Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. BÖLÜM "KAYBETMEKTEN KORKTUKLARIMIZ"

@gizzemasllan

Merhaba ♡

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡

Keyifli okumalar!

🖤

RAİLWAY KASABASI

Bölüm Şarkısı: Johnny Cash- Hurt

8. BÖLÜM "KAYBETMEKTEN KORKTUKLARIMIZ"

Kalbim, göğüs kafesime hızla vurulurken boğazımın kuruduğunu hissettim. Gözlerim, yeşillerine hapsolmuş gibi ondan başka hiçbir şey görmezken telaşla kollarımı Brice'in bedeninden uzaklaştırdım, ardından bir adım geri gidip ben de ondan uzaklaştım. Brice de kapı sesini duymuş olacak ki ayrılmama hiç şaşırmadı, arkasını dönüp kapıya doğru baktı, o da Devrim'i gördü.

Devrim, gözlerini ağır ağır benden çekip ona bakarken nedenini anlayamadığım bir şekilde kendimi çok kötü hissetmeye başlamıştım. Onun gördüğü şeyi yanlış anlamış olma ihtimali, kalbimi acıtıyor ve olduğum yerde tir tir titrememe neden oluyordu. Fakat bunun nedeni, korku falan değildi. O değil de bir başkası görmüş olsaydı eğer, hissedeceğim tek duygu korku olurdu ama onun görmesinin bana hissettirdiği tek şey; derin bir hüzün, endişe ve kaygıydı.

Ve aynı zamanda zihnimde sonu gelmeyen sorular dönüp duruyordu. Ya yanlış anladıysa? Ya onu sevdiğim için ona sarıldığımı düşünürse? Ya onu üzdüysem? İşte en saçma soru da buydu, neden onun üzüleceğini düşünüyordum? Neden üzüleceğini hissediyordum? Neden bu his kalbimde yer ediniyordu? Aynı şeyi görmüş olsaydım, aynı şeyi hissedeceğim için miydi? Ama bu da çok saçma değil miydi? Neden onu bir başkasına sarılırken gördüğümde üzüleyim ki? Bunun için bir neden yok ki... Var mıydı yoksa? Bilmiyorum.

Ben, ona dair hiçbir şey bilmiyorum.

"Salonda kimse yoktu," diyerek sessizliği bozan Devrim oldu ve kendini açıklamaya devam etti. "Buradan sesler gelince birileri var mı diye bakmak istemiştim."

"Valencia ile bir şey konuşuyorduk," dedi Brice ve yaklaştı ona. O sırada Devrim, gözlerini yenden bana çevirdi ve baktığı ilk yer, dudağımın sağ kısmındaki yara oldu. Dedem vurduğunda açılan bu yarayı fark etmek, kaşlarını çatmasına neden olurken hiçbir şey demeden yeniden Brice'e baktı ama hiçbir şey demedi, sessiz kaldı. Brice ise "Salona geçelim," diyerek sessizliği bozdu.

Devrim, onun dediğini yapmak yerine, bir kez daha bana baktı. Sanki bir şeyler söylememi, yapmamı istiyor gibiydi. Benim ise yapabildiğim tek şey, gözlerimi kaçırmak oldu. Bu durumda başka ne yapabilirdim ki? Hiç...

Benden bir şey beklemekten vazgeçmiş olacak ki "Gidelim," dedi ve ona bakmadığım hâlde fark ettiğim kadarıyla önden odadan çıktı, hemen ardından da Brice çıktı. Ancak o zaman yeniden nefes aldığımı hissederken elim, kalbimin üzerine gitti ve derin bir nefes aldım, kendimi toparlamaya çalıştım.

"Sakin ol, sakin ol," diye mırıldandım kendi kendime. O sırada hâlâ elimde olan yüzüğü fark ettim. Bu, istemsizce dedemi düşünmeme neden olurken bunu da bir şekilde çözeceğime kendimi inandırdım, bu şekilde daha iyi hissettim ve yüzüğü cebime koyup daha fazla oyalanmadan ben de odadan ayrıldım, peşlerinden salona gittim. Hâkim ve Dilsiz de buradaydı.

Hep birlikte salondaki koltuklara oturduğumuzda gözlerim, istemsizce Paul'u aradı. Yine ortalardan kaybolmuştu. Devrim'i davet eden o olduğu hâlde "Umarım, bu gece hiç görünmez," diye içimden geçirirken Brice sessizliği bozdu.

"Geldiğiniz günden beri hep birbirimizi yanlış anladık."

"Öyle bir şey olmadı," dedi Devrim anında. "Ben yapmam gerekenleri yaptım, siz de sadece buna karşı çıktınız. Özellikle de kardeşiniz."

Devrim'in bu kadar açık sözlü olması beni şaşırtırken Brice, ne diyeceğini bilememi olacak ki sessiz kaldı.

O sırada ileriden gelen Paul'u gördüm, fark ettirmeden sıkıntıyla ofladım ve kendimi olacaklara hazırladım.

Paul, kendinden emin bir tavırla yanımıza geldi, karşımıza oturdu. "Hoş geldiniz," dedi öz güvenden çok uzak, küstahça bir tavırla ve ben de dahil olmak üzere hiç kimse, ona cevap vermedi. Bu durum, onu güldürdü. "Sanırım burada kimse tarafından sevilmiyorum."

Yine kimseden cevap alamayacağını düşünürken Hâkim, bu kez onu karşılıksız bırakmadı. "Bunun farkında olmanız ne güzel!"

Paul, aldığı bu karşılıkla kaşlarını çattı. "Çok açık sözlüsünüz."

Hâkim, güldü. "Olmamalı mıydım?"

Paul da güldü yeniden. "İstediğinizi söyleyebilirsiniz, hiç sorun değil."

"Gülme, sinirimi bozuyorsun," dedi Hâkim hafif sinirli bir tavırla, sanırım hayatımda onlar kadar açık sözlü başka kimseyi görmemiştim.

Paul, Hâkim'in söylediği şeye karşılık bir kez daha güldü. "Farkındayım."

Dilsiz, konuşulanlara karşılık derin bir nefes aldı ve arkasına yaslandı. Bu yaptığıyla da Paul'un dikkatini çekmiş oldu.

"Bir şeyi merak ediyorum," dedi Paul ona bakarken ve bacak bacak üstüne attı. "Gerçekten konuşamıyor musunuz yoksa sessizliği mi seviyorsunuz?"

Bu soruyla Dilsiz de ona baktı ama öyle bir baktı ki sanki birilerini kendine engel olmayacağını bilse ayağa kalkıp onu öldürecek gibiydi.

Bu bakış, Paul Chester'ı bir kez daha güldürdü. "Sanırım yanlış bir şey sordum."

"Ona bulaşmamanızı tavsiye ederim," diyerek araya girdi Hâkim, o an istemsizce Devrim'e baktım ve konuşulanları takip ettiğini fark ettim. Bu gergin ortama son vermeye hiç de niyeti yok gibiydi, hatta öyle ki işine geliyormuş gibi bir hâli bile vardı.

"Neden, lanetli mi?" diye sordu Paul, Hâkim'e bakarak alay edercesine.

"Değil ama biraz daha onunla uğraşmaya devam ederseniz size yapacakları karşısında keşke lanetli olsaydı da tüm bunları yapamasaydı diye dua etmeye bile başlarsınız."

Bu sözler, Paul'u pek de etkilemiş gibi durmuyordu. Hatta umurunda dahi olmamıştı. "Bak şimdi daha çok merak ettim, bilerek uğraşmaya devam mı etsem acaba?"

Brice, "Paul, yeter," diyerek araya girdi. Bu yüzden ona baktığımda Paul'un onun bile sinirlerini bozduğunu fark ettim. Zaten abisi de olsa herhangi birinin bu adamın tavırlarından etkilenmemesi ve karşısında sakin kalmayı başarması pek de olası değil gibiydi.

Paul, Brice'in uyarısıyla gözlerini ona çevirdi. "Tabii abiciğim, sustum bile."

Brice, Paul'un kendisiyle de dalga geçtiğini düşünmüş olacak ki sinirli bir tavırla ayağa kalktı. "En iyisi yemeğe geçelim, masa da hazır zaten."

Kimse ona hiçbir şey söylemedi ama herkes, denilene uydu ve bir bir ayağa kalktılar. Ben de onlara eşlik edip ayaklandım, ilerideki büyük yemek masasına gittik. Herkesin bir oturmasını izlerken Devrim'le göz göze geldim. Geldiği andan beri tek kelime konuşmamıştık belki ama bakışları öyle suçlayıcı ya da soğuk değildi. Bu da biraz olsun, kalbimdeki o kötü hisleri bastırıyordu.

"Valencia." Brice'in sesiyle kendime geldim, gözlerimi ona çevirdim. "Otursana."

Paul, masanın tek kişilik kısmına, yani masanın başına oturmuştu. Sağ tarafında Hâkim, onun yanında Devrim, onun yanında da Dilsiz oturuyordu. Ben ve Brice ise onların karşısında, Paul'un sağında kalıyorduk. Devrim, tam benim karşımda olduğundan doğrudan gözlerinin içine bakabiliyordum ama onun bana baktığını pek söyleyemezdim.

Yemek masasını gergin bir sessizlik esir alırken bunu bozan Hâkim oldu. "Bahçeniz çok güzeldi," dedi Brice'e bakarak.

"Yazın daha güzel oluyor, bu mevsimde her çiçek açmıyor," diye karşılık verdi Brice de.

"Siz mi ilgileniyorsunuz?" diye sordu Hâkim gerçekten de ilgili bir tavırla.

"Hayır, Paul ilgilenir genelde, ben pek anlamam. Geçenlerde Paul çok ısrar edince ben de uğraştım biraz ama yapamadım, çiçekleri budayacağım derken kendimi budadım," dedi Brice gülerek ve ellerini gösterdi. "Hatta daha çok Paul beni budadı, yanlışlıkla ellerimi bu hâle getirdi."

Kaşlarımı çattım, sözlerinin zihnimde uyandırdığı gerçeğe dayanamayıp araya girdim. "Ellerinin bu hâlde olmasının sebebi Bay Chester mı?"

"Evet," dedi, neden büyük bir tepki verdiğimi anlamamış gibi bir hâli vardı.

Bir açıklama yapmak yerine gözlerimi önüme çevirdim ve sinirle güldüm.

"Neden gülüyorsun?" diye sordu merakla Brice.

"Küçük bir şey aydınlığa kavuştu," derken Paul'a imalı bir bakış atmıştım.

"Neymiş o?" diye sorarak sonunda sohbete dahil oldu Devrim, gözlerim onun yeşillerini buldu bu kez de. O esnada Paul'un da bana dikkatle baktığının ve merakla söyleyeceklerimi beklediğinin farkındaydım.

"Valencia?" dedi Devrim benden bir cevap beklediğini hatırlatmak istercesine.

Her ne kadar anladığım şey, sinirimi bozmuş olsa da tartışma çıkaran taraf olmak istemedim. "Mühim bir şey değil," dedim Devrim'e ve hemen ardından gülümsedim ona, ısrarla sormaya devam etmemesini umut ettim.

Yaptığı tek şey, tek kaşını kaldırmak ve neler olduğunu anlamak istercesine bakmak oldu. Benim ise o an aklıma gelen tek şey; dedemin benden yapmamı istediği şey oldu.

Bunu hatırlamak, kalbime derin bir hüzün çökmesine neden olurken bir yandan da olanları ona nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Bu zamana kadar hep beni anlayan, yardımcı olan biri olmuştu. Bu konuda da anlar mıydı ki? Hem belki yardım bile edebilirdi.

Düşüncelerim, giderek yoğunlaşırken Devrim, bir sorun olduğunu anlamış gibi bakıyordu gözlerime ve o böyle baktıkça ben, kendimi daha da kötü hissediyordum.

"Merak ettik," diyerek bu bakışmanın arasına girdi Brice. "Söyle lütfen."

Tam itiraz edecek ve konuyu kapatmasını isteyecekken Paul'un söylediği şeyi duydum. "Bence de söyleyin."

Gözlerimi ağır ağır ve öfkeyle ona çevirdim, her an saldırıp canını alacakmış gibi baktım yüzüne ama o, tabii ki bunu da umursamadı.

Umursanmamak sinirimi bozarken elimden geldiği kadar sakin kalmaya çalıştım. "Söylememi istediğinizden emin misiniz?"

Keyifle arkasına yaslandı. "Emimin, çok merak ettim hatta."

Sessiz kaldım.

İnatla devam etti. "Sizi dinliyoruz."

Ben de arkama yaslandım, tıpkı onun gibi göz teması kurmaktan hiç çekinmedim. "Odama kadar girip beni boğmaya çalışan James Morgan'ı sizin gönderdiğinizden emin oldum."

Devrim hariç, masadaki herkesin yüz ifadesi değişti, şaşkınca kaldılar.

Paul ise kaşlarını çattı. "Benden nefret ediyor olduğunuz için her şeyi benim üzerime mi yıkmaya çalışıyorsunuz?"

Tam ona cevap verecektim ki Brice, araya girdi. "Valencia! Bu, çok büyük bir itham." Gözlerimi ona çevirdiğimde ekledi. "Bunu nasıl söylersin?"

Paul'un yüzünde geri adım atacağımı bekler gibi bir hâl vardı. Onun bu tavrı yüzünden kendimden daha da emin durdum ve düşüncelerimi dile getirmekten hiç çekinmedim. "O gün James Morgan beni öldürmek istemiyordu, sadece korkutmak istemişti. Hatta belki Komutan Karel'den nefret edip uzak durmam için yapılmış bir şeydi," deyip odamda bulduğum mavi zehir şişesinden bahsettim ve gelen kişinin beni öldürmek istemediğini bu şekilde anladığımı, çünkü ölen birinden kimsenin bir şey görmesini beklemeyeceğini anlattım.

Anlatmaya da devam edecekken Paul, sorarak araya girdi. "Peki benim bu olanlarla ne ilgim var?"

"Odama gelen kişi James olduğunu, ellerindeki yaralardan anlamıştım," dedim ve Brice baktım. "Ama yaralar, senin ellerinde de var ve sana o gün bu yaraları açan Paul olmuş. Hem Komutan Karel'in hem de senin üzerine aynı anda oynadı, ikinizden de şüphe etmeme neden olacak şeylerin olmasını sağladı. Çünkü ikinizden birinden şüphe etmem işine gelecekti. Komutan'dan şüphe edip ondan nefret edersem eğer bana istediğini yaptırabileceğini; ondan değil de senden şüphe edersem de seninle evlenmekten vazgeçeceğimi düşünüyordu, çünkü bu evliliğin olmasını istemiyor. Bugün bunu karşıma geçip açıkça söyledi zaten," dedim ve Paul'a baktım. "Bu yüzden de bahçeyle ilgilenmen bahanesiyle ellerine yaralar açılmasını sağladı, bunu fark edeceğimi biliyordu. Tırnak iziyle kesik izini ayırt edemeyecek kadar aptal olduğumu düşünmüş olsa gerek," deyip sözlerimi tamamladım ve birilerinin bir şeyler söylemesini bekledim.

Devrim, Hâkim ve Dilsiz zaten bu konuda bana ilk günden beri hak veriyor olmalarından dolayı herhangi bir yorumda bulunmazlarken Brice, yaralı ellerine bakıyor ve düşünüyordu.

Paul ise birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra tam da kendine yakışan şeyi yaptı ve güçlü bir kahkaha attı. "Hayal gücünüze hayran kaldım."

Onun aksine gayet ciddi bir tavırla "Zorlamayın bence," dedim ve tiksinircesine devam ettim. "Söylediklerimin uydurduğum şeyler olmadığını buradaki herkes biliyor, kardeşiniz bile. Boş yere böyle davranmayın, buradaki herkes sizin gerçek yüzünüzü biliyor."

Söyleyecek bir şey bulamamış olacak ki bu kez sessiz kaldı. Diğerleri de onun gibi sessizdi. Sonunda dile getirebildiğim şeylerden dolayı -sonucu nereye varacak olursa olsun- pişmanlık duymazken Devrim'e baktım ve olanlardan gayet memnun olduğunu fark ettim.

"Peki tüm bunların basit birkaç cümleden ibaret olmadığını, gerçekten de yaşandığını kanıtlayabilir misiniz?" diye sordu Paul, daha önce olduğu gibi yine başı sıkışınca tüm bu olanların bir kanıtının olmamasının arkasına sığınmaya çalışıyordu ve maalesef ki yine başarılı olacak gibiydi. Çünkü gerçekten de elime bunları kanıtlayacak küçücük de olsa bir şey yoktu. Bu yüzden sessiz kaldım ve sessizliğim, onun için yeterli bir cevap olmuş olacak ki bakışlarını Hâkim'e çevirdi.

"Siz daha iyi bilirsiniz, herhangi bir kanıt olmadan birilerini suçlamak da suç değil mi?"

Hâkim, alaylı bir tavırla gülümsedi ve ardından bana baktı. "Üzgünüm Valencia ama doğru, eğer bir kanıtın yoksa bu yaptığın bir suç. Bay Chester senden şikâyetçi olursa bir ceza daha alırsın."

Afalladım, neden şimdi bir anda böyle davranmıştı? Benim tarafımda olması gerekirken onu mu destekliyordu?

"O zaman biz de sana yine aynı cezayı vermek zorunda kalırız," diyerek bu kez de Devrim araya girdi, gözlerimi ona çevirdim. Ne yani o da mı Paul'a hak veriyordu? Ne olmuştu şimdi birdenbire? "Askeriyede çalışmandan bahsediyorum, yine aynı cezayı alırsın," diye açıkladı ve bakışlarını Brice ile Paul'a çevirip devam etti. "Ama sanırım şikâyet de edilmezsin diye düşünüyorum," deyip bakışlarını Paul'a odakladı ve ona yönelik konuşmaya devam etti. "Valencia'yı askeriyeden kurtarmak için beni bile zehirlemeye kalktınız, şikâyet etmezsiniz bence onu."

Başımı hafifçe öne eğdim, nedensiz yere komik gelen bu durum, gülmek istememe neden oldu ama yapmadım, engel oldum kendime.

"Bakın, Komutan Bey," diyerek Brice kendini savunmaya geçti ama Devrim devam etmesine dahi izin vermemişti.

"Boşuna inkâr etmeyin, neyin ne olduğunun da nasıl olduğunun da farkındayız ama korkmayın, o işin peşini çoktan bıraktım," dedi ve yeşillerini bana çevirdi, yeniden gözlerime baktı. "Ama sizin için değil."

Dudaklarımda küçük de olsa bir tebessüm belirdi. Çünkü ima ettiği şeyi anlamıştım, benim için susmuştu. Benim başım, daha fazla belaya girmesin diye. Bir yandan bu düşünceyle mutlu olurken bir yandan içime derin bir hüzün çöktü. Ya yanılıyorsam? Ya aslında böyle bir şey ima etmeye çalışmadıysa? Bu düşünce bile kalbimi kırmaya yetti.

Devrim, bu düşüncelerimden bihaber bana bakmaya devam ederken Hâkim, Paul'a çevirdi yeniden gözlerini.

"İftiranın suç olduğunun farkındaysanız yasalara bayağı hâkimsiniz demektir. Az önce Devrim'in saydığı şeylerin de suç olduğunu ve hepsinin kaç yıla tekabül ettiğini de biliyor olmalısınız. Sahi toplam kaç yıl yapıyor? Ben matematik de pek iyi değilimdir de."

Paul, Hâkim'e döndü. "Sizi hiç sevmedim!"

Hâkim, güldü. "Farkındayım," dedi ve uzanıp suyunu aldı, bir yudum içti. "Ne de olsa tüm bu işlerin sonunda sizi içeriye tıkan ben olacağım. Bu yüzden yakında nefret etmeye de başlarsınız, her suçluyla ilişkimiz genelde böyle ilerliyor zaten," dedi ve suyu masaya yeniden bırakıp devam etti. "Hiçbiri başta beni sevmez, sonra seviyormuş gibi davranmaya başlarlar ama. İşte benim de en sevdiğim kısım da hep bu olur zaten."

Brice, "Neden?" diye sordu merakla, tüm konudan bağımsız gerçekten bunu merak etmiş gibi bir hâli vardı.

Hâkim, bu soruyu bekliyormuş gibi anında cevapladı onun sorusunu. "Çünkü bu, kurtulmak için rüşvet verecekleri anlamına gelir."

"En sevdiğiniz kısım buysa kabul ediyorsunuz demektir," dedi Brice.

Hâkim, yine güldü. "Tabii ki hayır!"

Paul, ondan beklemediğim kadar meraklı bir tavırla sordu. "Neden seviyorsunuz o zaman?"

Bu sohbet, artık çok saçma bir şekilde komik gelmeye başlamıştı bana.

"Ee bir de rüşvet suçundan artı üç yıl veriyorum, daha ne olsun?" dedi Hâkim ve gülmeye devam etti.

Bu cevaba karşılık daha fazla dayanamadım sessizce güldüm. O sırada Devrim'in de yüzünde keyifli bir ifade olduğunun farkındaydım. Paul, aldığı cevap karşısında bozulmuş, bunu belli edecek bir tavırla arkasına yaslanırken Brice de sessiz kalmayı tercih etmişti. Dilsiz ise hem sessizce olanları dinliyor hem de hiçbirimizin yapmadığını yapıyor, yemeğini yiyordu.

"Bakın, mesela ne yaptım biliyor musunuz?" diye sordu Hâkim heyecanla ve kimseden tepki alamasa da devam etti. "Mary Jones'ın sahte emir olayını hepiniz biliyorsunuzdur, sırf bu yüzden ismini kullandığı Albay'ı buldum ve kasabaya çağırdım."

Duyduğum şeyle şaşkınca kaldım ve yaptığım ilk şey, Paul'a bakmak oldu. Onun ise yaptığı ilk şey gözlerini kapatmak olmuştu. O an alnında belirginleşen damarı fark ettim ve sinirlendiğini anladım. Buna rağmen sakin kalmaya çalışır gibi bir hâli varken gözlerini açtı, derin bir nefes aldı ve kendini toparladı. Tepkilerini kontrol altında tutmak için çok büyük bir çaba gösteriyordu ama bazen kendini ele veriyordu.

Tıpkı şimdi olduğu gibi...

Brice, "Sahte emir olayı da ne?" diye sordu, her zamanki gibi bundan da bihaberdi.

Hâkim, düşündüğüm şeyi alaylı bir tavırla da olsa dile getirmekten hiç çekinmedi. "Sizin de hiçbir şeyden haberiniz yok."

"Yeter bu kadar!" diye çıkıştı Paul dişlerini sıkarak, masanın üzerindeki elini de yumruk yapmıştı.

"Bence de," diyerek ona destek çıktı Brice ve ekledi. "Buraya sizi bu tatsız mevzuları konuşmak için çağırmadım ne de olsa."

"Ne için çağırdınız o zaman?" diye sorarak sessizliğini bozdu sonunda Devrim, bir an önce buradan gitmeyi diler gibi bir hâli vardı.

Bu soruya karşılık Hâkim'in ağzının içinden mırıldandığı şeyi duydum. "Bence en sevdiğim kısmı için."

Herkes, bu cümleye karşılık ona anlamsız bakışlar atarken de devam etti.

"Rüşvet olayından bahsediyorum. Tüh be! İki dakika dilimi tutup bunu yapanlara da ceza verdiğimiz söylemeseydim, belki de en sevdiğim kısmı sizinle de yaşayacaktık."

"Öyle bir şey yok!" diye çıkıştı Brice. "Ne de olsa size rüşvet teklif etmek için bir nedenimiz yok!"

"Kendi adınıza konuşun bence," dedi Hâkim gözünün ucuyla Paul'a bakarken.

Paul, sıkıntıyla ofladı. "Bence artık benimle uğraşmaktan vazgeçin."

Onlar konuşurken Devrim'e baktım. Dilsiz'in rolünü o üstlenmiş gibi arada kurduğu birkaç cümle dışında konuşmuyordu ve ben, neden bu kadar sessiz kaldığını anlamıyordum.

Bunu düşünürken gözlerim, Dilsiz'e takıldı ve hâlâ gayet rahat bir tavırla yemeğini yediğini gördüm. Rahat tavrı, şaşırmama neden olurken dikkatle ona bakmam, diğerlerinin de dikkatini çekmiş olacak ki hepsi bir bir gözlerini ona çevirdiler.

"Sanırım siz bugün bayağı acıkmışsınız," diyerek sessizliği bozdu Brice ve ancak o zaman Dilsiz, herkesin kendisine baktığını fark edebildi. "İlgilendiğiniz tek şey sadece yemek de."

Dilsiz, her ne kadar herkes kendine baktığından yemeğe ara vermiş olsa da yüzünde tek bir mimik dahi oynamamış, dümdüz bir tavırla Chester kardeşlere bakmıştı.

Bakışları ve tavırları, resmen insanın olduğu yerde buz kesmesine neden oluyordu.

Hâkim, yine şaşırtmayarak "Dua edin de sadece yemekle ilgilenmeye devam etsin, başka türlüsü sizin pek işinize gelmez çünkü," dedi Brice ve Paul'a.

"Siz, hep böyle bizi tehdit mi edeceksiniz?" diye sordu Paul sıkılmış bir tavırla.

"Tehdit bir suç ama uyarı insanlık görevidir. Ben, suç işlemem. İnsanlık görevimi yerine getiriyorum sadece," diyerek buna da cevap verdi Hâkim.

"Anlıyorum," dedi Paul da yarım ağız.

"Hiç sanmıyorum," dedi Hâkim ve Devrim ile Dilsiz'e baktı. "İyi ki gelmişiz buraya, çok eğlendik."

"Kendi adınıza konuşun," diye mırıldandı Paul ama herkes duydu bu söylediği şeyi.

"Bak işte, bu konuda çok haklısınız," dedi Hâkim ve yeniden Devrim'e baktı. "Chesterlar hariç, onlar pek eğlenmedi."

Paul, pes etmiş gibiyken sessiz kaldı ama ağzının içinden bir şeyler söylediğini de fark etmiştim.

"Siz bugün çok sessizsiniz," dedi Brice, Devrim'e bakarak. "Konuşulan konular pek hoşunuza gitmedi sanırım."

"Hayır, aksine tam da dinlemek istediğim şeyler ama söylenmesi gereken her şey söyleniyor, bana pek gerek kalmıyor," diyerek üstü kapalı şekilde Hâkim'in yaptığı her şeyi onayladığını söylemiş olmuştu.

"Siz hep böyle söyleyeceklerinizi bile bir başkasına mı söyletirsiniz?" diye sordu Paul, Devrim'e. Hâkim'le uğraşamayacağını anlamış olacak ki onu bırakmış, Devrim'e odaklanmıştı.

"Sizin gibilerle konuşmam gerekiyorsa, evet hep bir başkasına yaptırırım," dedi Devrim söylediği şeye karşılık.

"Bizim gibiler?" diye sorguladı Paul.

"Tarife gerek yok, yeterince iyi tanıyorsunuz bence kendinizi."

"Sizden duymak istiyorum belki?"

Alttan alttan güldüğünü fark ettiğim Hâkim, tam da beklediğim gibi dayanamadı ve araya girdi. "Bence siz, size hakaret edilmesini çok seviyorsunuz. Bir saattir bu yüzden yaptığınız şerefs..." dedi ve sustu, ardından yalandan öksürüp kendini toparladı. "Hakaret de bir suçtur, en azından bir yılı var. Ben en iyisi susayım bence."

Adam, resmen hakaret etmeden, hatta cümlesini dahi tamamlamadan hakaret etmişti.

Bu yüzden gülmek istedim, hatta sessizce güldüm de. Biraz olsun kendimi toparlayıp da dikkat çekmemek adına başımı yerden kaldırdığımda hiç beklemediğim bir şey oldu ve Devrim'le göz göze geldim. Daha doğrusu, onu bana bakarken yakaladım.

Anında kalbim, hızla atmaya başlarken avuçlarımın içine kadar terlediğimi hissettim. Aynı zamanda boğazım kurudu, nefes almayı bile unuttum.

Devrim, bakışlarını benden bir an olsun kaçırmıyordu. Gözleri, sanki içimde uzun süredir kapalı kalmış bir kapıyı aralıyordu. O an, dünya etrafımızda silikleşip kaybolmuş, sadece ikimiz kalmış gibi hissediyordum. Her şey susmuştu; tek duyduğum, birbirimize akan sessizlikti. Gözlerimi, onun derin bakışlarından ayıramadım. içimdeki bütün duvarlar tek tek yıkılırken bakışlarımız arasında görünmez bir köprü kuruldu sanki ve o an içimde öyle bir his yer edindi ki sanki bu anı, hayatımın sonuna kadar hep hatırlayacak gibiydim.

Devrim, ona bakmaya devam ediyor oluşumdan dolayı memnun olmuş olacak ki dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Bunu fark ettiğim an, aynı gülümseme benim de dudaklarımda belirdi.

O kadar şeyden sonra birinin bu durumu fark edecek olması bile umurumda olmazken ona bakmaya o kadar daldım ki masada ne konuşulduğunu bile duymamaya, anlamamaya başlamıştım.

Ta ki gözlerim, salonun girişinde beliren Kâhya'ya çarpana kadar.

Benim gibi diğerleri de onu fark etmiş olacaklar ki hepsi, bir bir gözlerini ona çevirdiler. "Efendim," dedi Kâhya nefes nefese. "Askerler..." dedi ve devam etmesine gerek kalmadan salona iki asker girdi.

Kötü bir şeyler oldu düşüncesine kapılmaktan kendimi alamazken Hâkim'in Paul'a doğru eğildiğini fark ettim. "Bence seni almaya geldiler," dedi alayla. Paul, sabır dilercesine bir ifadeyle ona bakarken de güldü. "Şaka şaka, senin için gelselerdi ben bilirdim, rahat ol."

İstemsizce gülmek istesem de bu kez kendime engel olmayı başardım. O sırada askerler, Kâhya'yı geçti ve yanımıza geldiler. Biri, uzakta kalırken diğeri, Devrim'e yaklaştı.

"Komutanım, çok önemli."

Devrim'in yüz ifadesi, az öncekinden de daha ciddi bir hâl aldı. "Söyleyin."

Merakla askerin bir şeyler söylemesini beklerken asker, sesli söylemek yerine Devrim'in kulağına eğildi ve bir şeyler söyledi. Bu, daha da meraklanmama neden olurken dikkatle Devrim'i izledim. Asker, iyi bir şeyler söylemiş olacak ki yüzünde keyifli bir ifade oluşmuştu. Bunu fark ettiğim an, ben de rahatladım. Neyse ki kötü bir şey yoktu.

Askerin söyleyecekleri bitmiş olacak ki geri çekildiğinde "Siz askeriyeye geri dönün," dedi Devrim.

"Emredersiniz Komutanım!" diye bağırdı iki asker de aynı anda ve salondan ayrıldılar.

Brice de herkes gibi merak etmiş olacak ki "Bir sorun mu var?" diye sordu.

"Hayır," dedi Devrim ve ayağa kalktı. "Ama artık gitmemiz lazım."

O, bunu dediği an Dilsiz ve Hâkim de ayağa kalktılar.

"Daha doğru düzgün bir şey yemediniz ama," dedi Brice.

Devrim ellerini arkasında birleştirdi. "Buraya yemek için gelmediğimizi çok iyi biliyorsunuz."

"Doğru, buraya sizinle anlaşmak ve her şeyi yoluna sokmak için çağırmıştık biz de zaten ama bu gece tavırlarınızdan anladık ki buna hiç niyetiniz yok," dedi Paul ters bir tavırla.

Devrim, elleri hâlâ arkasındayken ağır adımlarla Paul'un yanına gitti ve tam karşısında durup gözlerinin içine baktı. Paul'da en az onun kadar kendinden emin duruyordu. İşte bu yüzden endişelendim. Çünkü bu ikisi en son böyle durduklarında Paul, Devrim'e yumruk atmıştı.

"Benim işim suçlularla el sıkışmak ya da anlaşmak değil, onları cezalandırılmak," dedi Paul'a tiksinircesine ve Brice'e çevirdi bakışlarını. "Bu olanlar içinde bir suçunuz olmadığına inandığım için daveti kabul ettim ama bu gece anladım ki siz de suçlusunuz."

Brice, kendini savunmak istercesine "Bakın, ben hiçbir şey..." dedi ama devam edemedi, Devrim araya girdi.

"Salak değilseniz eğer her şeyin farkındasınızdır ve yapmak kadar, yapılanların farkında olup susmak da suçtur. Bu yüzden kardeşinizin arkasında daha fazla durmayın, sizin de başınız yanacak."

Devrim, sakin sakin konuşurken Paul, yine araya girdi.

"Siz mi yakacaksınız?" diye sordu. Devrim, gözlerini yeniden ona çevirdi ama tek kelime etmedi. Paul ise susmak yerine, devam etti. "Karışışınızda bir Chester olduğunu unutuyorsunuz sanırım siz."

"Siz de karşınızda bir asker olduğunu unutuyorsunuz sanırım. Soyadınız bu kasaba için önemli olabilir ama benim için bir kıymeti yok. Bu kasabadan biri değilim nasılsa," dedi ve gözleri, beni buldu. "Hadi Valencia, seni de evine bırakayım."

Gelen bu teklif yüzünden şaşırsam da kabul edecekken Brice, "Ne münasebet?" diye araya girdi öfkeyle, ilk defa bu kadar öfkeli görmüştüm onu. "Ben bırakırım."

Devrim, "Sokağa çıkma yasağı başlayacak. Dışarıya tek bir adım bile atamazsınız," dedi ve yeniden bana baktı. "Gidelim."

Ne yapacağımı bilmez bir şekilde öylece durmaya devam ederken Brice, pes etmeden devam etti. "Saatleri karıştırdınız sanırım, saat henüz yedi buçuk, sokağa çıkma yasağına bir buçuk saat var."

"Öyle mi?" diye sordu Devrim, sabrı taşmak üzere gibiydi. "O zaman sokağa çıkma yasağı artık saat sekizde, yani yarım saat kalmış sadece. Gidip dönmeniz için yeterli olmaz, askerler tutuklar sizi."

Herkes şaşkınca kalırken Paul, "Mevkiiniz, her istediğinizi böyle kafanıza göre değiştirme yetkisi mi veriyor size?" diye sordu.

"Bilmem, belki de vermiyordur," dedi gayet rahat bir tavırla. "Ama hiç değilse bunu yapabilecek bir mevkiim var, bildiğim kadarıyla sizde o yokken bile bu işlere karışıyormuşsunuz."

Paul ve Brice, sus pus olurlarken dudaklarım, hafifçe yana kıvrıldı. O sırada Devrim'in gözleri, bir kez daha beni buldu.

"Geliyor musun gelmiyor musun?"

Bir an bile olsun düşünmeye gerek duymadan "Geliyorum," deyip yanına gittim. Bunu yaparken Brice'e bakmamaya çaba gösterdim, tepkisini görmek istemedim.

Devrim, yanına ulaştığımda daha fazla durmadı ve kapıya yöneldi. Dilsiz ve Hâkim de hemen peşine takılırken ben de onlardan farklı bir şey yapmadım.

Hep birlikte köşkten çıktık, Paul ve Brice de kapıya kadar bize eşlik etmişlerdi. Kapıya ulaştığımızda durur, en azından bir şeyler daha konuşurlar diye düşünsem de Devrim, Hâkim ve Dilsiz durmadı, arkalarında kimse yokmuş gibi bahçeden çıkıp gittiler.

Ben ise bunu yapamadım, Brice'e baktım. "İyi geceler."

Küçük de olsa tebessüm etti. "İyi geceler."

Gözümün ucuyla Paul'a baktım ve bir şeyler duymak istercesine baktığını fark ettim ama onunla daha fazla uğraşmak istemeyip beklediği şeyi yapmadan yanlarından ayrıldım.

Evden çıkar çıkmaz koşar adımlarla önde gidenlere yetiştim, sessizce yanlarında yürüdüm ama bu sessizlik çok uzun sürmedi, Hâkim gülerek bozdu.

"Nasıldım ama?" diye sordu büyük bir keyifle.

"Dua et askeriyede kalıyorsun," dedi Devrim gayet ciddi bir tavırla ve ekledi. "Yoksa o manyak bu gece olanlardan sonra evine girip seni de boğmaya çalışırdı."

Bunu dediği an, dayanamayıp araya girdim. "Söylediğim şeye inandınız değil mi?" Bu sorum, hepsini durdurdu,. "Muhtemelen James'e bunu o yaptırdı, nedeni de içeride anlattıklarımdı."

Devrim, ellerini üniformasının cebine sokarken omuz silkti. "Bunu en başından biliyorduk zaten ama artık eminiz," dedi ve gözlerinin kenarı kısıldı. "Anlamadığım tek şey, neden sana bu kadar düşman olduğu."

"Çünkü abisi ile evlenmemi istemiyor," dedim düşünmeye gerek duymadan.

"Neden peki?" diye sordu Hâkim merakla.

"O kadarını ben de bilmiyorum."

"Sana âşık olabilir mi?" diye sordu Hâkim bir anda, beklemediğim bu soru karşısında şaşkınca kaldım. Ne diyeceğimi bilemezken bu sorunun Devrim'i bile rahatsız ettiğini fark ettim. Onun bu tavrına bir anlam veremezken kendimi toparlayıp Hâkim'e cevap verdim.

"Öyle bir şey olsaydı bana zarar vermeye çalışmazdı."

"Manyakça bir sevgi olabilir," dedi Hâkim anında.

"Mümkün değil," dedim yarım ağız.

"Neden peki?"

"Öyle bir şey olsaydı yaptıklarını gizler, kendinden nefret ettirmezdi."

"Bak bu doğru işte." Sonunda bana hak vermiş olmasından dolayı içten içe rahatlarken devam etti. "Her erkeğin sevebileceği biri olduğundan aklıma ilk bu geldi."

Dudaklarından dökülen bu cümle yüzünden afallarken aynı zamanda utandığımı da hissettim. Bu sözlerine karşılık ne diyeceğimi bilemezken Devrim'in gözlerini ağır ağır Hâkim'e çevirdiğini fark ettim. Verdiği bu tepki, beni Hâkim'in söylediği şeyden bile daha çok şaşırtırken Devrim, bu şaşkınlığımın farkına varmadan Hâkim'in gözlerinin içine baktı ama bu bakış, öyle bir bakıştı ki sanki her an bir tane vuracak gibiydi. İçerideyken Paul'a bile böyle bakmamıştı.

Onun bu tavrının şaşkınlığını yaşarken Hâkim'in gerildiğini fark ettim ve bunu fark etmemle birlikte gözleri beni buldu. "Ben o erkekler içinde değilim ama," deyip kendince söylediği şeyi toparlamaya çalıştı ve kurduğu bu cümlenin yeterli olmayacağını düşünmüş olacak ki huzursuzca gülerek devam etti. "Tabii ben de seviyorum seni ama kardeşim gibi, yanlış anlama. İyi kızsın, akıllısın, her şeyden önemlisi cesursun. O yüzden öyle dedim," dedi ve gözünün ucuyla Devrim'e baktı.

Devrim'in, Hâkim'in Bu sözlerine neden bu kadar kızdığını anlayamazken Hâkim, "Sence de öyle değil mi?" diye sordu bir de Devrim'e.

Nedenini anlayamadığım bir şekilde, Devrim'in vereceği cevabı heyecanla beklerken "Değil," dedi bir anda.

Anında keyfim kaçtı, moralim bozuldu, yüzümdeki küçük gülümseme soldu.

Devrim, Hâkim'e verdiği cevabın ardından bana baktı. "Olmasın, ne gerek var?"

Kaşlarımı çattım, bu adamın derdi neydi?

Verdiği cevap beni üzerken keyifsizce sordum. "Ben öyle biri değil miyim?"

"Anlamadım?"

"İyi, akıllı, cesur biri değil miyim size göre?"

Gerildi, bunu hissedebildim. "Öyle bir şey demedim." Sesi az önceki kadar gür değildi.

"Yo öyle dedin," dedi Hâkim alay eder gibi bir ses tonuyla.

Devrim, dişlerini sıkarken "Sen sus artık," deyip yeniden bana odaklandı. "Dedim ama o anlamda demedim. Yani şey gibi..." dedi ve sustu, elini ensesine attı. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi.

"Uğraşma bence," dedi Hâkim, gülecek gibiydi. "Buradan kurtarman mümkün değil."

Hâkim'in bu dediğiyle Dilsiz, başını önüne eğdi ve fark ettiğim kadarıyla alttan alttan güldü.

"Git buradan," dedi Devrim bir anda.

Afalladım. "Ben mi?"

"Sen değil, sen niye gidiyorsun? Sen dur," dedi ve Hâkim'e doğru bir adım attı. "Sen git hemen buradan, askeriyeye dön ve beni bekle."

Hâkim'in bakışlarını, yalandan bir korku esir aldı. "Ne yapacaksın bana?"

"Hâkim git," dedi Devrim ve Dilsiz'e baktı. Az önce Devrim'e fark ettirmeden de olsa gülen Dilsiz, çoktan kendini toparlamıştı. "Al şunu başımdan,, yoksa ben de katil olacağım!"

Dilsiz, kolunu Hâkim'in omzuna attı ve ardından onu çekiştirdi. Hâkim, hâlâ bor şeyler söylemeye devam etse de Dilsiz, onu uzaklaştırmaya başardı.

Onlar giderken Devrim, arkalarından "Ben gelene kadar da kendi sürgün emrini hazırla, beni yorma!" diye seslendi, dayanamadım ve dudaklarımı birbirlerine bastırıp sessizce güldüm.

Hâkim, Devrim'in ne söylediğini tam anlamamış olacak ki omzunun üstünden bir bakış atıp "Tamam," dedi ve önüne dönüp ilerlemeye devam etti. Devrim'in söylediği şey bu kadar çabuk kabul etmiş olması şaşırmama neden olurken çok geçmeden, sadece birkaç saniye kadar sonra durdu ve telaşla yeniden bize döndü.

"Ne, ne dedin?" diye sordu bağırarak ve hatta bize doğru gelmek istedi ama Dilsiz buna müsaade etmedi, onu biraz daha uzaklaştırdı yanımızdan.

Devrim, ikisinin de tamamen uzaklaştığından emin olduktan sonra yeniden bana baktı. Ben de dikkatli onun gözlerinin içine baktım. Ne söyleyecek diye merakla beklerken "O anlamda demedim," dedi bir kez daha. Bu hâli bana fazlasıyla komik gelse de sadece hafifçe tebessüm etmekle yetindim.

Daha fazla bu konuyu uzatmak istememiş olacak ki "Hadi gel, artık evine bırakayım seni," dedi.

Başımı salladım ve önden yürüdüm, birkaç saniye sonra o da yanımda belirmiş ve yan yana yürüyor olmuştuk. Bir an için kendimi, daha önce hiç olmadığım kadar mutlu hissederken dedemin söylediği şeyler geldi aklıma ve mutluluğum, bitmiş bir mumun ışığı gibi sönüp gitti. İşte şimdi kendimi, uzun zaman sonra ilk defa bu kadar kötü hissediyordum.

Bu kötü his, kalbimde giderek yer edinirken ne olursa olsun bizim evin önüne ulaştığımızda dedemin istediğini yapmak zorunda olduğumu biliyordum ama maalesef, bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. İşte bu yüzden de eve giden bu yolun, hiç bitmemesini istiyorum. Keşke onunla sonsuz bir yolculuğa çıkmış olsaydık da bu yol hiç bitmeseydi ve ben, istemediğim o cümleleri kurmak zorunda kalmasaydın.

Bu düşünceler ister istemez zihnimi ele geçirirken ayaklarım daha yavaş ilerlemeye, adımlarımı daha küçük atmaya başlamıştım. Devrim de bunu fark etmiş, hiç sorgulamamış ve hatta bana ayak uydurup o da aynı yavaşlıkta yürümeye başlamıştı.

Aramızdaki sessizliğin giderek büyümesi o kötü hissin beni daha da ele geçirmesine neden olurken buna daha fazla izin vermek istemeyip sessizliği bozdum. "Neden aniden kalktınız yemekten? Askeriyede bir sorun mu var?"

"Bizim için yok," dedi keyifle.

Ne söylemek istemediğini anlayamazken bunu fark etmiş olacak ki "Albay gelmiş," diye ekledi.

Gözlerim, yerinden çıkacakmış gibi irileşti. Albay'ın, hangi albay olduğunu anlamak hiç de zor olmamıştı. "Bizim için değil, seninkiler için sorun yani. Sahte evrak işi kesinleşecek ve başları bir kez daha belaya girecek."

Söyledikleri içinde takıldığım tek bir şey olurken "Benimkiler?" diye sorguladım ve Devrim'in cevap vermesini beklemeden sıkılmış bir şekilde devam ettim. "Benimkiler değil onlar."

Devrim, söylediğim şey karşısında sessiz kalırken bakışlarında öyle bir ifade vardı ki ne düşündüğünü anlamam, hiç de zor olmadı. Muhtemelen Brice olan nişanımı ve onların gerçekten de benimkiler olduğunu düşünüyordu.

Bir açıklama yapmak yerine, sessiz kalmayı tercih ederken yürümeye devam ettim. O da bana ayak uydururken ayaklarımın acıdığını hissettim. Elina'nın babetleri ayağıma küçük olduğundan fazlasıyla sıkıyor ve yürürken zorlanmama neden oluyordu.

Başımı hafifçe önüme eğip ayaklarıma baktım, acıdığını belli etmeden yürümeye çalışırken Devrim'in de ne olduğunu anlamak istercesine ayağıma baktığını fark edince hemen kendimi toparladım. Bunu fark edince o da gözlerini ayaklarımdan çekmiş, ellerini cebine sokmuş ve yürümeye devam etmişti.

Tüm bunlar eşliğinde bitmesini hiç istemediğim o yol, bitti ve bizim evin önüne ulaştık. Kapının önünde durduğumuzda pencerenin arkasındaki dedemi gördüm, kendince gizlice izliyordu bizi ve muhtemelen içeriye girdiğimde bir de onunla geldiğim için kızacaktı.

Onu fark etmemiş gibi yapıp Devrim'in gözlerine baktım. "Benimle geldiğiniz için teşekkür ederim."

"Ne demek," dedi sadece.

Tebessüm ettim ama bu tebessüm, hemen soldu. Çünkü sıra, onunla hiç konuşmak istemediğim o konuya gelmişti. "Aslında gelmeniz de iyi oldu, size söylemek istediklerim vardı."

Ellerini, arkasında birleştirdi ve gözlerimin içine baktı. "Seni dinliyorum."

Kendimi biraz olsun iyi hissetmeye çalışırken kurmayı hiç istemediğim o cümleyi kurdum. "Yarın gelmeyeceğim."

Anında kaşlarını çattı. "Nasıl gelmeyeceksin?"

"Gelmek istemiyorum," dedim, sesim çok güçsüz çıkmıştı ama buna rağmen devam ettim. "Daha önceki teklifinizi daha iyi düşünmek için fırsatım oldu ve gelmemin daha doğru olacağına karar verdim. Böyle bir kasabada benim için en doğrusu bu olacak çünkü. Eğer hâlâ aynı şey geçerliyse ben, artık gelmek istemiyorum."

Dikkatle beni dinledikten sonra gözlerinin kenarı kısıldı. "Bu, senin kararın yani?"

Gözümün ucuyla pencereye baktım. Hareket eden perde, dedemin hâlâ orada olduğunu anlamam için yeterli olurken yeniden Devrim'e baktım. "Evet, benim kararım."

Devrim, tek kaşını kaldırdı. Sabırla bir şeyler söylemesini beklerken tıpkı benim gibi gözünün ucuyla pencereye doğru baktı ve muhtemelen o da benim gibi dedemin orada olduğunu anlayıp gözlerini yeniden bana çevirdi. Yüzünde, alaylı bir ifade vardı.

Neden böyle baktığını anlamaya çalışırken "Anladım," dedi ve dudağının, sağ köşesindeki yaraya baktıktan sonra ekledi. "Senin kararın olduğu belli zaten."

Yalan söylediğimi ve işin aslını anladığını fark ettiğim an, utançla gözlerimi kaçırdım.

"Sen bilirsin, eğer gelmek istemiyorsan gelmeyebilirsin. Bunu sana teklif eden ben olmuştum zaten."

Anladığı şey doğrultusunda tek bir yorum bile yapmaması, hatta işine gelmiş gibi hemen kabul etmesi kalbimi acıtırken zorla da olsa tebessüm ettim ona. Ne bekliyordum ki zaten? Kalayım diye uğraşmasını falan mı?

Bu tavrına hak veriyor olsam da üzülürken "İyi geceler o zaman," dedim, sesimin titremesine engel olamamıştım.

"İyi geceler," dedi, sesi benimkinin aksine dümdüz çıkmıştı.

Belki de onu bir daha görmeyeceğim ya da belki çok uzun zaman sonra göreceğim düşüncesi, kalbimin orta yerindeki yerini alırken kirpiklerim ıslandı. Etrafın karanlık olması, işime gelirken buruk da olsa bir kez daha tebessüm ettim ona ve eğer biraz daha durup bakarsan ağlayacağımı bildiğimden daha fazla durmadım yanında, kapıya yaklaştım.

Arkama bakmamak için kendimle büyük bir çabaya girerken kapıyı açtım, eve girdim ve en sonunda dayanamadım, dönüp ona baktım. Hâlâ elleri arkasındaydı ve bana bakıyordu. Son bir kez ona tebessüm etmek istesem de yapamadım bunu ve kapıyı usulca kapattım.

Gözümden bir damla yaş akarken hızla sildim o yaşı, kendimi toparlamaya çalıştım. Neyse ki dedem, bizi izlediğini gizlemek için çoktan odasına geçmişti bile.

Kapının girişindeki koltuğa oturdum, Elina'nın babetlerini çıkardım ayağımdan ve rahatladığımı hissettim. Bir an önce kendime yeni bir ayakkabı almalıydım.

Babetleri bir köşeye bırakıp ayağa kalktığımda odasından çıkan dedemi gördüm. O da beni görünce sanki geldiğimi yeni fark ediyormuş gibi "Sen mi geldin?" diye sordu ve yanıma geldi. "Neler oldu? Söylediklerimi yapabildin mi?"

Yutkundum, boğazımda oluşan düğümden kurtuldum ve sesimin iyi çıkmasına dikkat ederek konuştum. "Her şeyi hallettim," Sesim, tam da istediğim gibi çok sıradan çıkmıştı. Oysa dokunsa, ağlayacak durumdaydım.

Dedem, devam etmemi istercesine bakarken Brice'in söylediklerini düşündüm. Yüzüğü çıkardığını ve bu gece konuştuklarımızı dedeme söylemeyeceğini hatırlayıp rahatça devam ettim.

"Brice, olanları duymuş. Ben de ona her şeyi anlattım, sorun olmadığını söyledi." Dedemin, dudakları yana kıvrıldı, keyfi yerine geldi. "Komutanla da konuştum, o da bir sorun çıkarmadı, artık askeriyeye gitmeyeceğim." Ve dedemin keyfi, biraz daha yerine geldi.

"Çok güzel, her şey yeniden yolunda o zaman," dedi emin olmak istercesine.

"Yolunda," dedim ve daha fazla burada durmak istemeyip "Elina nerede?" diye sordum.

"Babanın yanında."

Sessizce ilerledim, dedemin yanından geçip babam ile Elina'nın birlikte kaldıkları odaya girdim. Elina, yatağına uzanmıştı. Beni görünce doğruldu, babam da kendi yatağındaydı. Onun da bakışları hemen beni bulmuştu.

Hemen yanlarından ayrılmak istemedim, babamın yanına gidip yatağın kenarına oturdum. Elina da hemen yanıma gelmişti.

"Abla, iyi misin?" diye sordu endişeyle.

"İyiyim," derken gülümsedim.

"Neden gözlerin dolu o zaman?"

Bu soru, boğazımın bir kez daha düğümlenmesine neden olurken gülümsemeye devam ettim. "Dışarısı çok soğuktu, rüzgârdan," dedim ve babama baktım. "Nasılsın baba?"

Gözlerini evet anlamında kapatıp açtı, ona da gülümsedim ama o, huzursuzca baktı bana. Bir şeyler olduğunu anlamış gibiydi.

Elina, babamın bir şeyler sormak istediğiniz anlamış olacak ki "Ben bir şeyler yiyeceğim," dedi ve odadan çıkıp gitti, babamla yalnız kaldık. İşte o an babam, bir kez daha gözlerini kapatıp açtı. Bunun anlamının "Bir şeyler varsa anlat," demek olduğunu çok iyi biliyordum.

Her zaman olduğu gibi yine ona her şeyi anlatmak isteyip olan biteni eksiksiz bir şekilde bir bir anlattım ona ve anlatacak hiçbir şey kalmadığında "Sence ne yapmalıyım?" diye sordum çaresizce. "Evlilikten vaz mı geçmeliyim?"

Bir an bile olsun düşünmeden gözlerini kapatıp açtı, kendince "Evet," dedi ve ben, bu cevaba hiç şaşırmadım. Çünkü ilk günden beri istediği şey buydu. Brice ile evlenmemi hiç istemiyordu.

"Ama bunun sonucunda neler olacağını sen de biliyorsun, buna rağmen vaz mı geçmeliyim?" diye sordum bir kez daha ve babam, yine bir an bile olsun tereddüt etmeden gözlerini kapatıp açtı, "Evet," demiş oldu.

"Cevabın hiç değişmiyor," derken kirpiklerim ıslandı bir kez daha. "Keşke ben de senin gibi çabuk cevap verebilsem ona ama yapamıyorum. Hayır diyemiyorum ona, korkuyorum ama ondan değil; dedemden, Paul'dan ve bu kasabadaki diğer herkesten korkuyorum," dedim ve gözümden akan bir damla yaşı hızla sildim. "Keşke senin kadar cesur olabilseydim."

Bu sözlerime karşılık, çaresizce baktı gözlerime. Ona bunu yaşatmaya hakkım olmadığından hızla kendimi toparladım. "Ama merak etme sen, her şey güzel olacak bir gün, her şey yoluna girecek," dedim ve eğilip yanağından öptüm onu.

Kendimi her ne kadar kötü hissetsem de o iyi hissetsin diye başka şeylerden bahsettim, uzun uzun konuştum, vakit geçirdim onunla. Elina da yeniden yanımıza dönmüş, o da bizimle vakit geçirmişti. Saat epey bir geçtiğinde ise Elina'yı yatağına yatırdım, yanağından öptüm ve iyi geceler diledim. Ardından babamın yanına gittim, onu da öptüm ve ona da "İyi geceler," dedikten sonra yanından ayrıldım, odadan çıktım.

Kendi odama geçtiğimde yaptığım ilk şey elbisemi çıkarmak, her gece giydiğim beyaz keten geceliği giymek olmuştu. Ardından da hemen yatağa girmiş, sırtüstü uzanmış ve odanın ahşap tavanını seyre koyulmuştum.

Her ne kadar olanları düşünmek istemesem de düşünmeye ve artık askeriyeye gidemeyecek olmamdan dolayı üzülmeye devam ederken gözümden akan birkaç damla yaşa da engel olamamıştım. Bu kez kimse görmeyeceği için de o yaşları silmeye gerek duymamıştım.

Gözlerimi sımsıkı kapatıp yan döndüm ve tamamen battaniyenin altında girdim. Karanlık, daha çok ağlama isteği uyandırsa da bunu yapmadım ve zihnimdeki her şeyden kendimi uzaklaştırıp uyumaya çalıştım. Zaten tüm gün olanların yorgunluğuyla çok geçmeden uykuya dalmıştım.

***


Gün ışığının odama girmesiyle uykumdan ayılmam bir olmuştu. Gözümün ucuyla tül perdenin arkasından dışarıya baktığımda havanın daha yeni yeni aydınlandığını fark ettim. Uzun zamandır askeriyeye gitmek için bu saatte uyanıyordum ama şimdi, bir işim olmamasına rağmen yine aynı saatte uyanmıştım.

Bu kadar erken kalkmaya, nasıl bu kadar çabuk alıştığımı anlayamazken doğruldum ve vücudumu esnettim. İşte tam o anda ilerideki masanın üzerinde gördüğüm şeyle şaşkınca kaldım. Doğru mu görüyorum diye emin olmak için hızla ayağa kalktım, çarşaf ayağıma dolansa da kendimi hemen ondan kurtarıp masaya ulaştım ve üzerinde duran ayakkabıları aldım.

"Bu ne ya?" diye mırıldandım kendi kendime. Bu ayakkabıları, daha önce görmediğimden emindim. Yani evdeki kimseye ait değildi. Hem bana göreydi bunlar.

Ayakkabıların nereden çıktığını anlayamazken telaşla pencereye baktım. Bizimkilerin, böyle bir şey yapması mümkün bile değildi. Bu da demek oluyor ki biri, yine odama girmişti.

Kalbim, korkuyla göğüs kafesime çarparken ayakkabıları aldığım yere bıraktım. Hemen ardından salona çıktım ve pencereye gidip askeriyeye doğru baktım. Kapıdaki iki asker dışında hiç kimse yoktu etrafta.

Pencereye biraz daha yaklaştım. Buradan sadece bir ucu görünen Devrim'in odasına doğru bakmaya çalıştım ama ne onu ne de bir başkasını göremedim.

Kimseyi göremeyince geri çekildim, koltuğun kenarına oturdum. Kim girmişti odama? Ve ben, bunu nasıl Devrim'e haber verecektim? Onun yanına gitmek için bir sebebe ihtiyacım vardı, daha doğrusu dedeme uydurmam gereken bir sebebe... Birinin odama girdiğini söyleyemezdim ki...

Ne kadar imkânsız görünürse görünsün ilk fırsatta askeriyeye gitmeyi kafama koyup ayaklandım ve yeniden odama girdim, geceliğimi çıkarıp gri elbisemi giydim. Sonra da gözümün ucuyla hâlâ masanın üzerinde duran ayakkabılara bakıp odamdan çıktım, hemen sonra da bahçeye çıktım. Arkaya geçip odunların yanına gittim, bir sepet odun alıp yeniden eve girdim ve sobayı yaktım. Henüz kimse uyanmamıştı. Bu yüzden ses etmeden mutfağa geçtim, kahvaltı hazırladım. Salona masayı kurduktan sonra babam ve Elina'nın odasına girdim. İkisini de uyandırdıktan sonra babamın kahvaltısını yaptırdım. O sırada dedem ve babaannem de uyanmıştı.

Babamın kahvaltısı bittiğinde salona geçtim, bizimkilerle birlikte kahvaltı yaptım. Ne dedem ne de babaannem dün olanlar hakkında herhangi bir şey konuşmamış, bir şey sormamışlardı. Bu da benim işime gelmişti.

Herkes sessizce kahvaltısını yaparken aklım, odamdaki ayakkabılara gitti. Kim girmişti yine odama? Paul mu? James mi? Ama neden ayakkabı bıraksınlar ki? Belki bu da dün geceden sonra bir uyarıdır. Ama bu da çok saçmaydı. Kim birine uyarı vermek için odasına ayakkabı bırakırdı ki?

Düşüncelerim, giderek yoğunlaşırken sıkıntıyla ofladım. Tam o sırada kapıya sertçe birkaç defa vuruldu, irkildim. Elina da benim gibi korkarken dedem, telaşla ayağa kalktı.

"Ben bakarım," deyip hızla kapıya doğru yürüdü ve kapıyı açtı. Biraz eğilip gelenlere baktığımda iki asker gördüm. Korkuyla ayaklandım, ne olmuştu? Neden gelmişlerdi? Yine arama mı vardı? Bu saatte arama hiç yapılmazdı ki...

Korku, giderek içimi sararken askerlerden biri konuştu. "Albay Bravne'nin emriyle geldik, Valencia Pride'ı hemen askeriye götürmemiz gerekiyor!"

Telaşla kapıya yaklaştım, bu da neydi şimdi? Ne olmuştu yine? Ben, hiçbir şey yapmamıştım ki...

"Ne demek bu şimdi? Valencia ile ne işiniz var sizin? Hem Komutan bize demişti ki..." dedi ama asker, dedemin devam etmesine dahi izin vermemişti.

"Zorluk çıkarmayın, hanımefendi bizimle gelmezse zorla götürmek zorunda kalacağız. Kim size ne dedi bilmiyorum ama ben, emri Albay'dan aldım. O da hemen Valencia Pride'ın getirilmesini emretti."

Askerin sözlerinden sonra dedemin bakışları, hemen beni buldu. "Ne oluyor Valencia? Ne demek şimdi bu?"

"Bilmiyorum," diyebildim bir tek.

O sırada askerlerden biri, bir adım atıp eve girdi ve bana baktı. "Valencia Pride siz misiniz?"

"Evet," dedim içimden konuşurcasına kısık çıkan sesimle.

"Hemen bizimle geliyorsunuz," dedi, hayır dediğim an sahiden de zorla götürecek gibi bir hâli vardı. Ki zaten hayır demek gibi bir niyetim yoktu. Hem oraya gitmek, işime gelirdi. Gitmekten de korkmuyordum, çünkü yanlış hiçbir şey yapmamıştım.

Bu düşünceler arasında dedeme baktım. "Gidip neler olduğunu öğreneceğim."

Sıkıntıyla nefesini bıraktı. "Pekâlâ, git bakalım."

Hızlıca yine Elina'nın babetlerini giydim. Sonra ayaklandım, dedeme son bir kez bakıp kapıdaki askerlerin yanına gittim. Askerler, bir an bile olsun durmadan ilerlerlerken peşlerine takıldım.

Birlikte askeriyeye gittik, askeriyeye girdiğimizde doğrudan Devrim'in odasına gitmiştik. Ben, bir askerle odanın önünde dururken diğeri kapıya birkaç defa vurmuş, içeriye girmişti.

"Komutanım, Valencia Pride'ı emriniz üzere getirdik."

"Gelsin," dediğini duydum Devrim'in, yanımdaki asker de duymuş olacak ki eliyle girmemi işaret etti, içeriye girdim. Girer girmez Devrim'le göz göze geldim. Neler olduğunu, neden yeniden gelmemi istediğini anlayamazken gözlerini benden çekip odadaki askere baktı. "Sen çıkabilirsin."

Asker, odadan çıkıp giderken Devrim'in masasına yaklaştım, gözlerine baktım. "Neden buradayım?"

Arkasına yaslandı. "Burada olmak istiyorsun çünkü."

Söylediği şeyden hiçbir şey anlamazken bunu belli edecek bakışlar attım ona. Bu bakışlarımı fark edince devam etti konuşmaya.

"Sen değil, deden istedi diye gelmeyeceğim dedin," dedi, bunu anladığını zaten dün gece anlamıştım ama ben, hiçbir şey yapmaz diye düşünüyordum. "Dedenin gözleri önünde istediği şeyi yaptın, ben de kabul ettim. Dedenin istedikleri oldu, artık sana kızamaz ama yine buraya gelmek zorundasın. Çünkü Albay böyle istiyor, daha doğrusu deden bunu Albay'ın istediğini düşünecek."

Dudaklarım yana kıvrıldı. Dün gece hiçbir şey yapamayacağını düşünürken aslında o birçok şey yapmıştı. Anlamadığım tek şey ise neden benim için, buraya gelmem için bu kadar oyun çevirdiğiydi.

"Hem seninle yarım kalan çok işimiz var," dedi ve ayaklandı, yanıma gelip karşımda durdu, gözlerimin içine baktı. "Burada olman gerekiyor bu yüzden."

O konuşurken aklıma, sabah olanlar geldi ve her şeyi unutup telaşla konuştum. "Aslında benim size hemen anlatmam gereken bir şey var."

Masasına yaslandı, kollarını göğsünün altında topladı. "Neymiş o? Anlat bakalım," Meraklanmış gibi bir hâli vardı.

"Sabah uyandığımda odamda bir çift ayakkabı buldum."

Gözlerinde bir karanlık belirdi, ancak konuşmadı.

"Benim değildi o ayakkabı, hatta evdeki kimseye ait değildi. Yeni alınmıştı, uyandığımda masamın üzerinde duruyordu. Odama, yine biri girmiş dün gece."

Pek şaşırmış gibi değildi, bu yüzden ondan beklediğim kadar büyük bir tepki vermezken sanki şaşırmış gibi "Öyle mi?" diye sordu, benim için çok tehlikeli ve korkunç olan bu durum, onun pek de ilgisini çekmiş gibi durmuyordu.

"Askerler gelmeseydi bile bir şekilde buraya gelip size anlatacaktım olanları. Çok düşündüm ama böyle bir şeyi kim yapar aklıma gelmedi. Odama ayakkabı bırakmaları, çok saçma değil mi sizce de? Kim, birini tehdit etmek için odasına ayakkabı bırakır ki?"

"Bilmem," dedi sadece, anlattığım o kadar şeye rağmen sadece bunu söylemesini beklemediğimden afallarken yine de devam ettim.

"Sizce yine aynı kişi yapmış olabilir mi? Paul ya da James? Aklıma başka hiç kimse gelmiyor."

"Belki de," dedi sadece, yine yorum yapmadı. Neden şimdi böyle garip, ilgisiz davranıyor anlamış değildim.

Heyecanım, az önceki kadar yoğun değilken "Sizce de saçma değil mi?" diye sordum fısıltıyla.

"Öyle gibi," dedi sadece, sanırım gerçekten de ilgilenmiyordu bu konuyla.

Bu yüzden moralim bozulsa da "Ne yapacağımı bilmiyorum," dedim daha ilgili olmasını umut ederek.

Yaslandığı masadan uzaklaştı, ardından yanımdan da uzaklaştı. Yürürken "Bence," dedi uzatarak, düşünüyor gibiydi. Bunu, hissetmek kendimi de daha iyi hissetmeme neden olurken yerine döndü ama oturmadı. Merakla ona bakmaya devam ederken gözleri, yeniden beni buldu. "Ayakkabıyı giy."

İşte bu, duymayı beklediğim en son şey bile değildi.

"Kimin getirdiğini bilmediğim bir ayakkabıyı mı giyeyim?" diye sordum şaşkın olduğumu belli edecek bir şekilde.

"Evet," dedi gayet rahat bir tavırla. "Eğer biri uyarı için koyduysa sen de ona senden korkmuyorum mesajı vermiş olursun işte."

Bu fikir yüzünden yüzümü buruşturdum. Devrim, bunu fark etti. "Ne o, niye öyle bakıyorsun?"

Gerçek düşüncemi dile getirmekten hiç çekinmedim. "Ama bu çok saçma."

Elini ensesine atarken gergin bir tavırla "Farkındayım," dedi ağzının içinden.

Bu tavrına gülmek istesem de kendime engel oldum. "Araştırmayacak mısınız peki?"

"Ayakkabıyı kimin aldığını mı?"

"Evet."

"Bulunca ne yapacaksın ki?"

"Derdini öğrenmiş olacağım hiç değilse."

Hâlâ gergin görünüyordu. "Eminim iyi niyetlidir."

"Nereden eminsiniz?"

"Hissettim."

"Hissettiniz," diye tekrar ettim emin olmak için.

Başını salladı sadece, sessiz kaldı.

O an aklıma Brice geldi. Onun duyacağını tahmin etmeyip ağzımın içinden "Brice bırakmış olabilir mi acaba?" diye mırıldandım ve düşündüm. Eğer Devrim'in de söylediği gibi gerçekten iyi niyetle yapılmış bir şeyse o yapmış olabilirdi. Acaba dün, Elina'nın ayakkabılarını giydiğimi mi fark etmişti?

Ben daha bunları düşünürken "Hiç sanmıyorum," dedi bir anda Devrim.

Onun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. "Ama az önce iyi niyetli biri olabilir demiştin. Bir tek aklıma o geldi."

Yerine oturdu, arkasına yaslandı. Keyfi kaçmış gibiyken masanın üzerindeki kalemi aldı ve elinde çevirdi. İstemsizce elindeki kalemi izlemeye devam ederken kalemi bükmeye çalıştığını fark ettim. Sinirli mi yoksa öylesine yaptığı bir şey mi anlayamazken kalem bir anda kırıldı. Kırılan kalemin bir ucu elinde kalırken diğer ucu fırlayıp gitmişti.

Devrim bile bunu beklemiyor olacak ki şaşırırken yalandan öksürdü, elinde kalan parçayı masaya bıraktı ve "Buradaki kalemler bile çürük!" diye söylendi.

Söyleyecek bir şey bulamayıp sessiz kaldım, o sırada kapıya vuruldu ve hemen ardından Hâkim, içeriye girdi.

Beni görür görmez "Aaa sen de mi buradasın?" diye sordu ve kapıyı kapatıp gidip sandalyelerden birine oturdu. O otururken Dilsiz de içeriye girdi. Hâkim'in aksine ben yokmuşum gibi yanımdan geçip Devrim'in yanına gitti ve eğilip kulağına bir şeyler söyledi.

Şaşkınca kalakaldım. "Siz konuşabiliyor musunuz?" diye sordum büyük bir şaşkınlıkla.

Hepsinin bakışları bir anda beni buldu. Hâkim, "Sen gerçekten konuşamıyor mu zannettin?" diye sordu.

"Evet."

Güldü. "Bir sorunu yok, istemediği için konuşmuyor. İstediği de pek olmuyor zaten."

Bu, bana çok garip gelirken hiçbir şey söylememeyi tercih ettim. O esnada kapı bir kez daha açıldı ve içeriye orta yaşlı, iri yarı, sert görünümlü bir adam girdi. Onun içeriye girmesiyle birlikle Hâkim ayağa kalktı, zaten ayakta olan Dilsiz kendini toparladı. Devrim ise diğerlerinin aksine daha sakin davranıp yavaşça kalktı ayağa.

Onların bu tavırları, gelen bu adamın kim olduğunu merak etmeme neden olurken göğsünün üzerindeki yafta dikkatimi çekti ve okudum.

Bravne.

Bunu okuduğum an adamın Albay Bravne olduğunu anladım. İster istemez heyecanlanırken Devrim, Albay'ın yanına geldi.

Albay, "Tebrik ederim seni, kısa zamanda çok şey yapmışsın. Son geldiğimden bu yana burada çoğu şey değişmiş, bazı şeyler yoluna girmiş," dedi.

"Sağ olun," dedi Devrim sadece ve gözünün ucuyla bana bakıp yeniden Albay'a çevirdi bakışlarını. "Size bahsettiğim kız, Valencia Pride."

Şaşkınca kaldım, benden Albay'a mı bahsetmişti? Ama neden, ne anlatmış olabilir ki benim hakkımda?

Albay, Devrim'in söylediklerinden sonra bana baktı. "Duydum ki askerlere yardım ediyormuşsun."

Saçma bir şekilde utanmaya başlamıştım. "Evet, pek güzel yemek yapamasam da yemekhanedeki diğer askerle birlikte..." Devam edemedim, Albay araya girdi.

"Ondan bahsetmiyorum, Chesterlardan ve diğer olan şeylerden bahsediyorum."

Sessiz kaldım, söyleyecek bir şey bulamadım. Nedenini anlayamadığım bir şekilde heyecanlanmıştım.

"Böyle bir kasabada bunu yapacak kadar cesur bir genç kız olduğunu bilmiyordum." Yaptıklarım, onu şaşırtmış gibiydi.

"Sadece doğru olduğunu düşündüğüm şeyleri yaptım," dedim, heyecanımın sesine yansımasına engel olamamıştım.

Albay, yeniden Devrim'e çevirdi gözlerini. "Görevin sana neyi emrediyorsa onu yap. Kimseye acıma, hiç kimsenin gözünün yaşına bakma!"

"Bundan hiç şüpheniz olmasın," dedi Devrim kendinden emin bir tavırla.

Albay, Hâkim'e çevirdi bakışlarını. "Şu, benim adımı kullanarak sahte belge getiren kadına da ne gerekiyorsa yapın. Cezası neyse çeksin. Kadın, erkek fark etmez. Suçlu, suçludur ve ceza her ikisi için de aynıdır."

Sanırım Mary, artık kendini hiçbir şekilde kurtaramayacaktı. Onun için yolun sonu gelmiş gibi hissediyorum ve belki çok acımasızca olacak ama onun için üzülemiyorum.

"O iş bende Albay'ım," dedi Hâkim. Onay almış olmaktan dolayı memnun olduğu her hâlinden belli oluyordu.

Albay, ondan da cevap aldığında bakışları bir kez daha beni buldu. "O zaman bu kız da bundan sonra size emanet," dediği an bir kez daha şaşırdım, neden böyle bir şey söyledi anlayamazken Devrim'e baktı. "Böyle bir kasabada böyle birini öldürmek isteyen çok olur. Bu yüzden sonucu ne olursa olsun, onu koruyacaksınız. Bir dahaki gelişimde onu yine görmek istiyorum."

İstemsizce tebessüm ettim. "Teşekkür ederim."

Albay, küçük de olsa bana tebessüm ederken odanın kapısına vuruldu ve Albay'ın "Gel," demesiyle birlikte içeriye Binbaşı Hardy girdi.

Hazır olda dururken "Komutanım, beni emretmişsiniz," dedi.

Az önce gülümseyen Albay'ın kaşları bir anda çatıldı, bakışları olabildiğince sertleşti. "Olanlardan haberim var." Ses tonu bile değişmiş, bir insanı ürkütecek kadar öfkeli çıkmıştı. "James Morgan olayını biliyorum ve Komutan Devrim, yapması gereken tek şeyi yapmış, seni görevden almış ama sen, suçlu olduğun hâlde haddini bilmemişsin!"

"Albay'ım ama..." dedi Binbaşı ama devam edemedi.

"Binbaşı Hardy!" diye bağırarak araya girdi Albay. "Haddini de yerini de görevinin ne olduğunu da bilecek, hepsini en iyi şekilde yerine getireceksin!"

İster istemez bağırmasından ürkünce bir adım geri gittim ve Devrim, bu yaptığımı fark etti. Gözünün ucuyla bana bakarken dudağının bir kısmı, hafifçe yana kıvrılmıştı. Ama çok sürmemiş, yeniden gözlerini onlara çevirmiş ve yüz ifadesini de toparlamıştı.

Albay'ın öfkesi geçmemiş olacak ki Devrim'i göstererek devam etti. "Tehdit ettiğin kişi bir asker! Bunu geçtim, bir askeri müfettiş! Ona bu görevi verenin ismini duymak bile seni korkudan titretir."

Devrim'e baktım, söylenenlerden etkilenmiş gibi bir hâli yoktu. Gayet normal davranıyordu ve sessizce sadece konuşulanları dinliyordu.

"Verilen o görevin sınırları ise senin hayal gücünü bile aşar. Seni geçtim, burada benim bile ciğerimi sökse sesimi çıkaramam."

İşte bu cümleyle Devrim, başını hafifçe önüne eğmiş ve yine dudağının bir kısmı yana kıvrılmıştı. Belli ki duyduğu şey, hoşuna gitmişti.

Bu hâli ise Albay, yeniden ona bakana kadar sürmüştü. Albay, bakışlarını ona çevirdiği ilk an, Devrim çoktan kendini toparlamıştı bile.

"Binbaşı, her ne sebeple olursa olsun bu kasabadan ayrılmayacak. Ayrıldığı takdirde firari sayılır ve firari bir asker, bulunduğu yerde idam edilir, yargılanmaya bile gerek duyulmaz." Bu, Binbaşı'na bir uyarı gibiydi. "O buradayken sen de olayı araştırmaya devam et. James Morgan olayını en ince ayrıntısına kadar araştır. Eğer Binbaşı'nın bir ihmali varsa gerekeni yap, yoksa da yap."

Devrim, sadece başını salladı, sessiz kaldı.

"Şimdilik bu kadardı," deyip cebinden çıkardığı köstekli saatine baktı Albay ve ekledi. "Benim de gitme vaktim geldi, en kısa zamanda yeniden ziyaret edeceğim burayı." Sanki bu bile bir uyarı gibiyken Albay, birkaç bir şey daha söyledikten sonra odadan ayrılmıştı. Binbaşı onun peşinden çıkmıştı odadan.

Ve onlar çıktığı ilk an, Devrim telaşla Hâkim'e baktı. "James Morgan'ı bulduk."

Anında gözlerim irileşti. "Gerçekten mi?" diye sordum telaşla. Burada böyle dururken bir anda onu nasıl bulmuş olabilirdi ki?

"Dilsiz, Binbaşı'nı takip ediyordu. Binbaşı, James'in yanına gitmiş," dedi, o an Albay gelmeden önce Dilsiz'in Devrim'in kulağına söylediği şeyin bu olduğunu anladım.

"Binbaşı, gerçekten de isteyerek yapmış yani bunu," diye mırıldandı Hâkim. "Ne yapacağız peki şimdi?"

"Hiçbir şey," dedi Devrim.

"Ne demek hiçbir şey?" diye sordum.

Devrim, bakışlarını bana çevirdi. "İstedikleri iki şey var; biri senin ölmen, diğeri de Mary'nin yaşaması ve bunun için plan yapacaklardır eminim ki. Biz de hiçbir şey yapmayacağız ve plan yapmalarına müsaade edeceğiz."

Hâkim güldü. "Suçüstü yapacağız yani?"

"Sayılır," dedi Devrim. "Muhtemelen Mary'i gönderdiğimizde onu kaçırmaya çalışacaklar. Biz de onları o esnada yakalayacağız, sen bana Asteğmen Mahler'ı çağır."

"Hemen," dedi Hâkim ve hızlıca odadan çıkıp gitti, hemen arkasından da Dilsiz çıkmıştı odadan ve biz, yine bu odada yalnız kalmıştık.

Devrim, yanımdan uzaklaştı. Gidip masanın önündeki sandalyelerden birine oturdu ve karşısındaki diğer sandalyeyi gösterdi. "Otursana."

Bunu söylemesini bekliyormuş gibi hemen gösterdiği yere oturdum. Devrim, arkasına yaslandı. "Birkaç gün içinde her şey bitmiş olacak. Paul Chester da dâhil olmak üzere herkes cezasını çekecek."

"Peki bunların neden yaşandığını öğrenebilecek miyiz? Yaşananların sebebinin onlar olduğunu biliyoruz ama bunları yapma nedenlerini bilmiyoruz."

"Onu da hepsi yakalandıktan sonra sorguda öğreneceğiz. Tabii itiraf ederlerse, çünkü eğer o da ayrı bir suçsa itiraf edeceklerini sanmıyorum."

Gözlerim doldu. "Yani belki de hiçbir zaman Stella'nın neden öldüğünü bilemeyeceğim."

Devrim, cevap veremedi. Gerçekten, böyle bir ihtimal olduğunu fark etmek gözümden bir damla yaş akmasına neden olurken "Keşke daha önce gelseydiniz buraya," dedim titreyen sesimle. Hareket eden âdemelmasından yutkunduğunu fark ederken de devam ettim. "Sadece bir gün, tek bir önce gelseydiniz belki de Stella hâlâ yaşıyor olacaktı," derken akan gözyaşlarıma engel olamadım.

Devrim'in aldığı derin nefese şahit olurken "Eğer, burada her şeyin bu hâlde olduğunu bilseydim daha önce gelirdim," derken gözlerinde buruk bir ifade belirdi. "Bu görevi üç kere reddettim." Afalladım, o ise devam etti. "Eğer ilkinde, hatta üçünde de kabul etmiş olsaydım yetişebilirdim belki ama olmadı."

"Neden reddettiniz?" diye sordum merakla.

"Gelmek istemedim sadece."

"Peki sonradan kabul etmenize neden olan şey neydi?"

"İşte orası çok saçma." Bu cevabıyla daha da meraklanırken devam etti. "Hani ilk karşılaştığımız gece bana 'Bir rüya gördüm ve sonunu düşünmeden arkadaşımın yanına gitmek için gece yarısı dışarıya çıktım,' demiştim ya?"

"Evet, demiştim."

"Ben de bir rüya gördüm," dedi, sesindeki hüznü fark etmemek mümkün değildi. "Buraya gelmediğim için bir başka yere gönderiliyordum."

"Daha kötü bir yer miydi?"

"Hayır, aksine hep istediğim bir yer." Anlamsız bakışlar attım, öyleyse neden gelmişti ki buraya? Orada kalması, gelmemek için daha da ısrarcı olması gerekmiyor muydu? "Ama rüyamda oradayken sevdiğim birini kaybediyordum."

Derdinin ne olduğunu anladığım an, gözlerim doldu.

"Kurtarmaya çalışıyor ama yapamıyordum." İstemsizce gözümden bir damla yaş aktı, o ise devam etti. "Çok saçmaydı ama çok gerçekti de. Uyandığımda bir an bile olsun düşünmeden gidip kabul etmiştim görevi."

"Sanırım bu hayatta herkesin kaybetmekten korktuğu için her şeyi yapabileceğini biri var," dedim ve buruk bir ifadeyle baktım gözlerine. "Sizin de varmış."

"Seninki kim?" diye sordu.

Düşünmeye bile gerek duymadan cevap verdim sorusuna. "Babam."

Bu cevabı, beklemediğini yüz ifadesiyle belli etmişti. "Hastaydı değil mi?"

"Evet," dedim titreyen sesimle. "Yürüyemiyor, hatta hareket edemiyor, konuşamıyor bile ama yaşıyor. Her istediğimde ona sarılıyorum, konuşuyorum, zor olsa da o da bana gözleriyle bir şeyler anlatıyor. Belki elimi tutamıyor, sarılamıyor, saçlarımı okşayamıyor ama bakıyor. Bazen öyle bakıyor ki kemiklerimi kırıyormuşçasına sarıldığını hissediyorum," dedim ve gözlerimden birer damla daha yaş düştü.

"Bu yüzden onu kaybetmekten korkuyorum. Bir daha ihtiyacım olduğunda bana öyle bakamayacak diye korkuyorum," dedim, akmaya devam eden gözyaşlarımı bir kez daha ellerimle sildim.

Devrim, bunu fark edince elini cebine atıp beyaz bir mendil çıkardı ve uzattı. Bu bile küçücük de olsa tebessüm etmeme neden olurken aldım mendili.

Parmaklarım hem mendile hem de onun parmaklarına temas ettiğinde kalbim, göğsüme hızla vurmaya başlamıştı. Bu küçücük dokunuş bile beni heyecanlandırıp ellerimin titremesine neden olurken gözlerimi kaçırdım ondan ve elimi usulca çektim.

Mendili, gözlerime götürüp önce ıslak yanaklarımı, ardından da kirpiklerimi kuruladım. O esnada beni izlediğini hissediyor, daha da heyecanlanıyordum.

Bu heyecanımı, elimden geldiği kadar belli etmemeye çalışırken mendilin iki farklı kısmında solmuş, iki kan lekesi gördüm. Kan yıkanmış ama yine de izi kalmıştı. Bu lekelerden birinin ona, birinin bana ait olduğunu anlamak hiç de zor olmadı.

Gözlerimi mendilden çekip onun yeşil gözlerinin içine baktım. "Umarım, bu mendili size yeniden vermek zorunda kalmam."

Gözlerini kıstı. "Neden?"

"Dedem bana vurduğunda bana verdiğiniz mendil bu," dedim, dikkatle dinliyordu beni. "Bendeydi, yıkayıp saklamıştım ama Paul size vurduğunda yeniden size vermiştim. İkisinin de lekesi duruyor hâlâ mendilde." Hâlâ ne söylemek istediğimi anlamamış gibiydi. "Şimdi ağlıyorum ve yine aynı mendili verdiniz bana."

Bu cümlemle, ne söylemek istediğimi anlamış olacak ki buruk bir tebessüm belirdi dudaklarında. "Mendili tekrar bana vermen için ağlamam lazım yani?"

"Evet," dedim mendili katlarken. "Bu yüzden umarım vermek zorunda kalmam, dedim."

Derin bir iç çekti. "Umarım."

Elimdeki mendili sıkı sıkı tutmaya devam ederken haddim olmadığını düşündüğüm hâlde onun sormuş olmasından cesaret alıp ben de sordum. "Peki siz kimi kaybetmekten korkuyorsunuz?"

Önünde olan başını kaldırdığında göz göze geldik. O an bir kez daha hareket eden âdemelmasından yutkunduğunu fark ettim.

Cesaretle "Kimi bu kadar sevdiniz?" diye sormaya devam ettim.

Dudaklarını, küçük bir dil hareketiyle yalayıp derin bir nefes aldı. Tam cevap verecek gibiyken odanın kapısına vuruldu, hemen ardından içeriye Hâkim girdi, onun peşinden de Bay Mahler girdi.

"Beni emretmişsiniz Komutanım," dedi hazır olda dururken.

Aklım, hâlâ Devrim'in veremediği cevapta kalırken Devrim, ayağa kalktı ve Bay Mahler'a yaklaştı. "Mary Jones olayını biliyorsun."

"Biliyorum Komutanım."

"Güzel, bu konudaki her şeyle sen ilgileneceksin."

Kaşlarımı çattım, neden şimdi böyle bir şey yapmıştı? Gerçekten ona güveniyor olamazdı değil mi?

"Nasıl gönderileceğiyle, ne zaman gönderileceğiyle, kiminle gönderileceğiyle hepsiyle sen ilgilen. Hallet şu işi, bir sorun olmadan gönderelim kadını. Albay'ın kesin emri var," dedi, gerçekten de ona güveniyormuş gibi konuşuyordu.

"Emredersiniz Komutanım," dedi Bay Mahler biraz yüksek bir ses tonuyla.

"Çıkabilirsin şimdi," dedi Devrim, Bay Mahler odadan ayrıldı. Çıkarken keyfi, fazlasıyla yerinde gibiydi.

O çıktığında Devrim, Hâkim'e baktı. "Senin de gözün üzerinde olsun, attığı adımdan haberimiz olsun."

Hâkim, cevap vermeye fırsat bulamadan araya girdim. "Ona bu konuda neden güvendiniz?"

"Güvenmedim, güvenmediğim için ona verdim görevi. Bırakalım ki dışarıya yeterince haber uçursun, haber uçsun ki Mary'i kaçırmaya çalışsınlar."

İşte şimdi anlamıştım neden böyle davrandığını ve anladığım ilk an, memnuniyetle gülümsedim.

"Ben gidip Bay Mahler'ı kontrol edeyim o zaman," dedi Hâkim ve odadan çıktı.

O giderken ben de ayaklandım. "Ben de çıkayım o zaman artık," dedim, ne de olsa daha fazla kalmam için bir neden yoktu artık.

"Yemekhaneye gidebilirsin," dedi Devrim. "Haberim olmadan sakın askeriyeden dışarıya tek bir adım dahi atma."

"Peki," dedim sadece.

"Valencia," dedi sakince. "Bunu cezalı olduğun için falan değil, senin için söylüyorum. Sona yaklaştıkça senin için tehlike artıyor. Ne olursa olsun yalnız kalma, tek başına hiçbir yere gitme bir süre."

Tebessüm ettim. "Merak etmeyin, dikkatli olacağım."

"Peki o zaman."

Daha fazla konuşacak bir şey kalmadığında uzanıp odanın kapısını açtım. Ona arkamı dönmek yerine geri geri yürüdüm, odadan çıktım. Ellerini arkasında birleştirmiş bana bakarken bir kez daha tebessüm ettim ve kapıyı kapattım.

Yanımdan geçen askerlerin yüzlerine bakmadan, başım önde yemekhaneye geçtim. Yemekhane her zamanki asker vardı, beni gördüğüne hiç şaşırmamış, hatta memnun olmuş ve yapmamı istediklerini bile söylemeye başlamıştı.

Epey bir süre çalıştım yanında, öğle yemeği hazırladık. Yemek hazır olmak üzereyken dışarıdan sesler gelmeye başladı. Bir kargaşa var gibiydi. Yanımdaki asker, doğrudan mutfaktan çıkıp yemekhaneye geçti, oradan da eğitim alanına bakan pencerelere gitti ve dışarıya doğru baktı. Diğer askerler de aynı şekilde aynı yere giderlerken dayanamadım ve ben de odaya gittim, eğitim alanına doğru baktım.

Yerde bir asker vardı, kolu kan içindeydi. Başına da diğer askerler toplanmıştı. Birkaç tanesi yerdeki askere yardım etmeye çalışırken diğerleri izlemekle yetiniyordu.

Gördüğüm kan yüzünden yüzümü buruştururken Devrim, Hâkim ve Dilsiz'in yemekhaneye girdiğini gördüm. Üçü de hızla eğitim alanına geçtiler. Bir askeri hekim de çoktan gelmiş, yaralı askerle ilgileniyordu.

"Ne oldu burada?" diye soran Hâkim olmuştu.

"Eğitim yapılırken yaralandı Komutanım," dedi askerlerden biri anında, yerde yatan asker de bu söyleneni onaylamıştı.

"Komutanım, ne yapalım şimdi?" diye sordu bir başka asker Devrim'e.

Ben de Devrim'e baktım. Hâkim ve Dilsiz'in aksine uzakta duruyordu. Konuşmuyor, sorulara cevap vermiyor, sadece yerdeki kana bakıyordu. Hatta söylenenleri bile duymuyor gibiydi.

"Revire götürün," dedi Hâkim, Devrim'in yerine ve askerlere o ilgilendi.

O esnada Devrim, hâlâ aynı yerde durmuş, kana bakıyordu. Yüz ifadesi değişmişti. Gözlerini kapatıp açmış, kendine gelmeye çalışıyor gibiydi. Terlemiş, ellerini de yumruk yapmıştı. Bu durumun onu kötü etkilediği besbelliydi.

Neden bu hâle geldiğini anlayamazken Dilsiz, onun yanına gitti. Kulağına bir şeyler söyledi. O esnada Devrim'in gözleri, hâlâ aynı yerdeydi. Dilsiz, geri çekildikten sonra Devrim'in kolundan tuttu ve onu uzaklaştırdı. Etrafa bakındım, olanları fark eden bir tek ben gibiydim.

Dilsiz ve Devrim, yemekhaneden çıkıp da gözden kaybolurlarken dayanamadım ve peşlerinden gittim. Dilsiz, Devrim'i odasına götürmüştü. Yanlarına giremedim ama uzakta durdum, odayı izledim.

Neler olduğunu, neden o hâlde olduğunu düşünmeye devam ederken aradan bir on dakika geçti ve Dilsiz, odadan çıktı. Devrim ise görünürlerde yoktu.

"Bayan Pride." Hızla arkamı döndüm, bir asker gördüm. "Askeriye içinde böyle gezemezsiniz, lütfen yerinize dönün hemen."

"Özür dilerim, hemen dönüyorum," dedim ve bir kez daha ileriye, Devrim'in odasına doğru bakıp her ne kadar gitmek istemesem de yemekhaneye döndüm.

Döndüğümde kargaşa çoktan bitmişti. Doğrudan mutfaktaki askerin yanına döndüm ve kaldığımız yerden çalışmaya devam ettik. Öğle oldu, yemek saati geldi. Askerler birlikleriyle beraber, sırayla yemekhaneye geldi, yemeklerini yedi ve ayrıldılar.

Sonra akşam yemeği için iş başladı. Askere elimden geldiğince yardım ettim. O sırada aklımda sürekli Devrim vardı. Ona ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Neden o hâle gelmişti? Niye o kadar kötü olmuştu?

Akşam yemeği de hazır olduğunda artık buradaki işim bitmişti. Daha önce de hep akşam yemeği hazır olduğunda buradan ayrılmıştım, şimdi de çıkma zamanı gelmişti işte.

Askere de çıkıp çıkamayacağımı sorup çıkabileceğimi öğrendikten sonra hızla yemekhaneden ayrıldım, doğrudan Devrim'in odasının olduğu tarafa gittim. Odanın önünde, daha önce olduğu gibi yine bir asker vardı ve kimseyi içeriye almıyordu.

Artık bir sorun olduğundan emindim ama ne yazık ki ne olduğunu sorabileceğim hiç kimse olmadığından merak içinde askeriyeden ayrıldım, ayrılmak zorunda kaldım.

Aklım, hâlâ askeriyedeyken eve ulaştım. Olanları dedeme nasıl anlatacağımı düşünürken eve girdim. Salonda kimseleri göremeyip arka bahçedeler mi acaba diye içimden geçirirken babamın odasına gelen sesleri duydum.

Ayakkabılarımı çıkardım, odaya yöneldim. Tam içeriye girecekken dedemin sesini duydum, söyledikleri dikkatimi çekince olduğum yerde kaldım, sessizce dinledim içeriyi.

"İstemiyorsun, biliyorum ama bunu yapmaktan başka çaremiz olmadığını da sen biliyorsun," dedi, kaşlarımı çattım. Neyden bahsediyor olabilirdi ki?

"Oğlum, artık ilaçlarını bile alamıyoruz. Hepsini Bay Chester karşılamaya başladı. Sen de bunu çok iyi biliyorsun. Bize verdiği sözleri unuttun mu? Seni tedavi ettirecek. Elina'yı şehre götürecek, orada okula gönderecek. Hem Valencia'yı evliliğe zorlamadım ben, kendi isteğiyle evet dedi bu evliliğe. Şimdi her şey yolunda, zamanla daha da yoluna girecek. Sen neden bu evliliğe bu kadar karşısın? Her şeyin daha güzel olacağının farkında değil misin?"

Duyduğum şeyler, bende deprem etkisi yaratırken gözlerinin dolmasına engel olamadım. Tüm bunlar ne demek oluyordu? Brice, benimle evlenebilmek için dedeme bunları mı vadetmişti?

Gözyaşlarım akarken hızla onları sildim ve geldiğim gibi sessizce evden ayrıldım. Kapının önünde durdum, gözyaşlarım akmaya devam ederken dedemin söylediklerini düşündüm. Ne yapacaktım şimdi? Bunu bilmiyor gibi mi davranacaktım? Peki ya Brice, o ne yapacaktı? Onunla evlenmezsem babam için bir şeyler yapmaktan vaz mı geçecekti?

Daha fazla ağlamamak için kendimi zor tutarken boğazımın kupkuru olduğunu hissettim ve dedeme yakalanmak istemeyip evin önünden uzaklaştım.

Dakikalar sonra ulaştığım yer, Chester Köşkünden başka bir yer değildi. Buraya neden geldim bilmiyordum, bildiğim tek şey girmek ve onunla konuşmak istediğimdi.

Gözyaşları içinde yürümeye devam ederken cebimden bana verdiği yüzüğü çıkarmış, avucumun içinde sıkı sıkı tutuyordum ve o soğuk metal, tüm bedenimin buz kesmesi için yeterli oluyordu.

Etrafta kimseleri göremezken köşke girdim. Her zaman bahçede olan Kâhya bile görünürlerde yoktu. Bu yüzden bu kez geldiğimden kimsenin haberi olmadan bahçeden geçtim, eve girdim. Hiç değilse buralarda birilerini görmeyi umut ederken salondan gelen sesleri duyup o tarafa yöneldim.

Tam salona girecektim ki Paul Chester'ın sesini duydum. "Kendine yakışır gibi davran abi! Sen bir Chester'sın! Brice Chester'sın! Bunu hatırla ve buna göre yaşa! Sana bunu her seferinde hatırlatmak zorunda kalan ben olmamalıyım!"

Bir tartışmanın ortasında gelmiştim.

"Chester soyadından bile sizin yüzünden nefret ediyorum artık! İnsanları korkutmak dışında hiçbir işe yaramayan bu soy adının arkasına saklanmaktan vazgeç bence sen de artık!"

"Babam, bu söylediklerini duymasın," dedi Paul Chester.

"Duyması için elinden geleni yapmayacak mısın zaten?" diye sordu Brice de.

"Ben, senin düşmanın değilim!"

"Ama öyle gibi davranıyorsun!"

"Abi," dedi Paul sakince. "Senden hayatını mahvetmemen için risk almanı istedim. Sen de yaptın ve yüzüğü Valencia'nın eline verdin. Şimdi sana geri dönmeyecek olması benim suçum değil, kimsenin suçu değil. Seni sevmiyor, anla artık bunu. Ben sana iyilik yaptım, kötülük değil. Evlenseniz bile seni sevmeyen biriyle mutlu olacağını mı düşünüyorsun gerçekten?"

Brice, Paul'un bu söylediklerine karşı sessiz kalmıştı.

"En başta da sevmiyordu seni, şimdi de sevmiyor. Her şeye ailesi için katlandığının farkında değil misin? Kız seni sadece ailesine bakabileceğin için kabul etti."

"Yanılıyorsun," dedi Brice anında. "Valencia, ailesine yardım ettiğimi bilmiyor. Sırf bu yüzden kendisini evliliğe mecbur hissetmesin diye Bay Pride'den söylememesini istedim. Valencia, tüm bunlardan bihaberken bu evliliği kabul etti."

İşte bu konuda haklıydı, on beş dakika öncesine kadar gerçekten de bu olanlardan haberim yoktu.

"Ayrıca ailesine Valencia benimle evlensin diye yardım etmiyorum, böyle bir şeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim. Onu sevdim ve hiçbir karşılık beklemeden yardım ettim. Valencia karşıma geçip evlilikten vazgeçtiğini söylese bile ailesine yardım etmeye, babası iyi olsun diye elimden geleni yapmaya devam edeceğim Paul. Bunu insan olduğum için yapacağım. Bir karşılık beklemeden."

Gözlerimi kapattım ve duygularımı bastırmaya çalıştım. Söylediği bu şeylerden sonra ona yaptığım haksızlık, vicdanımı acıtmaya başlamıştı.

Onu sevmiyorum belki ama seviyor olsaydım bile onun sevgisini hak edecek biri değilim ben. Çünkü hiçbir zaman onun kadar iyi biri olmadım ve sanırım hiçbir zaman da olamayacağım.

"Bu tamamen aptallık!" dedi Paul, Brice'in söylediklerine yönelik. "Hiçbir bağımız olmayan bir adam yaşasın diye elinden geleni yapacağına inanamıyorum abi! Üstelik kızı kalbini bu denli kırmış, seninle alay etmişken!"

"Kimsenin benimle alay ettiği yok Paul, olayları kendi açından yorumlamayı bırak."

"Bence sen, her şeye iyi tarafından bakmayı bırak abi. Böyle devam edersen elinde kalacak tek şey önemsiz insanlar uğruna harcadığın servetinden geriye kalanlar olacak. Babam, bu olanları bilseydi hastalıktan değil, kahrından ölürdü."

"Yaptıklarımın ya da yapacaklarımın hesabını sana vermeyeceğim Paul."

"Bir gün çok pişman olacaksın abi!" dedi Paul Chester az öncekinden yüksek bir ses tonuyla ve daha fazla dayanamadım, birkaç adım daha atıp beni görebilecekleri bir yerde durdum.

İkisi de beni görmenin şaşkınlığını yaşarken aynı zamanda ne zamandır burada olduğumu sorgular gibi bir hâlleri de vardı.

"Bayan Pride!" dedi Paul, Brice sessizliğini korumaya devam ediyordu. "Sessizce gelmenizin özel bir nedeni var mı?" diye sordu imayla.

Birkaç adım attım, yanlarına yaklaştım ve Paul'un gözlerine baktım. "Bana olan nefretinizi haykırırken sesiniz o kadar yüksek çıkıyordu ki geldiğimi duymamanız çok normal."

Dudakları yana kıvrıldı. "Bizi epey dinlemişsiniz sanırım."

"Aslında dinlemedim," dedim, birkaç adım daha attım ve sinirini bozacak şekilde tebessüm ettim ona. "Sadece bağırdığınızı duydum ve konuştuğunuz konunun başrolü olduğumu düşündüm. Ne de olsa sizi son zamanlarda bana nefretinizden başka hiçbir şey öfkelendirmiyor, öyle değil mi?"

Aynı şekilde o da tebessüm etti. "Görmeyeli, daha da şakacı olmuşsunuz."

Ciddileştim. "Şaka yapmıyorum ve siz de çok iyi biliyorsunuz."

Gülümsemesi soldu. Gözlerini yeniden öfke esir alırken sessiz kalmayı tercih etmişti.

"Paul," diye araya girdi Brice. "Bizi yalnız bırakır mısın?"

"Elbette!" dedi Paul her zamanki gibi enerjik bir tavırla ve bana bakıp sanki çok saygı duyuyormuş gibi başıyla selam verdikten sonra salondan ayrıldı.

Arkasından öfkeyle bakmaktan kendimi alamazken Brice ile göz göze geldiğim an bu öfke yok oldu, bakışlarım yumuşadı.

"Valencia," dedi Brice yumuşacık sesiyle ve bana yaklaştı. "Seni buraya getiren şey ne?"

Ağır birkaç adım attım, yanına ulaştım ve tam karşısında durup gözlerinin içine baktım. Bir sorun olduğunu düşünüyor olacak ki gözlerini, endişe esir almıştı.

"Valencia, iyi misin?" diye sordu bu endişeyle.

"İyiyim." Sesimin titremesine engel olamamıştım. "Konuşmak istediklerim olduğu için geldim."

Üst dudağını hafifçe ısırırken muhtemelen dün geceki konuşmamızdan sonra her şeyi bitirmeye geldiğimi düşünüyordu ama artık, istesem de bunu yapamazdım, yapmayacaktım.

"Ben dün konuştuklarımızı çok düşündüm," dedim, daha da huzursuzlandığını fark ettim. Korku, gözlerinden okunuyordu. Ona daha fazla bunu yapmak istemeyip elimi kaldırdım ve ona uzattım. Gözleri, elimi bulurken sıkı sıkı kapattığım avucumu açtım ve dün bana verdiği yüzüğü ona uzattım.

Bunun ne anlama geldiğini çok iyi bildiği için "Valencia," dedi şaşkınca. "Bu, çok çabuk olmadı mı?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, yeterince düşündüm."

"Devam etmek istiyorsun yani?"

"Evet, düğün iptal olmasın. Daha önce belirlediğimiz tarihte olsun."

"Bundan gerçekten emin misin?"

Kirpiklerim ıslanırken kuruyan dudaklarımı yaladım ve kendimi biraz daha iyi hissedip konuştum. "Eminim, sen de emin ol lütfen."

Aldığı bu cevapla kocaman gülümsedi. Göğsü hızla inip kalkıyor, heyecanla nefes alıyordu. Kalbinin sesini duymasam da hızlı attığına emindim.

Brice, bu heyecanla avucumdaki yüzüğü alıp da yeniden parmağına takarken buruk da olsa gülümsedim ona.

Yeniden bir yola girmiştim ve yine kendi isteğimle yapmıştım bunu. Bu kez artık geri dönüşü de yoktu ve olsa da dönmeyecektim.

O, benim için bu kadar şey yaparken onun için yapabileceğim tek şeyi yapmamak, bana çok acımasızca geliyordu.

Her ne kadar kendi istediğim şeyi yapmış olsam da ağlama isteği bastırmıştı. Bu yüzden de "Benim artık gitmem lazım, dedemin haberi yokken geldim," dedim.

"Ben, seni bırakayım."

Yalnız kalmak istiyordum. "Kendim gidebilirim."

"Ama..." Devam etmesine izin vermedim.

"Lütfen, kendim giderim."

"Peki, sen bilirsin."

"Görüşmek üzere o zaman."

"Görüşürüz," dediğinde yanından ayrıldım, salondan çıktım.

Çıkar çıkmaz gözümden bir damla yaş aktı, hızla onu sildim. Bunu kendi isteğimle yapmışken ağlamam, artık çok saçma olurdu.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve kendime geldim. Biraz daha iyi hissettikten sonra gözlerimi açtım, yürümeye devam ettim.

Köşkün bahçesine çıktığımda ilerideki Paul'u gördüm. Bahçedeki masaya oturmuş, viskisini içiyordu yine. Beni görünce tebessüm etti, arkasına yaslanıp ayak ayak üstüne attı ve keyifle baktı gözlerimin içine.

Ben ise ona daha fazla bakmadım, gözlerimi önüme çevirdim. Onu daha fazla umursamaya gerek yoktu. Çok yakın bir zamanda kurtuluyordum ne de olsa ondan.

Bahçede durmak istemeyip bahçeden de çıktım, hızlı adımlarla eve doğru yürüdüm. Yürürken garip bir his belirdi içimden. Sanki yanından geçtiğim herkes bana bakıyor sonra da aralarında bir şeyler fısıldaşıyor gibiydi.

Bu his, beni korkuturken bunun nedeninin dün olanlar olduğunu anlamam hiç zor olmadı. Yakında bunu da unutacaklardır diye içimden geçirip kimseyle göz teması kurmadan eve kadar ulaştım.

Eve girer girmez yarım saat kadar önce de eve geldiğimi fark etmeyen dedem ayaklanmış, telaşla yanıma gelmiş ve askeriyede neler olduğunu sormuştu. Ben de Albay'ın geldiğini, cezamı her ne şartla olursa olsun çekmek zorunda olduğumu, kimsenin inisiyatifiyle bundan kurtulamayacağımı söylediğini anlattım. Yani kısacası, yalan söyledim ve yeniden askeriyeye gitmek zorunda olduğumdan bahsettim.

Bu, dedemin hiç hoşuna gitmezken bir anda büyük bir gürültü koptu. İstemsizce korkuyla çığlık atarken salondaki pencerenin camının kırıldığını fark ettim. Birkaç adım geri gidip pencereden uzaklaşırken oradan içeriye taşlar, yağmur misali geliyordu.

"Dede," dedim korkuyla, tüm vücudum tir tir titrerken olduğum yerde kaskatı kesilip kalmıştım.

Dışarıdan "Günahkâr!" diye bağıran insanların sesi gelirken kocaman bir taşın, nereye kaçacağını bilemeyen dedemin başına isabet ettiğine şahit oldum. Aynı zamanda içerideki odadan Elina'nın ve babaannemin korku dolu çığlıklarının sesi de geliyordu.

Korkudan ağlarken yerde, kanlar içinde yatan dedemin yanına diz çöktüm. O esnada kocaman bir taş daha içeriye girdi, masanın üzerindeki vazoya çarpıp yere düşürdü ve ardından dışarıdakiler ağız birliğiyle "Günahkâr!" diye bağırdılar.

"Dede!" dedim endişeyle ve elimi, kanlı yüzüne götürüp gözyaşları içinde onu kendine getirmeye çalıştım. "Dede n'olur uyan!" diye bağırırken içeriden Elina'nın çığlığını ve hemen ardından söylediği şeyi duydum.

"Baba!" Korkuyla gözlerimi babamın ve Elina'nın odasına çevirdim, oraya da taşların gideceğini düşünüp hızla ayağa kalktım, koşarak odaya gittim ama daha tam odaya girmek üzereyken pencereden gelen bir taş, başımın arkasına çarptı, gözlerimin önü karardı, dengemi kaybettim ve kendimi kırık cam parçalarının üzerinde buldum.

O cam parçalarının tüm vücuduma battığını, her yerimi kestiğimi ve vücudumun kanlar içinde kaldığını hissederken gözlerim kapandı, başım yana düştü ve tüm sesler, benim için kesildi.

Bölüm Sonu!

Selammmm, nasılsınız, neler yapıyorsunuz?

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum♡

Hepimiz o ayakkabıların nereden çıktığını anladık bence ashajajsjjska

Bu bölümü yazarken çok eğlendim, özellikle yemek sahnesinde asdfagajaksl

Son sahnede neler oldu dersiniz? Sizce bunu kim, neden yaptı?

Bir sonraki bölüm hakkındaki tahminlerinizi bekliyorum.

Yeni bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın♡

Alıntı ve duyurular için;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

Sizi Çok Seviyorum!

 

Loading...
0%