@gizzemasllan
|
Merhaba ♡ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡ Keyifli okumalar! 🖤 RAİLWAY KASABASI Bölüm Şarkısı: Mabel Matiz - Ya Bu İşler Ne? 7. BÖLÜM "GİZEMLİ KADIN" Sobanın arkasına oturmuş ısınmaya çalışırken parmaklarımın uçlarına kadar üşüdüğümü hissediyordum. Bu yüzden de tüm bedenim tir tir titriyor, dişlerimin birbirine çarpmasından konuşamıyordum bile. Devrim ise benim aksime gayet iyi görünüyordu, daha doğrusu iyiymiş gibi davranıyordu, çünkü şu an elleri ve yüzü kıpkırmızıydı. Muhtemelen o de benim gibi üşüyordu ama belli etmemek için elinden geleni de yapıyordu. "Artık olanları aklım almıyor," dedi odanın içinde dönüp dururken. Ona sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarken beni sakinleştirmiş ve alıp yeniden askeriyeye getirmiş, her şeyi anlattırmıştı bana. Şimdi de ben sobanın arkasında ısınmaya çalışırken o odanın içinde dönüp duruyor, kendi kendine konuşuyordu. Ben ise sanki biri beni öldürmemeye çalışmamış gibi hâlâ ona sarıldığım, onun da bana sarıldığı o anı düşünüyordum. Bir yandan da o an yüzünden korkuyordum. Birileri görmüş müdür? Ya bir anlık yaptığım bir şey yüzünden ikimizin de başına bela açılırsa? Bu, James Morgan'ın yaşamasından ve beni öldürmek istemesinden bile çok daha büyük bir sorundu benim için. "Bu adam senin gözünün önünde idam edilmedi mi?" diye sordu odanın ortasında durup gözlerime bakarken. Başımı salladım. "Evet." "Şimdi nasıl yaşıyor peki?" "Bilmiyorum," dedim mahcup bir tavırla. Buraya geldiği günden beri sürekli benim yüzünden bir şeylerle uğraşıyor olması artık beni rahatsız etmeye başlamıştı ama maalesef elimden gelen bir şey yoktu. Ben de artık olanlar son bulsun istiyordum ama olmuyordu işte. Utangaç bir tavırla başımı önüme eğdiğimde odanın kapısına vurulduğunu duydum ama uzaktan gelen bu ses, bulunduğumuz odanın değil de ön taraftaki diğer odanın kapısına vurulduğunu anlamamı sağlamıştı. Devrim de bunu fark etmiş olacak ki kapıya gitti açtı ve tam karşıdaki diğer kapıya doğru bakarak "Gel," diye seslendi. Göremesem de o kapının açıldığını duydum ardından da bir askerin "Komutanım, istediğiniz belgeyi getirdim," dedi, Devrim odadan çıkıp diğer odaya geçti. Fakat kapıyı kapatmaya gerek duymamış, açık bırakmıştı, bu yüzden seslerini duymaya devam edebiliyordum. "James Morgan'ın ölüm belgesi elimizde varmış yani," dedi Devrim, askerin neden geldiğini anlamış oldum. "Kasabada gerçekleşen son idam olduğu için belgeleri bulmak kolay oldu," dedi asker. "Bunlar da karar dosyası," dediğinde kalkmak ve yanlarına gitmek istedim ama bu doğru olmayacağından yapamayıp sobanın arkasında oturmaya devam ettim. "Kararı veren Binbaşı Hardy," dediğini duydum Devrim'in ve ardından öfkeyle ekledi. "Çağır, derhâl gelsin buraya." "Emredersiniz komutanım," dedi asker ve sonrasında hemen bir kapı sesi duydum, odadan çıktığını anladım. Çok geçmeden Devrim de yeniden odaya girdi ve yanıma geldi, diz çöküp gözlerimin içine baktı. "Son kez soracağım," dedi tedirgin bir tavırla. "Vereceğin cevabın sonucu çok büyük olacak," dediğinde ben de tedirgin oldum. "Gördüğün kişinin, yani sana saldıran kişinin James Morgan olduğundan emin misin?" Her ne kadar tedirgin olsam da hiç düşünmeden başımı salladım. "Eminim, anlattım size hem. Konuştum bile onunla, öyle yanlış tanıyacağım kadar kısa bir konuşma da değildi. O olduğundan eminim, yaşıyor o ve saldırdı bana." "Madem öyle, o zaman birilerinin bunun sorumluluğunu üstlenmesi gerekecek." "Ne demek bu?" diye sordum merakla. "Birazdan öğrenirsin," dedi, o sırada öndeki odanın kapısının açıldığını duydum bir kez daha. Eşzamanlı olarak da Hâkim, "Devrim," diye seslendi. Devrim ayağa kalkarken "Buradayım," dedi ve odaya Hâkim girdi. Girer girmez bir bana, özellikle de hâlâ kurumayan saçlarıma, bir de Devrim'e, onun da yine ıslak saçlarına baktı ve alay edici bir tavırla "Yağmur bastırdıkça yürüyüşe falan mı çıkıyorsunuz?" diye sordu. "Dalga geçecek durumda değilim," dedi Devrim keyifsizce ve pencereye doğru yürüdü. "N'oldu?" diye sordu Hâkim. Devrim ona döndü. "James Morgan yaşıyor." Hâkim'in gözleri irileşti. "Ne? Nasıl yaşıyor? Mümkün mü böyle bir şey?" "Mümkünmüş," dedi Devrim ve elini yüzüne bastırıp gözlerini ovaladı, ardından da yanaklarını şişire şişire ofladı. Hâkim'in ise gözleri beni buldu. "Muhtemelen sen gördün onu." "Evet, nereden anladınız?" "Biz tanımıyoruz çünkü, bir tek sen tanıyorsun ve hemen haberimiz olduğuna göre bu senin aracılığınla olabilir," dedi ve merakla "Nerede, nasıl gördün?" diye sordu. Bir kez de ona tüm olanları anlattıktan sonra odanın kapısına vuruldu ve hemen ardından kapı açıldı. Yine diğer kapı olduğundan kim geldi göremezken "Komutan Karel," diyen Binbaşı'nı duydum ve gelenin o olduğunu anladım. Devrim, onun sesiyle odadan çıktı. Çıkmadan önce ise durup bana baktı ve "Sen de gel," dedi. Hâkim de hemen onun arkasından odadan çıkarken ben de ayaklandım. Üzerimi bir kez daha değiştirmiştim, bu yüzden kıyafetlerim kuruydu ama saçlarım hâlâ ıslaktı. Buna rağmen ben de odadan çıktım. Binbaşı beni görür görmez şaşkınca "Bayan Pride," dedi ve yanıma geldi. "İyi misiniz? Bu hâliniz ne?" Tam ona cevap verecekken Devrim araya girip "James Morgan saldırıp öldüremeye çalışmış," dedi. Binbaşı'nın gözleri irileşirken onun yaşadığından haberdar olsaydı böyle bir tepki verir miydi, bu kadar şaşırır mıydı diye düşünmeden edemedim. "Bu nasıl olur?" diye sordu şaşkınca. "O idam edildi, Bayan Pride'a saldırması mümkün değil." "Ben de tam olarak sizi bu yüzden çağırdım Binbaşı Hardy!" dedi ve öfkeyle adamın üzerine yürüdü, dişlerini sıkarak sordu. "Böyle bir şey nasıl mümkün olur?" "Bakın, idam edilişini bizzat izledim ben! Böyle bir şey..." Cesaret edip araya girdim, devam etmesine izin vermedim. "Aynı şeyi ben de izledim," dediğimde hepsinin gözleri beni buldu. "Stella'yla birlikte onun da öldüğünü kendi gözlerimle gördüm ama bugün de aynı gözlerle o adamın karşımda duruyor olduğunu gördüm! Bununla da yetinmedi saldırdı bana, öldürmeye çalıştı, elinden zor kurtuldum!" "Ben," dedi Binbaşı hayretler içinde. "Ben gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum." "Ben biliyorum ama," dedi Devrim ve Binbaşı'na biraz daha yaklaştı. "İdam edildiği iddia edilen bir suçlunun yaşıyor olması ve suçsuz birinin canına kastetmesi affedilir bir şey değil. Valencia Pride bugün o adam tarafından öldürülmüş olsaydı ben kimseye bunun hesabını veremezdim. Bizim görevimiz insanların öldürülmesine neden olmak değil, hepsini bir bir korumak ama siz bunu yapamadınız! Şimdi sorumluluğunu üstlenme vakti, böyle bir şeyin sorumluluğunun ne olduğunu gayet iyi biliyorsunuz değil mi?" Binbaşı Hardy'nin yutkunduğunu fark ederken gözlerindeki korkuyu da görmüştüm ve o korku, ona tek kelime dahi ettirmedi. Devrim ise devam edip "Binbaşı Hardy," dedi daha sakin bir ses tonuyla ve ekledi. "Suçlu James Morgan yeniden yakalanana ve bu olayda bir ihmalinizin olup olmadığı belirlenene kadar görevden alındınız." Şaşkınca kaldım, bunu yapabilme yetkisi var mıydı onun? "Bunu yapamazsınız!" diye çıkıştı Binbaşı. "Askeri mahkemede yargılamadan hakkımda böyle bir karar veremezsiniz!" "Yapabileceklerimi tartışmayalım isterseniz," dedi Devrim ve masasına doğru yürüdü. "Bu kadarına yetkiniz yok!" diye bağırdı Binbaşı. "Bay Hardy," dedi Devrim yerine otururken, bir anda ona Binbaşı demeyi bırakmıştı. "Şikâyet etme ve karara itiraz etme hakkınız elbette var ama bunu yapabileceğiniz yer burası değil. Şehre gitmeli ve kışlada sorunu halletmelisiniz. Eğer görevinize dönebileceğinize dair bir emir verirse, ki bu durumda bu mümkün değil, o zaman görevinize devam edebilirsiniz. Şimdi silahını ve rütbeni teslim edip bir an önce askeriyeden ayrılmak zorundasın." Binbaşı Hardy'nin gözleri beni buldu, sanki bir şey yapabilecekmişim gibi bana baktı ya da belki sadece olanlardan beni suçluyordur ama bu haksızlıktı, bu durumda susmamı ve gerçekleri saklamamı bekleyemezdi benden. "Bu bana ve rütbeme hakaret, eğer buradan bu şekilde ayrılırsam..." Devrim, onun devam etmesine izin vermedi. "Ben de böyle olsun istemezdim ama idam emrini veren, idamı onaylayan ve sonrasında ölüm belgesini imzalayan hep siz olmuşsunuz. Bu durumda yaşıyor olmasından dolayı sizden başka kimse suçlayamam ve böyle bir hata yapan birinin daha fazla görevine devam etmesine izin veremem. Bu yüzden şimdi gerekeni yapın ve askeriyeden ayrılın hemen, yoksa daha kötü bir şekilde ayrılmak zorunda kalacaksınız," dedi, az öncekinin aksine gayet sakindi şu an. "Size bunu söylemek istemezdim," dedi Binbaşı Devrim'in masasına yaklaşırken ve onun gözlerinin içine baktı. "Bir gün bu yaptıklarınızdan dolayı çok pişman olacaksınız, umarım o gün sizin için de bir idam emri vermek, o emri onaylamak ve sonrasında ölüm belgesini imzalamak zorunda kalmam. Çünkü eğer öyle bir şey olursa tüm bunları hiç tereddüt etmeden yapacağım." Sözleri, beni şaşkınlığa uğratırken Devrim tepki dahi vermedi ve gayet rahat bir tavırla onun gözlerinin içine bakmaya devam etti. Bu durum, Binbaşı Hardy'nin sinirini bozmuş olacak ki daha da öfkelendi ve bu öfkeyle belindeki silahını çıkarıp masaya bıraktı. Hemen ardından da omzundaki rütbeyi çıkardı ve onu da masaya bırakıp kapıya doğru yürüdü. Fakat odadan çıkmadan önce durdu ve yeniden Devrim'e baktı. "Böyle yaparak herkese iyilik yaptığınızı zannediyorsunuz ama bir gün yaptıklarınızla çoğu kişinin hayatını mahvettiğinizi, hatta hayatlarını kaybetmelerine neden olduğunuzu siz de anlayacaksınız. Umarım, o zaman bazı şeyler için geç kalınmış olmaz," dedi ve önüne dönüp odadan çıktı. O çıkar çıkmaz Hâkim "Seninle böyle konuşmaya, alttan alttan tehdit etmeye hakkı yok! Bir şey yapmayacak mısın? Öylece gitmesine izin mi vereceksin?" diye sordu Devrim'e. "Gitmesine izin vermezsem nereye gittiğini nasıl öğreneceğim?" diye sordu Devrim de ve gözlerini ağır ağır Hâkim'e çevirdi. "Belli ki Binbaşı için James Morgan'ın yaşaması bir ihmal değil, bir tercih. Bu yüzden de rütbesinden oldu ve birilerinden bunun hesabını sorması gerekecek," dedi ve arkasına yaslanırken ekledi. "Dilsiz'e haber ver, takip etmeye başlasın. Kimlerle görüşecek öğrenelim," dedi, Hâkim anında bunu yapmak için odadan çıkarken merakıma yenik düşüp sordum. "İhmal değil de tercih olduğunu nasıl anladınız?" Yeşilleri beni buldu. "İhmal olsaydı geri dönmek için umudu olur ve asla benimle öyle konuşmazdı. Geri dönemeyeceğinin, bu işten kurtulamayacağının farkında olacak ki tehdit etti, yani bir suçu var." "Ama sanki geri dönecek ve hatta sizi suçlayıp da idam kararınızı verebilecekmiş gibi konuştu." Ayağa kalktı, ellerini arkasında birleştirirken gözlerimin içine bakıp "Çünkü farkında olduğu bir diğer şey de ancak ben ölürsem dönebileceği," dedi kendinden emin bir tavırla. Anladım dercesine başımı salladım ve bir diğer merak ettiğim şeyi sormak için "Ormanda bulduğumuz ceset," dedim, Devrim dikkatle bana bakarken de "Kim çıktı?" diye sordum. "Albert Milers bu kasabadan olmadığını söyledi." Afalladım. "Uzak bir şehirden geldiğini, neresi olduğunu kendisinin de bilmediğini ama deniz kenarında bir yer olduğunu söyledi. Orada bir ailesi varmış kızın, hatta arıyorlarmış onu ve kızın kasabaya birini öldürmek için geldiğini, bunu yapamadan da kendinin öldüğünü söyledi." Söyledikleri karşısında şaşkınca kalırken "Ama tüm bunları sadece kızın yüzüne bakarak gördüğünü de söyledi. Bu saçmalık, buna inanacak değilim." "İnanın lütfen," dedim, kaşlarını çattı. "Bay Milers asla yalan söylemez." "Valencia," dedi derin bir nefes alırken. "Adam aklını kaybetmiş, ölü birinin yüzüne bakarak bu kadar şeyi gördüğüne inanmamı bekleme benden." "Bu zamana kadar söylediği her şey doğru çıktı ama onu yıllardır tanıyorum ve bir kez bile yanıldığını görmedim." Küçücük de olsa tebessüm etti. "Bir falcının söyledikleriyle hareket edemem." "O falcı değil ki ama." "Peki ne o zaman? Nasıl biri bir cesedin yüzüne bakarak bu kadar şey görebilir?" "Ya gerçeği söylüyorsa?" diye sordum bir anda. "Ya gerçekten birini öldürmek için geldiyse bu kasabaya? Bunu araştırmayacak mısınız?" Derin bir nefes aldı. "Vazgeçmeyeceksin değil mi?" "İçimden bir ses peşine düşersek işimize yarayacak şeyler öğreneceğimizi söylüyor, bu yüzden vazgeçmek istemiyorum." "Pekâlâ, araştıracağım." Kocaman gülümsedim. "Gerçekten mi?" Başını salladı. "Evet, bir şey çıkar mı bilmiyorum ama araştıracağım." Söyleyecek bir şey bulamayı gülümsedim sadece, o da bana hafifçe gülümsedi. O gülümseyince gülümsemem büyüdü. Aynı zamanda aramızdaki sessizlik de büyüdü. Ta ki o gülecekmiş gibi çıkan sesiyle "Böyle gülümsemeye devam mı edeceğiz?" diye sorana kadar. Bu soruyla kendimi toparladım, yalandan öksürüp boğazımı temizledim ve elimden geldiği kadar ciddileşmeye çalıştım ama o küçücük de olsa gülümsemeye, gözlerimin içine bakmaya devam etti. Onun bu bakışları yüzünden yeniden gülümserken "Neden öyle bakıyorsunuz?" diye sordum. Bu kez yalandan öksüren o oldu ve gözlerini çekti benden. Ardından da burnunu çekip "Bir şey düşünmeye dalmışım," dedi ve masasına bakıp gözlerini yeniden bana çevirdi. "Ne yapacaktım ben?" "Bana mı soruyorsunuz?" diye sordum ben de. "Doğru, sen nereden bileceksin," dedi ve ağzının içinden "Akıl mı bırakıyorsun insanda?" diye mırıldandı. Şaşkınca "Ben mi?" diye sordum, bakışları hemen beni buldu. Duymuş olmam onu şaşırtmış gibiydi ama ben bir şey yapmamıştım ki... "Bırakıyorlar diyecektim," dedi telaşla ve devam etti. "Akıl mı bırakıyorlar insanda?" diye düzeltti söylediği şeyi ve elini ensesine atıp ensesini kaşıdı. O, tüm bunları yaparken gözlerimi ondan çekmedim, dikkatle izledim yaptıklarını. Birkaç saniye daha ne yapacağını bilmez bir tavırla etrafa bakındıktan sora bir anda "Bir şey içer misin?" diye sordu. Bu soru beni afallatırken "Hayır, hem zaten sizin işiniz var gibiydi," dedim. "Doğru, işim vardı benim," dedi ve birkaç saniye daha etrafına bakındıktan sonra gözlerini yeniden bana çevirdi. Kendisi bile kendi hâline gülecek gibiyken sanki büyük bir sırrı itiraf ediyormuşçasına "Ne yapacağımı unuttum," dedi. Kendime engel olamadım ve güldüm. Gülmem, onu sanki rahatlatır gibiyken "Hatırlamıyorum da," dedi, daha çok güldüm. "Siz hatırlamaya çalışın, ben çıkayım o zaman," dedim. "Çık çık," dedi ve yerine oturdu ama sanki hâlâ ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Bu hâlleri çok komik gelirken gülmemek için yanaklarımı ısırdım "Kolay gelsin o zaman size," dedim. "Hatırlarsam gelecek," dediğinde daha fazla kendimi tutamadım ve sesli bir şekilde güldüm, işte o an gözleri, yeniden beni buldu. Utanıp dudaklarımı ısırdım ve "Özür dilerim," dedim. "Güldüğü için özür dileyen birini de ilk defa görüyorum," dedi ve arkasına yaslanırken "Hem de bu kadar güzel gülmüşken." Duyduğum şeyle gözlerim irileşip de şaşkınca kalırken midemde uçuşan kelebekleri hissedebiliyordum ve aynı zamanda heyecandan titreyen dizlerim yüzünden ayakta durmak zor gelmeye başlamıştı. Devrim, şaşkınlığımı fark etmiş olacak ki bir anlığına düşündü ve sanki ancak o an ne söylediğini fark etti. Bunu, yüz ifadesinden kolaylıkla anlarken ne ben ne ona bir şey söyleyebildim ne de o bir açıklama yapabildi ve sadece önünde dönüp öylece durdu, sanırım o da benden bir şey duymayı bekledi. Ben ise "Çıksam iyi olacak," dedim ve arkama bile bakmadan odasından ayrıldım. Odanın kapısını kapatıp önünde durdum. Kalbim, o kadar hızlı atıyordu ki sanki dakikalardır koşuyordum ve içimde öyle bir his vardı ki sanki ilk defa kendimi mutlu hissediyordum. Belki de gerçekten öyledir, ilk defa mutluyumdur... Peki ama neden söylediği şey bu kadar hoşuma gitti? Bir başkasından duysam beni korkutacak olan o cümle, onun dudaklarından döküldüğünde hissettiğim tek şey, mutluluk olmuştu. Korkudan, endişeden öte derin bir mutluluk... Elim, hızla atan kalbimin üzerine gittiğinde söylediği şeyi düşündüm ve bir kez de bunun için gülümsedim. Fakat askerlerin bana çok garip bakışlar attıklarını fark edip hızla başımı önüme eğdim ve bu kez gülümsememe son vermek yerine sadece onu saklamakla yetindim. Çünkü içimden son vermek değil, gülümsemeye devam etmek geldi. Devrim'in odasının önünden ayrıldığımda doğrudan yemekhaneye gittim. Yemekhaneye girdiğimde birkaç askerin bir masada oturduklarını, ellerinde kâğıt ve kalem olduğunu gördüm. Yanlarında da günahkâr kadınlardan biri vardı. Onlarla bir bir konuşup konuştuklarını yazıyor gibiydiler. Gözlerimi onlardan çekip ileride bir başına oturan Bayan Ryan'a baktım ve onunla konuşmak isteyip yanına gittim, karşısına oturdum. Beni fark edince arkasına yaslandı ve gözlerini, gözlerime odakladı. "Hayatının değişeceğini gördüm derken bana ne söylemek istediniz?" diye sorup doğrudan konuya girdim. "Bunu söylediğimde bana inanmış gibi durmuyordunuz." "İnanmadım zaten, sadece aklıma takıldı." "Pek öyle görünmüyor," dedi ve ekledi. "Çoktan inanmış gibisiniz." "Belki de öyle," dedim inkâr etmek yerine. "Ve bunun ne anlama geldiğini merak ediyorum." "Anlamış olmanız gerekiyordu." "Anlamadım ama," dedim anında. "Oğlumu bulabildiniz mi?" "Bilmiyorum ama araştırıyorlar," dedim, James Morgan yüzünden neler olduğunu sormak aklıma dâhi gelmemişti. "Madem hâlâ bulunmadı, neden soruyorsunuz? Bir anlaşma yapmıştık sizinle." "Evet, bir anlaşma yaptık. Biz oğlunuzu bulanacaktık, siz de bize işe yarar bir şeyler anlatacaktınız. Emin olun, hâlâ bağlıyım bu anlaşmaya fakat şu an konumuz bu değil. Ben sizden sadece söylediğiniz şeyi açıklamanızı istiyorum." Hafifçe bana doğru eğildi. "Hâlâ aynı rüyayı görmeye devam ediyor musunuz?" Tüm bedenim buz keserken "Ne?" diye sordum. "Defalarca gördüğünüz rüyadan bahsediyorum, hâlâ aynı rüyayı görüyor musunuz?" "Siz," dedim şaşkınca. "Siz bunu nasıl bilebilirsiniz?" diye sorarken korkuyla baktım gözlerinin içine. Bunu kimseye söylememiştim bu zamana kadar ve onun bilmesinin mümkünatı yoktu. "Size yardımcı olmamı ister misin?" Sorusunu göz ardı edip "Bunu nasıl biliyorsunuz?" diye sordum bir kez daha. "Belki onu da görmüşümdür." Bu cevaplar sinirimi bozmaya başlarken "Doğru düzgün cevap verir misiniz artık!" dedim öfkeyle. "Sorularınızın cevabı bende değil." "Kimde peki?" "Karşılaşmış olmanız gerekiyordu." "Kimden bahsettiğinizi anlamıyorum," dedim, eğer biraz daha bu şekilde belirsiz konuşmaya devam ederse onu daha fazla dinlemeyecek, tüm söylediklerini de aklımdan çıkarmaya çalışacaktım. Çünkü mantıklı hiçbir şey söylemiyordu. "Oğlumu bulman için tarif ettiğim o eve gitmediniz mi?" "Gittim." "Ev sahibi kadınla konuşmanız gerekiyordu." O eve bilerek mi göndermişti bizi? "Eve gittim ama içeriye girmedim," dedim. Arkasına yaslandı. "Valencia Pride," dedi ve küçük bir tebessüm etti. "İşte bu yüzden buradasınız, eğer girmiş olsaydınız sorularınızın cevabını almış olacaktınız." "Bayan Ryan, bakın söyledikleriniz içinde..." Devam etmeme izin vermeyip araya girdi. "Eğer sorularınıza cevap almak istiyorsanız onu ziyaret etmekten başka şansınız yok," dedi. O sırada yanımıza bir asker geldi. "Bayan Ryan." Bayan Ryan başını kaldırdı ve ona baktı. "Benim." "Sıra sizde, lütfen benimle gelin." Bayan Ryan samimi bir tavırla "Elbette," deyip gözlerini bana çevirdi. "Söylediklerimi unutmayın, Bayan Pride," dedi ve ayağa kalktı, askerle birlikte yanımdan uzaklaştı. O giderken arkama yaslandım ve derin bir nefes aldım. Kimin yanına göndermişti beni bilmiyorum ama içimden gitmek gelmiyordu. Çünkü sadece birkaç saat önce oradaydım ve az kalsın ölüyordum. Şimdi ise o taraflara yalnız gitmek beni korkutuyordu. Fakat sanki gitmeliymişim gibi de hissediyordum. Başımı önüme eğip ne yapacağımı düşündüm. Başıma ne geleceğini umursamadan gitmeli miydim yoksa onun söylediklerini yok saymalı ve gitmemeli miydim? Sanırım gitmemeyi tercih etsem de söylediklerini yok sayamayacaktım aslında. Bugün hayatın değişecek demişti. Ne olacaktı? Nasıl değişecekti? Bayan Jones yüzünden mi bir şey yaşanacaktı? Yoksa James Morgan yüzünden mi? Ya da belki günün ilerleyen saatlerinde yaşanacak bir şey yüzündendir. Hem korkuyorum hem de çok merak ediyorum ve doğru olmadığını bilsem de kadının söylediklerine inanıyorum. "Komutanım, kadınların çoğuyla konuştuk." Askerlerden birinin bunu söylediğini duyduğumda arkamı döndüm ve yemekhanenin girişine baktım. Devrim'in geldiğini, askerin de ona olanları anlattığını fark edip telaşla yeniden önüme döndüm. Odada söylediği şey yüzünden utanmaya başlamıştım ondan. Sanki bir daha hiç gözlerine bakamayacak gibiydim ama bu utanç, beni üzmek yerine sadece bana tebessüm ettiriyordu. Çok garipti ama bu kadar kötü şeye rağmen ondan o cümleyi duyduğumdan beri- yani son o beş dakikadır falan- sürekli gülümsemek istiyordum. "Bugün bitirin konuşma işini ve tüm belgeleri hazırlayın, akşam olmadan kadınları şehre göndereceğiz, burada daha fazla kalamazlar." Devrim'in söylediklerini duymak, beni bir kez daha düşündürdü. Hepsi şehre gideceğine göre Bayan Ryan da gidecekti ve belki hayatımın sonuna kadar onu bir daha göremeyecek, bugün için bana ne söylemek istediğini bilemeyecektim. İşte bu yüzden şimdi hemen kalkmak, o eve gitmek ve ne oluyorsa öğrenmek istiyordum. Eğer öğrenemezsem de dönmek ve ona bundan bahsetmek istiyordum ama korkuyordum da. "Emredersiniz komutanım!" diyen askeri duyduğumda yeniden arkamı döndüm ve Devrim'in burada olduğumu fark etmediğini, belki de fark edip ama yine de yanıma gelmediğini, bahçe kapısına yönelip bahçeye çıktığını gördüm. Yeniden başımı önüme çevirdiğimde kendimi rahatlamış hissedip derin bir nefes aldım. Onu görmek, kalbimi o kadar hızlandırmaya ve tuhaf şeyler hissettirmeye başlamıştı ki o heyecanla karşısında yanlış bir şeyler yapmaktan, söylemekten korkar hâle gelmiştim. "Valencia." Hâkim'in sesini duyduğumda başımı çevirip ona baktım ve yakınımda olduğunu görüp ayağa kalktım. "Buyurun." "Bir sorun mu var?" Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, neden sordunuz?" "Bilmem, öyle oturmuşsun da bir başına sanki bir şey olmuş gibiydi." Tebessüm edip "Olmadı," dedim. O da tebessüm etti. "Peki," dedi ve meraklı bir tavırla devam etti. "Bayan Ryan'la ne konuştunuz az önce?" "Bana garip bir şey söylemişti de aklıma takılmıştı, bir şeyler sordum bu yüzden." "Garip bir şey?" Söylemek istemeyip "Boş verin, saçmaydı zaten," dedim. "Tuhaf bir kadın, değil mi?" Neden şimdi benimle onun hakkında konuşuyor anlayamazken "Biraz," dedim. "Neden günahkâr kabul edildiğini biliyor musun?" "Hayır, neden?" diye sordum merakla. "Şaman (Şamanizmin ayin ve törenlerini yöneten ya da ruh âlemi ile dünya arasında bir tür aracılık görevi gören kişiye denir.) olduğu için." Şaşkınca kaldım. "Şaman mı?" Başını salladı. "Evet, diğer kadınlar bahsetti. Kim olduğunu bilmiyorum ama birine geleceği hakkında kötü şeyler söylemiş, o da onun sahtekâr olmakla suçlayarak şikâyet etmiş ve günahkâr kabul edilip günahkâr kadınların yanına mahkûm edilmiş." "Böyle bir şey mümkün mü peki?" diye sordum korkuyla. "Siz inanıyor musunuz?" Dudakları yana kıvrıldı. "Tabii ki hayır," dedi kendinden emin bir tavırla ve ekledi. "Böyle bir şeye inanmak için kendi inancımdan vazgeçmem gerekiyor." Anladım dercesine başımı sallayıp sessiz kaldım. "Sen inandın mı peki?" Sanki bu konuyu bilerek açmış, benden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor gibiydi. Hatta gibi falan değil, gerçekten yapıyordu bunu. Yanıma gelmesinden belliydi. Bunu fark etsem de ona doğruyu söylemek isteyip "Bilmiyorum," dedim, gerçekten de bilmiyordum ve şu an düşündüğüm tek şey, bana söyledikleriydi. Ya gerçekten bahsettiği o eve gitmem gerekiyorsa? "Ne düşünüyorsun?" Hâkim'in sorusuyla gözlerimi yeniden ona çevirdim. "Hiç," dedim sadece, o sırada ne ara yeniden yemekhaneye döndüğünü fark etmediğim Devrim, yanımızda belirdi. "Ne yapıyorsunuz burada?" diye sordu gözleri Hâkim ve benim aramda gidip gelirken. "Bayan Ryan hakkında konuşuyorduk," dedi Hâkim anında. "Eskiden şamanmış, bu yüzden günahkâr demişler kadına zaten," diye açıkladı kısaca konuyu. Devrim, Bayan Ryan'a bakarken "Garip bir kadındı zaten ama neye inandığı da ne olduğu da bizi ilgilendirmiyor," dedi ve yeniden bize çevirdi bakışlarını. "Bildikleri bizi ilgilendiriyor sadece, bu yüzden onları öğrenelim yeter." "Siz o eve girmiştiniz, oğlu yok muydu?" diye sordum. Devrim, gözlerini bana çevirdi. "Yoktu, yaşlı bir kadın vardı evde sadece." O kadın Bayan Ryan'ın bahsettiği kadın olabilir miydi acaba? "O da hiçbir şey bilmediğini söyledi zaten," diye devam etti konuşmasına Devrim ve ellerini cebine soktu. "Neyse, bununla sonra ilgileniriz, şimdi daha önemli bir işimiz var." "Neymiş o?" diye sordu Hâkim. "Mary Jones ve Paul Chester'ı zindandan çıkarıp odama getir, sorgularını yapalım artık." Hâkim telaşla "Ama bir şeyler öğrenmeden sorgu yapamayız, serbest bırakmak zorunda kalırız diyordun," dedi. Devrim'in hafifçe dudakları yana kıvrılırken "Dediğimi yap sen," dedi, bu tavrı güvendiği bir şeyler olduğunu düşünmeme neden olurken gözleri beni buldu. "Gel bakalım sen de," dedi ve önden yürüdü. "Ben mi?" diye sordum arkasından sessizce, ben neden gidiyordum ki? Böyle düşünsem de hızlı adımlarla peşinden gittim. Ona ulaştığımda ise bir adım kadar arkasında yürümeye devam ettim. Odasına ulaşıp da kapısını açtığında peşinden girmek için içeriye girmesini bekledim. Fakat o, kapıyı açtı ve eliyle içeriyi gösterip önden girmemi istedi. Hafifçe tebessüm edip hiçbir şey demeden, sormadan istediğini yapıp odaya girdim. Kendisi de hemen peşimden girdi ve doğrudan masasına gitti. Yerine oturup arkasına yaslandı ve gözlerini üzerime dikti. Rahatsız bir tavırla "Ben, neden buradayım?" diye sordum. "Çoğu şeyi senin sayende yaptık, neler anlatacaklarını bilmek istemiyor musun?" "İstiyorum elbette," dedim anında ve utangaç bir tavırla "Ama uygun olur mu ki?" diye sordum. "Olmaz," dedi, afalladım. Madem değil neden beni buraya kadar getirdi diye düşünürken devam etti. "Ama burada neyin uygun olduğuna ben karar veririm," dedi hafif kibirli bir tavırla ve ekledi. "Madem kalmak istiyorsun, artık uygun." Ne diyeceğimi bilemedim ve gülümsedim sadece. "Otursana," dediğinde masasının önündeki sandalyelerden birine oturdum. Gözlerini benden bir an bile olsun çekmiyor olması heyecanlanmama neden olurken "Hiç okula gittin mi?" diye sordu. "Neden soruyorsunuz?" "Merak ettim." Benim hakkımda bir şeyleri merak ediyor olması bile beni biraz daha heyecanlandırırken başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır." Kaşlarını çattı. "Hiç mi?" diye sordu şaşkınca. "Hiç." "Ama okuma yazma biliyorsun." "Kendim öğrendim, diğer herkes gibi." Gözlerindeki meraklı ifade daha da arttı. "Nasıl yani?" "Bir arkadaşım vardı, o gidiyordu. Ailesinin durumu çok iyiydi, şimdi şehre taşındılar ama. Daha doğrusu kaçtılar bu kasabadan. Bana da o öğretmişti, okulda öğrendiği her şeyi o da bana öğretirdi." Derin bir nefes aldı. "Sen neden gitmedin peki? Bildiğim kadarıyla kasabada okul da öğretmen de var." "Ben küçükken yoktu ama," dedim anında. "Diğer kasabaya gitmek gerekiyordu, dedem gerek olmadığını söylemişti. Sadece ben değil, bu kasabada benim yaşımda olan çoğu kişi okula gitmedi. Ben okuma yazma biliyorum hiç değilse ama çoğu bilmiyor." Duyduklarına inanamıyor gibiyken sessiz kalmayı tercih etmişti. "Burayı hiç sevmediniz değil mi?" diye sordum, bakışlarıyla bunu yeterince belli etmişti zaten. "Sevilecek hiçbir yanı yok," dedi açıkça. "Yazacağınız rapora bunu ekleyecek misiniz peki?" "Hiç şüphen olmasın." "O zaman ne olacak peki? Bir şeyler değişecek mi burada?" "Bir şeyler," diye yineledi ve keyifle ekledi. "Bir şeyler değil, her şey değişecek ama önce sorumluların bir bir cezalarını çekmeleri lazım. O sorumlulardan biri de birazdan burada olacak işte." Hiçbir şey diyemeyip sessiz kalmayı tercih ettim. "Bir şeyi merak ediyorum," dedi benim bir şey söylememi beklemeden. "Neyi?" "Paul Chester'ın başına bir şey gelecek olması sana zarar vermeyecek mi? Bir nevi senin sayende suçlanmış olacak." "Neden bana bir zararı olsun ki?" "Abisiyle nişanlısın," dedi anında, ne demek istediğini anlamış oldum. "Ama o bir suçlu," dedim ben de. "Onun yaptıklarını göz ardı edip benim bunu ortaya çıkarmama takılacak değiller." "Ya takılılarsa?" "Pek umurumda olmaz," dedim açıkça. Dudağının bir kısmı yana kıvrılırken sessiz kalmayı tercih etti. O sırada kapıya vuruldu ve "Gel," diye seslenmek zorunda kaldı, hemen ardından kapı açıldı ve Hâkim girdi içeriye. Peşinden de Paul Chester girmişti. Onu görmek bile huzursuz olmam için yeterli olurken onun peşinden de Mary Jones girdi içeriye. "Bayan Pride," dedi Paul olanlara rağmen samimi bir tavırla ve gülümseyerek ekledi. "Sizi burada görmeyi beklemiyordum." Bir şeyler söylemek yerine sessiz kalmayı tercih ettim ve onu inceledim. Sanki iki gündür zindanda değilmiş gibi gayet dinç ve sağlıklı görünüyordu. Ben bunları düşünürken gözlerini Devrim'e çevirdi. "Sorgu için bizi biraz daha bekletirsiniz diye düşünmüştüm, sandığımdan daha erken geldi askerler yanımıza." "Hemen halletmek istedim," dedi Devrim. "Ne o yoksa size vurdum diye idam mı edileceğim? Bu yüzden mi sabırsızlanıyorsunuz?" diye sordu sanki normal bir şeyden bahsediyormuş gibi gayet rahat bir tavırla. "İşlediğiniz suçun cezasının idam olmadığının farkında olduğunu bilecek kadar tanıyorum sizi," dedi Devrim, hiçbir şekilde konuşmada onun üstünlük kurmasına izin vermiyordu. "Buna sevinmem mi gerekiyordu?" Devrim, derin bir nefes alırken masasının önündeki sandalyelerden birini, benim tam karşımdakini, göstererek "Oturun," dedi. Paul sanki bunu bekliyormuş gibi hemen otururken Hâkim odanın bir diğer ucunda duran sandalyeyi sürükleyerek Mary'e götürdü. Mary de hemen o sandalyeye oturduğunda Paul konuşmaya devam etti. "Bize bu kadar kibar davranıyor olmanızın bir sebebi olması lazım." Devrim, "Bir nedeni yok," dedi. "Kanunlar böyle, kim ne suç işlemiş olursa olsun ona insan dışı muamele yapılmaz, bu bir idam mahkûmu olsa bile ama siz bunu bilmezsiniz," dedi ve alayla ekledi. "Genelde kanunları kendi isteği şekilde algılayıp işine gelenleri kullananlardan olmalısınız." Paul güldü ve inkâr etmek yerine "Belki de böylesi işime geliyordur," deyip arkasına yaslandı. "Bundan hiç şüphem yok," dedi Devrim. "Peki şimdi ne olacak?" diye sorarak araya girdi Mary. "Neyle ve nasıl yargılayacaksınız bizi?" "Buna birazdan karar vereceğim," dedi Devrim ve meraklı bir tavırla "Ama önce bana bir sorunun cevabını vermeniz lazım. Bu zamana kadar nerede ve kimin yanındaydınız?" diye sordu sanki bilmiyor, daha doğrusu tahmin etmiyormuş gibi. "Bu soruya cevap vermek zorunda mıyım?" diye sordu Mary, kendinden o kadar emin tavırları vardı ki bu tavırları aslında onu hiçbir zaman tanımadığımı düşünmeme neden oluyordu. Bir insan bu kadar kısa zamanda bu kadar değişemezdi, o da değişmemişti. Sanırım sadece gerçek yüzü ortaya çıkmıştı. Devrim, "Vermek zorundasınız," dedi ve ekledi. "Belki de tüm soruşturmanın seyrini değiştirecek olan şey budur." "Şehre taşınan dedemin bu kasabadayken yaşadığı bir ev vardı, ormanın içinde, orada kalıyordum." Kaşlarımı çattım, alenen yalan söylüyordu. "Yanınızda kim vardı?" diye sordu Devrim anında. "Kimse yoktu, bir başıma kalıyordum." "Bu zamana kadar ihtiyaçlarınızı nasıl karşıladınız peki?" "Hiçbir şeye ihtiyacım yoktu." "Yemek de mi yemediniz?" diye sordu Devrim, yine çok hızlı sorup karşısındakinin aklını karıştırmaya çalışıyordu. "Yeterince erzağım vardı." "Neden saklandınız peki?" "Ailemle yaşamak istemedim." "Yalnız olduğunuzdan emin misiniz?" "Eminim." "Ziyaretinize gelen hiç kimse olmadı mı bu süre içinde?" "Olmadı." "Bir kez daha soruyorum; orada kaldığınız süre boyunca ziyaretinize gelen hiç kimse olmadı mı? İyi düşünüp cevap verin." "Olmadı." "Tesadüfen biriyle konuştuğunuz oldu mu? Herhangi biri olabilir." "O da olmadı," dedi Mary, sıkılmış gibiydi. "Orada saklandığınızı bilen birileri var mıydı?" "Hayır." "O zaman Paul Chester'ın tutuklandığını aynı gün içinde nasıl öğrendiniz?" diye sordu Devrim bu kez de. Mary susup kaldı, tek kelime bile edemedi. "Ziyaretinize kimse gelmemiş, kimse orada olduğunuzu bilmiyormuş, yani kimse size haber getiremez, tesadüfen de biriyle karşılaşmamışsınız ki tesadüfen öğrenesiniz," dedi ve şüpheli bir tavırla sordu. "Durum böyleyken Paul Chester hakkında bilgi almanız mümkün değildi ama aldınız. Bunu nasıl açıklayacaksınız?" Mary gözünün ucuyla Paul'a baktı, ondan yardım ister gibiydi ama Paul da tek kelime edemedi. "Cevap?" diye sordu Devrim. Mary gözlerini yeniden ona çevirdi. "Kimseden haber almadım," dedi, sanki vereceği cevaptan kendisi bile emin değildi şu an ve yalan söyleyeceği her hâlinden belliydi. "Tesadüfen kasabaya indim ve olayları öğrendim." "Saklanırken neden kasabaya indiniz?" diye sordu Devrim yine anında. "Çünkü artık bir şeyler almaya ihtiyacım vardı." "Herkesin sizi aradığını tahmin ediyor olmalıydınız, yakalanmaktan korkmadınız mı?" "Hayır, umurumda değildi." "Paul Chester'ı önceden tanıyor muydunuz?" "Elbette." "Nasıl tanıştınız?" "Neden bana bunları soruyorsunuz anlamıyorum ama..." Devrim, Mary'nin devam etmesine izin vermedi. "Sadece sorularıma cevap verin, Paul Chester ile nasıl tanıştınız?" "Bir süre evlerinde çalışmıştım." "Yakın mıydınız onunla?" "Bakın bunlar..." diye araya girdi Paul ama devam edemedi, Devrim anında sözünü kesti. "Müdahale etmeyin," dedi ve Mary'e baktı yeniden. "Cevap?" "Hayır, değildik." "Peki neden onu koruma ihtiyacı hissedip sahte bir emir getirdiniz bana?" "Çünkü o da beni korumaya çalışmıştı. Sonradan yalan olduğunu öğrensem de suçumu üstlendiğini duymuştum, ben de..." Devrim, yine onun sözünü kesti. "Yakın olmadığınız birinin sizin için böyle bir fedakârlık yaptığına bu kadar çabuk inanmanıza sebep olan şey neydi? Sorgulamadınız mı hiç?" Mary yine sustu, yine cevap veremedi. "Cevap vermeyecek misiniz?" diye sordu Devrim düşünmesine fırsat vermeden. "Ben, sadece o an için mantıklı düşünemedim," dedi Mary yarım ağız, verdiği cevaplar kendisini bile tatmin etmiyor gibiydi. "Albay Richard Brave'ı nereden tanıyorsunuz?" "Tanımıyorum." "Neden tanımadığınız birinin ismini kullandınız?" "Bildiğim tek yetkili isim oydu ve işime yarayacağını düşündüm." "İsmini nereden duymuştunuz?" "Bir gazete haberinde." "Hangi gazete?" "Yerel gazete." "Hangi tarihli basım?" "Hatırlamıyorum." "Bir tahminde bulunun." "Geçen sene mart ya da nisan olmalı, o zamanlarda çıkan bir gazetede görmüştüm adını." "Haberde ne yazıyordu?" "Bakın, lütfen artık daha..." Devrim yine tamamlamasına izin vermedi. "Sadece sorularıma cevap verin dedim size," dedi uyarıcı bir tavırla. "Hatırlamıyorum." "Haberi hatırlamıyorsunuz ama ismi hatırlıyorsunuz öyle mi?" diye sordu Devrim. "Aklımda kalmış," dedi Mary bu kez rahat bir tavırla. "Neden Bayan Pride'a Brice Chester tarafından yazılmış gibi gösterdiğiniz o notu gönderdiniz? Beni neden öldürmek istediniz?" "Öyle bir şey yapmadım." "Günlüklerinizdeki el yazınızla nottaki el yazısı tutuyor, notu görmeden de içeriğini bilmiştiniz. Bu odada yaşananları ne çabuk unuttunuz?" "Yine tüm bunlar beni böyle bir şeyler suçlamanız için yeterli değil," dedi Mary, bu söyledikleri onun sözleri değil gibiydi. Biri tarafından öğretilmiş gibiydi ve o birinin kim olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. "Yeterli olup olmadığına siz mi karar veriyorsunuz?" Mary yine sustu, yine kendini savunamadı. "Peki bu olanlar dışında bize söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?" Mary başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır." Devrim, Hâkim'e baktı. "Karar senin." "Düşünmeye gerek bile yok," dedi Hâkim ve ellerini arkasında birleştirdi. "Bayan Jones her ne kadar inkâr ediyor olsa da suçları sabit. Bir askerin ölüm emrini verip aynı zamanda başka bir askerin ismini kullanarak yalandan bir askeri emir hazırladı. Suçlarının yasalardaki karşılığı çok açık, idam," dedi, afalladım. Her ne kadar Mary'nin hak ettiğini düşünsem de bu kararı vereceklerini zannetmiyordum. "Madem öyle, kararı hazırlayabilirsin," dedi Devrim ve gözlerini Mary'e çevirdi. "İdam mahkûmusunuz artık." Bu cümleyle Mary güçlü bir kahkaha attı, Paul'a baktım. O da gayet rahattı, hem de hiç beklemediğim kadar rahattı. İşte bu hâlleri, beni korkuttu, çünkü muhtemelen güvendikleri bir şeyler vardı. "Gülünecek bir şey söylediğimi düşünmüyorum," dedi Devrim. Mary anında "Beni idam etmeniz mümkün değil," dedi. Kaşlarımı çattım, neye güveniyordu bu kadar? Devrim de kaşlarını çatarken sordu."Sebep?" "Çünkü yasalar benim durumumda olan birinin idamını kesinlikle yasaklıyor." Neyden bahsediyordu bu? "Sizin durumunuz?" diye sorguladı Devrim. "Hamileyim," dedi Mary, gözlerim yerlerinden çıkacakmış gibi irileşti. "Ve Puronton yasalarına göre hamile bir kadını idam edemezsiniz. Doğum yapana kadar hiçbir şey yapamazsınız." Devrim, duydukları karşısında tepkisiz kalırken arkasına yaslandı, bu kez sessiz kalan o oldu. İstemsizce bir kez daha Paul'a baktım ve keyfinin biraz daha yerine geldiğini fark ettim. Muhtemelen bu durumdan haberi vardı, hatta belki bebeğin babası bile olabilirdi. "Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordu Mary keyifle. "Haklısınız," dedi Devrim, şaşırdığını belli etmemeye çalışıyordu. "Eğer söylediğiniz şey doğru ve hamileyseniz bebeğiniz doğana kadar idam edilemezsiniz." "O zamana kadar da siz gitmiş olursunuz sanırım," dedi Mary, gülecekmiş de kendini tutuyormuş gibi bir hâli vardı. "Yeni gelecek olan komutan belki sizden daha merhametli çıkar ve karar iptal olur, ne dersiniz?" diye sordu Mary alay ederek, ona karşı öfkem daha da arttı. "Hmm," dedi Devrim uzata uzata ve ekledi. "Sanırım siz de bu yüzden bu kadar mutlusunuz." "Belki de," dedi Mary ve bir kez daha güldü. "Üzüldüm şimdi," dedi Devrim. "Kendi hâlinize mi?" diye sordu Paul alay ederek, üstünlük kurmuş olmaları yeniden küstahça tavırlar sergilemeye başlamalarına neden olmuştu. Devrim dilini damağına çarpıtarak cıkladı ve "Hayır," deyip arkasına yaslandı, öyle devam etti konuşmasına. "Bayan Jones'ın mutluluğunun kısa sürecek olmasına." "Ne yaparsanız yapın dokuz ay boyunca bana hiçbir şey yapamayacaksınız." "Bayan Jones," dedi Devrim derin bir nefes alırken. "Araştırmayı biraz eksik yapmışsınız sanırım." "Anlayamadım?" dedi Mary. "Haklısınız, hamile bir kadın hiçbir şekilde idam edilemez belki ama öylece de serbest bırakılmaz, bunu hiç düşünmediniz mi?" "Elbette düşündüm, muhtemelen bana bir ceza vereceksiniz." "Bu ceza sizi korkutmuyor mu?" "İdam edilmemden daha kötü bir şey olmayacağına göre hayır, korkutmuyor." "Serbest bırakılacağınızı mı düşünüyorsunuz gerçekten?" diye sordu Devrim, sinirleri bozulmuş gibiydi. "Bilmem," dedi Mary ve bana baktı. "Belki ben de Valencia gibi burada çalışarak çekerim cezamı." "İşlediğiniz suç onunki kadar basit değil," dedi Devrim, aklında bir şey var gibiydi. Mary ona baktı. "Benim cezam ne olacak o zaman?" Devrim, bana baktı ve gözleriyle masada bana daha yakın duran siyah dosyaları göstererek "En üsten dördüncü dosyayı uzatır mısın?" diye sordu. Merakla istediği dosyayı aldım ve ona uzattım. Herkes benim gibi merakla ona bakarken dosyayı karıştırdı ve aradığını bulmuş olacak ki durdu, başını kaldırıp Mary'e baktı. "Ben yokken burada işler nasıl yürüyormuş diye eski dosyaları incelerken beni en çok rahatsız eden dosya bu olmuştu ama sanırım ben de aynı kararı vermek zorunda kalacağım." Mary'nin huzursuz olduğunu fark ederken Devrim'e merakla bakmaya devam edip sabırsızlıkla söyleyeceklerini duymayı bekledim. "Neymiş o karar?" diye sordu o sırada Mary. "Kararı açıklamadan küçük bir onaya ihtiyacımız olacak," dedi ve Hâkim'e baktı, elindeki dosyayı ona uzattı. "Aynı cezayı verebilecek miyiz?" Hâkim, Devrim'in uzattığı dosyayı aldı ve inceledi. Meraklı bakışlarımla bu kez de onu izledim ve her ne okuduysa dudağının hafifçe yana kıvrıldığını, keyfinin yerine geldiğini fark ettim. Böyle davranmalarına nasıl bir karar neden oluyor çok merak ederken Hâkim, dosyayı yeniden Devrim'e uzattı. "Verebiliriz, hiçbir engel yok, hatta tam yerinde olur," dedi, Devrim aldığı bu cevapla yeniden Mary'e baktı. Mary korkak bir tavırla "Ne cezası?" diye sordu. Devrim kendinden emin bir tavırla "Bundan beş yıl kadar önce tıpkı sizin gibi hamile olduğu için idam edilemeyen bir kadına başka bir ceza verilmiş, biz de size aynı cezayı vereceğiz ama önce bana bir sorunun cevabını vermeniz gerekiyor, bebeğin babası kim?" "Benden bu sorunun cevabını asla alamayacaksınız, beni idam edemezsiniz ama onun gözünün yaşına bakmazsınız. Evli olmadığı bir kadına yaklaştığı için idam edilir." "Yanılıyorsunuz, bu ülkede böyle bir kanun da yasak da yok," dedi Devrim ve ekledi. "Yıllarca var zannedin diye ellerinden geleni yapmışlar ama yok." Mary, Devrim'in sözlerine pek de inanmış gibi durmuyordu. "Boşuna uğraşmayın, söylemeyeceğim." "Peki," dedi Devrim öğrenmeye çabalamak yerine, zaten muhtemelen o da biliyordu bebeğin babasını kim olduğunu. "O zaman gelelim asıl meseleye, ceza konusuna," dedi ve elindeki dosyayı gösterdi. "Beş yıl önce sizin durumunuzda olan bir kadına verilen cezanın aynısını vereceğim. Buradan yaklaşık dört günlük mesafede olan bir şehre gönderileceksiniz. Orada kadınlar için bir zindan var, orada kalacaksınız ve bebeğiniz doğduğunda idam hükmü gerçekleşecek." Mary kaşlarını çattı, ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. Paul'a batığımda onun da az öncekinin aksine huzursuz olduğunu fark ettim. "Ben," diye konuya girdi Mary ve derin bir nefes aldı. "Bu kasabadan gönderilecek miyim yani?" Devrim başını salladı. "Evet, yani ben gitsem de gitmesem de hiçbir şey değişmeyecek sizin için. Çünkü bundan sonra sizinle gideceğiniz yerde ilgilenecekler." "Bahsettiğiniz yer, tahmin ettiğim yer olamaz değil mi?" diye sorarak araya girdi Paul. "Tahmin ettiğiniz yer?" diye sorguladı Devrim. "Şu bütün isyancıların gönderilip herkesin idam edildiği zindan?" dedi, sesinde ilk defa endişe vardı. "Sadece idam mahkûmlarının, idam edilinceye kadar kaldıkları bir yer diyebiliriz," diye düzeltti Devrim. "Bu acımasızca!" diye araya girdi Mary bağırarak. "Sırf siz gittikten sonra kendimi kurtaramayayım diye beni öyle bir yere..." Devrim, Mary'nin devam etmesine izin vermedi. "Sizinle özel bir sorunum yok, suçlusunuz ve cezanızı çekeceksiniz. Hamile olduğunu söyleyip kurtulmaya çalışman benim için bir şey ifade etmiyor, sürekli yasalar deyip duruyor ve onun arkasına saklanıyordunuz. O yasalar şimdi bana bunu yapmam gerektiğini söylüyor, ben de yapıyorum. Buna uymayacaksak hamileyken idam edilemez yasasına da uymayalım o zaman, ne dersiniz? Sizce de iyi fikir değil mi?" diye sordu devrim, Mary tek kelime dahi edemedi. Devrim ise ondan bir şey duymayı beklemeyip yeniden Hâkim'e baktı. "Gerekli her şeyi hazırla, Mary Jones en kısa zamanda zindana gönderilmek üzere yola çıkacak," dedi, Hâkim onu onaylarken Mary sessizliğini sürdürmeye devam etti. Karardan kurtulmaya çalışmadı, kendini savunmadı, Paul'dan yardım istemedi. Belki de tüm bunları yapmasa bile yardım edileceğini bildiğindendir diye düşünürken Hâkim, askerleri çağırdı ve Mary yeniden aşağıya gönderildi. O giderken Devrim, Paul'a baktı. "Şimdi sıra sizde." Paul alaycı bir tavırla "Ne o benim de mi idam kararımı vereceksiniz?" diye sordu. Devrim arkasına yaslandı. "Neden, bilmediğimiz başka bir suç daha mı işlediniz?" "Size vurdum," dedi anında Paul. "Bu, bir idam kararı için yeterli bir neden değil." "Böyle düşünmenize şaşırdım, bu olsun diye elinizden geleni yapacağınızı düşünüyordum." "Sizinle uğraşmak için özel bir nedenim yok, ayrıca uğraşmamı değecek bir durumda da değilsiniz. Madem yasalar diyoruz, o yasalar iyiler için de kötüler içinde geçerli olmalı, adalet sağlanmalı. Hangi tarafta olduğunuz bundan sonra size kalmış bir şey, serbestsiniz." Afalladım, ne yani gerçekten öylece gitmesine izin verecekti? "Serbest miyim?" diye sordu Paul, o bile şaşırmış gibiydi. "Size vurmamın cezası peki?" "İki gündür zindandasınız, bir daha hiçbir askere öyle davranmamanız gerektiğini anlamış olmanız gerekiyor. Şimdi çıkabilirsiniz." Paul, şaşkınlığını gizleyemezken benim de ondan bir farkım yoktu. "Pekâlâ," dedi yine de ve ayağa kalktı, beklemediğim bir şeyi yapıp Devrim'e elini uzattı. "Daha sonra daha iyi bir durumda yeniden görüşmek dileğiyle." Devrim ayağa kalktı ve tereddüt etmeden elini tutup sıktı. "Görüşeceğiz, bir süre daha bu kasabadayım," dedi, elini yeniden çekti. "Aslında sizi yemeğe davet etmek isterim," dedi Paul ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokarken. "Hem de bu akşam," dedi ve Hâkim'e baktı. "Siz ve diğer arkadaşınızı da görmek isterim," deyip yeniden gözlerini Devrim'e çevirdi. "Chester köşkünde ağırlamak isterim sizi, hem aramızdaki tüm yanlış anlaşılmaları çözmüş oluruz. Buraya geldiğinizden beri iyi şeyler olmadı, siz de bizi yanlış tanıdınız. Hem öfkeyle vurdum size, yapmamam gerekiyordu. Bunun için de düzgünce özür dileme fırsatım olur." Devrim, ellerini arkasında birleştirirken sessiz kaldı. "Davetimi kabul edin lütfen," dedi Paul, ilk defa onun bir şey için bu kadar ısrar ederken görüyordum. "Olur," dedi Devrim, şaşırdım. Kabul etmesini beklemiyordum. "O zaman aksam sekizde diyelim, sizi köşke getirmesi için kâhyamı göndereceğim." "Lüzum yok, köşkün yerini biliyorum," dedi Devrim. "Pekâlâ, görüşmek üzere o zaman," dedi ve bana baktı Paul. "Bayan Pride, eğer müsaitseniz sizinle dışarıda birkaç dakika konuşmak istiyorum." Kaşlarımı çattım, bu da neydi şimdi? Benimle ne konuşmak istiyor olabilirdi ki? Cevap vermeden önce Devrim'e baktım, buradan çıkmam için izne ihtiyacım vardı çünkü Devrim, "Çıkabilirsin," deyip yerine otururken hiç düşünmeden ayaklandım, ne de olsa askeriyeydi burası. Burada bana bir şey yapamazdı, bu yüzden korkmadan konuşabilirdim. Hem derdinin ne olduğunu da öğrenmiş olurdum. Paul, başka bir şey demeden odadan çıkarken ben de peşinden çıkmak için kapıya doğru yürüdüm. Tam odadan çıkacaktım ki Devrim, "Valencia," dedi, durdum ve ona döndüm. "Buyurun." "Dikkatli ol," dedi gözlerimin içine bakarken, tebessüm ettim ona. "Ve hangi sebeple olursa olsun buradan uzaklaşma." Başımı salladım. "Peki," dedim ve başka bir şey söylemeyecek gibi durduğu için daha fazla oyalanmadan odadan ayrıldım. Çıkar çıkmaz Paul'un çıkışa yürüdüğünü görüp peşinden gittim. Askeriyenin önündeki merdivenleri inip durduğunda ben de durdum ve karşısına geçtim, gözlerinin içine baktım. "Sizi dinliyorum, Bay Chester," dedim ve merakla söyleyeceklerini bekledim. Cebindeki ellerini çıkarıp arkasında birleştirirken "Ne kadarını biliyorsunuz bilmiyorum," dedi, bir kez daha kaşlarımı çattım. "Ama her şeyin sizin yüzünden olduğunu biliyorum." "Anlayamadım?" "Bence anladınız," dedi anında ve bana doğru bir adım attı, eşzamanlı olarak ben de hızla geriye doğru bir adım attım. Bunu yapmamla birlikte dudaklarının yana kıvrılması ve yüzünde sinsi bir ifade oluşması bir oldu. "Hem de çok iyi anlamışsınız." "Bakın, Bay Chester," dedim ama devam etmeme izin vermeyip araya girdi. "Asıl siz bakın, Bayan Pride," dedi ve bana doğru bir adım daha atıp gözlerimin içine bakarak bu kez saklamaya gerek duymadığı öfkesiyle konuştu. "Sakın, bundan sonra işlerime karışmaya kalkmayın! Bir dahakine sonunun sizin için iyi bitmesine izin vereceğimi hiç sanmıyorum." Kaşlarımı çattım. "Siz beni tehdit mi ediyorsunuz?" Ellerini cebine sokarken tebessüm etti. "Nasıl anlamak isterseniz." Dayanamayıp "Benimle konuşurken sahte yüz ifadelerinize ihtiyacınız yok bence," dedim ve tiksinircesine ekledim. "Ne de olsa gerçek yüzünüzü biliyorum." Tek kaşını kaldırdı. "Az önce inkâr ediyordunuz ama şimdi kabul ediyorsunuz." "Siz sahte yüzleriniz olduğunu inkâr etmediğinize göre benim de gerçeğini gördüğümü daha fazla inkâr etmeme gerek yok sanırım." Yine güldü. "Madem bunu itiraf edecek kadar cüretkârsınız, ne kadarını bildiğinizi de söylersiniz diye düşünüyorum." Tıpkı ben de onun gibi, sırf onun siniriniz bozmak için güldüm. "Belki de her şeyi," dedim, cevaptan rahatsız olduğunu fark etmek keyfimi yerine getirirken devam ettim. "Belki de hiçbir şeyi, sanırım bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceksiniz." Öfkesi daha da artarken "Artık içeriye gitsem iyi olacak, size iyi günler dilerim. Aşağıda kalmak zordur, çok iyi bilirim. Evinize gidin ve güzelce dinlenin," dedim sanki iyiliğini düşünüyormuş gibi ve merdivenlere yöneldim. "Bayan Pride," dedi, durmak zorunda kaldım. Hiç istemesem de yeniden ona dönüp de gözlerine baktığımda birkaç adımda yanıma geldi. "Size bir sır vermemi ister misiniz?" Muhtemelen alttan alttan tehdit edecek diye düşünürken "Sizi dinliyorum," dedim. "Abim, Brice Chester ile evlenmenize asla izin vermeyeceğim." Duyduğum bu cümle ister istemez şaşırmama neden olurken elimden geldiği kadar bunu belli etmemeye çalışıp sessiz kaldım. Neden şimdi böyle bir şey söylemişti? Hem tüm bu olanlarla bunun ne ilgisi vardı? "Boşuna heyecanlanmayın bu yüzden." Bir kez daha sırf onun sinirini bozmak için gülüp "Nasıl engel olacaksınız buna?" diye sordum, yapamayacağını iddia edecek bir tavırla. "Bilirsiniz, bir şeyi istediğim zaman başarmadan asla durmam." "Bunları abinize söylememden hiç korkmuyor musunuz?" "Hayır," dedi düşünmeye bile gerek duymadan. "Söylemeyeceğinizi biliyorum ne de olsa." "Neden söylemeyeyim ki? Siz evliliğe engel olmaya çalışırken o da size olur belki, ben de boşuna heyecanlanmış olmam." Yine sinir bozacak şekilde güldü ve maalesef ki bozmayı da başarıyordu. "Siz akıllı bir kızsınız, anlatmamanız gerektiğini çok iyi biliyorsunuz." İleriden gelen Brice'i görüp hiç bozuntuya vermeden "Haklısınız," dedim. O esnada Brice yanımıza geldi, şaşkınca kardeşine bakıp "Sen, hangi ara serbest bırakıldın?" diye sordu. "Çok olmadı," dedi Paul sadece. Brice'in gözleri ikimizin üzerinde gezindi. "Ne yapıyorsunuz peki burada? Ne konuşuyordunuz?" "Bayan Pride bana geçmiş olsun dileklerini iletiyordu," dedi Paul anında. Bir an bile olsun tereddüt etmeden "Hayır," diye araya girdim, ikisinin de bakışları beni buldu. Ben ise bir tek Brice'e bakarak "Bay Chester bana seninle evlenmemem için elinden geleni yapacağını söyleyerek tehdit ediyordu, ben de söylediklerini sana söylemekle," dememle ikisi de resmen donup kaldılar. Gözlerimi Paul'a çevirip üzülmüş gibi "Aa özür dilerim, sıralamayı karıştırdım sanırım. İlk başta siz mi bir şeyler yapacaktınız? Benim her şeyi sonradan mı söylemem gerekiyordu?" diye sordum bir de alay edercesine ve ekledim. "Sanırım tahmin ettiğiniz kadar akıllı değilmişim ya da beklediğiniz kadar aptal değilmişim mi demeliydim?" "Ne demek bu?" diye sordu Brice Paul'a öfkeyle. Susmak yerine araya girip "Daha bilmediğin çok şey var," dedim, Brice'in bakışları yeniden beni buldu. "Aslında hatanın çoğu bende, her şeyi sana en başından anlatmam gerekiyordu." "Neler oluyor?" diye sordu. "Mary Jones hamile ve muhtemelen çocuğun babası, kardeşin." "Bayan Pride," diye araya girdi Paul ama umurumda olmadı, şaşkınca beni dinleyen Brice'e bakarak anlatmaya devam ettim. "Böyle düşünmek için çok sebebim var. Önce Paul Chester askeriyeye geldi ve Mary'i idam mahkûmu olmaktan kurtarmaya çalışıp tutuklandı, hemen ardından da Mary kasabaya döndü. Elinde sahte bir emir vardı ve Paul Chester'ı kurtarmaya çalışıyordu." "Bayan Pride!" diye araya girdi Paul öfkeyle ve uyarıcı bir ses tonuyla. Ona baktım. "Neden kızıyorsunuz? Her şeyin böyle olmadığını söyleyebilir misiniz?" Öfkeyle gözlerimin içine bakıp sessiz kaldı. Yeniden Brice'e baktım. "Her şey bu kadar da değil, bunun kardeşinle bir ilgisi var mı bilmiyorum ama birkaç gece önce birisi gece yarısı odama girdi ve beni öldürmeye çalıştı," dedim, Brice'in gözleri irileşirken tek kelime dahi edemedi. "Kimse korkmasın diye anlatmadım ama Komutan Karel'e anlatıp şikâyetçi oldum. O da elinden geldiğince araştırdı ama suçluyu bulamadı." "Valencia," dedi Brice, sanki nefesi kesilmiş gibiydi, buna rağmen devam ettim anlatmaya. "Aynı şey bugün bir kez daha yaşandı. Günahkâr kadınlardan biri askerleri bir eve gönderdi, evi bilmedikleri için onları oraya ben götürdüm. Kapıda onları beklerken James Morgan'ı gördüm, öldüğünü düşündüm için neye uğradığımı şaşırdım ve ormana kadar takip ettim onu. Orada yakaladı beni ve öldürmeye çalıştı beni. Meğerse o gece gelen oymuş." Brice'in şaşkınlığı daha da artarken sessizliğini sürdürmeye devam etti. "O yaşıyor diye Binbaşı sorumlu tutuldu ve görevden alındı," dedim ve sustum, başka anlatacağım bir şey var mı diye düşünürken hiç beklemediğim bir ses araya girdi. "Valencia." Hızla başımı çevirdim ve Devrim'i gördüm, onu görmek şaşırmama neden olurken "Atladığın bir şey var," dedi ve elleri ceplerinde merdivenleri inip yanımıza geldi. Ne zamandır buradaydı, söylediklerimin ne kadarını duydu merak ederken gözlerini Brice ve Paul arasında gezdirip devam etti. "James Morgan'ın seni öldürmeyi başaracağını düşünerek söylediklerinden bahsetmedin," dedi, kaşlarımı çattım. Ben ona da böyle şeyler söylememiştim ki... Çünkü James hiçbir şey söylememişti bana. "Onlar neymiş?" diye sordu Paul. "Ormanda bir genç kızın cesedini bulmuştuk, James Morgan katilin sen olduğunu söylemiş." Gözlerim irileşirken bunun bir tuzak olduğunu anlayıp hızla kendimi toparladım, eğer o böyle bir şey yapıyorsa mutlaka bir bildiği vardır diye düşünüp ona ayak uydurmaya çalışmaya karar verdim. "Siz ne dediğinizin farkında mısınız?" diye sordu Brice öfkeyle ve bana baktı. "Bunları sen mi söyledin?" Bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemezken Devrim araya girip benim yerime "Evet," dedi ve devam etti. "Ama aynı zamanda bu kadarına inanmadığını da söyledi." Bunu dediği an Paul'un da bakışları beni buldu. En az benim kadar onun da aklı karışmış gibiydi. "Ben de inanmadım," diye ekledi Devrim, dikkatle ona bakıp ne yapmaya çalıştığını anlamaya uğraştım ama sanırım bu pek de mümkün değildi. "Bu yüzden serbest kaldınız zaten." "Peki madem inanmadınız şimdi neden bundan bahsediyorsunuz?" diye sordu Paul. "Dikkatli olun diye," dedi Devrim anında. "Ne de olsa sizi suçlamak istiyor. Birinin katil olduğunu söylemek, onun idam edilmesini istemek demek. Ölmenizi isteyen biri var ve bu biri firari, dikkatli olun." Paul başını sallarken sessiz kaldı, Devrim'in söylediklerine inanmış mıydı anlayamamıştım. "Akşam görüşmek üzere," dedi Devrim başka bir şey söylemek yerine ve yanımızdan ayrıldı. Brice "Akşam?" diye sorguladı. Paul ise anında "Yemeğe davet ettim," dedi. Brice'in gözleri beni buldu, sanki bir şeyler daha söylememi bekler gibi bir hâli vardı. Bunu fark edince "Kardeşinle konuşsan daha iyi olacak," dedim, gitmek istedim ama önümde durup gitmeme engel oldu. "O kadar şeyi söyledikten sonra öylece arkanı dönüp gidemezsin," dedi, kaşlarımı çattığımda devam etti. "Bize gidip konuşalım." "Buradan uzaklaşmam yassak." "Pekâlâ, akşamki davete sen de gel o zaman." "Dedem asla izin vermez," dedim bir an bile olsun düşünmeden. "Eğer gelmek istersen ben izin alırım." Gözümün ucuyla Paul'a baktım, korktuğumu ve gelemeyeceğimi düşünür gibi bir hâli vardı. Bu yüzden inat edip Brice'e döndüm ve "Dedem izin verirse gelirim," dedim. "İzin alacağım," dedi, belli belirsiz tebessüm edip sessiz kaldım. O ise Paul'a dönüp "Gidelim, konuşacaklarımız var," dedi. Paul gözlerini benden çekerken başını sallayıp "Gidelim," diye onayladı onu. Brice yeniden bana dönerken "Akşam görüşmek üzere," dedi. "Görüşürüz," dedim isteksizce ve Paul'la göz göze geldim. Geri adım atmamı istercesine gözlerimin içine bakarken ben de buna hiç niyetimin olmadığını belli edecek bakışlar attım. Bu bakışlar, onu yeterince sinirlendirirken daha fazla durmadım yanlarında ve uzaklaştım. Askeriyeye yeniden girdiğimde gözlerim etrafta gezindi, ileride duran Devrim'i görüp hızla yanına gittim. Bir askerle konuştuğundan çok yaklaşamadım ve konuşmasının bitmesini bekledim. Az sonra asker "Emredersiniz komutanım!" deyip yanından ayrıldığında ben yanına gidecektim ki aniden bana döndü, beni gördü, afalladı, kendini toparladı ve dudaklarını küçük bir dil hareketiyle yalarken birkaç adımda yanıma geldi. Karşımda durduğunda derin bir nefes alıp "Sorabilirsin," dedi. "Bir şey soracağımı nereden anladınız ki?" İç geçirdi. "Çünkü bir şey söyleyeceğin zaman yaptıklarının aksine, bir şey soracağın zaman gözlerini kısıyorsun," dedi işaret parmağını bir anlığına gözlerinin önünde sallarken ve devam etti. "Mahcup ifadeyle gülümseyip doğrudan gözlerimin içine bakıyorsun." Gülümseyip "Bir şey söyleyeceğim zaman ne yapıyorum peki?" diye sordum merakla. "Kötü bir şeyse gözlerime bakamıyorsun, iyi bir şeyse göz teması kurmaya çalışıyorsun ama sürekli gözlerini kaçırdığın için yapamıyorsun ve hiçbir şekilde gülümsemiyorsun," dedi, tüm bunları düşünmeye gerek dahi duymadan söylemişti. "Herkesi bu şekilde çözmek için çok çabalıyor olmalısınız." "Herkesi değil," dedi anında ve ekledi. "Sadece ilgimi çekenleri." Sözleri bir kez daha beni afallatırken bu kez kendinden emin bir tavırla gözlerimin içine bakmaya devam etti. Sanki bu kez aniden ağzından kaçırdığı bir cümle gibi değildi bu, öyle olsa daha farklı davranıyordu. Daha önce şahit olduğum gibi... Bu yüzden bu kez üzerine gidebileceğimi düşünüp "Anlayamadım?" dedim. Öksürüp boğazını temizledi ve soruma cevap vermek yerine "Sen ne soracaktın?" diye sordu merak ediyormuş gibi. Anında aklım dağılırken "Dışarıda olanları," dedim hızla ve devam ettim. "Neden öyle bir şey söylediniz? James Morgan bana öyle bir şey söylemedi ki." "Ama bunu yalnızca biz biliyoruz." Anlamsız bakışlar attım, açıklama ihtiyacı hissetmiş olacak ki devam etti. "Aralarında bir bağ var mı onu çözmeye çalışıyorum. Eğer varsa Paul Chester, James'in peşine düşecek ve aralarında gerçekten bir bağ varsa yerini biliyor olacak, bizden çabuk bulacak. James ise Paul'a ihanet etmediği için kaçmaya gerek duymayacak ve ona yakalanacak. Biz de Paul'un peşinde olacağımız için doğal olarak biz yakalamış olacağız. Hem James'i bulacağız hem de Paul Chester ile James Morgan arasındaki bağı kanıtlamış olacağız." Şaşkınca kaldım karşısında, bunların tek birini dahi düşünmeyi akıl edememiştim ben. "Başka soru?" diye sordu gözlerime bakarken. Çekinmeden "Bunları neden bana anlatıyorsunuz?" diye sordum ben de. Kaşlarını çattı. "Çünkü sordun." "Evet ama siz de tereddüt etmeden anlattınız, planı bozmamdan hiç korkmuyor musunuz? Her şeyi Chester'lara anlatmamdan?" "Hayır," dedi yine tereddüt etmeden. "Neden?" "Güveniyorum sana." Bu iki kelimelik kısacık cümle içimi sıcacık ederken tebessüm ettim ona ve sormaya devam etmek isteyip "Ya yanlışlıkla mahvedersem?" diye sordum bu kez de. "Sen akıllı kızsın, etmezsin," dedi, bir kez daha tebessüm edip başımı salladım. "Edeceğini düşünüyor olsaydım zaten emin ol tek kelime bile etmezdim." Bu kez kısacık da olsa sesli bir şekilde güldüm ve aklıma gelen şeyle "Akşam ben de sizinle köşkte olabilirim," dedim. Tek kaşını kaldırdı. "Sebep?" "Davet edildim." Bir kez daha iç geçirdim. "Doğru ya orası sonuçta nişanlının evi sayılır." Bu cümle nedenini bile anlayamadığım bir şekilde kendimi kötü hissetmeme neden olurken söyleyecek hiçbir şey bulamayıp sessiz kaldım. "Neyse," dedi ve öksürüp "Halletmem gereken şeyler var, odamdayım," dedi ve ayrıldı yanımdan. Fakat çok uzaklaşamadan durdu ve yeniden bana baktı. "İstersen artık sen de evine gidebilirsin, akşam için hazırlanmak istersin belki," dedi imalı bir tavırla ve önünde döndü, bu kez uzaklaştı yanımdan. Arkasından bakarken kaşlarım çatıldı ve "Bir şey mi ima etmeye çalıştı?" diye sordum kendi kendime. O sırada yanımdan geçen asker "Bir şey mi dediniz?" diye sordu kendi kendime konuştuğumu fark etmeyip. Telaşla "Hayır," dedim ve gerek olmadığını bildiğim hâlde özür dileyip yanından ayrıldım. Askeriyeden çıktığımda bir saniyeliğine durup derin bir nefes aldım ve Brice acaba dedemle konuşmaya gitti mi yoksa konuşmak için daha sonra mı gelecek diye düşünürken evime doğru yürüdüm. Eve ulaştığımda hayal ettiğim tek şey, yatağıma uzanmak ve biraz olsun dinlenmekti. Bu hayalle bahçeye girdiğimde birinin "Bayan Pride," diye seslendiğini duydum ve durmak, sesin geldiği tarafa bakmak zorunda kaldım. Karşımda, beli iki büklüm olmuş, yaşlı bir kadın duruyordu. Bembeyaz, uzun saçları vardı. Onu daha önce görmediğimden emin olup "Buyurun," dedim. Yavaş ve bir o kadar da küçük adımlar atıp yanıma geldi. "Valencia Pride, sen misin?" Başımı salladım. "Evet." Gözlerimin içine bakarken gözlerine hüzün çöktü. Merakla "Siz kimsiniz?" diye sordum. "Bayan Ryan gönderdi beni." Afalladım. "Bayan Ryan mı?" "Evet." "Ama o askeriyeden dışarıya çıkamaz ki." Buruk da olsa tebessüm etti. "Beni göndermesi için çıkmasına ihtiyacı yoktu." Derin bir nefes aldım ve olanları çözmek istercesine "Peki neden gönderdi?" diye sordum. Bir oyunun içinde miydim, birileri bu olağanüstü şeyleri kullanarak beni tuzağa mı çekmeye çalışıyordu bilmiyorum. Bildiğim tek şey; kimseye güvenmemem gerektiğiydi. Gözleri doldu. "Benim gördüğümü görmüştür muhtemelen." Bu belirsiz cevaplar artık beni sinirlendirmeye başlasa da elimden geldiği kadar sakin kalıp "Ne gördünüz ki?" diye sordum artık normal bir cevap almayı umut ederken. Soruma cevap vermek yerine "Bana verebilecek yemeğin var mı?" diye sordu. Kaşlarımı çattım, bu da neydi şimdi? Neden böyle bir soru sormuştu? Gerçekten aç olduğu için mi yoksa eve mi girmek istiyordu sadece. Eve girse de yapabileceği hiçbir şey yoktu ki... Bu yüzden gönül rahatlığıyla "Elbette," dedim ve kapıyı gösterdim. "İçeriye gelin lütfen." Bir kez daha tebessüm etti ve tek kelime etmeden biraz daha yaklaştı. Ben de kapıya gidip vurdum ve az sonra kapı babaannem tarafından açıldı. Ona yaşlı kadının aç olduğundan bahsettiğimde kadına yaklaşıp o da onu içeriye çağırdı ve hep birlikte eve girdik. Babaannem, yaşlı kadını masaya oturtup da bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçtiğinde ben de kadının karşısına oturup gözlerine baktım. "Söyleyecek bir şeyiniz yok mu?" diye sordum. "Bayan Ryan sizi neden gönderdi ve bir şey gördüğünüzden bahsettiniz, ne gördünüz?" Hafifçe bana doğru eğildi. "Mutlu değilsin," dedi. Bu söylediğine anlam veremezken arkama yaslandım. "Anlayamadım?" "Mutlu değilsin," diye yineledi, sabırla derin bir nefes alırken uzandı ve masanın üzerindeki elimi tuttu. Bu beni ürkütürken güven verici bir tavırla gözlerimin içine baktı. "Mutlu olacağın yolu seçmelisin." Sabırla derin bir nefes aldım. "Mutlu olmadığımı size neyin düşündürdüğünü merak ettim." Dudaklarında buruk bir tebessüm belirdi. "Bunun doğru olmadığını söyleyebilir misin?" diye sordu, o kadar üstü kapalı cevaplar veriyor ve o kadar garip sorular soruyordu ki içimden bir ses bu kadını buraya Bayan Ryan'ın değil de bir başkasının gönderdiğini söylüyordu. O bir başkası da her kimse benden bir şey öğrenmeye çalışıyor gibiydi ya da ben çok düşünmeye başlamıştım. "Size neden böyle bir sorunun cevabını vereyim? Sizi tanımıyorum bile, hatta Bayan Ryan'ı da tanımıyorum, ona güvenmek için de bir nedenim yok." "Ama inkâr edemedin," dedi. Konuşmak için dudaklarımı araladığım an araya bir başkasının sesi girdi. "Valencia!" Gözümün ucuyla babaannemin sesinin geldiği mutfağa doğru baktım ve gözlerimi yeniden yaşlı kadına çevirdim. "Hemen geleceğim, konuşma bitmedi henüz," dedim, ona kaçmadığımı açıkça belli etmiş oldum ve ayağa kalkıp babaannemin yanına gittim. "Efendim babaanne?" dediğimde gözleri hemen beni buldu. "Bahçeden biraz sebze getirir misin? Hanımefendiye..." dedi ve sustu, onu susturan şey kapının kapanma sesi oldu. Biri mi geldi diye düşünürken cümlesini tamamlamasını beklemeden mutfaktan çıktım, salona baktım ve şaşkınca kalakaldım. Biri gelmemişti, kadın yoktu, resmen gitmişti. "Nereye gitti bu kadın ya?" diye söylenip telaşla kapıya doğru yürüdüm, kapıyı açtım, tam evden çıkacaktım ki dedemle karşı karşıya geldim. "Valencia ne oluyor?" diye sordu babaannem, ona cevap vermek yerine dedeme bakmaya devam ettim. Yüz ifadesi o kadar sertti ve gözlerinde öyle büyük bir öfke vardı ki ne yaşlı kadın aklımda kalmıştı ne de başka bir şey. "Bir şey mi oldu dede? İyi misin?" diye sordum endişeyle ve gözlerinin içine bakıp sabırla cevap vermesini bekledim. "İçeriye gir," dedi yüz ifadesini destekler nitelikte çıkan sesiyle ve öfkesini daha net hissettirdi bana. Tek kelime etmeden istediğini yapıp bir adım geri gittim, eve girdim. Peşimden de hemen kendisi girdi ve kapıyı kapattı. "Bir şey mi oldu?" diye sordum babaanne ama dönüp ona bakamadım, gözlerimi dedemden çekemedim. Neyin onu bu denli öfkelendirdiğini merak ederken onun da gözleri beni buldu ve o an öyle bir baktı ki öfkesinin bana karşı olduğunu hissettim. Bu his, beni korkuturken ve dizlerimin titremesine neden olurken bana doğru bir adım attı, yaklaştı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken ve kalbimde beliren o kötü hisle baş etmeye çalışırken daha fazla dayanamadım ve ne olduğunu sormak istedim. "Neden bana öyle bakıyorsun? Yanlış bir şey mi..." Sorumu tamamlayamadım, çünkü hiç beklemediğim bir anda elini kaldırdı ve tüm öfkesiyle yüzüme sert bir tokat indirdi. Sağ yanağıma inen tokatın etkisiyle geriye sendeledim, bunu yaparken ayaklarım birbirine dolandı ve yere düştüm. Eşzamanlı olarak gözlerim doldu ama ağlamadım, ağlayamadım. Şok olmuş gibi, yerde öylece oturmaya devam ettim. "Jewel!" diye bağırdı babaannem dedeme ve telaşla yanıma oturdu. "Kızım, iyi misin?" diye endişeyle sorarken yüzüme dokundu, o an dudağının sağ kısmında bir sıcaklık hissettim ve dudağımın kanadığını anladım. "Bu yaptığın da ne? Ne yaptığını zannediyorsun sen!" diye çıkıştı babaannem dedeme, başımı kaldırıp ikisine de bakamadım. Dedeme neden bunu yaptın diye bile soramadım. Sadece öylece durdum ve kirpiklerimin ıslanmasına izin verdim. "Sen karışma!" diye kızdı dedem babaanneme ve yeniden yanıma gelip babaannemin engel olma çabasına rağmen kolumdan tutup ayağa kaldırdı. "Hiçbir şeyden haberimiz olmayacak mı zannettin?" diye bağırdı öfkeyle ve kollarımdan sıkı sıkı tuttu, sarstı beni. "Sen herkese bizi rezil etmek, hepimizin hayatını mahvetmek mi istiyorsun?" Bu sözler üzerine daha fazla dayanamadım, gözyaşlarım sessizce akmaya başladı. "Ben," dedim ve hıçkırdım. "Ben hiçbir şey yapmadım," derken daha çok ağlamak istedim ama kendime engel olmayı başardım. "Bir de utanmadan yalan söylüyorsun!" diye bağırdı dedem, o sırada babaannem beni onun elinden kurtarıp ikimizin arasına girdi ve dedemin karşısında durdu. "Ne derdin varsa söyle! Böyle bağırıp çağırarak, vurup kırarak hiçbir şeyi çözemeyiz! Belli ki kızın bir suçu yok, baksana şu hâline!" diye kızdı. Dedem, onu hiç umursamadan gözlerimin içine bakarak konuştu. "Neler olduğunu biliyorum!" dedi yine öfkeyle ve bu kez devam etti. "Sabah kasabanın meydanında komutana sarılmışsın, onunla birlikte askeriyeye gitmişsin!" diye kızdı, Bayan Jones bana saldırdığında Devrim'in yanıma gelip beni askeriyeye götürmesinden bahsediyor olmalıydı. "Sadece bu da değil! Öğle saatlerinde de birlikte tren yolunun o taraflara gitmişsin ve yine ona sarıldığını görmüşler! Tüm kasabalı bunu konuşuyor!" dedi, bunu bağırarak söylemişti. Söyleyecek tek kelime bulamayıp öylece durmaya ve gözlerinin içine bakmaya devam ederken gözlerini babaanneme çevirdi. "Biz onu askeriyeden kurtarmaya çalışırken komutan ona isterse gelmeyebileceğini, hiçbir sorun olmayacağını söylemiş ama torunun kalkıp yine gitmiş oraya!" Şaşkınca kalakaldım, bunu nasıl biliyor olabilirdi? Hem ne diyecektim şimdi ona? Nasıl savunacaktım kendimi? Dedemin sözleriyle babaannem, bana döndü. "Valencia," dedi yumuşak bir ses tonuyla. "Doğru mu bunlar?" "Babaanne," dedim çaresizce ve gözyaşlarım akmaya devam ederken. "Bilmediğiniz şeyler var, ben sadece..." Dedem, devam etmeme izin vermedi. "Bilmediğimiz çok şey varmış gerçekten de!" diye bağırarak araya girdi. "Senin yaptıkların, bize yaşattıkların gibi! Yetmedi mi çıkardığın sorunlar? Yetmedi mi çektirdiklerin! Ya Bay Chester duyarsa bunları, o zaman ne olacak? Nasıl açıklayacaksın kendini? Kim senin gibi biri ile evlenmek ister? Hepimizin hayatını mahvediyorsun sen!" dedi ve babaanneme baktı. "Tüm kasabalı konuşuyor bunları, biri görmüş ve herkese duyurmuş. Bay Chester da duyacak muhtemelen ve her şey mahvolacak!" dedi, onun bir suçu varmış gibi ona da bağırdı. Daha fazla dayanamayıp "Ben kötü bir şey yapmadım!" diye araya girdim, ikisinin de gözleri beni buldu. Ben ise sadece dedeme bakarak devam ettim konuşmaya. "Sabah askeriyeye gidecektim, Bayan Jones önüme çıktı." Babaannem "Bayan Jones?" diye araya girdi. "Mary'nin annesi," diye tanıttım ve devam ettim. "Neden bilmiyorum ama olanlardan beni sorumlu tuttu, saldırdı, taş attı bana," deyip başımı gösterdim. "Bakın, hâlâ izi duruyor hatta," dedim, ikisi de yaraya bakarlarken devam ettim. "O sırada Komutan geldi, yardım etti bana. Hatırlamıyorum bile ne olduğunu, bayılacak gibiydim. Beni orada bırakmak yerine almış ve askeriyeye götürmüştü sadece." Anlattıklarım karşısında ikisinin de sessiz kalması, cesaretimi biraz daha toparlamama neden olunca anlatmaya devam edebildim. "Öğlen saatlerinde de kendilerini bir yere götürmemi istediler, kasabayı bilmedikleri için yardım istediler benden ve ben de tren yolunun oradaki bir eve götürdüm onları. Onlar eve girerken James'i gördüm." "James?" diye araya girdi yine babaannem. "Stella ile birlikte idam edildiğini düşündüğümüz James, James Morgan," dedim, ikisi de şok oldular. "Böyle bir şey nasıl olur?" diye sordu dedem şaşkınca. "O idam edildi ve..." Devam etmesini beklemeyin araya girdim. "Hepimiz öldüğünü düşünüyorduk ama ölmemiş meğerse, yaşıyor hâlâ. Onu görünce ister istemez peşinden gittim ve beklemediğim bir şey oldu, saldırdı bana. Öldürecekti az kalsın ama bir şekilde elinden kurtuldum, askerlerin yanına döndüm. Korkudan yere düştüm, ağlamaya başladım. O sırada Komutan geldi ve beni sakinleştirmek için sarıldı. O an o durumun farkında bile değildim," dedim, gözümden akan yaşları sildim ve ekledim. "Yemin ederim ben kötü bir şey yapmadım." "Peki sana askeriyeye gitmek zorunda olmadığını söylediği hâlde gitmeyi tercih ettiğinde mi yalan?" İşte bu konuda söyleyecek hiçbir şeyim yoktu ve yalan söylemekten başka şansım yoktu. "Sana bunu kim söyledi, nasıl duydun bilmiyorum," dedim, dedemin yüz ifadesi bir an bile olsun değişmezken de ekledim. "Ama biri sana her şeyi eksik anlatmış." "Neymiş o eksik?" "Komutan," dedim, hâlâ yalan söyleyecek olmak beni tedirgin etse de başka çarem olmadığından mecburen devam ettim. "O bana eğer gitmemeyi tercih edersem çok büyük bir miktar para cezası ödemem gerektiğini söyledi. Tahmin edemeyeceğin kadar çok paraydı, ben de mecburen devam etmek zorunda kaldım." Bunları söylerken boğazım düğüm düğüm oldu, tüm vücudum korkuyla titredi. Yalan söylemiştim ve sanırım çok uzun bir süre bu yalanın ortaya çıkma ihtimali yüzünden hep aynı korkuyu yaşamaya devam edecektim. "Bunu en başından bize söylemen gerekiyordu!" diye bağırdı dedem yine ve yaklaştı bana. "Senin nişanlın Brice Chester! Bu kasabanın en zengin adamı ve o adam, seni oradan kurtarmak için elinden geleni yapıyor ama sen, bu fırsatı ona söylemiyorsun! Saklaman bir yana, bir de elin adamına sarılmışsın, kasabada herkes sizi konuşuyor! Bay Chester bunları duyarsa neler olacak sence?" diye sorarken hâlâ çok öfkeliydi. "Böyle olacağını bilemedim," dedim yarım ağız ve gözlerimi kaçırdım. "Bilecektin!" diye bağırdı, biraz daha yaklaştı bana. Korksam da yeniden gözlerine bakmak zorunda kaldım. "Özür dilerim," dedim ellerimi yumruk yaparken. "Özür dilemen hiçbir şeyi düzeltmeyecek! Sana tüm bunları düzeltmen için tek bir şans veriyorum Valencia! Bay Chester az önce benimleydi, akşam köşke gitmen için izin istedi, ben de verdim. Bu akşam oraya gidecek ve tüm bu sorunu çözeceksin! Ona kasabalının konuştuğu her şeyi bir bir açıklayacak ve komutanın sana sunduğu fırsattan bahsedeceksin! Eğer diğer her şeyi görmezden gelir de seninle evlenmeyi istemeye devam ederse gerisini kendi halledecek, istediği parayı verecektir komutana!" dedi, tek kelime etmeden gözlerimi kaçırdım. Bunu yapmak istemiyordum. "Duydun mu söylediklerimi?" diye sordu, yeniden gözlerine baktım. "Dede ben," deyip sustum, nasıl diyecektim yapmak istemiyorum diye? "Sen ne? Yapamaz mısın yoksa?" diye sordu bu kez de, cevap veremedim. "Neden?" diye sorarken tekrardan öfkelenmiş ve bana doğru bir adım daha atmıştı. "Aklından ne geçiyor Valencia?" Bunu dişlerini sıkarak sormuştu. "Hiçbir şey," diyebildim fısıltı gibi çıkan sesimle. "Umarım, gerçekten hiçbir şeydir Valencia!" dedi, neden böyle davranıyordu şimdi? Sanki bir şey ima etmeye çalışıyor gibiydi, yoksa bana mi öyle gelmişti? "Dede," dedim ama devam etmeme izin vermedi. "Eğer," dedi öfkeyle kolumu kavrarken. "Eğer kasabalıların söylediği şeyler gerçekse, beni kandırmaya çalışıyorsan, amacın düşündüğümüzden çok farklı şeylerse o zaman bizim için biteceği gibi senin için de her şey biter Valencia!" Gözyaşlarım durulurken sessizliğimi sürdürmeye devam ettim. Kasabalıların ne konuştuğunu bilmiyordum ama tahmin etmek zor değildi. Muhtemelen onunla aramda bir şeyler olduğunu konuşuyorlardı ve dedem şimdi açıkça bana bunun gerçek olup olmadığını soruyordu. "Jewel!" diye araya girdi babaannem. "Sen neler söylediğinin farkında mısın?" "Farkındayım," dedi dedem, ona cevap verirken bile benim gözlerimin içine bakıyordu. "Burada neler olduğunun farkında olmayan bir tek Valencia!" dedi ve sonunda gözlerini benden çekip babaanneme baktı. "İnsanların neler konuştuklarını duysaydın eğer sen de benim gibi düşünürdün!" "Ben yanlış bir şey yapmadım," dedim, bir anlık öfkeyle sert bir tavırla ve ellerinden kurtuldum, birkaç adım geri gidip ondan uzaklaştım. "Kim ne derse desin ben yanlış bir şey yapmadım!" dedim bir kez daha ve bu kez gözyaşlarına boğuldum. "İstediklerini de yapacağım, her şeyi düzelteceğim! Korkma, o evlilik olacak," dedim ve daha fazla yanlarında kalmak istemeyip odama gittim, kapıyı kapattım ve yatağıma oturup gözyaşlarımı akıtmaya devam ettim. Dedemin istediklerini yapmak istemiyordum ama en iyi de ben biliyorum ki yapmak zorundaydım. Başımı hafifçe önüme eğerken dudağımdan akan kan, çeneme düştü. Umursamayıp elimle silerken sessizce ağlamaya devam ettim. Her şeyden önce yalan söylemiştim dedeme, para mevzusundan komutanın haberi yoktu ki. Nasıl söyleyecektim şimdi bunu ona? Omuzlarımdaki yüklerden kurtulmak için adımlar atıyor, bir şeyler yapmaya çalışıyordum ama bu yaptıklarım yüzünden sonra ortalık öyle bir karışıyordu ki her şeyi mahvediyor, omuzlarıma yeni yükler yüklenmesine neden oluyordum. Nasıl kurtulacağım şimdi tüm bunlardan? Yine ne yapacağım? Yine yaptıklarım neye sebep olacak? Gözlerimi sımsıkı kapattım, kalbimdeki acıyla ağlamaya devam ettim. Ne yapıp edip tüm bu olanlara bir son vermem gerekiyordu ve sanırım istediklerimi yapmaya devam ederek olanlara son veremezdim, istenilenleri yaparak son verebilirdim. Zaten istenilenleri yapmaktan başka da çarem yoktu bu durumda. Gözyaşlarımı sildim, biraz olsun iyi hissetmeye çalıştım ama başarılı olamadım. Buna rağmen ayağa kalktım ve her ne kadar istemesem de mecburen odamdan çıktım. Odamdan çıkar çıkmaz tam odamın karşısındaki pencerenin altında duran koltukta oturan dedemle göz göze geldim. Devrim hakkında ima ettiği şeyleri düşünmek, yüzüne bakamama ve utançla gözlerimi kaçırmama neden oluyordu. Söylenen her şeyin yalan olduğunu en iyi ben biliyordum ama sanki gerçekmiş gibi utanıyordum. Belki de sadece suçluluk duyuyordum ve bu hissin kalbimde yer edinmesine neden olan şeyin ne olduğunu ben bile bilmiyorum. Dedem, hiçbir şey demezken ben de demedim ve sessizce ayrıldım yanından, tuvalete girdim. Girer girmez yeniden gözyaşlarım akmaya başladı, sürekli ağladığım için kendime kızarken lavabonun başına gittim ve elimi yüzümü yıkadım, kendimi toparlamaya çalıştım. Elimi yüzümü yıkamak, kendimi biraz daha iyi hissetmeme neden olurken dış kapının açılıp kapanma sesini duydum ve tuvaletten çıktım. Dedemin salonda olmadığını fark edip gidenin o olduğunu anladım ve yeniden odama doğru yürüdüm. Tam odaya girecekken hatırladığım şeyle olduğum yerde kaldım. Dedem gelmeden önce yaşlı bir kadın vardı burada, Bayan Ryan gönderdi beni demişti ama doğru düzgün bir şeyler anlatmadan kalkıp gitmişti. Hatırladığım bu şeyle kaşlarımı çattım. Neden sessiz sedasız ayrılmıştı evden? Tek derdi bana mutlu olmadığımı söylemek miydi? Bu çok saçmaydı. "Valencia." Babaannemin sesiyle kendime geldim, arkamı döndüm ve mutfaktan çıktığını gördüm. Yanıma gelip endişeli bir tavırla "İyi misin?" diye sordu. Başımı salladım. "İyiyim, o yaşlı kadın aklıma geldi sadece." Babaannemin de aklından çıkmış olacak ki şaşkın bir tavırla "Sahi, nerede o kadın? Nereye kayboldu? Neden gitti bir anda?" diyerek sorularını üst üste sıraladı. "Bilmiyorum babaanne," dedim sadece ama aklıma takılmıştı bir kere ve ne yapıp edip o kadını bulmam, onunla konuşmam gerekiyordu. "Tuhaf bir kadındı," diye mırıldandı babaanem, sessiz kalmayı tercih ederken babaannem yanımdan uzaklaştı, ben de yeniden odama girdim. Var olan üç elbisemden yine beyaz ve kırmızılı olanı giydim, ardından da saçlarımı yine güzelce ördüm. Akşam oraya gidecektim, gitmek zorundaydım. Gidince de dedemin istediğini yapıp her şeye son verecektim. Elimden başka türlüsü gelmezdi. Hazırlandıktan sonra yatağın kenarına oturdum ve biraz daha vaktin geçmesini, öyle gitmeyi bekledim. Akşam neler olacağını aklımda hesaplayıp neler söyleyeceğimi bir bir düşünürken vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Tam olarak ne zaman gitmemin doğru olacağına da karar veremezken dış kapıya sert bir şekilde birkaç defa vurulduğunu duydum. Yerimden kalkıp odamdan çıktım ve eve yeniden ne ara geldiğini fark etmediğim dedemin çoktan kapıyı açtığını gördüm. Biraz eğilip dışarıya baktığımda gelen kişinin Kâhya olduğunu gördüm. "Hoş geldiniz," dedi dedem. "Hoş buldum, Bay Pride," dedi Kâhya samimi bir ses tonuyla. "Bay Chester gönderdi beni, Bayan Pride'a köşke kadar eşlik edeceğim," dedi, sanırım gitme vakti gelmişti ve bu, içime derin bir acı çökmesine neden olmuştu. "Hazırlanmış mı diye bir bakayım," diyen dedemi duyunca yanlarına gittim. "Hazırım," dediğimde ikisinin de gözleri beni buldu. "Sizi bekliyorum o zaman ileride," dedi Kâhya ve yeniden dedeme baktı. "Hoşça kalın," deyip kapıdan uzaklaştı, o giderken dedem, gözlerini yeniden bana çevirdi. "Söylediklerimi unutma," dedi, başımı sallamakla yetindim. "Bu akşam eve döndüğünde her şeyi halletmiş ol." Boğazım düğümlenirken yutkundum ve yine konuşmak istemeyip sadece başımı sallamakla yetindim. "Sokağa çıkma yasağından önce de mutlaka evde ol." "Peki," dedim bu kez ve yine kendi babetlerim yırtıldığı için Elina'nın babetlerini giyip evden ayrıldım. Kâhya ile birlikte köşke vardığımızda ona benimle geldiği için teşekkür edip eve girdim, köşke girer girmez ruhumu kasvetli bir hava esir aldı. Bu köşk, her zaman böyle hissetmeme neden oluyordu. Burada beni rahatsız eden bir şeyler vardı ve artık o bir şeyin, Paul Chester olduğunu çok iyi biliyordum. Cesaretimi toplayıp yürümeye devam ettim, salona girdiğimde kimseyi göremedim. Neden kimse olmadığını anlamaya çalışırken merdivenlerden gelen ayak sesiyle gözlerimi o tarafa çevirdim ve Paul Chester'ı gördüm. Onu görmek, yeterince rahatsız hissetmeme neden olurken o sanki bugün hiçbir şey olmamış gibi samimi bir tavırla gülümsedi. "Bayan Pride!" dedi neşeli bir ses tonuyla ve yanıma geldi, karşımda durdu. "Bugünler de ne çok görüşür olduk böyle?" Sahiden de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, nasıl bir adamdı bu böyle? Onun aksine yüzümde tek bir mimik dahi oynamazken "Bundan memnun olduğumu söyleyemeyeceğim," deyip gerçek düşüncemi dile getirdim. Bu cümle yüzünden keyfinin kaçmasını beklesem de aksine keyfi daha da yerine geldi ya da belki sadece öyle görünmek istedi. "Ben sizin gibi düşünmüyorum, aksine çok memnunum bu olanlardan." Kaşlarımı çattım, sözlerimi içimde tutmak istemeyip "Olanlar yüzünden Mary ölecek," dedim, sadece biraz olsun canı sıkılsın ve keyfi kaçsın istedim ama yine başaramadım bunu. Hafifçe gülerek "Bunu önemsediğimi düşünmüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Kız hamile." "O zaman bunu sorun etmesi gereken kişi, bebeğin babası." "O sizsiniz!" Yine güldü. "Siz gerçekten bunu inanıyorsunuz," dedi ve bir kez daha güldü. "Öfkeyle söylediğiniz bir şey zannediyordum ama gerçekten bebeğin babası olduğumu düşünüyorsunuz." Bunları söylerken çok eğleniyor gibiydi ve ben, bu tavrın gerçek mi sahte mi olduğunu anlayamıyordum. Gerçekten umurunda değil miydi yoksa umurunda olmadığını düşünmemi mi istiyordu? "Belki de haklısınız," dedim daha fazla susmak yerine. "Belki de gerçekten bebeğin babası siz değilsiniz," diye ekledim, dikkatle dinliyordu beni. "Ama yine de bu, Mary Jones ile aranızda bir şeyler olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Birbirini tanımayan iki insanın birbirleri için bu kadar fedakârlık yapması size de çok saçma gelmiyor mu, yoksa ben mi yanlış düşünüyorum." Yüzündeki gülümseme hafiflese de hâlâ varlığını koruyordu. "Belki de düşündüğünüzden farklı bir şey vardır aramızda," dedi, ne ima etmeye çalıştığını anlamak için uğraşırken ekledi. "Bir kadınla erkeği yan yana getirecek tek şeyin aşk olduğuna mı inanıyorsunuz gerçekten? Bu kadar romantik düşünen biri olduğunuzu bilmiyordum." Söyledikleri, aklımı karıştırınca sessizliğimi korudum. Doğru söylüyor olabilir miydi? Aralarında başka bir şey olabilir miydi? Sanırım bu sorunun cevabını hiçbir zaman kendime veremeyecek, bundan hiçbir zaman emin olamayacaktım. "Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordu, gözlerim yeniden onu buldu. Söyleyecek hiçbir şeyim olmadığını düşünürken merdivenlerden yine ayak sesleri duydum, o tarafa baktım ve Brice'i gördüm. Onu görmek, biraz olsun rahatlamama neden olurken Paul'a baktım. "Konuşmaya devam etmek istemeyeceğini düşünüyorum," dedim, o da bize doğru gelen Brice'den gözlerini çekti ve bana baktı, tam bir şey söyleyecek gibiyken Brice yanımıza ulaştı, Paul susmak zorunda kaldı. "Yine mi kavga ediyorsunuz?" diye sordu yanımıza gelen Brice. "Hayır, sohbet ediyorduk bu sefer," dedi ve güldü Paul. "Daha doğrusu Bayan Pride ile aramızdaki sorunları çözmeye çalışıyorduk." "Bana hiç öyle gelmedi ama," dedi Brice, ikimiz de sessiz kaldık. "Her neyse," deyip gözlerime baktı. "Biraz konuşalım mı?" Bu teklifi Paul'un yanından uzaklaşma fırsatı olarak görüp başımı salladım. "Olur." "Gel hadi o zaman benimle," dedi ve önden yürüdü, o giderken Paul'la göz göze geldik. Alaycı bir tavırla gözlerime birkaç saniye baktıktan sonra yüzünde garip bir ifade belirdi ve hemen ardından bana doğru bir adım attı, aramızdaki mesafeyi kapattı, hafifçe eğilip kulağıma fısıldadı. "Bence ben kazandım bu savaşı," dedi ve geri çekilip göz kırptı, yanımdan uzaklaştı, gözden kayboldu. Olduğum yerde kaldım, ne demek istemişti şimdi? Neden böyle bir şey söylemişti? Kaşlarımı çattım, gözden kaybolduğu hâlde arkasından bakmaya devam ettim. İçimi korkunç bir his kaplamış, mideme güçlü bir ağrı girmişti. Sanki kötü bir şeyler olacak gibiydi, zaten iyi bir şey olacak olsaydı bu, bu kadar keyifli olmazdı ki. "Valencia." Brice'in sesiyle kendime geldim, başımı diğer tarafa çevirip ona baktım. "Hadi," dedi beni beklediğini belli edecek bir tavırla. Durup düşünmeye devam etmek yerine hızlı adımlarla yanına ulaştım, o sırada önünde durduğu odaya girdi, ben de peşinden girdim. "Kapıyı kapatır mısın?" dediğinde istediğini yapıp kapıyı kapattım. Hemen ardından da "Bir şey mi oldu?" diye sordum endişeyle. "Konuşmamız lazım." Daha da meraklandım. "Ne hakkında?" "Bizim hakkımızda." Aldığım bu cevapla derdinin ne olduğunu hemen anlayıp "Bak, biliyorum bugün muhtemelen sen de olanları duydun, kasabalıların konuştuğu şey..." Devam etmeme izin vermedi. "Doğru, duydum," dedi. Dümdüz bir ses tonu ve yüz ifadesine sahipti şu an. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü anlamak pek de mümkün değildi. Böyle olunca biraz daha huzursuz oldum, bu konuşma içerisine beni neyin beklediğini bilmiyordum çünkü. "Ama söylenenlere inanacak ve sana hesap soracak bir adam değilim ben," dedi, kaşlarımı çattım. "Belki gördüklerini söyledikleri şey doğru olabilir, yani seni Komutan'la yakın görmüş olabilirler ama ben bunun bir açıklaması olduğuna inanıyorum. Sen, benimle nişanlı olmasan bile birilerinin görebileceği bir yerde böyle bir şey yapacak biri değilsin, Ben de bunu biliyorken sana bu yüzden hesap soracak değilim." Duyduklarım ise istemez beni şaşırtırken elimden geldiği kadar bunu belli etmemeye çalışıp "Doğru," dedim ve devam ettim konuşmaya. "Bir açıklaması var." "Biliyordum zaten," dedi kendinden emin bir tavırla. "Hem bana açıklama yapmak zorunda değilsin, ne yaptığının farkında olduğun sürece hiç kimseye açıklama yapmak zorunda değilsin Valencia." Şaşkınlığım giderek arttı, anlayışlı ve iyi biri olduğunu biliyordum, zaten onunla evlenmeyi kabul etme nedenlerimden biri de buydu ama bu kadarını ben de beklemiyordum. "Böyle düşünmene çok sevindim," dedim, sesimi neden titredi anlayamazken ekledim. "Bana güvendiğin için teşekkür ederim." Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştu. "Sana güvenmeseydim seninle evlenmek istemezdim," dedi, ben de gülümsedim ve sessiz kalıp beni bu odaya çağırma sebebine gelmesini bekledim. Buraya bunları söylemek için çağırmış olamazdı beni çünkü. "Aslında sana sormak istediğim bir şey olduğu için konuşmak istedim seninle, benim için, daha doğrusu bizim için önemli bir şey." Sözleri, daha çok meraklanmama neden olurken sabırla devam etmesini bekledim. "Bana karşı açık olmanı istiyorum Valencia," dedi ve bana doğru bir adım atıp gözlerimin en içine baktı. "Beni seviyor musun?" Gelen bu soru, şaşkınca karşısında kalakalmama neden olurken öylece durup baktım gözlerinin içine, cevap veremedim. Neden böyle bir şey sormuştu şimdi? "Anlayamadım?" "Beni seviyor musun?" diye yineledi sorusunu. "Neden şimdi böyle bir şey soruyorsun?" diye sordum ben de, bunu bu kadar ciddi bir tavırla sorması için bir nedeninin olması gerekiyordu. "Neden hemen cevap veremedin?" Bu soru, çaresizlikle döküldü dudaklarından, sesi titredi. Onun bu tavrı, gözlerimi doldururken gözlerimi kaçırdım, yüzüne bakamadım. Eşzamanlı olarak boğazım düğümlendi, nefes alamıyor gibi gitti. "Valencia," dedi yine titreyen sesiyle. "Lütfen cevap ver bana." Başımı hafifçe önüme eğdim, yutkundum ve kendimi biraz olsun toparlayıp gözlerine baktım yeniden. Kızarık gözlerini fark etmek, kirpiklerimin ıslanması için yeterli olurken ona karşı dürüst olmaya karar verdim. "Seni sevmeye çalışıyorum." Başını hafifçe önüne eğdi, hareket eden âdemelmasından yutkunduğunu anlarken dudaklarını araladı ve derin bir nefes aldı. Mavileri yeniden beni bulduğunda gözlerindeki o çaresizlik hissi daha da büyümüştü. "Hâlâ sevmediğin biriyle neden evlenmeyi kabul ettin peki? Ben acele ettiğimde neden durdurmadın beni?" "Ben," dedim, gözümden akan bir damla yaşa engel olamazken hızla onu sildim. "Ertelemek için bir nedenim yoktu, sen her şey bir an önce olsun isteyince..." Devam etmeme izin vermedi. "Benim ne istediğim neden senin için önemli olsun ki? Neden kendini değil de beni düşünerek bir karar aldın?" diye sordu ve benim, bu soruya da verecek bir cevabım yoktu. Bu yüzden sustum, sessizliğe sığındım. "Ben seni seviyorum Valencia," dedi, gözlerindeki kızarıklık daha da artmıştı. "Sen benimle evlenmeyi kabul ettiğin günden beri de bunu söylemekten hiç çekinmiyorum. Seninle evlenirsek bu dünyadaki en mutlu insan olacağımı düşünüyordum," deyip sustu, bir kez daha derin bir nefes aldı ve güçsüzleşen sesiyle devam etti konuşmaya. "Ama artık buna inanmıyorum, çünkü eğer evlenirsek mutlu olmayacaksın ve senin mutlu olmadığın bir dünyada benim mutlu olmamın mümkünatı yok." Bu konuşmanın sonunun korkunç bir yere varacağını anlasam da tek kelime edemedim, onu dinlemeye devam ettim. "Bu evlilik, ikimizi de mutsuzluğa mahkûm edecek Valencia. Sen benim sevgimin mutsuzluğuna, ben de senin mutsuzluğuna mahkûm olacağım ve ikimiz de acı çekeceğiz." Bu kez gözümden akan yaşı silmeye gerek duymayıp "Benimle evlenmekten vazgeçtiğini mi söylemeye çalışıyorsun?" diye sordum, işini kolaylaştırmak istedim. Dudaklarında hüzünlü bir gülümseme oluştu. "Ben, senin karşında bu cümleyi kuracak kadar güçlü bir adam değilim." "Benim bitirmemi mi istiyorsun?" diye sordum bu kez de. Yine aynı hüzünlü gülümseme dudaklarında belirirken gözlerine derin bir hüzün çöktü. "Ben, senden bunu duymaya cesaret edebilecek kadar cesur bir adam da değilim," dedi ve gözleri dolarken devam etti. "Bak işte, ne yapacağımı bile bilmiyorum, bu yüzden n'olur yardım et bana," dedi ve bir adım daha atıp biraz daha yaklaştı bana. "Sadece kendimi düşünürsem senin yaşayacaklarını görmezden gelmek, seninle evlenmek istiyorum. Seni düşününce ise seni kendime mecbur bırakmamak için arkama bile bakmadan senden kaçmak istiyorum ama yapamıyorum. Canım acıyacağı için değil, senin canın acıyacağı için. Eğer bitirirsem sana çok eziyet ederler, bitirmezsem de ben sana acı çektirmiş olacağım. Sıkışıp kaldım bu durumun içinde, gidecek bir yol bulamıyorum. Bu yüzden yardım et bana, yalvarırım yardım et. Ne yapayım ben?" diye sorarken artık gözünden bir damla yaş akıyordu. Bunu fark ettiğim an gözyaşlarım hızlandı, gözyaşlarına boğuldum. "Neden?" diye sordum. "Neden beni bu kadar seviyorsun ki? Neden bu kadar umursuyorsun? Neden kendini değil, beni düşünüyorsun?" Onun az önce sorduğu soruyu, şimdi ben ona yöneltmişim. "Bilmiyorum," dedi düşünmeye gerek duymadan. "Çok düşündüm ama kendime cevap veremedim, neden sen daha önemlisin bilmiyorum. Neden senin hissettiklerin daha önemli bilmiyorum. Bildiğim tek şey; seni sevdiğim, başka hiçbir şey değil." Ağlamaya devam ederken iç çekip "Özür dilerim," dedim. "Çok özür dilerim, seni sevmeyi başaramadığım için," derken gözyaşlarım daha da hızlanmıştı. "Ağlama lütfen," dedi, kendini toparlamaya ve girdiği duygusal yoğunluktan kurtulmaya çalıştı, bunun için birkaç kez uzun uzun nefes aldı. "Tamam, ağlama hadi," dedi ve uzaklaştı yanımdan, şu an o benden daha kötü bir durumda gibiydi ve onun bu hâlde olmasının nedeni olduğumu bilmek, canımı daha çok yakıyordu. "Benden ayrılmak için," dedi ve durdu, yeniden bana döndü. "Küçük bir şansın olsaydı eğer, bunu yapar mıydın? Bırakır mıydın beni?" Başımı önüme eğerken akan gözyaşlarımı sildim. "Bilmiyorum," dedim, gerçekten de bilmiyordum. Aslında benim için neyin değiştiğini de bilmiyordum. En başından beri kurtuluşum olarak gördüğüm bu evlilik, şimdi neden mahkûm gibi hissettiriyordu bana? Bir gün onu seveceğime dair hep bir inancım vardı, buna inanca dayanarak kabul etmiştim bu evliliği. Peki o inanç ne zaman kaybolmuştu içimde? Ne zaman yok olmuştu? Neden yok olmuştu? "Bilmiyorsun," dedi, başımı salladım sadece. "O zaman bilmelisin." Kaşlarımı çattım, ne demekti şimdi bu? "Anlayamadım?" Birkaç adımda yeniden yanıma geldi. "Sana kendini benden kurtarmak içi bir şans veriyorum," dedi, anlamsızca yüzüne bakmaya devam ederken de konuşmasına devam etti. "İki hafta sonraki nikâhı iptal edeceğim, dedene babamın gelemeyeceğini ve nikâhta onun da olmasını istediğim için ertelemek zorunda kaldığımı söyleyeceğim. Sen de o sırada düşün, olur mu? Bilmediğin o sorunun cevabını iyice düşün ve bana bir cevap ver. Eğer cevabın 'Evet, ayrılırdım' olursa o zaman hiç gelme bana, ben anlarım zaten," deyip sağ elini sol eline götürdü ve parmağındaki yüzüğü çıkardı, bana uzattı. "Ama eğer cevabın 'Hayır, fırsatım olsaydı da senden ayrılmazdım' olursa o zaman bu yüzüğü yeniden bana verirsin ve ben de hayatımın sonuna kadar bir daha asla çıkarmamak şartıyla takarım." Gözlerimi bana uzattığı yüzükten çekip gözlerine baktım. "Ama," dedim gözyaşları içinde fakat devam etmeme izin vermedi. "Emin ol, böylesi ikimiz için de daha iyi olacak. Biraz düşünmen için vaktin olacak hiç değilse. Kimseye bundan bahsetmeyebilirsin, ben etmeyeceğim. Hem şimdi böyle bir şey duyulursa kasabalıların konuştuğu şeyler yüzünden olduğu düşünülür, doğru olduğuna inanır, sana zarar vermeye çalışırlar." Hâlâ beni düşünmeye devam ediyordu ve ben, bunun altında ezildiğimi hissediyordum. Keşke, kötü biri olsaydı da onu bu kadar düşünmeseydim diyebilecek kadar mahvolmuş hissediyordum kendimi. "Al hadi," derken elindeki yüzüğün varlığını hatırlatmak istercesine elini biraz daha havaya kaldırdı, istemeye istemeye de olsa aldım o yüzüğü elinden ve avucumun içinde sıkı sıkı tutarken gözlerine baktım. "Bu yaptığının kardeşin, Paul, ile aramızda geçenlerle bir ilgisi var mı?" diye sordum, aniden bu hâle gelmesinin, bunları söylemesinin, yapmasının bir nedeni olması gerekiyordu. Hiçbir şey yokken böyle düşünecek, bunları yapacak biri değildi o. Daha düne kadar gözü evlilikten başka hiçbir şey görmezken bugün böyle davranması çok anlamsızdı. "Belki de," dedi ve derin bir nefes aldı. Gözlerinin içi hâlâ kızarık, kirpikleri hâlâ ıslaktı. "Ama en çok kendi hissettiklerimle ilgili bir şey. İnsan biri tarafından sevildiğinde bunu nasıl hissediyorsa, sevilmediğinde de hissediyor," dedi hayal kırıklığıyla. Bu cümle, kendimi o kadar suçlu hissetmeme neden oldu ki gözlerine bakamadım, başımı önüme eğdim. Tüm bu yaşanılanlarda benim suçum yoktu belki ama onunla yaşadıklarımızın hepsi benim suçumdu. Onu, kurtuluşum olarak görmüş ve onu sevip sevmediğimi önemsemeden onunla evlenmeyi kabul etmiştim. O, beni bu kadar seviyorken onunla evlenirsem mutlu olacağıma inanmıştım ama hiçbir zaman mutlu olmayı başarana kadar mutsuzluğumla onu üzecek, kıracak olduğumu düşünmemiştim. Bu düşüncelerin ağırlığı altında ezilirken başımı kaldırdım ve yeniden gözlerine baktım. "Özür dilerim," dedim bir kez daha, ona karşı söyleyecek başka hiçbir şeyim yoktu çünkü. "Çok özür dilerim," diye yineledim ve ne onun ne bir başkasının ne de doğduğum günden beri bize bunun yanlış olarak öğretilmesini umursamayıp içimden gelen şeyi yaptım, ona yaklaştım ve sımsıkı sarıldım. Eşzamanlı olarak gözyaşlarım hızlanırken "Özür dilerim," dedim bir kez daha. "Valencia," dedi şaşkın bir ses tonuyla. "Her şeyi mahvettiğim için, sana hissettirdiklerim için çok özür dilerim, lütfen affet beni," diyerek cümlemi tamamlamam, Brice'in ellerinin belimi bulması, onun da bana sarılması bir oldu. Hemen ardından da onun arkasında, benim görüş açımda olan kapı açıldı ve gözlerim, bir çift yeşil gözle temas etti. Komutan Devrim Gürkan Karel, tam karşımda duruyor ve hiç olmaması gereken bir anda gözlerimin içine bakıyordu. Bölüm Sonu! Yine çoook uzun bir bölümün sonunda herkese merhaba, nasılsınız? Off çok tatlı olmadılar mı bunlar ya :) Sizce Devrim, gördüğü şeyden sonra nasıl davranacaktır Valencia'ya? Aralarına mesafe girer mi dersiniz? Brice, neden böyle bir şey yaptı sizce? Valencia Brice konusunda nasıl bir karar vereceğini düşünüyorsunuz? Bundan sonra neler olacak dersiniz? Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın ♡ Alıntı ve duyurular için; Instagram: gizzemasllan Twitter: gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |