@gizzemasllan
|
Merhaba ♡ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, yorumlarınız beni çok mutlu ediyor ♡ Keyifli okumalar! 🖤 RAİLWAY KASABASI Bölüm Şarkısı: Chris Isaak - Wicked Game 9. BÖLÜM "KAYBETTİKLERİMİZ" Sesler, kulağıma uğultu gibi gelirken vücuduma değen sert bir cisim, beni biraz olsun yeniden kendime getirmişti. Zorlukla gözlerimi araladığımda gördüğüm ilk şey, eski ahşap tavan olmuştu. Hâlâ sesler, boğuk boğuk gelmeye devam ederken yanıma düşen kocaman bir taş, beni tamamen kendime getirmişti. Ellerime cam parçaları batarken zorlukla doğruldum. Başımdaki ağrı da vücudumdaki kesiklerin yanması da umurumda olmazken hâlâ baygın olan dedemi gördüm. "Dede!" diye bağırdım gücümün yettiği kadar ve dizlerimin üzerinde yürüyüp yanına ulaştım. Hâlâ başım dönüyordu ve gözlerimin önü kararıyordu. Etrafımı bile net göremiyordum ama kendimde kalmam lazımdı. "Abla!" diyerek bağıran Elina'yı duydum bir kez daha. "Babamın yanından ayrılma Elina!" diye bağırdım yine gücümün yettiği kadar ve yeniden dedeme odaklandım, yüzüne hafif hafif vurup onu kendine getirmeye çalıştım. O esnada dışarıda her ne olduysa sesler kesilmişti ve kimse taş atmıyordu artık. Gittiler mi diye düşünürken bu kez de silah sesleri gelmeye başladı, korkuyla bağırıp ellerimi kulaklarıma bastırdım. Az sonra silah sesleri gelmeye devam ettiği hâlde evde bir hareketlilik olmadığını fark edince telaşla ayağa kalktım, artık camı olmayan pencereye gidip dışarıya baktım ve askerlerin geldiğini gördüm. Kimsenin artık bir şey yapamayacağından emin olurken telaşla babamın odasına gittim. Babaannem ve Elina da buradaydı, yere çökmüş ağlıyorlardı. Yanlarına ulaştım, iyi olduklarından emin olduktan sonra "Dedem yaralı, onun yanına gidin, askerler geldi, saldıramazlar artık," dedim ve babamın yanına gittim. Gözlerindeki korku, canımı yakarken telaşla vücudunun her yerini kontrol ettim, yarası olmadığından ve iyi olduğundan emin oldum. Bu, beni biraz olsun rahatlatırken "Babacığım," dedim gözlerine bakarak ve yüzüne dokundum. "Hepimiz iyiyiz, sakın korkma, askerler geldi bile," dedim, sadece başını sallamakla yetindi ama hâlâ korkuyordu. Eğildim, yanağından öptüm. "Hemen geleceğim," dedim ve yanından ayrıldı, hâlâ kımıldamayan Elina'nın yanına döndüm yeniden. "Ablacığım, iyi misin?" Gözyaşlarına boğuldu. "Korkuyorum." "Korkma güzelim, bitti her şey. Askerler burada artık," dedim, buna rağmen ağlamaya devam ettim. "Kim bunlar, neden yaptılar bunu?" "Bilmiyorum," diyebildim bu soruya sadece, gerçekten de bilmiyordum. Kim, bunu neden yapardı ki? Bunun da altından Paul olmasın yoksa? Aslında o çıkarsa hiç şaşırmazdım. Bu düşünceler arasındayken dış kapının açılma sesini duydum, telaşla ayağa kalktım ve yeniden salona çıktım, askerlerin eve girdiklerini gördüm. Askerler, hemen yerde baygın yatan dedemin yardımına koşarlarken yanlarına gittim. "Neler oluyor? Bu insanlar kim? Neden evimize saldırdılar?" Askerlerden birinin gözleri, beni buldu. "Bilmiyoruz ama korkmayın, soruşturacağız." O sırada Yüzbaşı Beck, eve girdi. Hızla ayağa kalktım, yanına gittim. Benim bir şey sormama fırsat vermeden "Bayan Pride, iyi misiniz?" diye sordu. "Evet." "Olayı fark eder etmez geldik, saldırganların hepsi yakalandı. Korkmanız gereken hiçbir şey kalmadı artık. Bay Chester'a da haber gönderdim, o da birazdan burada olacaktır." Sessiz kaldım, hâlâ korkudan titrerken ve canım yanarken konuşmak istemedim onunla. O esnada Hâkim, telaşla içeriye girdi. Etrafa bir göz attıktan sonra yanıma geldi. "İyi misin?" Sadece başımı sallamakla yetindim. Benden aldığı bu sessiz cevapla Yüzbaşı'na baktı. "Neler oldu?" "Henüz bilmiyoruz ama hepsi yakalandılar. Sorguda dertleri neymiş öğreniriz." O sırada babaannem yanıma geldi. "Deden kendine geldi, yine de şifahaneye götürüyor askerler." "Ben de hemen geleceğim," dedim ve onun ellerini tuttum. "Sen de sakin ol lütfen." Başını salladı, telaşla yanımdan ayrılıp dedemi çıkaran askerlerin peşinden gitti. O sırada Yüzbaşı, Hâkim'e "Komutan Karel nerede?" diye sordu. "Siz hemen müdahale ettiğiniz için sorunun çözüleceğinden emin, Albay'ın gelişi yüzünden de çok yoğun, kendisi gelemedi bu yüzden." Yalan söylediğini anında anlarken son olanları düşündüm. Devrim, yaralı askeri gördükten sonra Dilsiz, onu odasına götürmüştü ve sanırım bu olanlara rağmen hâlâ o odadan çıkmamıştı. Artık bir sorun olduğundan tam anlamıyla emindim. Yoksa böyle bir durumda askeriyede kalıp her şeyi Yüzbaşı'na bırakacak biri değildi o. Belki de olanlardan haberi bile yoktur. Bu durumda olmama rağmen bu düşüncelerim yüzünden onun için endişe ederken Hâkim, "Ev mahvolmuş, kalabileceğiniz durumda değil," dedi etrafa bakınırken. "Bizimle askeriyeye gelin, hem şikâyet işini hallederiz hem de size kalacak yer buluruz." "Olur," dedim itiraz etmek yerine, çünkü ev gerçekten de kalabileceğimiz durumda değildi. "Ama babam..." dedim, babamın durumundan bahsetmek istedim ama Hâkim, araya girip konuşturmadı beni. "Biliyorum, babanı da askerler çıkartırlar merak etme ama askeriyeye götürmeyelim beyefendiyi hiç, yormayalım onu. Dedenin peşinde şifahaneye götürülsün, orada daha rahat edecektir." Gülümsedim. "Olur. Hâkim, benden onay aldıktan sonra iki askerden babamı şifahaneye götürmelerini istedi. Başından ayrılmamaları konusunda da emir verdi. Emri alan iki asker, baban yanına girerlerken ben de peşlerinden girdim. Babama durumu açıklayıp onu sakinleştirdikten sonra askerlerle gönderdim, Elina'yı da peşlerinden göndermiş, yanlarından ayrılmaması konusunda sıkı sıkı tembih etmiştim. Onlar evden ayrıldıklarında yeniden Hâkim'in yanına döndüm. Hâkim, ancak o an durumumu fark etmiş olacak ki "Sen de aslında önce şifahaneye gitsen iyi olur. Pek iyi görünmüyorsun," dedi. "Ben iyiyim, birkaç küçük kesik sadece, hissetmiyorum bile," dedim, oysa yaraların yandığını hissediyordum ama şu an bunu umursayacak durumda değildim. "Sen bilirsin, hadi o zaman biz de askeriyeye gidelim. Buraları askerler halledecek, merak etme." Başımı salladım, peşlerine takılıp Hâkim ve Yüzbaşı'nın ardından evden çıktım. Dışarıda onlarca adam vardı, hepsinin başında da bir asker vardı. Askerler adamları yere yatırmış, başlarında silahla duruyorlar ve hareket dahi etmelerine izin vermiyorlardı. "Ben, burasıyla ilgilenirim. Siz gidin," dedi Yüzbaşı. Hâkim, itiraz etmeyince Yüzbaşı'nı orada bırakıp askeriyeye gittik. İçeriğe girdiğimizde doğrudan Devrim'in odasına doğru baktım, kapıda hâlâ bir asker olduğunu ve hâlâ kimseyi içeriye almadığını gördüm. Hâlâ neden böyle davrandıklarını anlayamazken Dilsiz, yanımıza geldi ve herhangi bir şey sormasına gerek kalmadan Hâkim, "Her şey yolunda, suçluları da getiriyorlar. Sorguda dertlerinin ne olduğunu öğreniriz artık," dedi. Dilsiz, başını salladı sadece. Hâkim ise ona yaklaştı ve kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Her ne söylediyse geri çekildiğinde Dilsiz yine başını salladı ve yanımızdan ayrıldı. O giderken Hâkim, "Hadi, benimle gel," deyip önden yürüdü, peşinden gitmek yerine Dilsiz'e baktım. Devrim'in odasına gitmiş, askere bir şeyler söyledikten sonra odaya girmişti. "Valencia." Hâkim'in sesiyle kendime geldim ve meraktan delirecek gibi hissetsem de hiçbir şey soramadan peşinden gittim, onun arkasından odasına girdim. Hâkim, odaya girer girmez masasının üzerinde duran sudan bir bardak doldurdu ve yanıma geldi. "İç biraz, sakinleşirsin." "Teşekkür ederim," deyip suyu aldım. Yerine dönerken "Otursana," dedi ve kendisi oturdu. Gösterdiği yere oturduktan sonra verdiği sudan birkaç yudum içip kendimi toparlamaya çalıştım. O sırada sordu. "Kimdi o adamlar, tanıyor musun?" "Tanımıyorum, hiçbirini daha önce görmedim." "Hiç tanımadığınız insanlar size neden saldırsınlar ki? Hem de evin askeriyeye bu kadar yakın olduğunu ve kolaylıkla yakalanacaklarını bile bile." "Bilmiyorum," diyebildim bir tek. "Bu da Paul'un işi olmasın?" diye sorarken sesi çok şüpheli çıkmıştı. "Olabilir," dedim hiç tereddüt etmeden, zaten benim de aklıma ondan başka hiç kimse gelmiyordu ama şu an ondan çok ailemle ilgilenmek istiyordum. "Dedem ve babam şifahaneye ulaşmışlardır değil mi?" "Askerler yanlarında, onlar için endişelenmene gerek yok. Eminim, çoktan ulaşmışlardır şifahaneye. Hem şimdi askerlerden haber gelir illa." Başımı salladım sadece, o sırada dışarıdan sesler gelmeye başlamıştı. "Saldırganları getirdiler muhtemelen," diye mırıldandı Hâkim. "Birazdan sorgularına girer, dertlerini öğrenirim. Sen de korkma artık." Sessiz kaldım, o sırada dışarıdan sesler gelmeye devam ediyor, hatta her geçen saniye biraz daha artıyordu. Yüzbaşı, "İç çamaşırlarına kadar arayın!" diye bağırdı. Bu cümle, beni buraya geldiğim o ilk geceye götürdü. O geceden sonra ne çok şey olmuştu böyle? Hayatım, tahmin edemeyeceğim kadar değişmişti ve bu, içimi derin bir sıkıntı kaplamasına neden oluyordu. "Senin de aklına aynı şey geldi sanırım," diyen Hâkim'in sesiyle gözlerimi ona çevirdim. "Anlamadım?" "Buraya geldiğin ilk günden bahsediyorum." Zorla da olsa tebessüm ettim. "Evet, ben de onu düşünüyordum." "O gün senin yüzünden elli dolar kaybetmiştim." Afalladım, bu da ne demekti şimdi? "Anlamadım? Nasıl kaybettiniz ki?" "Sen buraya getirilmeden önce hepimiz Devrim'in odasındaydık. İsyancılar getirildiğinde koridora çıkmıştık. O sırada siz sıraya girmiştiniz. Uzaktan izliyorduk olanları ama Devrim, bir tek sana bakıyordu." Şaşırdım ve konu fazlasıyla ilgimi çektiği için dikkatle dinlemeye devam ettim onu. "Bunu fark edince neden o kadar dikkatli baktığını sordum ona. O da bana seni gösterip kadın olduğunu söyledi. Şaşırdım doğal olarak, ben de dikkatle sana baktım ama yüzün görünmüyordu. Üzerinde de erkek kıyafetleri vardı, yanında onlarca adam vardı ve kadına benzer hiçbir yanın yoktu. Bu yüzden ben de ona bunun mümkün olmadığını söyledim ama o, kadın olduğun konusunda ısrarcı oldu." İstemsizce tebessüm ettim. "Ben de elli dolar koydum ortaya, o da koydu. Sonra herkese bilerek soyunma emri verdi ve hepimiz dikkatle seni izlemeye başladık. Bir ara hareketlendin, soyunacaksın zannedip kazandım diye sevindim ama yapmadın. Asker sana vurmaya başlayınca Devrim hemen yanınıza geldi, yanına gelince de zaten tam emin olmuş, alıp seni odaya götürmüş." Güldüm, duyduklarım çok hoşuma gitmişti. "Sen odadan çıktıktan sonra, yani zindana atıldığında da zorla elli doları aldı benden." Bu duyduğumla dayanamadım ve sesli bir şekilde güldüm ama gülerken kalbimdeki burukluğu hissettim ve daha fazla dayanamayıp cesaretle "O, şu an iyi değil mi?" diye sordum. Afalladı ama bunu belli etmemeye de çalıştı. Hatta elinden geldiği kadar rahat göründü. "Neden böyle bir şey söyledin ki? Sadece..." Devam etmesine izin vermedim. "Ne oldu bilmiyorum ama daha önce de aynı şey oldu ve yine odaya kapandı, ortadan kayboldu. Muhtemelen yine aynı şeyi yaşıyor ve o yüzden burada değil," dedim kendimden emin bir tavırla. Hâkim, arkasına yaslanıp sessiz kaldı. İnkâr etmemesi, düşüncelerimden daha da emin kılmıştı beni. İşte tam da bu yüzden kendimi daha kötü hissetmeye başlamıştım. Hâkim, ne diyeceğini bilemiyor gibiyken odanın kapısına vuruldu ve hemen ardından Yüzbaşı Beck, içeriye girdi. Hâkim, onu görünce ayağa kalkıp yanına gitti. "Saldırganların hepsini mahzene attık." Hâkim, "Hemen sorguya alalım," dedi heyecanla. "En doğrusu bu olur zaten." "Tamam, siz inip başlayın, ben de geliyorum," dedi, Yüzbaşı hemen odadan ayrıldı. O giderken Hâkim, yeniden bana baktı. "Az önceki konu, aramızda kalsın lütfen." "Hiç merak etmeyin." Gülümsedi, o esnada odanın kapısına bir kez daha vuruldu ve bir asker içeriye girdi. Elinde siyah bir dosya vardı. "Bu ne?" diye sordu Hâkim. "Komutana vermem gerekiyordu ama kimseyle görüşmüyor. Ben de siz vermek istedim." Dosyayı askerden aldı. "Ben veririm müsait olduğunda." Asker, dosyayı teslim etmiş olmanın rahatlığını yaşıyor gibiyken odadan ayrıldı. O gidince masasına yürüdü. Tam dosyayı masaya bırakacaktı ki duraksadı, gözleri ağır ağır beni buldu. Ardından dosyayı üstünkörü inceledi ve yanıma gelip dosyayı gösterdi. "Bu, çok önemli. Kesinlikle kaybolmaması gerekiyor." Sessiz kaldım, bunu neden bana söylüyordu ki? "En güvenli yer de Devrim'in odası," dedi ve uzattı dosyayı. "Benim çok işim var, rica etsem sen odasına bırakır mısın?" Şaşkınca kaldım. "Ben mi?" "Evet, masasına bırakman yeterli olacaktır. Ben kapıdaki askere seni içeriye almasını söylerim. Şimdi gitmem lazım," dedi ve konuşmama fırsat vermeden çok önemli dediği dosyayı elime tutuşturdu, odadan çıkıp gitti. Arkasından öylece şaşkınca bakarken istemsizce tebessüm ettim. Zaten Devrim'i görmek istemiyor muydum? Onu görmek için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Heyecanla ayağa kalktım. Odadan çıkıp Devrim'in odasına gittim. Asker, hâlâ aynı yerde duruyordu. "Şey, Hâkim bana..."Asker, cümlemin sonunu dinlemeye gerek duymamıştı. "Biliyorum, az önce söyledi Hâkim Bey," dedi ve odanın önünden çekildi asker. "Görebilirsiniz." "Teşekkür ederim," dedim ve kapıya birkaç defa vurdum. İçeriden "Gel!" denilmesini bekledim, ancak ses gelmedi. Buna rağmen kapıyı açtım, odaya girdim. Girer girmez onu görmeyi bekledim, ancak burada kimse yoktu. Hâlâ açık olan kapıyı kapatıp masaya yaklaştım, dosyayı masanın üzerine bıraktım. Ardından da odanın içindeki diğer kapıya doğru ağır ağır yürüdüm. Her ne kadar yakalanmaktan korkuyor olsam da geri adım atmadım ve yanına ulaştığım, aralık olan kapıyı usulca itip içeriye baktım. Devrim, yatağında uzanıyordu. Yüzüstü uzanmıştı, postaları ayağında değildi ve üniforması üzerindeydi. Yüzü bu tarafa dönük olduğu için yüzünü görebiliyordum. Çok derin bir uyduda gibi görünüyordu. Hatta buna uyku bile denemezdi, resmen kendinde değil gibiydi. Kaşlarımı çattım, ne olmuştu da bu hâle gelmişti? Onu bu hâlde görmek, kalbimde derin bir hüznün yer edinmesine neden olurken arkamdaki kapının açıldığını duydum, korkuyla arkamı döndüm ve odaya giren Dilsiz'i gördüm. Telaşla kapının önünden uzaklaştım, diğer kapının yanında duran Dilsiz'in yanına gittim. Dilsiz, ellerini arkasında birleştirmiş sorgulayan bakışlarla gözlerimin içine bakıyordu. "Hâkim, bir dosya getirmemi istemişti. Onu getirdim, hemen çıkıyordum," dedim ve kapıya yöneldim. Ancak önümde durdu, çıkmama engel oldu ve o an öyle bir bakış attı ki ne söylemek istediğini, tek bir bakışıyla anladım. "Merak etmeyin, kimseye söylemeyeceğim." Bu söylediğim şeye rağmen şüpheyle baktı gözlerime. "Biliyorum, bana güvenmek için bir nedeniniz yok ama emin olun kimseye söylemeye niyetim yok," dedim bana inanmasını umut ederek. Birkaç saniye aynı şüpheli bakışlarla gözlerime baktıktan sonra sonunda bana güvenmeye karar vermiş olacak ki önümden çekildi. Aynı zamanda bakışları yumuşamış, öfkesini bastırmıştı. Ben de bundan cesaret alıp çıkmak yerine endişemi belli etmemeye çalışarak sordum. "O, iyi olacak mı?" Bu sorum, ona iç çektirdi. Ardından da yaptığı tek şey, başını sallamak oldu. Aldığım bu sessiz cevaba karşılık hiçbir şey diyemedim ve odadan ayrıldım. Aklım, hâlâ kendinde değilmiş gibi yatan Devrim'deyken askeriyeye giren Brice'i gördüm. O da aynı anda beni gördü ve koşar adımlarla yanıma geldi. "İyi misin?" diye sordu endişeyle. "İyiyim." "Neler oldu böyle? Kim yaptı bunu?" Bunu sorarken öfkeli görünüyordu. Sakince olanı biteni anlattım ona ve en sonunda "Kim olduklarını ben de bilmiyorum," dedim. "Kim, neden size böyle bir şey yapsın ki?" Sessiz kaldım ve bu sessizliğim, onun için yeterli bir cevap olmuştu. "Yapma Valencia," dedi çaresizce. "Paul, bu kadar ileriye gitmez. Hem bunun için bir nedeni de yok." Sessiz kalmaya devam ettim. Onu, ormanda birini öldürürken gördüğüm ilk günden beri her şeyi yapabilecek biri olduğunu biliyordum. Bunu da onun yaptığından emindim ama yine de Brice'e daha fazla bir şey söylemedim. Çünkü suçlunun Paul olduğunu bildiğim kadar, onun kardeşinin suçlu olduğuna inanmayacağını da biliyordum. "Dedenler nerede?" diye sordu o da konuyu uzatmak yerine. "Dedem yaralanmıştı, evde kalabileceğimiz bir durumda değildi. Askerler babamı da dedemi de şifahaneye götürdüler. Babaannemler de peşlerinden gitti." "Tamam, hadi biz de hemen yanlarına gidelim o zaman." "Şimdi değil, önce tüm bunların nedenini öğrenmem lazım. Bu yüzden bekleyeceğim, sorguları bittiğinde neler olduğunu hemen öğrenmek istiyorum." "Peki, ben de burada seninle olacağım o zaman." Yine sessiz kaldım, gitmesini istemedim. Git desem de gitmeyeceğini biliyordum çünkü. Arkamdaki kapının sesini duyduğumda arkamı döndüm ve hâlâ önünde durduğumuz odadan Dilsiz'in çıktığını gördüm. Dilsiz, çıkar çıkmaz Brice'e öfkeli bir bakış atmıştı. "O zaman durmayalım burada böyle daha fazla, Komutan'ın yanına girelim," dedi Brice ve harekete geçti. Dilsiz'in müdahale etmesine fırsat vermeden "Olmaz!" diyerek araya girdim, durmasını sağladım. "Neden olmaz?" "Ben zaten şimdi çıktım yanından, işi başından aşkındı. Şimdi bununla ilgilenmeyeceğini söyledi," dedim, aklıma bir tek bu gelmişti. Bu sözlerim, Brice'in kaşlarını çatmasına neden oldu. "Öyle şey mi olurmuş? Kasabada birinin evine saldırıyorlar ama Komutan..." Devam etmesine izin vermedim, araya girdim. "Albay gelmiş, geldiğinde de çok iş vermiş ve Komutan'ın onları halletmesi lazımmış. Olayı anlatmak için girdim ben de yanına ama anlattırmadı bile. Yüzbaşı her şeyle ilgilenecek dedi," dedim ve içimden "Umarım bu söylediklerim, Devrim'in başına bir iş açmaz," diye geçirdim. Brice, daha fazla ısrarcı olmayıp sessiz kalsa da bu durumun hoşuna gitmediğini yüz ifadesiyle belli etmekten hiç çekinmiyordu. Bu yüzden istemsizce "Daha sonra kendisi gerekeni yapacakmış," diye ekledim. "Biz Yüzbaşı'yla konuşacağız o zaman?" dedi Brice, sonunda pes etmiş gibiydi. "Onlar da aşağıda saldırganları sorguluyorlar." Sıkıntıyla iç geçirdi. "Burada böyle dikilerek mi bekleyeceğiz?" Sessiz kalırken gözümün ucuyla Dilsiz'e baktım ve az önce söylediklerimden memnun olduğunu fark ettim. Bu, yanlış bir şey yapmadığımdan emin olmam için yeterli olurken kendimi biraz olsun rahatlamış hissediyordum. "Biz en iyisi dışarıda bekleyelim," diyen Brice'le birlikte gözlerimi Dilsiz'den çekip ona baktım. "Bekleyelim," dedim ve son bir kez Dilsiz'e baktıktan sonra yanlarından ayrıldım, askeriyeden çıktım. Brice de hemen peşimdeydi. Dışarıya çıktığımda uzakta olan ama buradan görünen evime baktım. İster istemez gözlerim dolarken ve bizimkileri merak ettiğim hâlde burada olmak zorunda olduğum için üzülürken askeriyenin önündeki merdivenlerden birine oturdum. Brice de yanıma oturmuştu. Uzaktaki evime bakıp bizimkilerin iyi olmasını umut ederken Brice'in söylediği şeyi duydum. "Bunu gerçekten Paul'un yaptığını mı düşünüyorsun?" Sadece başımı salladım bu soruya karşılık, sessizce başını önüne çevirdi o da. "Sen, buna ihtimal vermiyorsun ama sanırım," dedim vereceği cevabı merak ederek. "Her şey o kadar karışık ki artık hiçbir şey bilmiyorum." "Peki ya karışık olmasaydı?" "Anlamadım?" "Karışık olmasaydı ve söylediğimiz her şeyin doğru olduğu bir şekilde kanıtlansaydı o zaman ne olurdu?" Başını yine önüne çevirdi ve cevap vermek yerine, sessiz kaldı. "Daha açık sorayım," dedim sırf ondan cevap almak için. "Paul'un suçlu olduğu kanıtlanmış olsaydı ceza almasını ister miydin yoksa onu korur muydun?" Ağır ağır gözleri beni buldu, cevabı hazır gibiydi ve o cevabı, beni çok bekletmeden verdi. "O, benim kardeşim Valencia." Bu, yeterince açık bir cevap olmuştu benim için. Bu yüzden de "Anladım," dedim ve daha fazla üzerine gitmedim. Demek ki her şey ortaya çıktığında onu korumak için elinden geleni yapacaktı. Bu, bizi yeniden karşı karşıya getirebilirdi. İşte o zaman neler olurdu, hiçbir fikrim yok şu an için. "Sen, Elina'nın ceza almasını ister miydin?" Bu soru, beni güldürdü. "Elina ile Paul'u aynı kefeye koyduğuna inanamıyorum." "Bay Chester derdin daha önce," dedi, bundan rahatsız olmuş gibiydi. "Çünkü önceden saygı duyardım ona." "Ondan neden bu kadar nefret ediyorsun anlamıyorum." Sinirle güldüm. "Bana bu soruyu sorduğuna inanamıyorum. Neler olduğunun gerçekten farkında değil misin yoksa değil gibi mi davranıyorsun ben de bunu anlamıyorum," derken sesimin öfkeli çıkmasına engel olamamıştım. "Sadece seninle konuşmaya çalışıyorum ama sen Paul'a o kadar sinirlisin ki onun konusu açıldığında bana bile ters davranıyorsun." "O zaman açma sende," dedim yüzüne bakmadan. "Pekâlâ," dedi sadece ve sessizlik oldu. Aradan epey bir zaman geçti, karşıdan gelen askerleri gördüm. Bizimkilerin yanından gelen askerler mi acaba diye düşünürken yanımızdan geçti, askeriyeye girdiler. Çok geçmeden de askeriyeden başka bir asker çıktı, yanımıza geldi. "Valencia Pride," dediği an ayağa kalktım. "Benim." "Hâkim Bey sizi çağırıyor." Brice de hemen ayağa kalkarken askerin söylediği şeyle birlikte askeriyeye girdik. Doğrudan Hâkim'in odasına gittik, içeriğe girdik. Daha neler olduğunu soracakken Brice, benden önce davrandı. "Neymiş dertleri? Neden böyle bir şey yapmışlar?" Hâkim, Brice'in sorularına cevap vermek yerine bana baktı. "Dedenin yanındaki askerler geri döndü. Deden de baban da diğerleri de çok iyilermiş." Rahat bir nefes aldıktan hemen sonra "Peki o adamlar bunu neden yapmışlar?" diye sordum. "Bak işte orası biraz karışık." Meraklandım, sabırla devam etmesini bekledim. O sırada kapı açıldı, arkamı döndüm ve odaya giren Devrim'i gördüm. Onu gördüğüm an her şeyi unuttum, bir tek ona odaklandım. Yorgun görünüyordu. Gözlerinin içi kızarıktı ve gözaltları çökmüştü. Bu kadar kötü görünmesi, beni şaşırtırken kapıyı kapattı, yanımıza geldi. "Siz iyi misiniz?" diye sordu Brice de şaşkın bir ses tonuyla, demek ki kötü göründüğünü düşünen bir ben değilmişim. "Kötü görünüyorsunuz da biraz." "Bir şeyim yok," dedi Devrim sadece ve endişeyle gözlerime baktı. "Ne oluyor? Bir sorun mu var?" Daha ona cevap verecektim ki Brice, yine araya girdi. "Olanlardan haberiniz var zannediyordum. Valencia size anlatmıştı, bana öyle söyledi." Devrim, hemen bana ve Hâkim'e baktı. Hâkim, telaşla "Tam olarak bahsetmemiştim, isim başından aşkındı," dedi. Devrim, sessiz kalmıştı. Anladığım kadarıyla büyük bir şeyler olduğunu hemen anlamış gibiydi. Hâkim, onun tekrardan neler olduğunu sormasına fırsat vermeden olanı biteni olduğu gibi anlattı. O sırada Brice'in şüpheyle Devrim'e ve Hâkim'e baktığının farkındaydım. Bir şeyler döndüğünü o da anlamış gibiydi. Devrim, Hâkim'den her şeyi öğrendikten sonra yaptığı ilk şey endişeyle bana "İyi misin?" diye sormak oldu. Tebessüm ettim. "İyiyim." Brice, yine araya girdi. "Neden her şeyden yeni haberiniz olmuş gibi davranıyorsunuz?" Devrim, Brice'e baktı. Tam ona bir şey söyleyecek gibiyken Hâkim, yanlış bir şey söyleyeceğini düşünmüş olacak ki telaşla araya girdi. "Şu an konumuz bu değil, daha büyük bir sorunumuz var." "Neymiş o?" diye sordu Devrim. Hâkim, işaret parmağını kaldırdı ve Devrim ile benim aramda gezdirdi. "Özellikle ikinizi ilgilendiren bir şey." Brice, öfkeyle "İkisini ilgilendiren ne olabilir ki?" diye sordu ve ekledi. "O kadar yakın olduklarını sanmıyorum." Hepimiz, bu tepki karşısında sessiz kaldı. Brice, kaşlarını çattı. "Yanılıyor muyum yoksa?" Devrim, "Anlat artık ne olduğunu," derken sabrı taşmış gibiydi. "Bayan Jones, Valencia'ya saldırdığında Valencia'yı buraya sen getirmiştin," dedi Hâkim, Devrim'e. Devrim, başını salladı. "Evet, ne olmuş?" "Sonra James, Valencia'ya saldırdığında korkup sana sarılmıştı Valencia." Devrim, yine "Evet," dedi. Gözümün ucuyla Brice'e baktım. Tüm bunlardan zaten haberi olduğu için büyük bir tepki vermemişti ama bahsedilmesinden de rahatsız olmuş gibi bir hâli vardı. "O yüzden saldırmışlar Valencia'nın evine de." Devrim, "Ne demek bu şimdi? Neden böyle bir şey yapsınlar?" diye sordu. "Sorguda bunları anlattılar. İkinizin yasak bir ilişkiniz olduğundan, günahkâr olduğunuzdan, bunların uygun olmadığından bahsedip durdular. İkiniz de günahkâr olduğunuzu için cezalandırılmanız gerekiyormuş, biz ceza vermeyince de kendileri yapmaya kalkışmışlar. Olay bu yani, başka bir şey yok." Duyduklarım beni şok ederken korkuyla kalbim hızlı atmaya başladı. O sırada Devrim'in ellerini yumruk yaptığını fark etmiştim. Aynı zamanda gözlerimi kenarı kısılmış, bakışları sertleşmişti. Onu, İlk defa bu kadar öfkeli görüyordum. Brice, "Bu kasabanın bir düzeni var, insanların alıştığı, inandıkları bir doğru var demiştim," dedi tüm olanlara rağmen haklı çıkmış olmanın gururunu yaşıyor gibiydi. "Bunu bozmayın, bozmaya çalışmayın, yaptıklarınıza dikkat edin demiştim! Bakın işte başınıza bela aldınız, sizinle birlikte Valencia da..." Devam edemedi, Devrim araya girdi. "Düzen dediğiniz şey, böyle bir şey değil!" dedi dişlerini sıkarak. "Eğer burada bahsettiğiniz gibi bir düzen olsaydı hiç kimse ama hiç kimse askerin olduğu bir yerde birinin evine saldıramazdı! Yakalandıklarında böyle şeyleri rahatlıkla söyleyemezlerdi!" dedi ve Brice'e yaklaştı. "Gerçekten düzenin bu olduğuna mı inanıyorsunuz yoksa işinize gelen bu olduğu için inanıyor gibi mi yapıyorsunuz?" Bu sözler, Brice'i öfkelendirdiğini fark ederken konuşacak gibi oldu ama Devrim, izin vermedi ona. "Ya da inandığınız düzenin kurucularından biri misiniz? "Bakın," dedi Brice ama devam edemedi. "Asıl siz bakın!" diye öfkeyle araya girdi Devrim. "Bakın ve olacakları izleyin! Asıl düzen neymiş, bu kasabadaki herkes öğrenecek bunu. İsteseniz de istemeseniz de öğreneceksiniz!" "Ne yapacaksınız?" diye sordu Brice alay edici bir tavırla. "İnsanları inandıkları şey yüzünden cezalandıracak mısınız?" "Çık dışarıya!" diye çıkıştı bir anda Devrim. Brice afalladı. "Bakın, bu yaptığınız..." dedi ama yine devam edemedi. "Çık dışarıya!" diye bağırdı bu kez Devrim, ben bile korkup birkaç adım geri gittim. Brice, öfkelense de sessizce odadan çıkarken Hâkim, "Ne yapacağız?" diye sordu. "Sadece işini yapacaksın," dedi Devrim ona bile öfkeli bir tavırla. "Anlamadım?" "Anlamayacak bir şey yok. Hâkim değil misin? İşledikleri suçun cezası neyse bir an bile tereddüt etmeden o cezayı vereceksin." "Sadece saldırıda bulananlar zindana atılır ve cezaları yedi yıldır." "Madem öyle, ver cezalarını," derken Devrim'in geri adım atmaya hiç niyeti yok gibiydi. "Ama hem saldırıp hem de diğerlerini galeyana getirip karışıklık çıkaranların ve birilerinin yaralanmalarına sebep olanların cezası farklı," diye devam etti Hâkim. Devrim, zaten bunun farkında gibiydi. Ki anında "İdam edilirler," demesiyle, bunu da kanıtlamış olmuştu. "Savaş döneminde çıkarılan yeni yasa bu! Karışıklık çıkaran herkes, idam edilir." Hâkim, onu onayladı. "Öyle." "Yap o zaman," dedi Devrim tereddüt etmeden. Hâkim, onun aksine tereddüt ediyor gibiydi. "Yine de acaba..." dedi ama Devrim, devam etmesine izin vermedi. "Acabası falan yok! Suçlu değiller mi diye bir şüphemiz yok! Hepsi saldırırken yakalandılar! Suçları kesin, cezaları da yasa ne diyorsa o! Biz buraya kimseyi korumaya gelmedik! Eğer şimdi gerekeni yapmazsak, iki gün sonra bir başkası bundan cesaret alacak, bir başkasına bunu yapmaya çalışacak! Bir suçluya acırsak, çok suçsuz insanın canı yanar." Böyle düşününce, ona hak vermemek elde değildi. "Bu yüzden şimdi git ve ne gerekiyorsa onu yap, kimsenin gözünün yaşına bakma!" "Sen nasıl istersen," dedi Hâkim ve daha fazla kararı sorgulamadan odadan ayrıldı. O giderken Devrim'e yaklaştım. "Özür dilerim." "Neden?" "Benim yüzümden kasabalı size de günahkâr diyor." "Hiçbir şey senin yüzünden değil, kimin yüzünden olduğunu da ikimiz de çok iyi biliyoruz." "Siz de mi Paul'dan şüphe ediyorsunuz?" "Başka bir ihtimal yok zaten." "Ne olacak peki?" "Hiçbir şey, beklemeye devam edeceğiz. Mary'i kaçıracaklarından eminim, suçüstü yakaladığımızda gereken her şey yapılacak zaten. Sonrasında da bir oyun daha kuracak durumda olmayacak." O, bunlardan bahsederken dayanamayıp "Siz, iyi misiniz?" diye sordum. "Yorgunum biraz sadece," dedi ve elini ensesine attı. "Başım ağrıyor," derken gözleri kapıda takılı kaldı ve anında yüz ifadesi değişti. Hemen kapıya doğru baktım, kapının aralık olduğunu gördüm ama onun neden aralık kapıya bu kadar dikkatli baktığını anlayamayıp "Bir sorun mu var?" diye sormamla birlikte kapının önünden adım sesleri duydum ve kapıda birinin olduğunu, az önce bizi dinlediğini anladım. Aynı şeyden Devrim de emin olmuş olacak ki hızlı adımlarla kapıya yürüdü, odadan çıktı. Telaşla ben de peşinden gittiğimden koridordan döndüğünü ama ilerlemeyip durduğunu gördüm, yanına gittim ve ben de koridora baktım ama kimseyi göremedim. "İyi misiniz?" diye sordum endişeyle, boş koridora bakmaya devam ediyordu çünkü. Gözleri, beni buldu. "Biri bizi dinliyordu." "Kim olduğunu görebildiniz mi?" "Sadece sırtını görebildim," dedi sakince. "Peşinden gidelim o zaman," dedim telaşla. "En fazla nereye gidebilir ki?" Devrim sakin bir şekilde bana baktı. "Telaşlanma," dedi ve ekledi. "Kim olduğunu biliyoruz zaten." Bu cümleyi duyduğum an aklıma tek bir isim geldi, Bay Mahler. Devrim'in de onu ima ettiğini düşünürken devam etti. "Ve az önce konuştuğumuz her şeyi duydu." İçimdeki endişeyi bastıramazken Devrim'in bu rahat tavırlarına da bir anlam veremiyordum. Bir şey yapmayacak mı, öylece durmaya devam mı edecek diye düşünürken yanımdan ayrıldı, koridorda ilerledi. Ne yapacağımı bilemeyip olduğum yerde durmaya devam ettim. Ta ki koridorun ortasında öylece durup arkasından bakmak garip gelinceye kadar. Bu his yüzünden ben de daha fazla durmadım, hızla peşinden gittim. Birlikten yemekhaneye girdiğimizde, bahçeden yemekhaneye giren Bay Mahler ile karşılaştık. Bizi, daha doğrusu Devrim'i, görünce hazır olda durdu. Devrim, "Rahat," diyerek yanına gitti. "Bir emriniz mi var komutanım?" diye sordu Bay Mahler. Devrim, ellerini arkasında birleştirdi. "Eğitim nasıl gidiyor?" "Her şey yolunda Komutanım," dedi Bay Mahler. "Yeni gelen askerler yüzünden birkaç gün sıkıntı çıktı ama onlar da alışıyorlar. Siz de bilirsiniz, yeni gelenler hep birkaç gün zorluk çekerler." Devrim sadece "Öyle," diye karşılık verdi. "Bir emriniz yoksa işimin başına döneyim." "Bir emrim yok," dedi Devrim sakince ve ardından ekledi. "Ama üzgünüm, artık bir işin de yok." Bay Mahler afalladı. "Anlayamadım?" "Silahını teslim et," dedi Devrim otoriter bir ses tonuyla. "Şu andan itibaren askeri bilgileri sızdırmak, işlenen bir cinayete yardım etmek ve bir askeri öldürmekten tutuklusun. En kısa zamanda askeri mahkemede yargılanacaksın." "Siz," dedi şaşkınlıkla. "Siz ne diyorsunuz? Bunların hepsi saçmalık!" "Görgü tanığı var," dedi Devrim anında. Bay Mahler, bu cümleyi duyduğu an öfkeyle ve tehditkâr bir tavırla bana baktı. Korku, kalbimde yer edinirken istemsizce bir adım geri çekildim. "Bak, görgü tanığıyla göz gözesin," dedi Devrim keyifli bir tonla. "Ve hemen şimdi o gözlerini ondan çekmezsen seni göremeyecek hâle getirmek zorunda kalacağım." Bay Mahler, Devrim'e meydan okuyan gözlerle bakıyordu. "Sadece bir kişinin tanıklığıyla beni yargılayamazsınız. Ben bir askerim! Bir onurum var!" "Yok," dedi Devrim soğuk bir şekilde. "Sen o onuru bir katile yardım ederek çoktan kaybettin. Şimdi de sıra askerliğini kaybetmende. İsminin yanındaki o unvan sana ağır geliyor, kaldırmak gerekiyor. Zira senin gibi birinin isminin yanına gelemeyecek kadar şerefli bir unvan o." "Benimle böyle konuşamazsınız," dedi Bay Mahler. "İstediğimle istediğim şekilde konuşurum," dedi Devrim de. "Şimdi, eğer rezil olmak istemiyorsan önce silahını teslim et, sonra da sessizce düş önüme." Bay Mahler, bir adım geri çekildi. "Ben yanarsam tek başıma yanmam!" "Zaten seni tek başına yakmaya niyetim yok," dedi Devrim alayla. "Diğerleri de gelecekler yanına birkaç güne, yalnız kalmayacaksın merak etme." Bay Mahler, öfkeyle bana baktı. "Her şey senin yüzünden!" diyerek bana doğru bir adım attı ama eşzamanlı olarak Devrim de bir anda harekete geçti. Bay Mahler, bunu fark ettiği an silahına sarıldı ama Devrim, ona fırsat vermedi ve eline vurup silahını düşürdü. Bay Mahler, bu kez de yumruk atmaya çalıştı ama Devrim, bu yumruktan kurtulup ona bir yumruk attı ve yere düşürdü. Ardından da eğilip yerde yüzüstü döndürdü onu ve ellerini arkasında birleştirip etkisiz hâle getirdi. Askerler, yemekhaneye girip olayı anlamak isterlercesine bakarlarken Bay Mahler, öfkeyle bağırmaya devam ediyordu. O esnada Devrim, askerlere dönüp iki tanesini çağırdı ve Bay Mahler'ı, onlara bıraktı. Bir diğer asker de yerden silahı aldı, iki asker Bay Mahler'ı yerden kaldırırlarken Devrim konuştu. "Bunu zindana atın ama öncesinde üzerindeki üniformayı çıkarın, onu taşıyacak kadar şerefli bir adam değil bu," dedi tiksinircesine. Askerler, "Emredersiniz komutanım!" dediler ve Bay Mahler'ı alelacele götürdüler. Bay Mahler, giderken öfkeyle bağırmaya devam ediyordu. "Bu, yanınıza kalmayacak! Bu kasaba, bizim gibi sizin de sonunuzu getirecek! Duydunuz mu beni? Bu kasaba, sizin de hayatınızı karartacak!" Bu tehditler, ne benim ne de Devrim'in umurunda olmazken Devrim, gözlerini bana çevirdi. "Birinden kurtulduk," dedi tatmin olmuş bir tavırla. "Paul tutuklandığını öğrenecek ama," dedim endişeyle. "Muhtemelen ama korkma, nedenini asla öğrenemez." İlgilenmem gereken başka ve daha önemli şeyler olduğu aklıma geldiğinde "İzniniz olursa ben, artık ailemin yanına gideyim. Nasıl olduklarını merak ediyorum," dedim. "Gidebilirsin tabii, hatta birlikte gidelim, dedenle konuşurum ben de." Birlikte gitmek, bu durumda doğru olur mu diye düşünmeden edemezken bunu ona söylemekten hiç çekinmedim. "Bugün olanlara rağmen mi? Neden eve saldırdıklarını siz de duydunuz." "Benim için bir önemi yok ama eğer sen rahatsız oluyorsan önden gidebilirsin, daha sonra arkandan gelirim ben de." Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, rahatsız olmam." "Sorun yok o zaman, gidebiliriz," dedi memnun olmuş bir hâlde. Hiçbir şey demeden önden yürüdüm, onun da peşimden geldiğini duyarken askeriyeden çıktım. Adımlarını hızlandırıp yanıma ulaştığında artık yan yana yürüyorduk. Sessizlik içinde şifahaneye doğru yürürken gözlerim, etraftaydı ve hâlâ yargılayan gözlerle bize bakan onlarca insan görüyordum. Bu, başımı önüme eğmeme neden olurken ellerimi yumruk yaptım. Kimseyle göz göze gelmek, kimsenin yargılayıcı bakışlarını görmek istemedim. "Eğer başını eğmeye devam edersen onlar da bakmaya devam edecekler." Duyduğum bu cümleyle adımlarım durdu, Devrim'in de durduğunu fark ederken başımı hafifçe kaldırdım, gözlerine baktım. "Efendim?" dedim, daha açık olması için. "Diyorum ki; eğer onlar sana bakıyorlar diye başını öne eğip yenilgiyi kabul edersen suçlu olmadığın hâlde suçluluğu da kabul etmiş olursun. Bu yüzden onlar da daha çok bakmaya, yargılamaya, suçlamaya devam ederler. Bu yüzden başını önüne eğme ve hatta, gözlerinin içine bak. Bak ki onlar senden korksunlar." Sessiz kaldım, istemsizce etrafa bakındım ve meydanın ortasında öylece durup olanları umursamadan konuşuyor olmamızdan dolayı bakışlar çoğalmış, hatta yargılayıcı bakışlar yerini nefret dolu bakışlara bırakmıştı. "Ama eğer suçlanmaya devam etmek istiyorsan yine de sen bilirsin," dedi ve yürümeye devam etti. Olduğum yerde durdum. Ne yapacağımı bilmez bir şekilde durmaya devam ederken de insanların sahiden de benim bu hâlimden cesaret aldıklarını fark ettim. Bu, Devrim'e hak vermem için yeterli olurken Devrim'in sesini duydum. "Gelmiyor musun?" Gözlerimi ona çevirdim, ileride durmuş beni bekliyordu. Cesaretimi topladım ve "Geliyorum," deyip yanına yürüdüm. Başımı eğmeden, korkmadan, bana bakıyorlar diye endişelenmeden... Yanına ulaştım, onu dinlemem hoşuna gitmiş gibiyken beraber şifahaneye doğru ilerlemeye devam ettik. Bizi meydandan uzaklaştıracak olan bir ara sokağa girecekken gördüğüm kişiyle daha fazla ilerleyemedim, olduğum yerde kaldım ve doğru mu gördüm yoksa yanlış mı diye kadına daha dikkatli baktım. Az sonra doğru gördüğümden emin olup Devrim'e baktım. Durduğumu fark etmiş olacak ki o da durmuştu. "Siz gidin lütfen, hemen geleceğim," dedim ve tek kelime bile etmesine fırsat vermeyip koşmaya başladım. "Valencia!" diye bağırdı arkamdan Devrim ama durmadım. O da bir kez daha bağırdı ama yine de durmayıp koşmaya devam ettim. Az önce gördüğüm kadının girdiği sokağa girdim. Onu ileride görüp koşmaya devam ettim. Yavaş yürüdüğü için kolaylıkla yanına ulaştım ve nefes nefese karşısında durdum. O esnada aynı sokağa giren Devrim'i fark ettim, peşinden geldiğini anladım ama önemsemedim ve kadına döndüm. "Buldum sizi," dedim bir şey başarmış gibi gururla ve gözlerine bakmaya devam ettim. Gözleri, derin bir sırrı saklar gibiydi ve karşısında duruyor olmama rağmen tek kelime bile etmiyordu. "Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordum. Çünkü onun yanına gelen ben olduğum hâlde, bir şeyler söylemesi gereken oydu. Ne de olsa karşıma çıkan, evime kadar giren, bana mutsuz olduğumu söyleyen, sonra da aniden ortadan kaybolan o olmuştu. Şimdi de neden bunları yaptığını açıklaması gerekiyordu. Ben, kadından bir şeyler duymak için sabırsızlanırken Devrim, yanımıza ulaştı. Durumu anlamaya çalışıyor gibi bir hâli vardı. "Ne oluyor? Kim bu kadın?" "Anlatacağım," dedim, kadının yüzündeki belirsiz ifadeye bakarak ve daha fazla dayanamayıp "Neden o gün aniden ortadan kayboldunuz?" diye sordum. Kadının kaşları çatıldı, gözleri şaşkınlıkla doldu. "Hangi gün?" "Bize geldiğiniz gün," dedim, sesime biraz daha açıklık katarak. "Sizi Bayan Ryan'ın gönderdiğini söylemiştiniz, evime girmiştiniz hatta." Kadın başını salladı, yüzünde bir anlık tereddüt beliriyordu. "Hatırlamıyorum," dedi. "Öyle bir şey olmadı." Devrim kaşlarını kaldırmış, anlamsızca konuşulanları dinliyordu. "Yalan söylüyorsunuz," dedim gözlerinin içine bakarak. "Birkaç gün önce olan bir şeyi hatırlamamanız mümkün değil." "Sana yalan söylemek için bir nedenim yok." "Karşıma geçip sizi Bayan Ryan'ın gönderdiğini söylemeniz, evime kadar girmeniz ve bana mutsuz olduğumu söylemeniz için de bir nedeniniz yoktu." Kadın, gözlerini kaçırdı. "Beni biriyle karıştırıyor olmalısınız." "Karıştırmıyorum, siz olduğunuzdan eminim," dedim sesimdeki kararlılığı koruyarak. Kadın, sessiz kaldı. Yüzünde garip bir ifade vardı. "Şimdi lütfen inkâr etmeyi bırakın ve neden o gün bana öyle bir şey söylediğinizi, sonrasında da aniden ortadan kaybolduğunuzu açıklayın," dedim, biraz daha sert bir tonla. "Sana öyle bir şey yaşanmadı dedim," diye ısrar etti kadın, sesi biraz yükselmişti. "Valencia," diye araya girdi Devrim, gözlerinde merak vardı. "Babaannem de şahit, Devrim," dedim bir anda. Sonra ikimiz de afalladık, ilk defa ismini kullanmıştım çünkü. "Özür dilerim, Komutan Bey," diye düzelttim hemen. Devrim'in yüzünde hafif bir tebessüm oluştu, dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı ama sessiz kaldı. Ben ise devam ettim, o gün olanları anlattım. Rüya gördüğümü bile bildiğini söyledim. Tüm bu anlattıklarımdan sonra "Kimden bahsediyorsun anlamıyorum ama o ben değilim," dedi kadın, sesinde belli belirsiz bir titreme vardı. Sinirlerim gerildi, kolundan tuttum. "Resmen yalan söylüyorsunuz," dedim ve ekledim. "Belli ki sakladığınız bir şeyler var!" Kadın, kolunu benden kurtardı. "Eğer biraz daha devam edersen, seni şikâyet etmek zorunda kalacağım!" dedi ve uzaklaştı. Peşinden gitmek istedim ama Devrim kolumdan tutup durdurdu. Bu küçücük temas, tüm vücudumun kaskatı kesilmesine neden olurken elini çekti kolumdan. Kalbim, neden bir anda bu kadar hızlandı anlayamazken "Bırakalım gitsin," dedi Devrim, sakin ama otoriter bir sesle. "İnanın bana, doğru söylüyorum," dedim, gözlerimdeki aciliyetle. "Hatta biliyor musunuz, James'i gördüğüm gün gittiğimiz evde yaşıyor bu kadın." "Bir gariplik olduğunun farkındayım Valencia ama kadının üzerine ne kadar gidersen git, belli ki bir şey söylemeyecek." "Ne yapacağız o zaman?" Devrim arkasına döndü. Devriye gezen askerler ilerideydi. "Asker!" diye seslendi. İki asker onu duyduğu an koşarak yanımıza geldiler. "Emredin Komutanım!" dedi ikisi de aynı anda. Devrim, uzaklaşan kadını işaret ederek, "Takip edin, evini öğrenin, birkaç gün peşinde olun ve ne yaparsa bana haber edin," diye emir verdi. "Emredersiniz Komutanım!" diye bağırdı ikisi de. Devrim, "Gidebilirsiniz," dediğinde de hızla kadının peşinden gittiler. Devrim'in gözleri, keskin bir merakla parlıyordu. "Gördüğün rüyayı kadının bildiğinden bahsettin." Başımı salladım, gözlerim endişeyle doluydu. "Ama gerçekten bildi. Kimseye anlatmadığım bir şeyi bilmesi mümkün mü?" Devrim kaşlarını çatarak düşünceli bir ifade takındı. "Kimseye anlatmadığından emin misin?" "Eminim," dedim, kendimden emin bir tonla. "Hiç kimseye anlatmadım," derken bir anda aklıma bir şey geldi, gözlerim irileşti. "Sanırım anlatmışsın," dedi Devrim yüz ifademi fark edince. "Hayır, anlatmadım ama..." Kelimelerim ağzımda düğümlenmişti. "Ne?" diye sordu sabırsızlıkla. "Günlüğüme yazmıştım." "Biri onu okumuş olabilir mi? Evine kadar girdiler ne de olsa. Eğer günlük ellerine geçtiyse biri oraya yazdıklarından bahsederek aklını karıştırıyor olabilir." "Olabilir tabii ki!" dedim heyecanla. "İki kere girdiler, mutlaka günlüğü bulmuş olmalılar!" "İki kere mi?" diye sordu kafasını hafifçe şüpheyle eğerek. "Bahsettiğim ayakkabı olayı da var," dedim endişeyle. "Doğru ya," dedi elini ensesine atarak. "Ama o, pek bu konularla ilgili değildir bence." "Ben, sizin gibi düşünmüyorum," dedim, sesimdeki kararlılığı koruyarak. "Hepsinin aynı olayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ve sanırım bunu anlamak için eve gidip günlüğüme bakmam lazım." Ellerini arkasında birleştirdi. "İstiyorsan gidelim." Bir an bile olsun düşünmeden "Hemen gidelim," dedim ve hemen yola koyulduk. Az sonra eve ulaştığımızda evin etrafında hâlâ askerler vardı. Bir an bile olsun oyalanmadan içeri girdik. Kapının gıcırdaması, evin sessizliğini bozmuştu. Doğrudan odama gittim, dolabımı açtım. Kıyafetlerimin arasına daldım, her zaman günlüğümü buraya saklardım çünkü ama bu kez tüm dolabı alt üst etmeme rağmen günlüğü bulamadım ve hızla kapıya döndüm, Devrim'in odama bakındığını fark ettim. Bu yüzden kendimi garip hissettim, bir boşluk duygusu içinde "Günlüğüm yok," dedim, sesimde endişe ve şaşkınlık karışımı bir titreme vardı. Devrim, şüpheyle sordu. "Emin misin?" Asıl emin olmak isteyen, kendisi gibiydi. "Eminim, burada olmalıydı, hep burada olurdu ama şimdi yok! Biri almış belli ki!" Gayet rahat görünüyordu, benim kadar telaş ve endişe içine düşmemişti. "O zaman birinin senin hakkında bir şeyler bilmesi pek de garip değil." O konuşurken deftere başka ne yazdığımı düşündüm. Benim hakkımda ne biliyorlardı artık? Sanırım her şeyi... Ama neyse ki Stella öldükten sonra düzenli bir şekilde günlük tutmayı bırakmıştım, daha doğrusu bunu yapmak, aklımdan çıkmıştı. Hatırladığım kadarıyla sadece birkaç gün oturup bir şeyler yazmıştım. Şimdi net olarak ne yazdığımı hatırlamasam da Devrim'in planlarına dair bir bilgi vermediğimden ve bana karşı kullanabilecekleri önemli şeyler yazmadığımdan emindim. "Ne düşünüyorsun?" Devrim'in sorusuyla kendime geldim. "Günlüğüme başka ne yazdığımı." Tek kaşı kalktı, her şeyi anlatmamdan endişe etmiş gibi görünüyordu. "Endişe etmeyin, önemli hiçbir şeyi yazmamıştım." "Bir sorun yok o zaman." Rahatlamış gibiydi. "Evet ama küçük bir şey var," derken kendimi mahcup hissediyordum. Ellerini, arkasında birleştirdi. "Söyle bakalım, neymiş o küçük şey?" Yanına gittim. "Sakladığım birkaç kitabın yerini yazmıştım, sonradan okumak için saklamıştım. Ya onları bulur da beni bu yüzden suçlamaya kalkarlarsa?" Yüzünde, anlamsız bir ifade belirdi. "Anlamadım? Neden kitapları sakladın ki? Hem bulsalar ne olacak? Bu yüzden seni nasıl suçlayacaklar ki?" Afalladım. "Siz, bilmiyor musunuz yoksa?" "Neyi?" Sahiden de bilmiyor gibiydi ve birazdan duyacakları karşısında yaşayacağı şoku az çok tahmin edebiliyordum. Devrim cevap beklercesine gözlerime bakarken onu, daha fazla bekletmedim. "Bizim buralarda kadınların kitap okumaları, hatta onlara dokunmaları bile yasaktır." Ve tam da tahmin ettiğim gibi büyük bir şaşkınlık yaşadı. "Ne, neden?" "Sanırım orada olanlara özenmemizden korkuyorlar," dedim ve sıkıntıyla iç geçirdim. "Ya da belki de farklı bir dünyanın varlığından haberdar olmamızdan. "Çok saçma," dedi ve birkaç saniye sonra devam etti konuşmasına. "Dinlemek yasak değil ama değil mi?" "Bilmem, değildir herhâlde. Neden ki?" Gözlerimin içine baktı. "Madem kitapları saklayacak kadar çok seviyorsun, ben sana her istediğinde kitap okurum. Ne de olsa dinlerken dokunmak zorunda değilsin." Bu tek cümle; boğazımın kupkuru olmasına, kalbimin yerinden çıkacakmış gibi atmasına neden olurken bunu belli etmemek için elimden geleni yapmaya çalışıyordum. "Ama bir dakika," dedi bir anda aklına bir şey gelmiş gibi. "Asıl sorun, bu değil ki. Asıl sorun, bunun yasak olması." Bunu, ancak şimdi düşünebilmiş gibi bir hâli vardı. "Bu yasak, benim bu hayatta duyduğum en saçma şey." "Her neyse," dedim, şu an konumuz aylar önce konulan bir yasak değildi ne de olsa. "Günlük konusunda ne yapacağız?" "Kimin aldığını ikimiz de az çok tahmin ediyoruz, boşuna araştırmaya gerek yok. Bunu öğrenmemizin tek faydası, artık o kadın yüzünden aklının karışmayacak olması." "O kadın hakkında bir şey yapmayacak mısınız? Sorguya almayacak mısınız? Belki her şeyi itiraf eder ve Paul'u suçlamak için elimizde..." Devam etmeme izin vermedi. "Tüm bunlar, Paul'un bize karşı bir hamle yapmamasına ve geri çekilmesine neden olur. Şu an için bu, doğru değil. Eğer onu Mary Jones'ı kaçırırken suçüstü yakalamak istiyorsak hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi davranmaya devam edeceğiz. Çünkü ancak o zaman o da istediklerimizi yapmaya devam edecek." Biraz düşündüm, sanırım haklıydı. Hem de fazlasıyla. "Hadi, çıkalım artık buradan," dedi konuyu daha fazla uzatmak yerine ve önden davrandı, odamdan çıktı. Son kez etrafa göz attım, o sırada bir köşede atılı duran ayakkabılar dikkatimi çekti ve derin bir nefes alıp ben de Devrim'in peşinden odadan çıktım. Onu salonda göremeyince evden de çıktığını anlayıp peşinden gittim. Kapıda, beni bekliyordu. Yanına ulaştığımda yeniden şifahaneye doğru yol aldık. Az sonra hiçbir şey konuşmadan şifahaneye ulaşıp da dedemleri bulduğumuzda Devrim'i geride bırakıp koşarak yanlarına gittim ve oldukları odaya girdim, dedemin yatağının kenarına oturdum. "Dede, iyi misin?" "İyiyim," dedi soğuk bir tavırla, başını iyice sarmışlardı. Odadaki babaanneme bakarken Brice'in de burada olduğunu fark ettim. "Babaanne, sen nasılsın?" "İyiyim kızım," dedi, odadaki diğer yatakta Elina vardı ve uyumuştu. "Babam nerede?" diye sordum endişeyle. "Yan tarafta, uyuyor. O da iyi, endişelenme," diyen Brice olmuştu. "Bunların neden yaşandığını sen de biliyorsun, değil mi?" diye sordu dedem, sorarken ki ses tonuna bakılırsa kendisi de çok iyi biliyordu. Mahcup bir tavırla başımı sallamakla yetindim. "Bunun böyle olacağını biliyordum!" O, kızmaya başlarken yanından kalktım. "Seni defalarca bu konuda uyardım ama her seferinde..." Dedem, devam edemedi. Çünkü odaya, Devrim girdi. Ne konuşulduğunu duymuş gibi bir yüz ifadesi vardı. Odaya girmek yerine kapının girişinde durmuş, herkese bir bir bakmıştı. Muhtemelen dedem, onun burada olmasına sonradan kızacak diye düşünürken Brice, yanına gitti. "Neden buradasınız?" Devrim, ona gözünün ucuyla baktı ama sorusuna cevap vermeden gözlerini dedeme çevirdi. "Nasılsınız?" "İyiyim," dedi dedem gayet sakince. Kızgın olduğunu biliyordum ama ona kızamayacağını da biliyordum. "Kasabadaki misafirhanelerden biri ayarlanacak size, bir süre orada kalacaksınız. O sırada askerler, evinizdeki tüm hasarı gidermek için çalışacaklar." "Bunu biz de yapabiliriz," diye araya girdi Brice, ben de dahil olmak üzere herkes ona baktı. "Sizin zahmet etmenize gerek yoktu." Devrim, ona bir kez daha gözünün ucuyla baktı. Bu kez dudaklarını hafifçe aralayıp derin bir nefes aldı ama sanki söylemek istediklerini dile getiremeyip dedeme baktı. "Başka bir şeye ihtiyacınız olursa da askerlere bildirmeniz yeterli olacaktır." "Sağ olun," dedi dedem yorgun sesiyle ve sordu. "Peki bunu yapanlara ne olacak? "Gerekli cezayı alacaklarından şüpheniz olmasın." Babaannem, yanımıza geldi. "Peki bundan sonra ne olacak? Siz de tüm bu yaşananların sebebini biliyorsunuz. Ya bir başkaları da aynı şeyi yapmaya cesaret ederlerse?" "Artık korkmanıza gerek yok, Bayan Pride. Bunu yapan suçluların alacakları cezadan sonra hiç kimse aynı şeyi yapmaya cesaret edemeyecek." Devrim, kendinden emin bir şekilde bunu söylerken babaannem duyduklarına rağmen rahat edememiş gibiydi. "Her neyse, tekrardan geçmiş olsun. Benim askeriyeye dönmem lazım," dedi ve bana baktı. "Bir şeye ihtiyacınız olursa haberdar edin beni." İstemsizce dedeme ve Brice'e baktıktan sonra başımı sallamakla yetindim. Devrim, başka bir şey demeyip odadan ayrıldığında Brice'in ağzının içinden mırıldandığı şeyi duydum. "Bu adam artık sinirimi bozmaya başladı." Sıkıntıyla oflayıp duymamış gibi davrandım ve babaannemin yanına geçtim. Buradaki pencereden dışarının göründüğünü fark ederken Devrim, şifahaneden çıktı ve kapıdaki askerlerin yanına gitti, bir şeyler söyledi. "Umarım, her şey komutanın dediği gibi olur. Bir başkalarının daha aynı şeyi yapacak olmalarından korkuyorum," dedi babaannem, dedem ona karşılık bir şeyler söylerken ben, Devrim'i izlemeye devam ettim. Askerlerle kısa bir süre konuştuktan sonra, aniden bana döndü. Bu bakış benim için o kadar beklenmedikti ki sanki zaman bir anlığına durdu. Gözlerimiz birbirine kenetlendi ve o bakış, içimde fırtınalar kopardı. Kalbim, göğsüme sığmayacakmış gibi hızla atarken her bir atışını derinlemesine hissettim. Öyle ki, sanki kalp atışlarım yankı yapıyor ve tüm vücuduma yayılıyordu. Avuçlarımın içi, terden ıslanmıştı ve parmak uçlarım bile titremeye başlamıştı. Devrim, bana hissettirdiklerinden bihaber küçük bir tebessüm etti ve güven vermek istercesine gözlerini kapatıp açtı. Bu, bana da tebessüm ettirirken usulca arkasını döndü ve şifahanenin önünden uzaklaştı. O giderken önüme döndüm ve odadakilere kulak verip hâlâ olanlar hakkında konuştuklarını duydum. Yanlarında durmak istemeyip "Ben, bir babama bakacağım," deyip odadan ayrıldım ve babamın yanına geçtim. O günden sonra her şey çok hızlı gelişmişti. Askerlerin, evin tamiratını yaptırmaları yirmi günden daha fazla sürmüş ve sonunda günlerce kaldığımız misafirhaneden ayrılıp evimize dönebilmiştik. Bu süre için de dedem iyileşmiş, babam biraz olsun kendimi toparlamış, babaannem ve Elina da korkularından kurtulmuşlardı. Eve geldiğimiz ilk gün, Brice ile nikâhımızdan bir önceki gündü. Evde olmamamıza rağmen Brice sayesinde her türlü hazırlık tamamlanmış, eksik hiçbir şey kalmamıştı ve artık, buradan geri dönüş olmadığını biliyordum. Kendimi mutsuz hissetsem de küçücük de olsa bir mutluluk, kalbimde yer edinmiyor olsa da geri dönemezdim zaten. Her şeyin buraya gelmesini, ben istemiştim ne de olsa. Bunun, en doğrusunu olduğunu düşünmüştüm ve hâlâ da öyle düşünüyorum. Bazen, doğrular bizi mutsuz edecek şeyler olabilirdi. Artık bunu, çok iyi biliyorum. Tüm bu olanlar içerisinde askeriyeye gidip gelmeye devam etmiştim ama ne Paul Chester ne de Mary konusunda henüz bir gelişme yaşanmamıştı. Çünkü Mary'nin kasaba dışındaki zindana gönderilmesine izin verilmesi, epey bir sürmüştü. Hatta artık sanırım olmayacak diye düşünmeye bile başlamıştım. Ta ki dün Hâkim, "Sonunda izin geldi!" diyene kadar. Dün, geç saatlerde gelen izin haberi yüzünden dün de herhangi bir gelişme yaşanmamıştı ve bildiğim kadarıyla her şey yarın halledilecekti. Nikâhtan, birkaç saat önce yani... Her şeyin yarın yaşanacak olmasının düşüncesi, beni şimdi bile heyecanlandırırken odamdan ayrıldım ve ardından evden de çıktım. Bahçede dedemle karşılaşsak da askeriyeye gitmek zorunda olduğumu bildiği için hiçbir şey demedi, ben de bir şey demeye gerek duymadım ve evden uzaklaştım, askeriyeye ulaştım. Son bir haftadır olduğu gibi doğrudan yemekhaneye gittim. Eve saldırdıkları günden itibaren -her ne kadar Devrim "Bundan sonra böyle bir şey olmayacak," dese de- eskisi kadar onun yanında görünmemeye çalışıyordum. Bunun, artık en doğrusu olduğunu düşünüyordum. Yemekhaneye girerken her gün yanında çalıştığım asker de yemekhaneden çıkıyordu. Bu saatlerde buradan asla ayrılmayacağı için "Nereye gidiyorsun?" diye sordum merakla. "Sen, bilmiyor musun?" "Neyi?" "Evine saldıranlar, bugün idam edilecekler." Vücudumdaki tüm kanın çekildiğini hissedip buz keserken konuşmaya çalıştım ama sanki konuşmak imkânsızdı. "Birazdan meydanda olacak, tüm askerlerin orada olmaları gerekiyor. Hatta geç bile kaldım, gitmem lazım," dedi ve başka bir şey dememe fırsat vermeden yanımdan ayrıldı. Bir giden askerin arkasından bir de bulunduğum yemekhanenin içine baktım. Burada kalsam mı yoksa ben de gitsem mi bilemezken dayanamadım ve ben de yemekhaneden ayrıldım, geldiğim hızla askeriyeden çıktım. Kimsenin dikkatini çekmeyecek bir köşeye gidip sessizce durdum ve meydandaki askerlerin çalışmalarını izledim. O an, gözlerimin dolmasına engel olamadım. En son bu manzarayı izlediğimde Stella, hayatını kaybetmişti. Bu düşünce, gözümden bir damla yaş akmasına neden olurken hızla sildim gözyaşlarımı. Çok geçmeden askerler işlerini tamamlamışlardı ve meydan, kasabalının toplanmasıyla kalabalıklaşmıştı. Askerlerin meydandan çekilmesiyle askeriyeden beş saldırganın çıkarılması bir oldu. İster istemez kendimi kötü hissetmeye başlarken hepsinin bir bir elleri ve gözleri bağlandı. O esnada askerlerden biri suçluların isimlerini bağırarak söylüyor, ardından da aynı ses tonuyla suçlarını kasabalıya bildiriyordu ve her suçu okunan suçlu, idam sehpasına çıkarılıyordu. Sonuncu suçlu da idam sehpasında yerini aldığında herkes sessizleşti. Mideme bir ağrı girmiş gibi hissederken hepsinin boynuna ip geçirildi ve ardından ilk sıradaki suçlunun ayaklarının bastığı tahta tabureye görevli, tekme attı. Suçlunun ayakları yerden kesildi. Hızlıca gözlerimi kapattım, hatta bununla yetinmeyip arkamı döndüm. Kendimi kusacakmış gibi hissederken telaşla yeniden askeriyeye girdim ve doğrudan yemekhaneye gittim. Daha fazla bir şey görmek de duymak da istemedim. Kimsenin olmamasını fırsat bilip askeriyenin bahçesine çıktım. Gözlerimi kapatıp temiz havayı içime çektim ve midemdeki ağrının geçmesini bekledim. "Bu manzaraya alışık olduğunu zannediyordum." Duyduğum sesle hızla arkamı döndüm ve ellerini arkasında birleştirmiş bir şekilde beni izleyen Devrim'i gördüm. Onu görmek bile heyecanlanmama neden olurken elimden geldiğince bu heyecanı saklayıp cevap verdim. "Kimse böyle bir şeye alışamaz." Sessiz kaldı, gördüklerimi unutmak istediğimden konuyu değiştirdim ben de. "Bay Mahler hakkında bir gelişme var mı?" Yanıma geldi, yine olumsuz cevap duymaya kendimi hazırlarken hiç beklemediğim bir cevap aldım. "Var." Şaşırdım. "Gerçekten mi?" "Zindana atılan askeri konuşmasın diye öldürdüğünü, senin defterime yazdığın sonra da hemen silinen o yazıyı silen kişinin kendisi olduğunu, o gece o ormanda Paul cinayet işlerken yanında olanlardan biri olduğunu itiraf etti." Heyecanla "Peki üçüncü kişi?" diye sordum. "O gece orada olan üçüncü kişiden de bahsetti mi?" "Öldüren kişinin Paul olduğunu ve bundan emin olduğumuzu söyledim ona, o da daha fazla inkâr etmedi ve en sonunda o gece cinayeti işleyen kişinin Paul olduğunu itiraf etti. Ancak ne yaparsak yapalım üçüncü kişiye dair tek kelime bile etmiyor. Kendi suçlarını bile bir bir itiraf etti ama üçüncü kişi hakkında ağzından hiçbir şey çıkmıyor." "O zaman," dedim korkuyla. "Üçüncü kişi her kimse ondan çok korkuyor olmalı. Paul'un bile ismini vermiş ama onun hakkında konuşmuyor. Sıradan biri olmayabilir." "Ben de öyle düşünüyorum, hâlâ sorgusuna devam ediliyor ama üçüncü kişi hakkında bir şeyler anlatmayacak muhtemelen." Sessiz kaldım, o ise devam etti. "Bu arada dışarıya bilgi sızdırdığını, James Morgan olayıyla bağlantılı olduğunu, onu ölü gösterenlerden biri olduğunu da itiraf etti. Diğer suçlular da Yüzbaşı ve Binbaşı'ymış." Sessiz kalmaya devam ettim, şu an aklımda olan tek şey; üçüncü kişiydi. Neden o gece daha dikkatli bakmamıştım ki? Keşke korkuyla kaçmak yerine bekleseydim ve ona dair de bir şeyler öğrenseydim. O zaman şimdi bu kadar zor bir durum içinde olmazdık. Bir suçum olmadığını bildiğim hâlde, bu konu yüzünden kendime kızarken düşüncelerimi toparlayıp beni izleyen Devrim'e çevirdim gözlerimi. "Binbaşı ve Yüzbaşı'na ne olacak peki?" "Biliyorsun, Mary yarın gönderiliyor buradan ve onu kaçırmaya çalışacaklar. Biz de hepsini suçüstü yakalayacağız. O esnada bir grup asker Yüzbaşı ve Binbaşı'nı tutuklayacaklar. Sonrasını zaten biliyorsun." Son cümlesi, aklıma az önce olanları getirirken midemdeki ağrı da yeniden baş göstermişti. Bu ağrıyı göz ardı edip konuşmaya devam ettim. "Onu kaçıracaklarından bu kadar emin misiniz?" "Sen bilmiyorsun ama günlerdir burada dönen her şeyin farkındayım. Paul Chester, Mary'i kurtarmak için elinden geleni yapıyor. Buradan çıktığı an, onu kaçıracak." Sessiz kaldım, eğer böyle konuşuyorsa gerçekten de bir bildiği vardır elbette. "Ama maalesef sen yarın bunları göremeyeceksin," dediği an gözlerimi kaçırdım, ona bakamadım. "Ne de olsa evleniyorsun yarın." Bu sözler, kendimi garip bir şekilde daha da kötü hissetmeme neden olurken ağlama isteğim geldi ama kendime engel olmayı başardım. Neden kendimi ona karşı suçlu hissediyordum? Neden bu, benim kararım olduğu hâlde o bunları söyleyince ağlamak istiyordum ve neden sadece ondan bunları duyduğum için pişmanlık duygusu, kalbimde yer ediniyordu? Kendimi anlamıyor, anlayamıyorum. "Anlamıyorum." Bir an sesli düşündüm zannetsem de bunu söyleyen, o olmuştu. Gözlerim hızla yeniden onu buldu. Gözlerimin içine bakıyordu. Derin ve sorgulayıcı bakışları vardı. "Neden evlilik konusu açıldığında gözlerin doluyor?" Bu soruyu beklemiyordum. Ne söyleyeceğimi bilemedim. Kelimeler dudaklarımın ucunda takılıp kaldı. İçimde kopan fırtınaya rağmen, sessizliğime sığındım. "Valencia," dedi güven verici bir ses tonuyla. "Bana söylemek istediğin bir şey var mı?" Bu sorunun ne anlama geldiğini çok iyi bilsem de anlamamak, işime gelecekti. "Ne gibi?" "Bilmem, herhangi bir şey." Yutkundum, kuruyan boğazımı ıslattım ve iyiymiş gibi görünmeye çalıştım. "Hiçbir şey yok." Sesim titremişti. Bu, beni huzursuz etti. "Ben artık gitsem iyi olacak," dedim ve kaçarcasına yanından ayrılmak istedim ama bir anda hiç beklemediğim bir şey yapıp kolumdan tutup durdurdu beni. Sıcacık elinin, parmaklarının buz gibi soğuk tenime temas etmesiyle ürperdiğimi hissettim. Ancak sadece birkaç saniye içinde bu his, yerini garip bir duyguya bırakırken bacaklarımın titrediğini ve ayakta durmaya zorluk çektiğimi fark ettim. Sanki kolumu bıraksa düşecek ve bir daha hiç kalkamayacak gibiydim. Devrim, bu hislerimi fark etmemiş gibiyken gözlerini gözlerime odakladı. Koyu yeşil gözlerine bakmaktan kendimi alamazken o cümleyi kurdu. "Onunla evlenmek istemiyorsun." Bu tek cümleyle bütün hislerim yerlerini, derin bir korkuya bıraktı. Bu kez heyecandan değil, korkudan titredi bacaklarım. O ise devam etti konuşmaya. "Bunu kendin söyledin bana Valencia ama buna rağmen yarın onunla evleneceksin." Kirpiklerim ıslandı, sessiz kalmaya devam ettim. Konuşursam ağlayacağımı hissediyordum çünkü. "Söyle bana, seni buna zorluyorlar mı?" "Hayır," dedim sesim titrerken ve kendimi toparlamaya çalışırken. "Öyle bir şey yok." "O zaman neden evleniyorsun?" Bu soru, sadece birkaç ay önce Stella'nın söylediği şeyi hatırlamama neden olurken gözlerim doldu. "Burada," dedim sesim çatallanırken. "Hiç kimse sevdiğiyle evlenemez, hatta hiç kimse birini sevmez." Kaşlarını çattı, dudaklarımda buruk bir tebessüm oluşurken ekledim. "Sadece kendine en uygun olduğunu düşündüğü kişiyle evlenir. Benim için o kişi, o," dedim Brice'i ima ederek ve gözümden akan bir damla yaşı sildim. Daha fazla konuşursam daha çok ağlayacağımı bildiğimden hâlâ tutuyor olduğu kolumu, usulca kurtardım ondan ve "Hoşça kalın," deyip istemesem de ayrıldım yanından. Bu, onu son görüşüm değildi belki ama bu, onu bekâr bir kadın olarak son görüşümdü. Bu düşünce, beni daha çok üzerken yanından uzaklaştım ve yemekhaneye girdim. Oradan da doğrudan mutfağa geçtim, bulduğum ilk yere oturdum. Omuzlarımda, bir dünyanın yükü varmış gibi hissediyordum. Dışarıdan gelen ayak sesleri, Devrim'in yemekhaneden çıktığını anlamam için yeterli olurken mutfakta çalışan asker de geri dönmüştü. Onu görünce, kendimi daha da çabuk toparladım. Tüm gün, her zamanki gibi geçtikten sonra çıkış saatti geldi ve ben, askeriyeden hiç kimseyle karşılaşmamak için hızla ayrıldım, eve gittim. Yarın, nikâh vardı. Bunu bildikleri için askeriyede olmama gerek yoktu. Hatta nikâhtan sonra birkaç gün gitmeme gerek yoktu ama sonrasında gitmeye ve cezamı çekmeye devam etmeye mecburdum. Evimin önüne ulaştığımda bir süre durdum, kendimi toparlamaya çalıştım. Biraz olsun kendimi iyi hissettikten sonra ise daha fazla oyalanmadan eve girdim. Salonda kimseyi göremeyip doğrudan babamın yanına gittim ve uyanık olduğunu fark ettim. Yatağının yanındaki pencereden dışarıya bakıyordu. "Ben geldim," dediğim an hareket eden tek uzvu olan gözlerini, bana çevirdi ağır ağır. Ben de yanına gittim, yatağın kenarına oturdum. "İyi misin?" diye sordum, gözlerini kapatıp açarak "Evet," demiş oldu, tebessüm ettim ona. "Biliyor musun bu sabah evimize saldıranlar cezalandırıldılar." Bu cümleye karşılık yine gözünü açıp kapattı, bildiğini anladım. Dedem söylemiş olmalıydı. "Mary Jones için de kasabadan gönderilme izni çıkmış," dedim, buna da gözlerini açıp kapattı. Sanırım zaten bu haberi dün vermiştim ona ama yarının konusunu açmamak için aynı şeyleri söyleyip duruyordum. O da bunu fark etmiş olacak ki dikkatle gözlerimin içine bakıyor ve asıl istediği konuya gelmemi bekliyordu. Derin bir nefes alıp gülümsedim ona ve elini tuttum. Sanırım içini biraz olsun rahatlatmam gerekiyordu. "Biliyorum, yarın için kızıyorsun bana," derken sesim titremişti. "Ama kendimi mutlu hissediyorum baba," dediğimde gözlerini kıstı, inanmamış gibiydi. İnanmamakta da haklıydı, ne de olsa doğru olan bu değildi. "Brice gerçekten iyi birisi, beni de çok seviyor. Hem saygıdeğer birisi o, neden onunla mutsuz olayım ki?" diye sordum sanki gerçekten mutluymuş gibi, oysa bu soruyu kendime de çok soruyordum. Neden onunla mutsuz olacağımı düşünüyorum? Ne yazık ki bu soruya verebilecek cevabım yoktu. "Lütfen sen de artık mutlu ol, benim için korkman gereken hiçbir şey yok ki. O, beni gerçekten seviyor." Tepkisiz kaldı, bir şeyler anlatmak için herhangi bir çaba göstermedi. Sanırım ne yaparsam yapayım bu konuda onu rahatlatamayacaktım ve ne olursa olsun bu evliliği hiçbir zaman istemeyecekti. Bu yüzden daha fazla onu üzmek istemeyip konuyu kapatmak istedim ve eğilip yanağından öptüm. "Seni çok seviyorum," dedim geri çekilirken ve gülümseyip sımsıkı sarıldım ona ve yine o bana sarılamasa da ben, onun bana sımsıkı sarıldığını hissettim. "Hadi," dedim ayağa kalkarken. "Uyu biraz sen," deyip üzerini örttüm. Gözleri, hâlâ gözlerimdeyken ona sadece tebessüm etmekle yetindim ve yanından ayrıldım, odadan çıktım. Odadan çıkar çıkmaz gözümden birkaç damla yaş düştü, hızla sildim onları, kimse görsün istemedim ve doğrudan lavaboya gittim. Elimi yüzümü bir güzel yıkayıp kendimi toparladıktan sonra mutfağa geçtim. Yavaş yavaş güzel bir akşam yemeği hazırladım. O sırada ev ahalisi de bir bir geldiler. Dedem, arkadaki bahçede tüm işleri hallettiğini anlatırken babaannem de dün bahçeden toplanan tüm sebzelerin pazarda satıldığını, hiçbir şey kalmadığını anlatıyordu. "Yemek hazır," diyerek konuşmalarına daldım, babaannem hemen ayaklandı ve birlikte masayı kurduk, akşam yemeğimizi yedik. Ben, her zamanki gibi hızlı hızlı yedikten sonra hazırladığım tepsiyi alıp babamın yanına girdim, onun da yemeğini yedirdim. Son olarak elini yüzünü güzelce sildikten ve onu temizledikten sonra bir kez daha öpüp yanından ayrıldım. Babaannemle birlikte masayı toplayıp bulaşıkları yıkadık. Sonra yeniden babamın odasına girip ilaçlarını verdim. Elina da hemen yanımdaydı. İlaçlardan sonra hemen yanından ayrılmak yerine biraz onlarla vakit geçirdim, bu benim de iyi hissetmeme neden olurken saat epey bir geç olmuştu ve babamın da yavaş yavaş uykusu geliyor gibiydi. Bu yüzden yanından kalktım, üzerini örttüm. İyi olduğundan emin olduktan sonra Elina'yı da yatağına yatırdım ve banyoya geçtim. Çok soğuk olduğu için hızlıca yıkanıp odama geçtim ve kalın kıyafetlerimi giydim. Ardından da gaz lambalarını söndürüp doğrudan yatağa girdim. Sırtüstü uzanıp ahşap tavanı izledim bir süre. Yarın, evleniyordum. Artık gerçekten evli bir kadın olacaktım ve bu, bana çok garip geliyordu. Düşünmek bile içime sıkıntı çökmesine neden olurken gözlerimi sımsıkı kapattım, battaniyenin altına girdim ve hiçbir şey düşünmeden uyumaya çalıştım. Neyse ki uykuya dalmam, çok uzun sürmemişti. *** Boğuluyormuş hissine kapılıp nefes nefese gözlerimi açtığımda babaannemin de aniden odaya girmesi ve telaşla yanıma gelmesi bir olmuştu. "Valencia! Hâlâ yatakta mısın? Hadi artık, saat kaç oldu! Geç kalacaksın!" Onun sesi, kulaklarıma uğultu gibi gelirken aklımda bir tek gördüğüm o rüya vardı. Yine aynı rüyayı görmüştüm ve yine her zamanki gibi tüm vücudum bu rüyanın etkisiyle tir tir titriyordu. "Valencia," dedi bir kez daha babaannem, bu kez gözlerimi ona çevirdiğimde endişeyle yanıma oturduğunu fark ettim. "İyi misin kızım? Neden bu kadar terledin?" "Ben," dedim sadece ve derin bir nefes aldım. "Kötü bir rüya gördüm sadece, önemli bir şey yok." Gözleri, endişeyle yanarken boğazımın kupkuru olduğunu hissettim. "İyi olduğuna emin misin?" diye sordu babaannem o esnada. İyiyim babaanne, dediğim gibi rüya sadece," dedim ve ayaklandım. Defalarca gördüğüm bu rüya, beni her seferinde ilk günkü gibi etkilese de artık o etkiyi üzerimden çok çabuk atabiliyordum. Babaannem, hâlâ endişeyle bana bakmaya devam ederken iyi olduğuma onu inandırmak için gülümsedim ve ayağa kalktım. "Ben, bir elimi yüzümü yıkayayım sonra da babama kahvaltısını yaptırır çıkarım, köşke gideceğim." Babaannem de ayağa kalkıp yanıma geldi. "Sen hazırlan ve çık, geç kalma. Ben, babanın kahvaltısını yaptırırım bugün." Başımı salladım. "Peki ama gitmeden önce yine de göreyim onu. Siz, köşke getireceksiniz değil mi babamı?" diye sordum, nikâh köşkte olacaktı çünkü. "Getireceğiz elbette. Bay Chester, bu konuda yardımcı olacağını söyledi." "Peki, o zaman ben elimi yüzümü yıkayayım," dedim ve odadan ayrıldım, banyoya gittim. Elimi yüzümü yıkadım ve banyodan çıktım. Dedem, görünürlerde yoktu. Acaba uyanmadı mı daha diye düşünürken babam ve Elina'nın birlikte kaldığı odaya girdim. Elina uyanmış ama yorganın altından çıkmamıştı, babam ise halâ uyuyordu. Elina, beni görünce heyecanla ayaklandı. "Abla, ben de seninle geleceğim değil mi?" diye sordu heyecanla. "İstiyorsan gelebilirsin." Gülümsedi. "Hemen hazırlanıyorum." O hızla odadan çıkarken hâlâ uyuyan babama yaklaştım, yatağın kenarına oturdum. "Babacığım," diye seslendim uyanması için. İlaçlarını vaktinde alması için erken uyanması gerekiyordu. "Valencia, hadi. Daha giyineceksin!" diye seslendi babaannem salondan. "Tamam babaanne! Geliyorum birazdan," dedim neden bu kadar acele ettiğini anlayamazken ve yeniden babama baktım. "Baba, hadi ama kahvaltı yapacaksın daha," deyip güldüm ve onu uyandırmak için eğildim, dudaklarımı yanağına bastırdım. İşte tam o an, hissettiğim soğukluk önce dudaklarımın ardından da tüm vücudumun buz kesmesine neden oldu. Korkuyla ve hızla geri çekilip "Baba!" dedim ve elini tuttum, aynı soğukluğu elimde de hissettim. Gözlerim doldu. "Baba!" dedim bir kez daha. "Baba hadi, lütfen aç gözlerini!" Yapmadı, açmadı gözlerini. Yıllardır, her şeyi anlatan gözleri açılmadı bu kez. Gözyaşlarım akmaya başladı. "Baba," dedim çaresizce ve soğuk yüzüne dokundum. "Hadi, n'olur aç gözlerini," dedim, hafifçe sarstım onu ve uyanmasını bekledim. Ancak yine açmadı gözlerini. Gözyaşlarım hızlandı, hıçkırarak ağlamaya başlarken onu sarsmaya devam ettim. "Baba, hayır! Baba lütfen kalk!" dedim çaresizce ve ardından içimdeki acıyı bastıramayıp çığlık attım, hıçkırıklara boğuldum. Sesimi duymuş olacaklar ki odaya önce dedem, ardından da babaannem ve Elina girdi. Dedem, telaşla "Ne oluyor?" diye sordu ama ağlamaktan ona cevap bile veremedim. Kalbimde, asla kapanmayacak ve hatta asla küçülmeyecek bir yara açılmış gibi hissediyordum. "Abla," dedi Elina ve korkuyla o da ağlamaya başladı ama onu korkutmamak için bile sakinleşemedim, hıçkırarak ağlamaya devam ettim. Dedem, telaşla babamla ilgilenirken neler olduğunu çok geçmeden anlamış olacak ki bir anda yatağın yanına diz çöktü ve ağlamaya başladı. Eşzamanlı olarak evin içinde babaannemin feryadı yankılandı. Dedem bile ağlamaya başlarken babamın elini bir an bile olsun bırakmadan çaresizce ağlamaya devam ettim. Ta ki bulanık gözlerim, babamın boynundaki morlukları fark edene kadar. Bunu fark ettiğim an daha net görebilmek için hızla gözyaşlarımı silip telaşla boynuna baktım, morluk ve tırnak izleri olduğundan emin oldum. Bu, içimin korkunç bir öfke ve acıyla dolmasına neden olurken telaşla yatağın hemen yanındaki pencereye baktım, aralık olduğunu fark ettim. Kalbimdeki öfke, gün yüzüne çıkarken yeniden babama döndüm ve çaresizce yüzüne baktım. O ölmemişti, öldürülmüştü. Bu düşünce, tüm vücudumun kaskatı kesilmesine neden olurken gözlerimi sımsıkı kapatıp içimden geldiği gibi ağladım. Bunu yapanın kim olduğunu biliyordum. Bunu, neden yandığını da biliyordum. Beni, en sevdiğimle vurmuş, canımı yakmış ve en sevdiğimi, benden almışlardı. Şimdi, babamın buz gibi soğuk ellerini tutarken kendime söz veriyorum! Ben, Valencia Pride, bunu yapan her kimse onun son nefesini verdiğini görmeden, ölmeyeceğim. Bölüm Sonu! Bölüm hakkındaki yorumlarınızı bekliyorum♡ Bir sonraki bölümümüz, aylar önce de duyurduğum üzere ilk kitabımızın final bölümü olacak ♡ Sonrasında küçük bir ara vereceğiz ve hızla ikinci kitaba başlayacağız ♡ Öyle bomba bir final geliyor ki şimdiden okumanız için heyecanlıyım ♡ Sizce Valancia'nın babasını kim öldürdü? Neden böyle bir şey yaptı dersiniz? Final bölümünde neler olacak sizce, nasıl bitecektir ilk kitabımız? Peki siz nasıl bitmesini istersiniz? Bu bölümlük bu kadardı, bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle, hoşça kalın ♡ Duyuru ve alıntılar için; Instagram: gizzemasllan Twitter: gizzemasllan Sizi Çok Seviyorum! |
0% |