. Geldiğiniz günden beri karşınızda bir asker, bir Binbaşı olduğunun farkında değilsiniz. Eğer biraz daha bana bu şekilde saygısızlık yapmaya devam ederseniz size bunu hatırlatmak zorunda kalacağım!" dedi ve Dilsiz'e bakıp devam etti.

"Özellikle de siz!" dedi dişlerini sıkarak. "Henüz burada ne için bulunduğunuz, kim olduğunuz bile belli değilken kimseye saygısızlık yapamazsınız!"

"Binbaşı Hardy!" diye çıkıştı Hâkim, Binbaşı'nın söylediği o kadar şeye rağmen pek de korkusu yok gibiydi. "Kimsenin size de diğer askerlere de saygısızlık yaptığı yok! Ben karşımdakinin binbaşı olduğunu unutmuyorum, hatta bazen buna hayret de ediyorum," dedi biraz alaycı bir üslupla ve devam etti. "Ama siz unutuyorsunuz ve eğer biraz daha böyle davranmaya devam ederseniz görevimi yapmak zorunda kalacağım."

Binbaşı güldü ama öyle keyifle falan değil, sinirle güldü. "Siz görevinizin yetkilerini sonuna kadar kullansanız dahi bana zarar verecek bir şey yapamazsınız!" dedi.

Hâkim uzunca bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştı ve tek kelime etmedi.

"Şimdi başka önemli bir işim olduğu için onunla ilgilenmek zorundayım, umarım işlerimi bitirene kadar Komutan Karel'in inzivası da bitmiş olur. Yoksa bir komutanın, askeriye içerisindeki bu tarz bir davranışını rapor etmekten hiç çekinmem," dedi ve ayrıldı yanımızdan.

Arkasından bakarken "Gerçekten bir şey yapabilir mi?" diye sordum.

Hâkim, "Hiçbir şey yapamaz," dedi ve başka bir şey demeden yanımızdan ayrıldı. Geriye kapıda nöbet tutan asker, ben ve Dilsiz kaldığımızda ben de elimde yemek dolu tepsiyle burada daha fazla kalmak istemeyip gitmek istedim. Fakat daha bunu yapamadan Dilsiz ile göz göze geldim ve elimdeki tepsiyi gösterip soru sorarcasına göz kırptı.

Ne sormak istediğini hemen anlayıp "Ben komutana yemek getirmiştim ama götürüyorum hemen geri," dedim ve yanından ayrılmak için bir adım attım, eşzamanlı olarak elimdeki tepsiyi bir anda aldı. Şaşkınca olduğum yerde kalırken tekrar gözlerime baktı ve küçük bir çocuğa teşekkür ediyormuş gibi omzuma dokundu, birkaç defa hafifçe vurdu ve sonrasında yanımdan ayrılıp odasına doğru gitti. Muhtemelen yemeği kendisi yiyecekti.

İlk defa onu kendime yakın hissedip tebessüm ederken odasına girdi. Ben de son kez önünde askerin beklediği odaya bakıp derin bir iç çektim ve yemekhaneye döndüm. Yemekhanenin kapısında duran Hâkim'i gördüğümde ben de gidip yanında durdum.

"İyi misiniz?"

Bu soruyla gözleri beni buldu. "Evet," derken siniri çoktan geçmiş gibiydi.

Bundan cesaret alıp "Komutan iyi mi?" diye sordum.

Tıpkı dakikalar önce olduğu gibi yine yüzünde muzip bir ifade oluşurken "Neden sordun?" diye sordu.

Omuz silktim. "Merak ettim," dedim açıkça ve ekledim. "En son gördüğümde kötüydü de ondan, insani bir merak yani."

Dudağının bir kısmı hafifçe yana kıvrılırken "Merak etme, çok iyi. Yorulmuştur muhtemelen, günlerdir doğru düzgün uyumadı bile. Biraz dinlensin, geçer," dedi.

Anladım dercesine başımı sallayıp sessiz kaldım.

"İstersen sen gidebilirsin artık," dedi ve omuz silkti. "Yapılacak bir şey yok burada."

Bakışlarımı kaçırdım, normalde koşa koşa eve giderdim bu cümleden sonra ama bunu yapmak istemedim ve kalmak için kendimce bir bahane aradım ama bulamadım da. Bu yüzden de çaresizce "Peki," demek zorunda kaldım.

Hâkim, aldığı bu cevapla yanımdan ayrılırken ben de yemekhaneden ayrılmak zorunda kaldım ve askeriyenin çıkışına doğru yürüdüm. Tam dışarıya çıkacakken de durdum ve Devrim'in odasına doğru baktım. Hâlâ kapısının önünde bir asker vardı ve hâlâ dışarıya çıkmamıştı. Umarım iyidir diye içimden geçirip askeriyeden çıktım, evime döndüm.

Bahçeden girdiğim an dedemin telaşla evden çıktığını fark ettim. Yüzündeki endişeli ifade beni korkuturken arkasından da Kâhya çıktı, hızla yanlarına gittim.

"Ne oluyor? Kötü bir şey mi oldu?" diye sordum endişeyle.

Dedemin bakışları anında beni buldu. "Valencia," dedi heyecanla. "Doğru ya sen bilirsin."

"Neyi?" diye sordum.

"Bayan Pride," dedi Kâhya en az dedem kadar büyük bir endişeyle ve devam etti. "Bay Chester tutuklanmış diyorlar, doğru mu?" diye sordu, dertlerinin ne olduğunu anlamış oldum.

Başımı sallayıp "Evet doğru, gördüm ben de," dedim.

Kâhya daha da endişelenirken dedem "Peki neden, ne yaptı da tutukladılar onu?" diye sordu.

"Komutana saldırdı," dedim.

İkisinin de gözleri irileşti, şaşkınca kaldılar karşımda.

"Ne?" diye bağırarak ilk tepkiyi veren Kâhya oldu. "Bay Chester asla böyle bir şey yapmaz!" dedi kendinden emin bir tavırla. "İftira atıyorlar ona!"

"İftira değil," dedim anında, birinin onu savunmasına tahammül edemiyordum. "Kendi gözlerimle gördüm, Komutan'a yumruk attı."

Bu sözlerim onları bir kez daha şaşırtırken dedem "Neden böyle bir şey yaptı?" diye sordu.

"Orası daha kötü işte," dedim, endişeleri daha da artarken olanlar beni de üzmüş gibi görünüp devam ettim konuşmama. "Kayıp Mary Jones hakkında isyancı olduğu gerekçesiyle idam kararı çıkmış bu sabah, Paul Chester da bu yüzden askeriyeye geldi," dedim.

"Bay Chester'ın o kadınla ne ilgisi olabilir ki? Neden böyle bir şey yapsın? Hem onun suçunu üstlenmişler diyorlar, doğru mu?" diye sordu, Hâkim yalan haberi bayağı iyi yaymıştı demek ki...

"O kadarını bilmiyorum," dedim yanlış bir şeyler söylemekten korktuğum için ve devam ettim. "Askeriyeye geldi, Mary Jones hakkında bir şeyler öğrenmek istedi. Yakını olmadığı için bilgi alamadı, sinirlendi ve komutana saldırdı. Bu yüzden de tutuklandı," deyip olayı kısaca özet geçtikten sonra diğer kısmı da anlatmakta sorun görmeyip devam etti. "Sonra Mary Jones ortaya çıktı, o da askeriyeye geldi. O da Bay Chester'ı kurtarmak için bir albayın ismini kullanarak Paul Chester'ın serbest bırakılması için sahte bir emir getirdi, sahte olduğu anlaşılınca o da tutuklandı," dedim ve üzgün görünmeye devam ettim. Oysa tüm bunların yaşanmasından fazlasıyla keyif almıştım. O ikisi şu an hak ettikleri yerdeydiler.

"Sanırım Brice Chester'a haber versem iyi olacak," dedi Kâhya söylediklerimin ardından ve telaşla ayrıldı yanımızdan.

"Ben de bir askeriyeye gidip..." diyen dedemin devam etmesine izin vermeyip araya girdim.

"Bence gitmemelisin, orası bugün yeterince karışık ve herkes çok sinirli," dedim, dedem olduğu yerde kalırken de "Sen de başına bela alma bence," diye ekledim.

Sözlerim etkili olmuş olacak ki "Brice Chester dönene kadar bekleyelim o zaman," dedi ve eve girdi, ben de hemen peşinden girdim. Sanırım Brice yarın döndüğünde bir olay da o zaman çıkacaktı ama bu artık, pek de umurumda değildi. Kardeşini kolay kolay oradan kurtaramazdı, hatta umarım hiçbir zaman kurtaramazdı. Bir delil olmasa da o bir katildi, gözlerimle görmüştüm bunu ve ait olduğu yer orasıydı. O kızın cansız hâli hâlâ aklımdaydı. Sahi ne olmuştu ona? kim çıkmıştı o kız? Bay Milers kim olduğunu söyleyebilmiş miydi acaba? Sormak hiç aklıma gelmemişti ki... Yarın gittiğim zaman bunu mutlaka sormalıydım.

***


Kollarımı göğsümün altında toplamış, pencereden dışarıya bakıyordum. Yağmur, o kadar şiddetli yağıyordu ki birkaç metre ileriyi görmek dahi zordu. Bu yüzden de yine tüm kasaba çamur içindeydi ve etrafta kimseler yoktu. Hava böyle olduğu zamanlarda genelde kimse evinden çıkmaz, çoğu işe dahi gitmezdi ama benim evden çıkmam gerekiyordu. Çıkmalı ve askeriyeye gitmeliydim bir an önce. Askeriye zaten çok yakındı buraya ama bu yağmurda sadece birkaç saniye kalsam bile sırılsıklam olurdum. Bu yüzden de dakikalardır biraz olsun dinmesini bekliyordum ama sanki ben bekledikçe daha da hızlanıyordu ve giderek vakit geçiyor, geç kalıyordum.

"Valencia." Babaannemin sesiyle arkamı döndüm ve yatak odasından çıktığını gördüm, yeni uyanmış ve hemen yataktan çıkmış olacak ki gözleri hâlâ uykuluydu.

"Günaydın babaanne," dedim neşeyle.

Yanıma gelirken o da "Günaydın kızım," dedi ve yanımda durduğunda "Neden gitmedin hâlâ?" diye sordu.

"Yağmur çok yağıyor, biraz yavaşlamasını bekliyorum."

Dışarıya bakınıp gözlerini yeniden bana çevirdi. "Pek yavaşlayacak gibi durmuyor." Aslında haklıydı, zaten dakikalardır bekliyordum ama daha da hızlanıyordu.

"O zaman ben artık çıkayım," dedim, gitmek istedim ama babaannem önümde durup engel oldu. "Bir şey mi oldu?"

"Bana anlatmak istediğin bir şey var mı?" diye sordu, neden böyle bir soru geldi anlayamazken "Son günlerde bir şeyler oluyor ve bize anlatmıyor gibisin," diye ekledi.

"Bir şey olmuyor ki," dedim anında.

"Emin misin?"

"Eminim babaanne," derken yalan söylediğim için kendimi kötü hissetmeye başlamıştım.

"Valencia," dedi babaannem gayet bir tavırla. "Bana karşı dürüst ol lütfen. Brice Chester ile evlenmek istemiyor musun yoksa?"

Telaşla "Bu da nerede çıktı?" diye sordum.

"Son zamanlarda öyle davranmaya başladın çünkü," dedi anında. "Mutlu olmadığını fark ediyorum ve sanki evlilik konusunda bir şeylerin ilerlemesi seni rahatsız ediyor."

Gözlerimi kaçırdım, gözlerine bakamadım. Söylediklerini ne kabul edebildim ne de inkâr edebildim ve kendimi mutsuz hissettiğimi ona söylemek istedim ama bunu da yapamadım. Çünkü bunu bilirse o da mutsuz olacaktı ve elinden hiçbir şey gelmedikçe belki de kendini suçlamaya başlayacaktı.

"Valencia," dedi bir kez daha, yeniden gözlerim onu buldu. "Bir şey söylemeyecek misin?"

Ellerini tuttum. "Benim için endişelenme babaanne," dedim tebessüm ederken. "Ben mutluyum, sadece her şeyin bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum o kadar. Nişanlanırken her şeyin daha uzun süreceğini düşünmüştüm ama sadece birkaç ay içinde evlilik kararı alındı, hatta o tarih yaklaştı bile," dedim.

"Bu kadar çabuk olmasını kabul etmek zorunda değildin," dedi ve ekledi. "Bay Chester ile deden duymadan konuşabilirdin. O anlayışlı bir adam, bu durumu anlayacaktır. Hâlâ konuşmak için fırsatın var, eğer erken olduğunu düşünüyorsan o tarih yaklaşmadan konuş onunla."

Başımı salladım. "Düşüneceğim bunu," dedim ve dışarıya baktım, yağmur daha da hızlanmıştı. "Artık gitsem iyi olacak."

"Bu kadar bekledin, bir şeyler yeseydin bari."

"Daha fazla geç kalmayayım," dedim ve yanağından öptüm onu. "Seni çok seviyorum."

Gülümsedi. "Ben de seni çok seviyorum."

Ben de ona gülümsedikten sonra daha fazla vakit kaybetmeyip evden ayrıldım. Yeterince hızlı koşmalıyım ki çok fazla ıslanmayayım diye içimden geçirip derin bir nefes aldıktan sonra çatının altından çıktım ve askeriyeye doğru koşmaya başladım.

Fakat çok fazla ilerleyemeden birinin "Valencia!" diye seslenmesi yağmurun sesini bile bastırdı, durmak ve arkama dönmek zorunda kaldım. Seslenen kişinin Bayan Jones olduğunu görünce ise yağmuru da ıslanmayı da boş verdim ve hızlıca yanına gittim. Islandığı için yüzüme yapışan saçlarımı çekip onun gözlerinin içine baktım. Kim bilir ne kadardır dışarıda olacak ki sırılsıklam olmuştu.

Yüzüme düşen yağmur damlaları yüzünden gözlerimi kıstım ve kendimi ona duyurmak için yüksek bir ses tonuyla "Bayan Jones, ne yapıyorsunuz bu hâlde burada?" diye sordum.

"Mary," dedi çaresizce ve gözyaşları yağmur damlalarına karıştı. "Mary'i idam edecekler."

"Bayan Jones..." Devam etmeme izin vermedi.

"O gün evime getirdiğin adamlar yaptı bunu!" diye bağırdı.

"Hayır bakın..." Yine devam edemedim, yine araya girdi.

"Kızımı kurtarmak için elinden geleni yapacağını söylemiştin ama onun idama mahkûm olmasına neden oldun!" diye bağırdı, şu an ne dersem diyeyim beni anlamayacak, hatta dinlemeyecek durumdaydı.

Bu yüzden de ilgisini çekebilecek tek şeyi söyleyip "Mary bulundu," dedim, şaşkınca kalakaldı karşımda. "Dün kendi isteğiyle kasabaya döndü."

"Ne?" diye sorarken bağırmıştı.

Şiddetlenen yağmur yüzünden artık iç çamaşırlarıma kadar ıslandığımı hissetsem de o yağmurun altında durup onunla konuşmaya devam ettim. "Ama işlediği suç yüzünden..." Ve yine sözümü kesti, yine devam etmeme izin vermedi.

"Benim kızım suçlu değil!" diye bağırdı öfkeyle.

Daha fazla dayanamadım ve ben de "Bayan Jones!" diye bağırdım artık kendine gelmesi için. "Düne kadar ben de böyle düşünüyordum ama kızınız gerçekten suçlu, dün neler olduğunu kendi gözlerimle gördüm!" dedim.

Kaşları çatılırken "Sendin," dedi şaşkınlıkla ve bir adım geri gitti. "Kızıma iftira atan sen oldun!"

"Bayan Jones bakın..." Yine sözümü kesti ve bu artık benim de sinirlenmeme neden olmaya başlamıştı.

"Kim olduğunu dün öğrendim, sen de idama mahkûm edilmiştin ama yalanla dolanla kurtarmışlar seni!" dedi ve yeniden yaklaştı bana. "Şimdi herkes bunun haksızlık olduğundan bahsediyor, herkes hak ettiğini bulmanı istiyor ve sen bunu herkese unutturmak için benim kızımı kullandın. Ona iftira attın, herkesin onunla meşgul olmasını sağladın!"

"Neler söylüyorsunuz böyle?" dedim şaşkınca. "Ben hiçbir şey yapmadım!"

"Bu yüzden mi herkes bir isyancı olduğundan bahsediyor? Eğer bir Chester ile nişanlı olmasaydın asla kurtaramazdın kendini!" Ondan korkup bir adım geri gittim, gözü dönmüş gibiydi. Aslında kızının öleceğini düşünen her anne gibiydi şu an. Anlamadığım tek şey neden beni suçladığıydı. Beni suçlaması gerektiğini ona ne düşündürmüştü ya da kim böyle düşünmesini sağlamıştı? Artık her şeyden öyle çok şüphe ediyordum ki bunun bile altında bir şey arar olmuştum.

"Askeriyeye gidin Bayan Jones, orada size her şeyi anlatacaklardır," dedim ve bir adım daha geri gittim.

O esnada biri "Valencia!" diye seslendi, bu sesin sahibini hemen tanıyıp arkama baktım ve onu gördüm. İleride durmuş, tıpkı bizim gibi o da sırılsıklam olmuştu. Yanıma gelmek yerine uzaktan "İyi misin?" diye sordu.

Başımı sallayarak Devrim'e sessiz bir cevap verdikten sonra yeniden Bayan Jones'a döndüm. "Komutanla konuşmalısınız, o size gerçekleri..." dememle arkasındaki elini çıkarması bir oldu. Elindeki kocama taşı fark ederken ve onun elinde ne işi olduğunu anlamaya çalışırken elini havaya kaldırdı. Eşzamanlı olarak ne yapacağını anladım ve anında kendimi korumaya almaya çalıştım ama maalesef ki ben daha bunu yapamadan taşı fırlattı.

Kocaman taşın başıma çarpmasıyla gözlerimin önünün kararması ve dengemi kaybedip yere düşmem bir oldu. Yerde acıyla inlerken Devrim'in, "Valencia!" diye bağırdığını duydum.

"Her şey senin yüzünden oldu! Sen de cezanı çekeceksin!" diye bağırdı Bayan Jones ve yağmur sesine ayak sesleri karıştı, koşarak uzaklaştı yanımdan.

O giderken Devrim yanıma ulaştı ve yanıma çöktü, başımı yerden kalmama yardımcı oldu. Bunu yapmasıyla birlikte başımdan akan kanın hepsi yüzüme geldi, kendi kanımın sıcaklığını hissettim ve canımın acısından değil de korkudan ağlamaya başladım.

Devrim, yağmur suyu yardımıyla yüzümdeki kanı temizlemeye çalışırken kirpiklerinden bile su damlıyordu. Islak saçları alnına yapışmış, tıpkı benim vücudumun titrediği gibi onun da elleri soğuktan titriyordu.

Kendimi sakinleştirmem gerektiğini bildiğim hâlde bu konuda başarılı olamayıp içimden geldiği gibi ağlarken beni kollarının arasına aldı ve kalkmama yardımcı oldu. O an tam meydanın ortasında olduğumuzu ve birkaç meraklı gözün bizi izlediğini fark ettim. Bu yüzden de düştüğüm durum yüzünden daha çok utanıp daha çok ağlamaya başladım.

Devrim'in yardımıyla askeriyeye ulaştığımızda ağlamam biraz olsun dinmişti ama yüzümdeki sıcaklığın kan olduğunu düşündükçe yeniden ağlamaya başlayasım geliyordu. Fakat bu kez kendime engel olabilmiştim.

Askeriyeye girdikten sonra onun odasına hangi ara ulaştık fark etmemiştim bile ve odasına girer girmez hemen arkadaki diğer odaya götürmüştü beni, yanan sobanın arkasına oturtmuş ve omuzlarıma bir battaniye bırakmıştı. Sonrasında da sobaya biraz daha odun atıp sobanın daha da güçlü yanmasını sağlamış ve yeniden yanıma dönmüştü.

Nereden aldığını fark etmediğim bir ben parçası elindeyken o da benim gibi yere, halının üstüne, oturdu ve bu kez benden izin almaya gerek duymadan başımdan akan kanı silmeye çalıştı. Bunu yaparken de "Kimdi o kadın, neden sana böyle bir şey yaptı?" diye sordu.

Cevap vermek yerine sessiz kalırken gözümden bir damla gözyaşı aktı ve yanağımdan süzüldü. O esnada Devrim sanki kendisi de aynı şeyi yapmamış gibi "Hem bu yağmurun altında durulur mu iç? Sırılsıklam olmuşsun," dedi, bu durumda olmamıza rağmen dudağımın bir kısmı hafifçe yana kıvrıldı. "Ne o, neden gülümsedin öyle?"

"Kendiniz ne hâlde olduğunuzun farkında değil gibisiniz," dediğimde başını önüne eğdi ve kendine baktı. Üzerinde yine askeri üniforması vardı, sırılsıklam olmuştu. Hatta o kadar ıslaktı ki üniforma vücuduna yapışmış, tüm vücut hatları meydana çıkmıştı. İşte bu yüzden ona dikkatle bakmamaya, yanlış anlaşılmamaya özen gösteriyordu.

Devrim, ne ima ettiğimi anlamış olacak ki başını kaldırıp yeniden bana baktı. "Benimle sen bir misin?" diye sordu ve işini bitirmiş olacak ki elini başımdan çekti. "Ben askerim, bir şey olmaz bana," deyip başıma doğru baktı ve yeniden gözlerini gözlerime çevirdi. "Bu böyle olmayacak," dedi ve ayağa kalktı.

Yatağına gitti, yere diz çöküp bir kutu çıkardı. Merakla ona bakarken çok titrediğimi fark edip sobaya biraz daha yaklaştım. Devrim, o kutuyu aldıktan sonra yanıma geldi.

"Güzelce sarmamız lazım başını," dedi.

"Siz mi saracaksınız?" diye sordum.

"Korkma, elimden gelir," dedi ve kutu çıkardı. Umarım acıtacak bir şey yapmaz diye içimden geçirirken çıkardığı sargıya bir şeyler döktü. Döktüğü şey neydi bilmiyorum ama çok kötü kokuyordu. Bu yüzden yüzümü buruştururken bana döndü ve yaklaştı, sargıyı dikkatlice başıma sardı.

"Çok mu kötü ki yara?" diye sordum.

"Küçük bir kırık sadece ama kanaması zor duracak gibi, o zamana kadar kan seni rahatsız etmesin diye sarıyorum. Bu sargı kanı tutacaktır," diye açıkladı, bu açıklama beni rahatlatırken sargıyı başımın etrafında çevirip sarmaya devam etti.

Kendimi bu şekilde hayal edince tuhaf görüneceğimi düşünürken şakacı bir tavırla "Saçlarıma dikkat edin ama, sonra çirkin görünmeyeyim," dedim.

Dizlerinin üzerine kalktığından, başımı sardığı için başımı da kaldıramadığımdan görebildiğim tek şey dudaklarıydı ve bu söylediğimle de dudağının bir kısmı yana kıvrıldı. Hoşuna gittiğini anlamak zor olmazken hiç beklemediğim bir şey duydum ondan. "Hiçbir sargı seni çirkin gösteremez."

Duyduğum bu şey afallamama, kalbimin hızla çatmasına neden olurken "Ne?" diye sordum.

İşini bitirmiş olacak ki ellerini çekti, kendi de geri çekildi. İşte ancak o an yüzünü görebilirken yutkunup "Güzelliğin sağlığından daha önemli değil demek istedim," dedi ve nedenini anlayamadığım bir telaşla ayağa kalktı.

"Öyle tabii," diyebildim bir tek ve utançla başımı önüme eğdim. Yanaklarım kızarmamıştır değil mi? Umarım kızarmamıştır.

"Böyle gezemezsin tüm gün, hasta olursun," dedi ıslak kıyafetlerimi kastederek ve ekledi. "Bu yağmurda da eve dönmen doğru olmaz, sargı ıslanırsa başın daha çok kanayabilir." Sanki bir şey söylemeye çalışıyor de söyleyemiyor, bu yüzden de bunları söylüyor gibi hissediyordum. Bu yüzden hiçbir şey demeyip onun devam etmesini bekledim.

Biraz düşünür gibi yaptıktan sonra parmağını şıklatıp işaret parmağını bana doğrulttu ve "Buldum," dedi, tavırları bana çok samimi gelirken tebessüm ederek izledim onu. "Dünkü kadınlar için giyecek bir şeyler getirilmişti, vardır elbet daha bir şeyler, ben bir bakayım," dedi ve kapıya doğru yürüdü.

"Bu şekilde mi gideceksiniz?" diye sordum arkasından.

Durdu ve kendine baktı, üniformasının sırılsıklam olduğunu bir kez daha gördü. Sanki her seferinde aklından çıkıyor gibiydi. Bu da çok dalgın olduğu anlamına geliyordu ve ben onun bu böyle olmasına neden olabilecek ne olduğunu merak ediyordum.

"Hallederim ben," dedi ve başka bir şey dememi beklemeden odadan ayrıldı. Arkasından sessizce gülerken sobaya biraz daha yaklaştım, ellerimi de sobaya doğru tuttum ve ısınmaya çalıştım. Başımda öyle büyütülecek bir ağrı yoktu ama çok sızlıyordu ve soğuk oldukça o sızlama artıyordu. Birkaç gün üşümemeye dikkat etsem iyi olacaktı.

Sobanın sıcaklığı biraz olsun ısınmam için yeterli olurken Bayan Jones'ı düşündüm. Böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. Acaba kızının gerçek yüzünü görse, neler yaptığını bilse yine de böyle davranır mıydı? Sanırım bu sorumun cevabını bana zaman verecekti ve o zaman geldiğinde hâlâ bu kasabada olur muydum işte onu bilmiyorum.

Bu düşünce bana derin bir iç çektirirken birinin "Komutan Karel!" diye bağırdığını duydum, çok uzaktan gelen bu sesin sahibinin Brice olduğunu anlamam zor olmazken telaşla ayağa kalktım. Bu kadar çabuk dönmüş müydü? Beni bu odada, özellikle de bu hâlde görmese çok iyi olacaktı. Bu yüzden telaşla ayağa kalktım, omzumdaki battaniyeyi bırakmadan kapının arkasına saklandım. Kalbim korkuyla hızla çarpmaya başlarken kulağımı kapıya yasladım ve dışarıyı dinledim. Tam o an odanın kapısının açıldığını duydum, sanırım biri içeriye girmişti.

"Nerede bu adam?" Bu, yine Brice'in sesiydi. Korkuyla gözlerimi yumdum ve bu odaya girmemesini umut ettim.

Hâkim'in "Bay Chester!" diye bağırdığını duyduğum an ise rahat bir nefes aldım, o asla Brice'in buraya girmesine izin vermezdi. "Ne yaptığınızı zannediyorsunuz siz? Burası öyle her kafanıza estiğinde girip çıkabileceğiniz, bağırabileceğiniz bir yer değil!" diye çıktı Brice'e.

"Kardeşimin neden tutuklandığını bilmek istiyorum!" dedi Brice de, şu an yüzünü göremesem de öfkeli olduğunu ses tonundan anlayabiliyordum.

"Kardeşiniz," diye konuya girdi Hâkim ama Brice onun devam etmesine izin vermemişti.

"Sizden değil, Komutan Karel'den öğrenmek istiyorum! Ne o yoksa yine mi kimseyle görüşmüyor?" diye sordu Brice, Binbaşı her şeyi anlatmış olsa gerek ona.

"Gördüğünüz gibi odasında değil," diye gayet sakin bir cevap verdi Hâkim ona.

"O zaman gelsin hemen, bekliyorum burada!" dedi Brice, dudaklarımı ısırdım. Burada yakalanırsam bu durumu asla ona açıklayamazdım ve her şey çıkmaza girerdi. Aslında açıklanacak bir durumda yoktu ortada ama bunu bile ona anlatamazdım.

"Oturun, ben diğer odaya bakayım." Hâkim'in söylediği şeyle gözlerim bir kez daha irileşti. Diğer oda derken burayı kastetmemiştir değil mi? N'olur burayı kastetmemiş olsun diye içimden geçirirken kulağımın yaslı olduğu kapının aniden açılmasıyla kapı, başıma çarptı ve "Ah!" diye inleyip sonra da ses yaptığımı fark edip hızla elimi ağzıma bastırdım.

"O ne be?" diye soran Hâkim'in de başını eğip beni görmesi ve görmesiyle gözlerinin yerinden çıkacakmış gibi irileşmesi bir olmuştu. Telaşla elimi ağzımdan çekip işaret parmağımı dudaklarıma bastırdım ve sessiz olmasını işaret edip yalvaran gözlerle gözlerine baktım.

Ne istediğimi anlamış olacak ki az öncekinden daha sessiz ama bir o kadar da telaşlı bir ses tonuyla "Senin burada ne işin var?" diye sordu.

"Şey, ben iyi değildim de," diye fısıldadım, başka ne desem bilemedim.

Hâkim tamamen odaya girdi, kapıyı da kapattı ve tıpkı az önceki gibi sessizce "Bu hâlin de ne, denize mi düştün?" diye sordu bu durumda bile alay edici bir tavırla.

"Sabah sabah denizde ne işim var? Görmüyor musunuz yağan yağmuru? Islandım," dedim ben de, hâlâ kalbim hızla çarpıyor ve yakalanmaktan korkuyordum.

"Eee kafana n'oldu o zaman?" diye sordu bu kez de.

"Kırıldı," dedim çok normal bir şeymiş gibi.

Şok olmuşçasına "Devrim kafanı mı kırdı?" diye sordu.

Şaşkınca "Devrim Bey neden benim kafamı kırsın?" diye sordum ben de.

"Ne bileyim ben? O kırmadıysa burada ne işin olsun?" diye sordu.

"Yardım ediyor çünkü bana," dedim ve şaşkınca "Hem Komutan her odasına gelenin kafasını mı kırıyor ki?" diye sordum ben de.

"Yoo o nereden çıktı?"

"Ne bileyim siz öyleymiş gibi davrandınız da."

"Ben telaştan ne yaptığımı biliyor muyum sanki?" diye sordu ve derin derin nefesler aldı, kendini sakinleştirmeye çalıştı. Bunu yaparken de "Devrim nerede?" diye sordu.

"Kıyafet almak için gitti ama dönmedi henüz."

Anladım dercesine başını salladı ve "Sahi kafanı nasıl kırdın?" diye sordu bu kez de.

"Ben kırmadım, kırdılar. Bayan Jones taş fırlattı."

Gözleri irileşti. "Bayan Jones zindan mı kaçtı?" diye sordu.

Şaşkınca "Ya o nereden çıktı?" diye sordum.

"Eee taş fırlattı dedin ya!"

"Bayan Jones derken, Mary'nin annesinden bahsettim," dedim.

"Hı, öyle desene," dedi ve bir kez daha derin bir nefes aldım. Baskı altında olduğunda fazlasıyla garip davranan bir adam oluyor diye içimden geçirirken elini ensesine attı, o sırada gözleri omzumdaki battaniyeyi buldu ve "O benim battaniyem değil mi ya?" diye sordu, afalladım. Şu an gerçekten bunu mu soruyordu bana?

Böyle düşünsem de "Bilmem ki," diye bir de cevap verdim ona.

Eşzamanlı olarak "Hey! Daha ne kadar bekleyeceğim burada!" diye bağırdı Brice, Hâkim bu bağırmayla hafifçe yerinden sıçradı.

Ben ise onun sesini duyduğum an "Onu buradan gönderin, beni burada görmesin lütfen," dedim.

Başını salladı. "Tamam tamam, korkma sen, ben halledeceğim," dedi, bu hâldeyken ona pek de güvenemedim ama halleder herhalde yine de diye içimden geçirirken bir kez daha odanın kapısının açılma sesini duydum.

"Biri geldi," deyip telaşla yeniden kulağımı kapıya yasladım.

"Sonunda sizinle karşılaşabildik!" dediğini duydum Brice'in.

"Ne konuşacaksanız birazdan!" dedi Komutan, gelenin o olduğunu anlayıp rahat bir nefes aldım.

"O kadar bekleyemem, kardeşim..." Komutan, Brice'in devam etmesine izin vermedi.

"Birazdan dedim size! Duymadınız mı?" diye bağırdı öfkeyle. Bugün neden herkes bu kadar sinirliydi?

"İnsanları kafanıza estiği gibi tutuklayamazsınız!" dedi Brice, Komutan öfkeyle birazdan demiş olduğu hâlde.

"Eğer ağzınızdan tek kelime daha çıkarsa kafama estiğimde yaptığım şey sizin de başınıza gelir, bu yüzden susun ve bekleyin!" dedi Devrim ve eşzamanlı olarak kulağımı yasladığım kapı açıldı.

Açılan kapı başıma çarptığında bir kez daha "Ah!" diye inleyip geri çekildim, aynı kapı Hâkim'e de çarpınca o da geriye doğru savrulmuştu. O kendini toparlamaya çalışırken de Devrim odaya girmişti ve şu anda anlamsız bakışları Hâkim ile benim aramda gidip geliyordu. O bunu yaparken ben de onu inceledim ve hâlâ ıslak üniformasının içinde olduğunu, elinde de temiz kıyafetler olduğunu fark ettim.

Devrim, gözlerini benden çekip Hâkim'e baktığında "Senin burada ne işin var?" diye sordu.

"Seni arıyordum," dedi Hâkim anında ve devam etti. "Sonra Valencia ile karşılaştık burada," derken gözleri Devrim'in üzerinde gezinmiş ve "Senin bu hâlin ne denize mi düştün?" diye sormuştu tıpkı az önce bana sorduğu gibi.

Devrim derin bir nefes alıp "Sabah sabah denizde ne işim var? Görmüyor musun dışarıda yağan yağmuru?" dediği an kendime engel olamadım ve güldüm, ikimiz de aynı soruya aynı cevabı vermiştik ve bu komik gelmişti bana.

"N'oldu, neye gülüyorsun?" diye sordu Devrim.

"Az önce," diye konuya girdim ama bu kez de sözümü kesen şey Brice'in bağırması oldu.

"O odaya giren neden çıkmıyor? Daha kaç saat burada beklemem gerekecek!" diye bağırdı öfkeyle.

Devrim bana bakarak "Bunun senin burada olduğundan haberi var mı?" diye sordu.

Başımı olumsuz anlamda sallayarak sessiz bir cevap vermiş oldum.

"Kimden bahsediyor o zaman?" diye sormaya devam ettiğinde Hâkim elini kaldırıp "Benden," dedi.

Devrim ona çevirdi bakışlarını. "İyi, çık o zaman dışarıya, oyala," dedi, Hâkim hemen odadan çıkarken de gözleri beni buldu. "İyi misin?"

Başımı salladım. "İyiyim."

"Tamam o zaman dön arkanı şimdi."

"Anlamadım?" dedim şaşkınca.

"Arkanı dön, üstümü değiştireceğim, ben çıktıktan sonra da sen değiştirirsin," dedi, o konuşurken dışarıdan Brice'in ve Hâkim'in de sesi geliyordu. "Hadi," dedi Devrim, acelesi olduğunu fark edip hızla ona arkamı döndüm.

Muhtemelen o üstünü değiştirmeye başlarken de "Lütfen dışarıya çıktığınızda burada olduğumu belli etmeyin," dedim.

"Öyle bir niyetim yok zaten," dedi ve sordu. "Başın ağrıyor mu?"

"Fazla değil."

Başka bir şey demedi, sabırla bekledim. Az sonra "Dönebilirsin," dediğinde yeniden ona döndüm, yine aynı ama bu kez kuru bir üniforma giydiğini gördüm. Göğsündeki yaftasını yapıştırmaya çalışırken gözleri beni buldu. "Birkaç dakikaya gönderirim, çıkarsın o zaman," dedi ve ilerideki yatağı gösterdi. "Kadınlardan kalan kıyafetlerden getirdim, ben çıkar çıkmaz üzerini değiş," dedi ve elini kapının koluna attı.

"Teşekkür ederim," dediğimde eli kapının kolunda kaldı, gözlerini bana çevirdi. "Yardım ettiğiniz için."

"Şu dışarıdakini halledeyim, konuşacağız seninle. O kadının kim olduğunu anlatacaksın, öyle birine zarar verip kaçamaz, onu da yakalayalım o zaman teşekkür edersin," dedi ve odadan çıktı. O gider gitmez hemen gidip bıraktığı kıyafetleri aldım ve yeniden kapıya yaklaştım.

Kapının arkasında durup bir yandan üzerimi değiştirirken bir yandan da dışarıyı dinledim.

"Söyleyin şimdi derdiniz ne?" diye sordu Devrim muhtemelen Brice'e.

"Kardeşimin neden tutuklandığını bilmek istiyorum!" dedi Brice ve ekledi. "O başkasının suçunu üstelenecek biri değildi!" derken bağırdı.

"Böyle bir şey olmadı zaten," dedi Devrim.

"Ne demek olmadı? Tüm kasaba onun bu yüzden tutuklandığını söylüyor!"

"Herkesin her konuştuğuna inanmak ve peşine düşmek sizde aile geleneği sanırım," dedi Devrim alaycı bir tavırla. "Buraya geldi, sakince çıkıp gitmesi gerektiği hâlde olay çıkardı ve tutuklandı," diye açıkladı hızlıca, sanırım onu bir an önce odadan göndermek istiyordu.

"Peki Mary Jones, onun bu olaylarla ne ilgisi var?" diye sordu Brice.

"Bay Chester," dedi Devrim sabrı tükenmişçesine. "Yaptığım her şeyin hesabını size vermek zorunda mıyım? Ne zaman bir şey olsa karşıma çıkıp hesap soruyorsunuz! Bu artık sinirimi bozmaya başladı."

"Biz sadece hakkımız olan bilgiyi," dedi Brice ama Devrim devam etmesine izin vermedi.

"Madem Mary Jones'ı tanıyordunuz ve bilgi almak hakkınızdı, o aranırken neredeydiniz? Bayan Jones'ın tanıdığı herkes sorgulanırken yoktunuz, oysa tüm kasabaya tanıyan herkesin askeriyeye gelmesi için emir verilmişti. Neden uymadınız bu emre?" diye sordu Devrim.

"Onu tanıdığımı iddia etmedim," dedi Brice.

"Madem tanımıyorsunuz, bilgi almaya da hakkınız yok. Kardeşinizi sordunuz, neler olduğunu öğrendiniz ve işiniz bitti, çıkabilirsiniz. Bundan sonra da buraya onu savunacak avukatı dışında hiç kimse gelmesin! İşim gücüm yok sizi avutmak, her yaptığımı açıklamakla mı uğraşacağım!" derken son cümlesinde bağırmıştı Devrim. Aslında düşününce artık böyle davranmakta haklıydı. Adam geldiği ilk günden beri bizimle uğraşıyordu. Şimdi bir düşündüm de sahiden de çok kısa zamanda çok şey yaşanmıştı ve neredeyse yaşanan her şey çok kötü şeylerdi.

Yeterince sorunum yokmuş gibi bir de böyle düşünüp kendimi üzerken odanın kapısının kapanma sesini duydum ve Brice'in gittiğini anladım. Ben de elimi çabuk tutup daha hızlı giyindim. Bir elbise değil bol bir pantolon ve kalın bir kazak getirmişti. Bir pantolon giymek kendimi garip hissetmeme neden olurken kapıya birkaç defa vuruldu.

"Çıkabilirsin," diye de seslendi Devrim, eşzamanlı olarak kapıyı açtım ve dışarıya çıktım. Hâkim de hâlâ odadaydı.

"Neyse ki üstüne olmuşlar," dedi Devrim gözlerini üzerimde gezdirirken, onun bu bakışları heyecanlanamama neden olurken Hâkim araya girdi.

"Senin başını kim sardı ya? O ne iğrenç bir sargı öyle," dedi ve gülmeye başladı.

Devrim, ellerini arkasında birleştirirken gözlerini ona çevirdi ve gözlerini kısıp imalı bakışlar attı. Gülmemek için kendimi tutup ben de gözlerimi Hâkim'e çevirdim ve sessizce cevap vermek için gözlerimle Devrim'i işaret ettim.

Hâkim, aldığı bu cevapla dudaklarını ısırırken bakışlarını ağır ağır Devrim'e çevirdi ve "O kadar da çirkin değil aslında," dedi ve devam etti. "Üzerini değiştirirken biraz dağılmış herhalde, ondan bana öyle geldi."

Dudaklarımı birbirlerini bastırıp başımı önüme eğdim ve sessizce güldüm.

"Ben çıkayım ya artık, işim gücüm var zaten daha," dedi Hâkim ve alelacele ayrıldı yanımızdan.

O giderken güldüm, bu kez gülmemi saklamadım ve gülerken "Baskı altında olduğu zaman çok komik biri oluyor," dedim.

Devrim'in bakışları anında beni buldu, güldüğümü fark edince sanki bir an afallar gibi oldu. Onun bu tavrı utanmama neden olurken yutkunduğunu fark ettim, hemen ardından da yutkundu ve elini ensesine götürürken "Baskı altındayken daha ne saçmalıklar yaptı bilmek bile istemezsin," dedi ve yalandan öksürdü, pencereye doğru yürüdü. Neden bir anda böyle garip davranmıştı ki şimdi?

"Her neyse," derken pencerenin önünde durdu ve yeniden bana döndü. "Söyle bakalım, kim yaptı bunu sana?"

Gözlerimi kaçırdım, eskiden olsaydı eğer ona o kadının üzüldüğü için yanlış düşündüğünü yaptığını söyler, hatta asla ismini vermezdim. Fakat artık bunu yapmak içimden gelmiyordu. Birileri bana zarar verirken ben onları düşünüp sessiz kalmak istemiyordum. Ben de insandım onlar gibi. Benim de canım yanıyordu ve hep en doğru, en iyi olmak zorunda değildim.

"Valencia," dedi Devrim.

Gözlerim yeniden onu buldu. "Mary'nin annesi Bayan Jones yaptı, kızının bu hâli yüzünden beni suçluyor. Ona yardım edeceğimi söylediğimi ama idama mahkûm olmasına neden olduğumu söylüyor. Bu yüzden de kendince bana zarar vermek istedi. Siz olmasaydınız eğer daha da ileriye gidecekti sanırım," dedim, derin bir nefes aldı ve sessiz kaldı. "Siz neden dışarıdaydınız?" diye sordum merakla ve hadimi aşmamış olmayı umut ederken.

"Ben mi?" diye sordu ve yalandan öksürüp "Öyle etrafa bakınmak için çıkmıştım, iyi ki de çıkmışım," dedi, o an nedensizce ondan şüphe ettim. Sanki şu an doğruyu söylemiyor gibiydi. Böyle düşünsem de bu düşünceyi dile getirmek istemeyip sessiz kaldım. "Neyse," dedi yeniden yanıma gelirken. "Hadi bugün seninle çok işimiz var, işe koyulalım."

Şaşırdım. "Benimle mi?"

Başını salladı. "Evet," dedi kapıya doğru yürürken ve kapıya ulaştığında bana döndü. "Dün geceden beri sabah olsun da buraya gel diye bekliyorum," dedi ve sanki söylediği şeyi kendisi de yeni fark ediyormuş gibi bir an için kendisi de şaşırır gibi oldu.

"Ne?" diye sordum ben de şaşkınca.

"İş açısından," dedi anında. "İşi bir an önce halledelim diye, hadi gel," dedi ve telaşla odadan çıktı.

Peşinden gitmek yerine öylece durdum ve arkasından baktım, bakarken de gülümsedim. Gülümsemeye de devam ederken onun gibi ben de ne yaptığımı sonradan fark edip "Ne yapıyorum ben ya?" diye sordum kendi kendime ve hızla toparladım kendimi. O sırada Devrim yeniden kapıda belirdi.

"Gelmeyi düşünmüyor musun?" diye sordu.

Telaşla "Geliyorum," dedim ve hızlı birkaç adımda yanına ulaştım.

Birlikte odasından ayrıldık, ne işimiz olduğunu merak ederken yemekhaneye doğru gittik. Yemekhaneden içeriye giren ilk o oldu, ben de peşinden girdiğimde şaşkınca kaldım. Günahkâr kadınların hepsi hâlâ buradaydı. Oysa çoktan hepsinin şifahaneye gitmiş olması gerekiyordu. Ne de olsa dün böyle bir karar almışlardı.

"Neden hâlâ buradalar??" diye sordum gözlerimi Devrim'e çevirirken.

"Bahsedilen şifahane o kadar büyük bir yer değilmiş ve sadece bir hekim varmış," dedi.

Başımı salladım. "Evet, öyleydi," dedim.

"Bu yüzden burada, askeri hekimler tarafından muayene edilecekler. Sonra ifadeleri alınacak ve serbest kalacaklar. İsteyenleri de şehirdeki yardıma muhtaç insanlara yardım eden kuruluşlara göndereceğiz, o zamana kadar buradalar," dedi.

"Peki beni neden getirdiniz buraya? Ne işimiz var?" diye sordum merakla.

"Bazıları bizimle konuşmuyorlar, tek kelime bile alamadık ağızlarından. Duyduğuma göre askerlere güvenmiyorlarmış, kendilerinin bu hâle gelmesine neden olanların askerler olduğunu söylüyorlarmış. Bu yüzden sen konuşacaksın onlarla. Hem asker değilsin hem de kadınsın. Bizden daha çok güvenirler sana. Yapabilirsin değil mi?"

"Elbette yapabilirim," dedim ve merakla sordum. "Peki ne sormamı istiyorsunuz onlara?"

"Hiçbir şey sormana gerek yok, sadece bize güvenmelerini ve bizimle konuşmalarını sağla, yeterli olacaktır." İşte bu benim için çok daha kolay olacaktı.

"Peki," dedim.

Gözleriyle ilerideki bir masada diğerlerinin aksine tek oturan kadını gösterdi. "Şu kadından başla, en garip davranan o. Bize yardım edebilecek biri gibi," dedi.

Başımı salladım. "Yanına gideyim o zaman," dedim, beni onayladığında da yanından ayrıldım ve kadının yanına gittim. İzin istemeden karşısına oturdum ve gözlerine baktım.

Çok zayıf, orta yaşlı bir kadındı. Hafif kırlaşmış saçları vardı. Dudakları çatlamış, yüzü yara bere içindeydi ve hâlsiz görünüyordu. Beni görünce kaşlarını çatmıştı. "Ne istiyorsun?" diye de sordu ters bir tavırla.

"Sadece sizinle konuşmak," dedim.

"Herkesin yaptığı tek şey konuşmak zaten," dedi ters bir tavırla.

"Peki siz, sizin için ne yapmalarını isterdiniz?" diye sordum.

"Bir şeyler istediğimi de nereden çıkardın?"

"Çok belli," dedim aslında emin olmasam da ama öyle bir hâli var gibiydi. "Eğer neye ihtiyacınız olduğunu söylerseniz size yardım edebilirim."

Alayla güldü. "Sen mi?" diye sordu.

"Ben değil," dedim ve gözlerimle ileride bizi izleyen Devrim'i gösterdim. "O yardım edecek size."

Gözünün ucuyla Devrim'e bakıp yeniden bana döndü. "Hayatımı mahveden şey bir askerin aldığı karar olmuştu, şimdi yeniden onlardan birine güvenmemi mi istiyorsun benden?"

"Sizi buraya getiren o oldu ama," dedim anında. "Yemek veren, düzgün kıyafetler getirten de oydu. Tedavi ettirecek olan ve sizi serbest bırakacak olan da o olacak. Bu kasabaya yeni gelen bir komutan ve sizi o hâlde görür görmez bu zamana kadar hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıp size yardım etti. Sizce de ona güvenmeli değil misiniz?" diye sordum, gözlerini bir kez daha Devrim'e çevirdi. Uzun uzun ona baktıktan sonra gözleri yeniden beni buldu ve bu kez ters bir şeyler söylemek yerine sessiz kaldı.

"Onlarla konuşmalısınız, size bunu yapanların ceza alması için her şeyi anlatmalısınız," dedim.

Derin bir nefes aldı. "Aslında bir şeyler anlatabilirim, hatta benim dışımda bunu size iç kimse anlatamaz," dedi, heyecanla gözlerim parlarken ekledi. "Ama bir şartla."

"Neymiş o?"

"Oğlumu bulacaksınız," dedi, şaşırdım. O ise devam etti. "En son on bir yıl önce gördüm onu. Hâlâ bu kasabada mı yoksa kaçtı mı ya da başına bir şey mi geldi bilmiyorum ama onu bulacaksınız bana. Eğer bunu başarırsanız ben de istediğiniz her şeyi anlatırım," dedim.

"Bunun için söz veremem size ama komutanla konuşurum," dedim ve ekledim. "Biraz daha bilgi verebilir misiniz oğlunuz hakkında?"

"Şimdilerde yirmi üç yaşında olmalı. İsmi Chris Ryan," dedi ve gözleri dolarken devam etti. "Tren yoluna giden sokağın sonunda bahçesinde elma ağacı olan bir ev vardı, orada yaşardık birlikte. Ben cezalandırıldıktan sonra ona ne oldu bilmiyorum. Hiçbir zaman öğrenemedim."

"Peki onu alabilecek bir akrabanız var mıydı?" diye sordum.

Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, ben bu kasabada doğmadım. Evlendim ve buraya geldim. Eşim idam edildi, buna isyan edince ben de cezalandırıldım. Eşimin de bir akrabası yoktu bu kasabada. Sadece anne ve babası vardı ama onlar tüm bu olaylardan çok önce vefat etmişlerdi."

Başımı salladım. "Peki," dedim, bunların hepsini gidip Devrim'e anlatmam gerekiyordu. "Tekrar geleceğim yanınıza Bayan Ryan," dedim ve ayağa kalktım hızla ama eşzamanlı olarak elimi tuttu, gitmememe izin vermedi. "Bir şey mi oldu?"

Cevap vermek yerine gözlerini elime çevirdi, elimi de hafifçe çevirdi ve avucuma baktı. Bu, yeniden yerime oturmama neden olurken uzun uzun avucuma baktıktan sonra gözlerini bana çevirdi. "Dikkatli olun," dedi.

Kaşlarımı çattım. "Neden böyle bir şey söylediniz şimdi?"

"Sadece uyardım," dedi.

Derin bir nefes aldım. "Elime neden baktınız?"

"Emin olmak için."

"Tam olarak neyden?" diye sordum doğru düzgün bir cevap almak için.

"Gözlerinde gördüğüm şeyin doğru olup olmadığından."

Bu tavırları beni huzursuz ederken bunu belli etmemeye çalışıp "Gözlerimde ne gördünüz?" diye sordum.

"Bugün hayatının değişeceğini."

Bu tek cümle tüm vücudumun kaskatı kesilmesine neden olurken "Anlayamadım?" dedim.

Kadın tam konuşacaktı ki araya başka biri girip "Onun söylediklerini umursama," dedi, gözlerimi bunu diyen kadına çevirdim. "Yıllardır böyle her konuştuğuna bir şeyler uydurur durur, daha doğru çıktığını hiç görmedik," dedi dalga geçercesine, yeniden Bayan Ryan'a baktım.

"Bir şey söyleyecektiniz," dedim, başını önüne eğdi ve tek kelime etmedi. "Bayan Ryan, devam edin lütfen," dedim ama bana bakmadı bile. "Pekâlâ, oğlunuzu bulduktan sonra devam ederiz," dedim ve ayağa kalktım vakit kaybetmemek için.

Her ne kadar söyledikleri beni etkilemiş olsa da şimdilik bunu düşünmemeye karar verip Devrim'in yanına gittim. Yanına ulaştığımda "Bu kadar çabuk mu ikna ettin?" diye sordu.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Edemedim."

Tek kaşı kalktı. "Bu kadar çabuk mu vazgeçtin?" diye sordu bu kez de.

"Vazgeçmedim," dedim ve son konuştuğumuz şey dışında diğer her şeyi ona bir bir anlattım. Konuşmam bittiğinde ve ona düşünmek için fırsat verdiğimde aklım kadının bana söylediklerine gitti ama sonra diğer kadının söylediklerini düşünüp duyduklarıma çok da takılmamaya karar verdim.

Devrim biraz düşündükten sonra "O zaman gidip bulalım oğlunu," dedi.

"Bulabilecek misiniz sizce?"

"Gidip bir çevreye sormakta fayda var," dedi ve etrafa bakındı, gözlerini yeniden bana çevirdi. "Sen şu bahsettiği evi bulabilir misin?"

Başımı salladım. "Bulurum," dedim, ne de olsa en iyi bildiğim şey bu kasabanın sokaklarıydı.

"Hadi o zaman yağmur dinmişken gidelim, havaya bakılırsa birazdan geri başlayacak."

"İkimiz mi?" diye sordum şaşkınca.

"Herkesin başka işi var, hem ne kadar az kişi bilirse durumu o kadar iyi olur. Kadının anlatacaklarından korkup çocuğu kaybetmeye çalışabilirler."

"Haklısınız," dedim.

"Hadi o zaman," dedi ve önden yürüdü, yürürken de "Gideceğimiz yer uzak mı?" diye sordu.

"Hayır, çok yakın."

"Yürüyerek gidebiliriz o zaman," dedi ve adımlarını hızlandırdı, ben de hızlanıp yanına ulaştım ve yanında yürüdüm.

Birlikte askeriyeden çıktık, her ne kadar düşünmek istemesem de aklım sürekli kadının söylediklerini giderken Devrim durumu fark etmiş olacak ki "Sen iyi misin?" diye sordu.

"İyiyim," dedim anında.

"Emin misin?"

"Evet," dedim sadece ve daha fazla sormamasını umut ettim.

Devrim, istediğim şeyi yapıp daha fazla soru sormazken onu kadının tarif ettiği o eve getirdim. Bahçesinde alma ağacı olan evin önünde durduğumuzda "Burası," dedim.

"Sen bekle burada, ben bir bakayım yaşayan birileri var mı," dedi ve evin bahçesine girdi.

O girerken ben de başımı kaldırıp gökyüzüne baktım ve havanın çok kapalı olduğunu fark ettim. Devrim'in de dediği gibi yağmur yine bastıracak gibiydi. Umarım yağmura yakalanmadan döneriz diye içimden geçirirken gözlerimi gökyüzünden çektim ve işte tam o an gözlerim bir çift gözle temas etti, tüm bedenim kaskatı kesilirken hayatımın en büyük şokunu yaşadım.

Doğru mu görüyorum, yanlış mı bilemezken göz göze geldiğimiz ilk an arkasını döndü ve uzaklaştı. "Hey!" diye bağırdım arkasından ama durup bakmadı, yürümeye devam etti. "Sana diyorum, hey!" diye bağırdım ama muhtemelen duyduğu hâlde dönüp bakmadı ve köşeyi döndü.

Durmak yerine koşarak peşinden gittim, döndüğü köşeye ulaşıp da tren yoluna girdiğimde onu yeniden gördüm. Tren yolunu geçmiş, ormana girmişti. Bu beni korkutsa da peşinden gittim, ormana ben de girdim ama onu göremedim, gözden kaybettim.

"Hayal miydi?" diye sordum kendi kendime ama hayal olmayacak kadar gerçekçiydi. Aklım giderek karışırken etrafa bakındım ama daha fazla devam edemedim ilerlemeye, korktum ve olduğum yerde kaldım.

Ta ki birinin "Beni mi arıyorsun?" diye sorduğunu duyana kadar, korkuyla irkilirken arkamı döndüm ve yine onu gördüm, James Morgan'ı...

"Sen," dedim boğazım düğümlenirken ve korkuyla bir adım geri gittim. "Sen nasıl yaşıyorsun?"

Dudakları yana kıvrıldı. "Bayan Pride," dedi sinsice gülümseye devam ederken. "Yaşadığıma sevinmediniz mi yoksa?"

Bir adım daha geri giderken şok içinde "Stella," dedim.

"Yazık oldu ona," dedi ve ellerini cebine soktu. "Daha gencecikti ama bazen birilerinin yaşaması için birilerinin ölmesi gerekir." Söylediklerinden hiçbir şey anlayamazken ellerini yeniden cebinden çıkardı ve işte o an ellerindeki tırnak izlerini fark ettim.

Bir şaşkınlıkta bunun için yaşarken "Sendin," dedim gözlerine bakarak. "Beni öldürmek isteyen sendin!"

"Kimin sana saldırdığını düşünürken ben aklına dahi gelmemiştim değil mi?" diye sordu ve güldü. "Bu yüzden seni öldürmek için seçildim zaten, kimse ölü birinden şüphe etmeyeceği için."

"Sana hiçbir şey yapmadım," dedim ve bir adım daha geri gittim. "Neden beni öldürmek istiyorsun?"

"Az önce cevabını vermiştim," dedi ve bana doğru bir adım attı. "Bazen birileri yaşasın diye birileri ölmek zorundadır. Bu yüzden sen de ölmek zorundasın."

"O birileri kim?" diye sorarken bir adım daha geri gitmiştim, bunu fark edince o da aynı şekilde bana doğru adım attı ve mesafeyi açmama izin vermedi. İşte o an cevap beklemeyip var gücümle arkama dahi bakmadan kaçmaya başladım.

"Valencia Pride!" diye bağırdı arkamdan ve duyduğum ayak seslerinden anladığım kadarıyla o da peşimden koşmaya başladı. Bunu fark edince daha da hızlı koşmaya başladım fakat bu kurtulmam için yeterli olmadı ve çok uzaklaşamadan üzerimdeki kazaktan tutarak yakaladı beni, durdurdu ve itip yere düşürdü. Ardından da ben daha ayağa kalkmaya fırsat bulamadan karnımın üzerine oturdu, boğazıma yapıştı ve nefesimi kesti.

Ellerine, kollarına, hatta yüzüne vurdum ama elinden kurtulamadım. Tıpkı o geceki gibi tırnaklarımı eline geçirip ellerini bir kez daha yaraladım ama değil elini çekmek, gevşetmedi bile ve hatta yüzünde acı çektiğine dair bir ifade bile oluşmadı.

Nefes alamamak bir an için gözlerimin önünün kararmasına ve güçsüz düşmeme neden olurken gözlerim de kapandı. Elim toprağın üzerine düştüğü ilk an bilincimi kaybediyormuş gibi hissettim. İşte tam o an aniden aklıma gelen şeyle son bir umut gücümü topladım ve yerdeki topraktan aldım, son gücümle elimi kaldırıp toprağı yüzüne attım.

Gözlerine giren toprak afallamasına neden olurken boğazımı bırakır gibi oldu. Bunu fırsat bilip tam karnına yumruğumu geçirip nefesini kestim ve kendini toparlamasını fırsat vermeden üzerimden itip yerden kalktım, kasabaya doğru koşmaya başladım.

Bir yandan öksürüp bir yandan koşarken arkamdan "Valencia Pride!" diye bağırdı öfkeyle ve bir anlık dönüp arkama baktım. Gözlerini ovalaya ovalaya peşimden koşuyor ama istese de hızlı olamıyordu. Ben de bunu fırsat bilip aramızdaki mesafeyi iyice açtım.

Ormandan çıkıp tren yoluna ulaştım, oradan da kasabaya girdim ve Devrim'i bıraktığım o eve gittim. O sokağa girdiğim an onu ve ne zaman, ne için geldiklerini bilmediğim diğer askerleri gördüm. Onları görmek, durmama neden olurken daha fazla dayanamadım ve dizlerimin üstüne çöktüm. Hem hızlı ve kısa nefesler alıp hem de öksürürken Devrim'in gözleri beni buldu.

Endişeyle "Valencia!" diye bağırdı ve koşarak yanıma geldi, yanıma ulaşır ulaşmaz dizlerinin üstüne çöküp gözlerimin içine baktı.

"Ne oldu sana böyle? Ne bu hâlin? Nereye kayboldun iki dakika içinde?" O sorularını üst üste sıralarken gözlerim doldu ve ağlamaya başladım. İşte o an gözleri boynumu buldu ve "Kim yaptı bunu sana?" diye sordu, daha da şiddetli ağlamaya başladım.

Bir kez daha ölümden dönmüş olmanın korkusundan çok, onun yanımda olması ve artık güvende olmanın verdiği rahatlık ağlattı beni.

Ben ağlarken kollarıma dokunup "Valencia," dedi bir kez daha ve o an hiç yapmamam gereken bir şeyi yapıp ona sarıldım, içimden geldiği gibi ağlamaya devam ettim.

O ise bu yaptığıma hiç şaşırmadan ellerimi beline doladı, o da bana sarıldı ve bir eli saçlarımı okşarken ağlamama izin verip tek kelime bile etmedi.

Ağlamamın arasında "James," dedim ve daha da çok ağlamaya başladım ama buna rağmen tamamladım cümlemi. "James Morgan yaşıyor."

Saçlarımda gezinen elleri durdu, muhtemelen o bile şok oldu. Söylemem gereken tek şeyi söylemiş olmak daha içten ağlamama neden olurken elleri yeniden beni sakinleştirmek istercesine saçlarımda gezindi. İşte o an onun kollarının arasında bile irkilmeme neden olacak kadar yüksek bir seste gök gürledi, eşzamanlı olarak da sağanak yeniden başladı ve tüm bunlar olurken aslında günahkâr kadınının kehanetinin gerçekleşiyor olduğunu bilmiyordum.

Meğerse bu an; tam da hayatımın değiştiği o anmış...

Bölüm Sonu!

Yine çoook uzun bir bölümün sonunda herkese merhaba, nasılsınız?

Çok severek ve heyecanlanarak yazdığım bir bölüm oldu, umarım siz e okurken aynı şeyleri hissetmişsinizdir ♡

İtiraf edin, James Morgan'ın yaşamasını hiçbiriniz beklemiyordunuz :)

Sizce idamdan nasıl kurtulmuş olabilir?

Valencia son cümlede neyden bahsetmiş olabilir dersiniz?

Bayan Ryan'ı daha görür müyüz dersiniz?

Sizce bundan sonra neler olacak?

Hâkim'in bu hâllerini yazmayı çok sevdim ben ya ahsjskasjaksj

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%