Yeni Üyelik
83.
Bölüm

82.BÖLÜM "KENDİ BOŞLUĞUNDA KAYBOLMAK"

@gizzemasllan

Selam suç ortaklarım :)

Bir önceki bölüme gelen yorumlarınız için çok teşekkür ederim.♡ Bu bölüm için yorumlarınızı da sabırsızlıkla bekliyorum.

Başlamadan önce yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz.

Ben de buraya sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum :)

Keyifli okumalar.♡

 

gizzemasllan Instagram: gizzemasllan

.

.

.

82. BÖLÜM "KENDİ BOŞLUĞUNDA KAYBOLMAK"

Günler nasıl geçiyordu, neler yaşıyordum, gerçekten yaşıyor muydum hiçbir şeyin farkında değildim. Zihnim beni çok fazla yormaya, düşünceler boğmaya başlamıştı. Hiçbir düşünceden kurtulamıyordum. Her şeyin kötü olacağını, hiçbir zaman iyiye gitmeyeceğini düşünmekten kendimi alamıyordum. Düşündüğüm hiçbir şeyde de bir sonuca varamıyordum. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyordu.

Günlerdir sanki bir uçurumdan düşüyordum. Düşüyorum ve elimi tutan yok. Tutanacağım hiçbir şey yok. Gözlerim kendimden başka hiçbir şeyi görmüyor. Kendi boşluğumdayım ve bu beni mahvediyor. Meğerse bu dünyadaki en berbat şeymiş kendi boşluğunu yaşamak ve ben şimdi bunu yaşıyorum.

Saatlerdir oturduğum yataktan ayaklarımı sarkıttım. Omuzlarım çökük, ruhum da bedenim de yorgundu. Yataktan bir saniye bile olsun çıkmak istemiyorum. Bunun için gerekli bir sebep görmüyorum. Neden çıkayım ki? Gerek mi var? Ne yapacağım çıkarak? Hayatımda yapacak hiçbir şey yok artık. Hayatım bomboş. Ben bomboşum ve her geçen gün o boşluk biraz daha büyüyor.

Ayaklarımın üzerinde zorlukla durdum. Artık onlar bile beni kaldırmıyordu. Sanki bana yıllardır seni taşıyoruz fakat biz de yorulduk ve artık görevimizi yapmayacağız diyorlardı. Kısacası zihnim bana hep saçma sapan şeyler söylüyordu ve ben o saçma şeylere kulak asmadan edemiyordum. Kulak astıkça da kendimi çok daha kötü hissediyordum.

Ağır ve yorgun adımlarla yürüdüm masaya doğru. Önceden canım acısa da dışarıdan bakanlar bunu görmezdi. Her şeyi yaşardım ama içimde kalırdı. Fakat artık böyle olmuyor. Şimdi o acı dışarıya da yansıyor ve herkes görüyor. Kimseden hiçbir şey saklayamıyorum.

Masaya ulaştım, Ateş'in laptopunu aldım. Yeniden yatağa döndüm ve internete girdim. Son haberleri açtım. Bize ait olan haberi bulmaya çalışırken odanın kapısına vurulmadan kapı açıldı. Başımı çevirip o tarafa baktım ve Ateş'i gördüm. En çok kızdığı şeyi yaparken yakalanmanın telaşıyla konuştum.

"Ateş," dedim. Gözleri benim ve elimdeki laptop arasında gidip geldikten sonra bakışları sertleşti. Yine sinirlendi fakat beni de sinirlendirdi. Hangi hakla kapıyı çalmadan girerdi ki odaya?

"Niye odanın kapısına vurmuyorsun? Ya müsait olmasaydım?" Kızdım. Fakat umurunda bile olmadı ve yüzündeki sinirli ifadenin aksine sakince yanıma geldi.

Yatağın kenarına oturdu. Önümdeki laptopu kendine doğru çevirdi ve ekrana baktı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sakinleşmeye çalışıyor gibiydi. Merakla ona bakarken gözlerini açtı, bakışlarımız kesişti.

"Boşuna bakma, değişen hiçbir şey yok." Sesi beklediğimden çok daha yumuşak çıktı. Durum böyle olunca benim de sakinleşmem uzun sürmedi.

"Birkaç gündür hakkımızda yeni haber yapılmıyor. Bir şeyler görmek istiyorsan birkaç gün önceye dönmen lazım." Cevap vermedim ona, başka bir tarafa baktım.

"Tabii canını yakmayı, kendini biraz daha üzmeyi istiyorsan yap bunu. Hiç düşünme hem de. Bin kez okuduğun yazıları aç, bir daha oku." Bu kez sesi sinirli çıktı.

Kaşlarımı çattım ve başımı ona çevirdim. "Ne zannediyorsun Ateş, hiçbir şeye bakmadığım zaman üzülmeyeceğimi mi?"

Onun da kaşları çatıldı.

"Hayır ama sürekli aynı haberi açıp da aynı şeyleri defalarca kez okuyarak kendine eziyet etmen de gerekmiyor. Nasıl ki okumadığın zaman hiçbir şey değişmeyecekse okuduğun zaman da değişmeyecek. Şunu bir kabullenirsen çok iyi olacak Mira." Dişlerini sıkarak konuştu, yine çok öfkelenmişti ve o bu kadar öfkeliyken cevap verirsem kavga çıkacaktı.

"İyi, bakmıyorum," dedim ve laptopun ekranını kapatıp devam ettim. "Senin istediğin olsun," diye de ekledikten sonra kendimi yeniden yatağa bıraktım, gözlerimi kapattım.

"Yeter artık Mira, şu yataktan da çık biraz!" Sesi yine sinirli çıktı.

"İstemiyorum," diyerek net bir cevap verdim.

"Mira ne zamandır bu odada olduğunu ben bile unuttum! Günlerdir doğru düzgün bir şey yemiyorsun! Sen..." Devam etmesine izin vermeden son söylediği şeye cevap verdim.

"Canım istemiyor çünkü! İstese yerim herhalde," deyip pikeyi üzerime çektim ve altına girdim.

"Canım istemiyor değil! İnat ettiğin için yemiyorsun! Kendince kendine ceza veriyorsun!" Yüzümde alaylı bir ifade oluşurken gözlerimi açtım.

"Abartma istersen Ateş! Kendime ceza veriyormuşum!" dedim ve histerik bir şekilde güldüm.

"Komik bir şey yok," dedi gayet ciddi bir tavırla ve devam etti. "Sana gerçeği söylüyorum sadece!" deyip ayağa kalktı. Ben hiçbir şey demezken o da dememi beklemedi ve odadan çıkıp gitti. Arkasından başımı sağa sola salladım, sırt üstü uzandım ve yine boş boş tavana bakmaya başladım.

O an annem aklıma geldi. Onunla konuşmak, görüşmek istedim. Bir kez olsun görmek istedim ama sanırım bunun mümkünatı yoktu. Böyle bir risk alamazdım. Bu evdeki mahkûmluğum bile beni bu hâle getirdi! Yakalanırsam ve o dört duvar arasına girersem o zaman neler olur bunu düşünmek bile istemiyorum.

Annemden sonra babamı, babamdan sonra dedemi düşündüm. Herkesi çok özlemiştim. Keşke şu an yanımda olsalar da sıkı sıkı sarılsam onlara. Keşke bir fırsatım olsa da arayıp seslerini duyabilsem. Düşündüğüm şeyler yüzünden gözlerim dolarken odanın kapısı bir kez daha açıldı.

Başımı kapıya doğru çevirdim ve Ateş'i gördüm. Bu kez elinde bir yemek tepsisiyle girmişti odaya. Sıkıntıyla ofladım. Yemeyeceğim dememden anlamıyor mu bu adam? Tepsiyi komodinin üzerine bıraktı. Bana hadi kalk filan demesini beklerken bir anda elimden tuttuğu gibi doğrulttu beni.

"Ateş!" diye kızdım, umurunda olmadı. Tepsiyi yeniden aldı ve yatağın kenarına oturdu. Baktığımda çorba olduğunu gördüm.

"Hiç değilse bu çorbadan biraz içeceksin. Yoksa muhtemelen artık açlıktan bayılacaksın." Söylediği şeye kulak asmadım. Çorbadan bir kaşık aldı ve dudaklarıma yaklaştırdı.

"Hadi," dedi.

Başımı olumsuz anlamda salladım. "İstemiyorum."

Kaşlarını çattı, bakışları olabildiğince sertleşti. "Mira, hadi!" diye ısrar etti. Uzatmadım, dudaklarımı araladım ve o bir kaşık çorbayı içtim. Fakat bu sadece midemin bulanmasına neden oldu, yüzümü buruşturdum.

"Yemek yemeye yemeye miden nasıl çalışacağını unuttu! Bir şeyler yediğin zaman bulanıyor artık!"

Sıkıntıyla ofladım. "Dalga geçme."

"Dalga filan geçtiğim yok! Ben çok ciddiyim!" Yine sessiz kaldım. Bir kaşık daha çorba uzattı, onu da zorlukla yedim. Hemen ardından bir kaşık daha geldi.

Onun eliyle çorbayı içerken hiç sesimi çıkarmadım. Midemdeki bulantı hissi arttı ama söylemedim ve o bulantıyı sürekli bastırmaya çalıştım. "Yemeğini ye sonra da bahçeye çıkacağız." Tek kaşımı kaldırdım, devam etti.

"Çıkıp biraz hava alacaksın! Bu odada yeterince kaldın."

"Ateş," dedim, anında sözümü kesti.

"İtiraz yok! Çıkacağız! Gerekirse kolundan tutar zorla çıkarırım seni buradan! Yeter artık sıkıldım ben senin bu hâlinden! Hayatla olan bağını kestin resmen ama dur ben seni hayata döndürmesini çok iyi bilirim," derken bir kaşık daha çorba uzatmıştı.

"Yeter, istemiyorum," dediğim an kızmak için dudaklarını araladı ama engel oldum ona. "Biraz da sonra yerim, midem ağrıyor. Şimdi yediğimi de çıkaracağım yoksa." Son söylediğim şeyle şüpheli bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra başını aşağı yukarı salladı, tepsiyi uzanıp yeniden komodinin üzerine bıraktı ve ayağa kalktı.

"Hadi şimdi bahçeye," deyince başımı olumsuz anlamda salladım.

"İstemiyorum. Lütfen, ısrar etme. Kendimi iyi hissetmiyorum." Bir şey demedi. Sonunda pes etti herhalde diye düşünürken bana doğru eğildi ve bir anda kendimi onun kucağında buldum.

Küçük bir çığlık attım, düşmemek için hızla boynuna sarıldım. O doğrudan kapıya doğru yürürken de "Ne yapıyorsun ya? İndir hemen beni!" diye kızdım. Fakat umurunda bile olmadı ve odadan çıktık.

"Ateş bak sinirleniyorum! İndir hemen beni!" Bu kez ciddi ciddi kızdım ama yine umursamadı, salona ulaştık. Salondaki herkes şaşkın şaşkın bize bakarken de bahçeye çıktık.

Bahçeye ulaştığımız ilk an beni yere indirdi. Ayaklarımın üzerine basıp düşmeyeceğimden emin oldum, ona yaklaştım ve gözlerinin içine baktım.

"Sen beni delirtmek mi istiyorsun?" diye sordum, anında yanıtladı.

"Sen zaten delisin!" dediği an kaşlarımı çattım, öfkeyle önüme döndüm ve sakin kalmak için derin derin nefes aldım.

"Ha şöyle biraz temiz hava al."

Öfkeyle ona döndüm. "Sakinleşmeye çalışıyorum sadece!"

"Olsun, sonuç olarak bu da iyi bir şeye vesile oluyor."

Önüme döndüm. "Yok yok sen gerçekten de beni delirtmek istiyorsun!"

"Sen beni delirttin ya ona sayarsın!"

Kendimi gösterdim ve tamamen ona döndüm. "Ben seni delirttim öyle mi? Hiçbir şey yapmadım ben!"

Ellerini arkasında birleştirdi. "Beni delirten de tam olarak bu zaten! Hiçbir şey yapmadın ve yapmıyorsun! Delirtiyorsun beni!" Cevap vermedim, yürüdüm. Gidip ilerideki masaya oturdum. Ellerimi göğsümün altında birleştirdim ve arkama yaslandım. O sırada yanıma geldi ve yanımdaki sandalyeye oturdu.

Ne o bir şey dedi ne de ben. Ha burada oturmuşum ha içeride? Ne farkı vardı ki? Benim için hiçbir farkı yoktu. Fakat o bana zorla bir şey yaptırınca sinirim bozuluyordu. Öfkem ona değilken tüm öfkemi kendi üzerine çekiyordu ve ben bunun olmasını istemiyorum.

"Yapma artık bunu," dediği an öfkeyle ona döndüm, bu kez sakin olmak gibi bir niyetim yoktu.

"Ya ne yapıyorum ben ne? Neden sürekli yapma bunu deyip duruyorsun?"

"Kendine zarar veriyorsun ve en kötüsü bunun farkında bile değilsin."

"Kendime zarar veriyorum öyle mi? Nasıl yapıyorum bunu? Odamda dinlenerek mi?" diye sorduğum an yüzünde alaylı bir ifade oluştu.

"Odanda dinlenmek öyle mi? İnsan böyle mi dinlenir Mira? Günlerce odadan çıkmayarak! Kimseyle konuşmuyorsun! Yemek yemiyorsun! Hayattan uzaklaştın! Sen o odada resmen kendine eziyet ediyorsun!" Sürekli aynı şeyleri söyleyip duruyordu ve ciddi anlamda sıkılmıştım.

"Ben bunları duymaktan çok sıkıldım! Aynı şeyleri söyleyip durma bana!"

Bakışları biraz daha sertleşti. "Ben de söylemekten sıkıldım Mira! Fakat sen aynı şeyleri yapmaya devam ettiğin için de ben aynı şeyleri söylemeye mecbur kalıyorum!" Yine cevap vermek için dudaklarımı araladım ama o sırada yanımıza gelen Erdem susmama neden oldu.

"Siz yine mi kavga ediyorsunuz?" diye sordu, anında yanıtladım.

"Hayır." Fakat Ateş benimle aynı anda "Evet, dedi, birbirimize döndük.

"Evet mi hayır mı?" diye sordu Erdem. Yine ikimiz de aynı anda farklı cevapları verdik.

Ben "Hayır." o yine "Evet," dedi. İkimizin de kaşları çatıldı.

"Oğlum siz neyin kafasını yaşıyorsunuz lan? Manyak mısınız? Yoksa birlik olup beni delirtmeye mi çalışıyorsunuz?" diye sordu.

Histerik bir şekilde güldüm. "Bu soruyu da ne çok duyar olduk bugünlerde," dedim, Ateş hemen atıldı.

"Söylemezsen duymazsın da."

Gözlerim yeniden onu buldu. "Benimle uğraşmayı bırak!"

Arkasına yaslandı. "Seninle uğraştığım yok!" dedi, cevap vermeye hazırlanırken masaya gelen Cansu'yu gördüm. Erdem'in yanına oturmak varken ondan biraz uzağa oturdu. Sanırım son günlerde anlaşamayan çift bir biz değildik. Aslında onlar çok uzun zamandır böyleler ama neyse.

Ben daha onlara bakarken Savaş ve Doğan da yanımıza geldi. O an fark ettim ki uzun zamandır onlarla bir arada böyle oturmuyordum. Hem de aynı evde kalıyor olmamıza rağmen. "Ooo Mira Hanım tatilden dönmüş," dedi Doğan, ona döndüm.

"Ne?"

"Tatilden diyorum dönmüşsün. Yani günlerdir seni göremeyince zannettik ki pencereden kaçıp tatile gittin," diye alay etti.

"Evet, tatile gittim. O kadar normal bir hayatımız var ki kafama esti, evden çıkıp gittim," dedim ben de imayla ve arkama yaslandım, ellerimi göğsümün altında birleştirdim.

"Evden bile çıkamıyoruz demiyor da tatile gittik diyor!" diye de söylendim, Savaş hemen atıldı.

"Vallahi ben buraya tatile gelmişiz gibi düşünüyorum. Birkaç gün sonra da Panama'ya tatile gideceğiz diye kandırıyorum kendimi. Diğer türlü düşününce can sıkıyor çünkü." Savaş'ın söylediği şeyle herkes ona bakarken Doğan araya girdi.

"Al benden de o kadar! Aklıma hiç başka bir şey gelmiyor! Bir de Panama'da İspanyolca konuşuluyormuş, onu nasıl öğreneceğimi düşünüyorum," deyip bize döndü Doğan. "Sonuçta orada yaşayacağız, bilmemiz lazım." Onlar işi şakaya vurdular. Nasıl böyle davranabiliyorlar gerçekten aklım almıyor. Ben bundan sonra neler olacağını düşünmekten delirmek üzereyim ama onların zerre umurunda değil.

"Oğlum hakikaten lan! Biz nasıl öğreneceğiz o dili? Keşke İngilizce filan bilseydik! Oradan yırtardık hiç değilse." Savaş bunu söylerken Erdem ve Ateş'e baktım. Bayağı keyifle dinliyorlardı onları.

"Ben bir de bir şeyi merak ediyorum," dedi Doğan ve abisi Erdem'e döndü.

"Erdem bak bu seni de ilgilendiriyor." Abisi olduğu hâlde Erdem'e ismiyle sesleniyordu. "Orada sucuk var mıdır?" diye sorduğu an benim bile gülesim geldi ama kendimi tuttum.

"Ben sucuksuz yaşayamam lan! Valla yaşayamam! Sucuk olmazsa olmaz benim için. Vardır değil mi?" Sesi korku dolu çıktı. Eminim ki birer firari olmamız bile onu bu kadar korkutmuyordur. Bunu sadece düşünmekle kalmayıp söyledim de.

"Doğan yüzünde öyle bir ifade var ki sanki ülkeden kaçak çıkacak olmamızdan çok gittiğimiz yerde sucuk olmamasından korkuyor gibisin," dediğimde bakışları beni buldu.

"Valla Mira kusura bakma ama zaten öyle. Sonuçta olan oldu bir kere. Artık hiçbir şeyin geri dönüşü yok ama sucuk olmadan olmaz be," deyince kısacık da olsa güldüm. O an Ateş'in nefesini tenimde hissettim.

"Bizimle konuşmanı da gülmeni de çok özlemişim." Başımı ona çevirdiğimde burun buruna geldik. Nefesini dudaklarımda hissederken konuştum.

"Çok kızgınım sana!" dedim, afalladı. Bir şey demesini beklemedim ve önüme döndüm. Kızgınlığım beni buraya çıkarması, benim için bir şey yapıyor olmasına falan değildi. Tek kızgınlığım bana zorla bir şeyler yaptırmaya çalışmasındaydı.

Zorla yapılan iyilik bile benim için kötülüktür.

"Vardır Doğan rahat ol. Yoksa bile söyleriz abime yollar bize," dedi Erdem alaylı sesiyle, Savaş hemen araya girdi.

"Pars'ın bize buradan sucuk yolladığını düşünüyorum da..." Devam edemedi, gülmeye başladı. Gülen bir tek o değildi. Doğan da ona eşlik etti. Cansu ve Erdem'in onlara katılması çok uzun sürmezken Ateş'le göz göze geldik. Gülmek için beni beklediğini fark edince konuşulan konuya değil de onun bu hâline güldüm. Fakat o bunu fark etmedi ve benimle birlikte, gözlerimin içine bakarak güldü.

"O değil de ben heyecan yaşamayı özledim lan. O kadar uzun zaman uğraştık ki o kadar şeyle şimdi bu hayat bana çok sıradan geliyor." Doğan bunu söylediğinde içimden keşke yine aynı şeyleri yaşasaydık da bu durumda olmasaydık diye geçirmeden edemedim.

"Deme lan şöyle! Heyecanı özlemişmiş! Bin arabaya bizim karakolun önünden geç. Görürsün o zaman heyecanı!" diyerek Savaş Doğan'la dalga geçti.

"Yok o kadar büyüğüne de gerek yok. Sakin sakin oturuyoruz işte evimize. Yeni bir maceranın ne lüzumu var?" Doğan hemen geri adım atarken aklıma çok başka bir şey geldi. Konudan bağımsız olduğu hâlde geldi hem de.

"Uras nerede?" diye sordum asıl konuya girmek için. Hepsinin bakışları bir kez daha beni bulurken cevap veren Ateş oldu.

"Uyudu, ilaç aldığı zaman sürekli uyuyor."

Anladım dercesine başımı salladım ve devam ettim. "Konuştu mu peki? O kızın, İnci Şahin'in, ölümüyle ilgili herhangi bir şey söyledi mi?"

Başını olumsuz anlamda salladı. "Hayır, aksine hatırlamıyorum ve ben katil değilim deyip duruyor. Konuyu açtığımız zaman kötüleşiyor. Biz de açamıyoruz işte." Ateş açıklarken Cansu araya girdi.

"Ben ihtimal vermiyorum," dedi, ona döndüm, devam etti.

"En başından beri bir oyunun içindeyiz. Bizi hep kurdukları oyunun içine çektiler. Yine öyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Uras o kızı öldürmedi. Başkası öldürdü ve kız öldükten sonra bu çocuğun eline bir silah verdiler, kızın başında dururken de videosunu çektiler." Cansu'nun söylediği şey doğru olabilir mi diye düşünürken Erdem araya girdi.

"Ben de böyle düşünüyorum." Bu kez de gözlerim onu buldu, devam etti. "Ayrıca o kızı Uras öldürmüş olsaydı emin olun o anın da görüntüsü olurdu ellerinde ve Taner'in elindeki video o olurdu. Fakat sadece çocuğun kızın başında durduğu an var. Sizin aklınız alıyor mu Uras öldürmüş olsaydı o anı çekmemiş olmalarını?" İşte bu çok mantıklıydı.

"Çocuğu da oyunun içine çektiler," dedi Doğan, gözlerim onu buldu. "Ona da oyun kurdular. O çocuk bir ilacın etkisinde olsa bile birini öldürecek biri değil. Oğlum oyunda öldürsene şunu diyorum, karşıdaki herifi yaralayıp bırakıyor. Sonra da ölmesin yazık diyor, biz ölüyoruz." En sonda anlattığı şey gülmeme neden olurken Ateş'in bakışlarını üzerimde hissettim. Muhtemelen benim bu konuda ne düşündüğümü merak ediyordu.

"Söylediklerinizde çok haklısınız. Ben de onun birini öldürmesine ihtimal vermiyorum. Ayrıca Erdem'in de dediği gibi. Eğer öldürmüş olsaydı o anın videosu da elimizde olurdu fakat yok, çünkü ortada öyle bir şey yok. Ya da diyelim ki yanlış düşünüyoruz ve yahut o videonun devamı bir yerlerde var ve gerçekten kızı öldüren Uras, yine de bu onu suçlu yapmaz. İlaçların etkisiyle bunu yapmaya onu yönlendirenler asıl suçlu olurlar," dedim, sanki onu aklamaya çalışıyor gibiydim ama amacım bu değildi. Aksine gerçek düşüncelerim tam olarak buydu. Zaten o gün de böyle düşünerek yapmıştım her şeyi.

"Mira haklı," diyerek Cansu bana destek çıktı ve devam etti. "Eva'yı bazı konularda nasıl kandırdığımızı düşünün. Küçücük çocuk ve ona birkaç tatlı cümleyle istediğimiz her şeyi yaptırabiliyoruz. Benim için Uras'ın da o çocuktan bir farkı yok. O ilaçları kullanırken beyni uyuşmuştu çocuğun. O ilaçların etkisiyle yaptığı hiçbir şeyden sorumlu değil. Ayrıca yaptığına da düşünmüyorum." Derin bir nefes aldım.

Az çok hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk. Uras bunu yapmadı, yapması da mümkün değil. Yapmış olsa bile o durumdayken suçlu sayılmıyor. Hepimizin düşüncesi bir tek bu yöndeydi. Fakat artık bizim düşüncelerimizin bir önemi yoktu. O tüm ülkede İnci Şahin'in katili olarak biliniyordu. Kim bilir asıl katil kim ve şimdi nerede, ne yapıyor?

"Asıl katili bulsaydık eğer onu bu işten kurtarabilirdik," dedim, Ateş'e döndüm. Bu fikir onu hiç heyecanlandırmazken gayet rahat bir şekilde cevap verdi.

"Artık buna gerek yok," dedi ve önüne döndü, sıkıntılı bir nefes alıp devam etti. "Onu kurtarsak bile kendimizi kurtaramayacağımız bir durumun içindeyiz. Buradan gitmemiz lazım ve kardeşimi arkamda bırakmak gibi bir niyetim yok. O da bizimle gelecek ve o da bizim gibi bir daha asla buraya dönmeyecek. Bu yüzden boş yere uğraşıp da onu aklamaya çalışmaya hiç gerek yok." Bu şekilde düşününce ona hak verdim. Haklıydı, boşuna zaman kaybıydı bu.

Ateş'in bu cümlelerinden sonra sessizlik oldu. Kimsenin konuşacağı bir şey kalmamış olacak ki sustular. Fakat onların aksine benim konuşacağım bir şey daha vardı. Daha doğrusu sormak istediğim bir şey.

"Taner'in nasıl olduğunu hiç öğrendiniz mi?" Bu sorum herkesi şaşırttı. Muhtemelen şu an konuşmak istedikleri son kişi bile değildi o. Fakat öğrenmek istedim işte. Sonuçta onu vuran ben olmuştum.

"Hiçbir şeyi yok," diyen Ateş'e baktım, devam etti. "Birkaç gün önce hastaneden çıkmış. Zaten ayağından vurmuştun. Biraz aksayarak yürüyormuş ama doktor kalıcı bir şey olmayacağını söylemiş." Onun her şeyi bu kadar detaylı bilmesi beni şaşırttı.

"Sen nereden biliyorsun bu kadar detayı?"

"Bir gün soracağını çok iyi bildiğim için takipteydim. Fakat hastaneden çıktığından beri ilgilenmedim. Çıktığına göre iyidir." İşte bu beni biraz olsun rahatlatmıştı.

Aramızda bir kez daha sessizlik oluşurken duyduğum bir araba sesiyle telaşlandım. "Bir araba geldi," dedim, benim gibi onlar da telaşlandılar. "Pars gelmeyecekti, gelmeden önce haber eder zaten," dedi Ateş, telaşım daha da arttı. Burada olduğumuzu Pars dışında hiç kimse bilmiyordu ki.

Ben daha neler olduğunu anlayamazken hepsi bir anda ellerini bellerine attılar ve silahlarını çektiler. Benim silahım bile yoktu. Fakat bu konuda yalnız değildim, çünkü Cansu'nun da yoktu. Bu yüzden onların arkasında kalırken ön bahçeden ayak sesleri duyuldu. Kalbim ağzımda atmaya başladı. Boğazım kupkuru oldu. Dudaklarımı ısırdım. Eşzamanlı olarak hepsi silahlarını sesin geldiği yöne doğrulttular. Hepimiz pür dikkat aynı yere bakarken duvarın arkasından biri çıktı.

Kendine doğrultulan silahları gördüğü an "Siktir!" dedi, bir adım geri gitti ve şaşkın şaşkın bize baktı. Gördüğüm kişi rahat bir nefes almama neden olurken onun yüzünde alaylı bir ifade oluştu.

"Ellerimi kaldırıp teslim olmam mı gerekiyor?" diye sordu alay ederek Aras. Herkes silahını indirdi. Aras gülerek bize doğru geldi.

"Abi iyi ki refleksi kuvvetli adamlarsınız. Yoksa iki dakika içinde kevgire dönerdim burada," derken de gülüyordu.

"Senin ne işin var lan burada?" diye sordu Ateş ters bir tavırla, endişenin onu böyle davranmaya ittiğini anlamam zor olmamıştı. Yoksa Aras'la bir sorunumuz yoktu.

"İnsan bir hoş geldin der Ateş," diyerek sitem etti Aras ve masadaki boş bir sandalyeye oturdu. Hepimiz yeniden yerlerimize otururken de konuştu.

"Pars'tan öğrendim burada olduğunuzu. Daha doğrusu öğrenmedim, öğrenmek zorunda kaldım. Duyduğuma göre Panama'ya gidiyormuşsunuz," dedi, bundan pek de memnun olmamış gibiydi.

"Öyle, başka şansımız yok." Bunu diyen Ateş'ti.

"Haklısınız, sonuna kadar burada saklanamazsınız. Zaten sadece burada değil hiçbir yerde saklanamazsınız. Yurt dışına çıkmak sizin için daha iyi olacak. Ben de tam olarak bu yüzden buradayım zaten. Sizi oraya götüren ben olacağım. Pars bana gereken her şeyi anlattı. Yarın sabah gittiğinizi haber vermek için geldim." Başımı önüme eğdim, dudaklarımın arasından titrek bir nefes çıktı. Bunu yapmayı hiç istemiyorum. Fakat Ateş'in de dediği gibi bunu yapmaktan başka şansımız yok. Burası artık bizim nefes alabileceğimiz bir yer değildi.

"Ve bir şey daha," dedi Aras, herkes ona bakarken yüzündeki mahcup ifadeyi fark etmemek mümkün değildi. "Siz o gün bana güvendiniz. Uzaktan tüm güvenliği sağlayacak olan bendim. Fakat olmadı, yapamadım. O adamlar aniden nasıl çıktılar bilmiyorum ama hepsi bir anda etrafımızı sardı. Şerefsizler çil yavrusu gibiydiler! Saldıramadık, size de haber veremedim. Kısacası bu durumda olmanız biraz da benim yüzümden. Benim beceriksizliğim yüzünden. Hakkınızı helal edin."

Sesi o kadar kötü çıkıyordu ki sanki hayatında yaptığı tek hata buydu. Hatta doğrusu bu bir hata bile değildi. Onların yıllar boyu her ayrıntıyı düşünerek kurdukları tuzağa düşmüştük biz. Her tedbiri almış olsak da hesap edemediğimiz bir sürü şey olmuştu. Onun başına da böyle bir şey gelmiş olması çok normaldi.

"Kardeşim biz seni çok iyi tanıyoruz, elinden geleni yaptığını da biliyoruz," dedi Ateş ve devam etti. "O gün olan şey de senin hiçbir suçun yoktu. Bizim de bir suçumuz yoktu. Nereden bilebilirdik ki o kadının oraya geldiğimizden haberdar olduğunu, Taner'le işbirliği yaptığını? Bunların hiçbirini bilemezdik." Ateş söylediklerinde haklıydı. Biz tuzağa düşmemiştik aslında. Sadece onların planı bizimkinden çok daha güçlüydü. Buna rağmen ortada kazanan olmamıştı. Zaferin tadını çıkartan hiç kimse olmamıştı. Tüm bunları yapan kadın ölümle cezalanmıştı. Bizim de cezamız özgürlüğümüzü kaybetmek olmuştu.

"Bu yüzden açma bir daha bu konuyu. Kimsenin seni suçladığı da sana kızdığı da yok. Sen bize yarını anlat. Nasıl gideceğiz buradan?" Ateş'in bu sorusuyla Aras anlatmaya başladı.

Çok uzun bir konuşmanın ardından anlayabildiğim tek şey yarın sabah çok erken bir saatte yola çıkacağımız ve deniz yoluyla kaçacağımızdı. Evimizi terk edeli çok oluyordu. Şimdi de yurdumuzu terk ediyorduk. Acınası bir durumdayız aslında. Tek bir çıkış yolumuz bile yoktu.

Çaresizlik artık hissettiğimiz tek duyguydu.

Aras'ın konuşmasının ardından hava soğuk olduğu için bahçede oturmak yerine eve girdik. Bu kez odama gitmek yerine ben de salonda oturdum. Onlar konuşmaya devam ettiler. Uzun uzun yarın hakkında konuştular. Ben ise sadece dinlemekle yetindim. Konuya dahil olmak istemedim. Artık öyle bir durumdayım ki kalk gidiyoruz deseler kalkar giderim, iptal oldu deseler oturur kalırım. Neden, niye diye sormam.

"O zaman bu gece herkes toparlansın," dedi Ateş. "Kimse işini sabaha bırakmasın, yarın sabah erkenden gideceğiz." O bunu söylerken başımı çevirdim.

"Bir şey konuşabilir miyiz?" Bakışları hemen beni buldu.

Gözlerini kısıp şüpheyle baktı yüzüme. "Tabii," dedi yine de.

"Özel," dediğimde de hemen ayağa kalktı, ben de peşinden kalktım. Salondakiler arkamızdan bakarken benim odama gittik. Odaya girer girmez Ateş "Seni dinliyorum," dedi.

Hiç eveleyip gevelemeden derdimi söyledim. "Gitmeden önce annemle konuşmak istiyorum," dediğim an afalladı. "Yüz yüze görüşemeyiz biliyorum. Bu yüzden sadece konuşmak istiyorum, mümkün mü?" Sorduğum soru onu biraz düşündürdü. Tereddüt eder gibi bir hâli vardı.

"Pars'ın bana çok önceden verdiği bir telefon var. Buraya geldiğimiz günden beri kapalı duruyor, şu çekmecede," deyip gözlerimle ilerideki çekmeceyi gösterdim ve konuşmaya devam ettim.

"Takip edilemeyen, dinlenilemeyen bir telefon o. Hep buradaydı ama hiç kullanmadım. Cesaret edemedim. Anneme ulaşırsam onu rahat bırakmamalarından korkum ve doğrusu hâlâ da çok korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Bu yüzden de sana sormak istedim. Çünkü annemle konuşmaya ihtiyacım var. Hem de çok," dedim ve onun bana cesaret vermesini, bunun için bir şeyler yapmasını bekledim.

"Doğrudan anneni araman olmaz. Başka bir yol bulmamız lazım." İtiraz etmemiş olması beni mutlu ederken devam etti.

"Deden, teyzen, kuzenin falan da dinleniyordur şimdi. Ev telefonları da aynı şekilde kontrol altındadır." Biraz düşündüm, başka nasıl ulaşabilirdim onlara? Bu soruyu içimden geçirirken çok fazla düşünmeme gerek kalmadı çünkü aklıma hemen bir yol geldi.

"Dedemin şoförü Salim amca," dedim, Ateş gözlerini kıstı. "Yıllardır yanında çalışır, iyi bir adamdır. Onu dinliyor olamazlar. Eğer onun telefon numarasını bulursak o anneme ulaştırır mutlaka beni." Bu fikir aklına yatmış gibiydi.

"İşte bu olur, bir dakika," dedi ve telefonunu çıkardı. Onun telefonu da korumalıydı ve onun arayacağı kişileri tanımıyorlardı. Bu yüzden rahat rahat her yeri arıyordu. Tabii yine de dikkatli oluyordu. Kendince tedbirler almıştı.

"Neredesin sen?" Telefon açılmış olacak ki konuştu. Hemen ardından da aralıklarla kurduğu cümleler şunlardı;

"Tamam bırak işini gücünü şimdi, bir şey yapacaksın şimdi... Cemal Kurtuluş'un şoförü Salim," dedi ve bana baktı.

"Soyadını biliyor musun?" Başımı olumsuz anlamda salladım, hemen telefondakine odaklandı yeniden.

"Soyadı yok, ismi Salim işte. Git bana o adamın telefon numarasını bul hemen. Bir saatin var, bekliyorum," dedi ve telefonu kapattı.

"Bulabilecek mi?" diye sordum hemen, anında yanıtladı.

"Bulur, merak etme."

Kendinden emin bir tavırla bu cevabı verdikten sadece kırk beş dakika sonra telefonuna bir mesaj geldi. Adam Salim amcanın telefon numarasını atmıştı. Aylar önce Pars'ın bana verdiği telefonla numarayı arayacakken Ateş konuştu.

"Yine de dikkatli ol," dedi, başımı salladım.

"Peki."

"Sakın gideceğimizden bahsetme, hatta bahset," dedi şaşkınca kaldım, bahsedeyim mi? "Şaşırt onları," dediğinde ne istediğini anladım.

"Annenle konuşabilirsen ona çoktan ülkeden çıktığımızı söyle. Hava yoluyla bir şekilde Filipinler'e ulaştığımızı söyle." İşte buna şaşırdım. Fakat anlamak da zor olmadı. Panama Kuzey Amerika kıtasındaydı. Filipinler ise Asya kıtasında. Birbirine çok uzak olan iki kıtaydı. Hem bir de çoktan ülkeden çıktık diyecektim.

"Ya şaşırtma olduğunu anlarlarsa?" diye sorduğum an yanıtladı.

"Yine de şüphe edecekler. Bu bile bize yeter. Tabii bunlar sadece bir ihtimal. Annenle kimse sizi dinlemeden de konuşma yapabilirsiniz," dediğinde başımı salladım.

"Merak etme, açık vermeyeceğim," dediğimde gülümsedi.

"O zaman ben dışarıdayım, yalnız konuş." Yine başımı salladım. O başka bir şey demeyip odadan çıktığında Salim amcayı aradım ve sabırla telefonu açmasını bekledim.

Adam telefonu açtı. Başta kendimi tanıttım. Çok şaşırdı, hatta biraz da telaşlandı. Fakat onu sakinleştirdim. Suçlu olmadığımı, her şeyin yalan olduğunu söyledim. Adamı bir şekilde buna ikna ettim ve arama sebebimi söyledim. Hiç itiraz etmeden kabul etti. Beni severdi zaten. Çocukluğumda annemler olmadığı zaman hep beni parka götürürdü. Beni sevmesi bu kez işime geldi yani.

Telefonu anneme götürürken yatağın kenarına oturdum. Sabırla bekledim. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve kalbimin sesini dinledim. Tam da o anda annemin "Mira," dediğini duydum.

"Anne." Sesim ağlayacakmışım gibi çıktı.

"Kızım neredesin sen?" diye sorduğu an Ateş'in söyledikleri aklıma geldi.

"Ben yurt dışındayım, Filipinler'de. Buraya gelmek zorunda kaldım." Şu an annemin yüz ifadesini az çok tahmin ediyordum.

"Ancak şimdi aramak için fırsatım oldu. Sana söylemek istediğim çok şey var ve fazla vaktim yok," dedim, gözümden akan bir damla gözyaşını silip konuşmayı devam ettim.

"Anne biz kötü bir şey yapmadık. Hakkımızda söylenen her şey yalan. Bize tuzak kurdular, oyunun içine çektiler. Kendimize oradan kurtarmaya çalışırken de onlarca cinayeti yıktılar üzerimize. O gece bahsedilen o evde olduğumuz doğru. Fakat biz o gün orada hiç kimseyi öldürmedik. Sadece kendimizi korumak için yaraladık. Biz oradan kaçıp gittikten sonra o yaralıları öldürdüler. Taner başkomiser bu işin içinde. Bize tuzak kuranlardan biri de o. Sana yemin ederim bizim bir suçumuz yok." Günlerdir ona söylemek istediğim her şeyi bir bir söylüyordum. Belki ondan birkaç güzel cümle duyarsam bundan sonra çok daha rahat olurdum.

"Bana inanıyor musun?" Bu, o kadar büyük çaresizlikle sorulmuş bir soruydu ki cevabı belki de tüm hayatımı değiştirecekti.

"Tabii ki de inanıyorum Mira. Sana inanmayacağım da televizyonda söylenen o saçma şeylere mi inanacağım kızım? Sen aramamış olsaydın bile ben sana inanıyordum." Gözlerim doldu, bu kez mutluluktan.

"Sakın korkma Mira, sakın başını önüne eğme kızım. Eğer gerçekten doğru olanı yaptıysan dik durmaya devam. Sana yemin ederim ki tüm gerçeği ortaya çıkarmak için elimden gelen her şeyi yapacağım. Söz veriyorum kızım seni ben kurtaracağım."

Duymak istediğim şeyler tam olarak bunlardı. Annem yanımdaydı, arkamdaydı. Artık daha rahattım, daha iyi olabilirdim. Korkmama gerek yoktu. Annem benimleydi. Bu benim için çok önemliydi. Her şeyden daha önemliydi hatta.

Onunla uzun uzun konuştum. Dudaklarından dökülen her bir kelime içimde oluşan o boşluğu doldurdu. O boşluk küçüldü ve artık yolumu bulmak çok daha kolaydı. Omzumdaki yüklerin çoğundan da kurtulmuştum bu telefon görüşmesiyle. Telefonu kapattığımda kendimi hiç hissetmediğim kadar iyi hissediyordum. Kendi kendime gülümserken telefonu kapatmam gerektiğini hatırladım. Telefonu yeniden aldım. Tam bunu yapacakken ekrana bir mesaj düştü.

O an benim de içime korku düştü. Hemen kapatmam gereken telefonu kapatamadım ve o mesaja baktım. O an mesajın Taner'de geldiğini gördüm, kaşlarımı çattım. WhatsApp'tan fotoğraf atmıştı bana. Tek kaşımı kaldırdım. Bu neydi şimdi? Mesajı görüldü yapmak yerine galeriye girdim ve attığı fotoğrafa buradan baktım.

Fotoğraf açılır açılmaz gördüğüm şeyle gözlerim yerinden çıkacakmış gibi irileşti. Taner babamın cezaevinde gizlice çekilmiş olan fotoğrafını atmıştı. "Bu ne ya?" Dedim korku dolu çıkan sesimle ve ayağa kalktım. Nasıl olabilirdi böyle bir şey?

Korkudan tüm bedenim titremeye başladı. Gözyaşlarım aktı. Gözyaşları içinde o fotoğrafa bakarken Taner'in ismi ekranda belirdi, beni aradı. Bir saniye bile düşünmeden açtım telefonu.

"Eğer ona bir şey yaparsan yemin ederim seni kendi ellerimle öldürürüm Taner!" dedim, güldü. Gülmesi sinirimi biraz daha bozdu.

"Beni tehdit edecek durumda değilsin Aksoylu. Kaçtığın ilk günden beri bu telefonu bir gün açacağını çok iyi biliyordum. Sabırla bu anı bekliyordum."

Ellerimi yumruk yaptım. "Şimdi babana bir şey olmasını istemiyorsan benimle işbirliği yapacaksın!"

"Seninle hiçbir bok yapmam ben!" dedim kendimden emin bir şekilde.

"Yapacaksın Aksoylu, yoksa baban ölür. Bunu yapabileceğimi en iyi sen biliyorsun." Öfkeyle yanında durduğum yatağa vurdum.

"Seninle yüz yüze konuşacağız, telefonla olmuyor. Seni bekliyorum Aksoylu. Bu gece tam on ikide yanımda olacaksın. Yoksa babanın ölüm emrini veririm. Bundan hiç şüphen olmasın!"

"Taner!" dedim, dinlemedi beni ve telefonu kapattı. Pes etmedim, aradım ama açmadı. Tekrar arayacakken de konum attı. Öfkeyle telefonu yatağa fırlattım. Yatağın kenarına vurdum, sinirimi çıkarmaya çalıştım ama olmadı.

Babamı, salondakileri, Ateş'i düşündüm. Kendimi, yarınki kaçışımızı ve diğer her şeyi de düşündüm. Bir bir düşündüm, tarttım. Öfkem de korkum da arttı. Ne yapacağımı bilemedim. Neyin doğru olduğuna karar veremedim. Salonda öfkeyle dönüp dururken bir anlığına durdum, aynaya baktım. Aynadaki aksime bakarken dudaklarımdan bundan sonra olacak olan her şeyi değiştirecek o cümle döküldü.

"Gideceğim, gidecek ve babamı kurtaracağım!"

Bölüm Sonu!

Selammm :) nasıl gidiyor?

Mira'nın bu hâli devam eder mi dersiniz? Sizce kendine gelecek mi?

Mira gitme kararı almakta haklı mı?

Sizce nasıl gidecek? Diğerlerine haber vererek mi? Kendi başına hareket ederek mi?

Taner'den böyle bir şey bekliyor muydunuz? Karakterinin bu kadar değişmesine ne diyeceksiniz? Sizce derdi ne?

Heyecanlı bir bölüm bizi bekliyor diyebilirim :) sizce neler olacak?

Bölümde en sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

Bölümü en iyi anlatan emojiyi buraya bırakabilirsiniz :)

O zaman yeni bölümde görüşmek üzere diyelim, kendinize çok iyi bakın. Sevgiyle kalın.♡

Duyuru ve alıntılar için sosyal medya hesaplarım;

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

SEVİYORUM SİZİ♡

Loading...
0%