Yeni Üyelik
93.
Bölüm

92.BÖLÜM "AŞKI ERTELEMEK"

@gizzemasllan

Selam suç ortaklarım :)

Bir önceki bölüme gelen yorumlarınız için çok teşekkür ederim.♡ Bu bölüm için yorumlarınızı da sabırsızlıkla bekliyorum.

Başlamadan önce yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz.

Ben de buraya sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum :)

Keyifli okumalar.♡

92. BÖLÜM "AŞKI ERTELEMEK"

Her hikâyenin bir sonu olmaz mıydı? Eğer öyleyse bizim hikâyemiz neden bir türlü son bulmuyor peki? Bir hikâye ya mutlu ya da mutsuz biter. Biz mutsuz olduğumuzda da mutlu olduğumuzda da bitmemişti hikâyemiz, devam ediyordu ve ben artık bitsin istiyorum. Bitsin ve her şey son bulsun. Mutlu ya da mutsuz, artık benim için bunun bir önemi yoktu. Sadece her şeyin artık bitmesini istiyorum.

"Nasıl olur lan bu?" İlk tepkiyi veren Savaş oldu, gözlerimi kapattım, başımı önüme eğdim ve ellerimi yüzüme bastırdım. Ne herhangi bir tepki vermek istedim ne de başka bir şey yapmak. Sadece susmak istedim, doğrusunun bu olacağına inandım.

"Oğlum almışlar lan çocuğu! Almışlar! Sikerim böyle işi!" Ateş bağırdı, sesindeki korkuyu fark etmemek mümkün değildi.

"Bir şey yapmazlar değil mi?" Cansu'nun ilk sorduğu soru da bu oldu, yapacaklarını yapmışlardı zaten ve şu an burada sorulması gereken en önemli soru bunu kim, neden yapmıştı? Bu soruyu kendime sormam yeterli olmayınca başımı kaldırdım yeniden ve dikiz aynasından Ateş'e baktım.

"Kim yaptı bunu?" diye sordum, dikiz aynasından bakışları bir anlığına beni bulmuş olsa da yeniden telefona dönmesi çok da uzun sürmedi.

"Bilmiyorum," dedi bir tek ve öfkeyle direksiyona vurdu. "Hiçbir şey bilmiyorum!" Bu kez bağırdı, onu sakinleştirmek için herhangi bir çabaya girmedim. Çünkü şu an hiç kimse bunu başaramazdı.

"Mesaj atan numarayı arasana," dedi Savaş, fark ettiğim kadarıyla da Ateş bunu hemen denedi ama bunu yaparken ettiği sıkı küfürle arayamadığını anladım.

"Kim lan bunlar kim? Yeter artık! Ne oluyor lan?" Savaş bağırdı, isyan etti. Ateş o sırada bir arama daha yaptı. Bu kez başkasını arıyor diye düşünürken telefonun uzun uzun çaldığını fark ettim ama sanırım açan olmadı.

"Kızı bıraktığımız evdeki adamları arıyorum ama açmıyorlar," diye bize kısa bir açıklama yaptıktan sonra birini daha aradı. Bu kez aradığı kişiye ulaştı ve ona hemen yanına biraz adam almasını, Eva'nın kaldığı eve gitmesini ve orada neler olup bittiğini kendisine haber etmesini istedi. Telefonu kapattıktan sonra da bir kez daha öfkeyle direksiyona vurdu.

"Koruyamadık lan küçücük çocuğu! El kadar çocuğa sahip çıkamadık!" Bağırdı, sıkıntıyla ofladım. Savaş onun omzuna dokundu.

"Sakin ol Ateş, halledeceğiz. Çocuğu onlara bırakacak değiliz," dedi, Cansu'ya baktığımda gözlerinin dolu olduğunu fark ettim. Bir ara Eva'yla sürekli ilgilenen, her şeyini yapan o olmuştu. Uzanıp ben de destek vermek istercesine onun omzuna dokundum.

"Bulacağız, korkma," dedim, bakışları beni buldu.

"Kimin elinde olduğunu bile bilmiyoruz. Eğer tüm bunları yapanların elindeyse..." dedi ve sustu, gözyaşları akmaya başladı. Sessizce ağlarken başını diğer tarafa çevirdi ve sakladı gözyaşlarını. Hepimiz çok iyi biliyorduk ki o çocuk onların ellerindeyse, bu adamların hiç kimseye acıması yoktu. Annesini, babasını da öldüren onlar olmuştu.

Öfkeli Ateş'e, ağlayan Cansu'ya ve son olarak fazlasıyla gergin olan Savaş'a baktım, sinirlendim. "Yeter bu kadar!" diye kızdım. "Kendinize gelin ya! Bu ne böyle? Böyle mi kurtaracaksınız çocuğu?" Biraz bağırdım bu kez, çünkü gerçekten de kendilerine gelmeleri lazımdı.

"Ağlayıp sızlayarak hiçbirimizin eline hiçbir şey geçmez! Çocuğa bir şey yapacak olsalardı kaçırmaz, yaparlar ve görmemiz için de bırakırlardı emin olun!" Açık oldum, bunu onlar da beklemiyor olacaklar ki sözlerim biraz ağır geldi, fark ettim ama yine de devam ettim. "Kaçırmış olduklarına göre kurtarmak için de bir umudunuz var! Muhtemelen bizden çocuğa karşılık bir şey isteyecekler," dedim, hepsi beni dikkatle dinlerken de arkama yaslandım ve kendimden emin bir şekilde konuştum.

"Ne isteyecekleri de apaçık ortada! Tabii ki de Taner'i."

Şaşkınca kaldılar.

"Ne?" diye soran Cansu'ya döndüm.

"Olanların tesadüf olduğunu düşünmüyorum. Bu zamana kadar yaşadığımız hiçbir şey tesadüf değildi, bu da değil. Taner'i onlar için önemli kılan bir şey olmalı. Taner de buna güveniyordu zaten. Bu doğrultu da bu planı yaptık ama hesap edemediğimiz, hiçbirimizin aklına gelmeyen bir hamle yaptılar," dediğimde hepsinin yüzünde anlamsız bir ifade vardı, ne yani hâlâ anlamadılar mı ne söylemeye çalıştığımı?

"Taner'i bir şekilde kurtarmaya çalışacaklar ve biz buna göre hareket edip onlara ulaşacaktık ama onların da bir hamle yapacağını tahmin edemedik. Beklediğimiz gibi Taner'i kurtarıyorlar, bunu da Eva'yı kaçırıp bizim yapmamızı isteyecekler. Polise teslim eden siz oldunuz, ellerinden alan da siz olacaksınız misali." Bu cümlelerimle yüzlerindeki anlamsızlık yok oldu, bu kez şaşkınca kaldılar karşımda.

"Planımız iyiydi ama açık verdik, bizi oradan yakaladılar," dedim ve arkama yaslandım. "Çocuğu aldılar," diye son kez ekleyip cümlemi tamamladığımda arabanın içine korkunç bir sessizlik hâkim oldu.

"Ne yani şimdi bizden Taner'i kurtarmamızı ve kendilerine vermemizi mi isteyecekler?" diye sordu Cansu, omuz silktim.

"Muhtemelen," dedim bir tek, o sırada telefon çalmaya başladı. Gözlerim Ateş'in elindeki telefonu buldu, sadece benim de herkesin gözleri o telefonu buldu.

"Arıyorlar," dedi Ateş, hemen aramaya yanıt verdi ve sesi de hoparlöre verdi.

"Demirkan, Demirkan, Demirkan," dedi bir adam alay ederek ve tonlayarak, ardından da güldü. Sesine bakılırsa genç bir adamdı, sesi yaşlı birine ait gibi gelmiyordu.

"Eğer o çocuğa en ufak bir zarar verirseniz..." Adam Ateş'in devam etmesine izin vermedi, dilini damağına çarpıtarak üst üste cıkladı ve susturdu onu, ardından da konuştu.

"Tehdit etmek sana hiç yakışmıyor Demirkan," dedi. "Hem ben sen beni tehdit ya da ben seni tehdit edeyim diye aramadım, sakin ol bir önce," diye de ekledi, ses tonu bile sinir bozucuydu ve ben artık telefonun arkasında olan gizemli insanlardan sıkılmıştım. "Küçük arkadaşınız bir süre misafirimiz olacak. Hiçbir şey olmayacağından emin olabilirsiniz. Burada ona çok iyi bakılıyor."

"Ne istiyorsunuz lan küçücük çocuktan?" diye bağırdı Ateş.

"Hiçbir şey, küçücük çocuktan ne isteyebilirim ki? Ben sizden istiyorum. Sizde de bana ait bir misafir var. Siz misafirinizi bana uğurlayın, ben de size. Küçük bir değişim yapalım," dedi sanki Taner'in şu an tutuklu olduğunu bilmiyormuş gibi.

"Bu mümkün değil, Taner polisin elinde artık," dedi Ateş, karşıdan bir gülme sesi geldi.

"Demirkan," dedi yine alay edercesine ve devam etti. "Bunda beni ilgilendiren hiçbir şey görmüyorum. Bu tamamen sizin sorununuz, benim değil. Ben size gayet makul bir teklifte bulundum. Siz misafirinize sahip çıkamadıysanız ben ne yapabilirim ki?" diye sordu, resmen bizimle alay ediyordu.

"Gün içinde seni yeniden arayacağım Demirkan. Şu takas işinin detaylarını o zaman konuşuruz, siz önce bu teklifi hazmedin," dedi, duyduğum şey ben de büyük bir etki yaratmadı, çünkü zaten az önce dile getirmiş olduğum durumla aynı şeyleri söylemişti bize.

"Kimsin lan sen?" diye bağırdı Ateş ve kapatmasına izin vermedi. "Derdin ne? Ne istiyorsun bizden?"

"Ah doğru ya!" dedi, sesiyle hâlâ bizimle alay etmeye devam ediyordu. "Size kendimi tanıtmayı unuttum, işe dalınca böyle oluyor bazen." Kaşlarımı çattım, ne yani kendini gerçekten de tanıtacak mıydı? Hiç sanmıyorum.

"Ben Ekin,, dedi, ciddi ciddi söyledi ismini ama inanmadım. Nasıl inanayım ki? Kendini böyle açık etmesi mümkün bile değildi. "Ekin Kahraman." Soyadını da ekledi, şaşkınlığım daha da arttı, bizimle dalga mı geçiyordu bu? Bunu düşünürken tanıdık olan bu soyadı korkuya düşürdü beni.

"Ölümüne sebep olduğunuz kadının oğluyum," dedi, bozguna uğradım. Beril'in oğlu mu vardı? Biz onun hikâyesini öğrenmiştik, Bahadır bize her şeyi anlatmıştı ve bu doğrultu da ona ulaşmıştık. O gece her şey mahvolmamış olsaydı da bitmiş olacaktı. Şimdi bir oğlunun olması akla mantığa sığan bir durum değildi.

"Beril'in oğlusun," dedi Ateş ve gülmeye başladı, sinirleri bozulmuştu.

"Komik bir şey görmüyorum bu durumda Demirkan, gülmen senin için pek iyi olmayacak." Bir de utanmadan bizi tehdit ediyordu, benim de sinirlerim bozulmuştu.

"Oğlusun." Ateş bir kez daha yineledi ve sinirle gülmeye devam etti.

"İnanmamak senin tercihin Demirkan. Fakat şunu da bilin ki benim sizin canınızla bir işim yok. Annem bir amaç uğruna öldü ve o amaç henüz gerçekleşmedi. Gerçekleşmeden de durmayacağım." Ellerimi yumruk yaptım, tırnaklarımı avucuma batırdım. Elimden geldiği kadar sakin kalmaya çalıştım, öfkeli olmanın hiç kimseye faydası yoktu çünkü.

"Siz o dört duvar arasına gireceksiniz, hayatınızın sonuna kadar orada kalacaksınız. Birbirinizden ayrı ve son nefesinize kadar acı çekerek devam edeceksiniz," dedi, bunun mümkün olduğunu zannediyordu, fakat böyle bir şey söz konusu bile değildi. Tüm kalbimle bir gün herkesin suçsuz olduğumuzu anlayacağına, buna güveneceklerine inanıyorum.

"Sekiz saat sonra yeniden arayacağım Demirkan. Kararını vermiş ol. Eva'yı almak istiyor musun istemiyor musun? Bana net bir cevap vermek zorundasın," dedi ve telefonu kapattı, hemen saate baktığımda öğlenin dördü olduğunu gördüm. Gece on ikide arayacak demek ki diye içimden geçirirken telefon kapandı.

"İnanamıyorum, gerçekten artık inanamıyorum bu olanlara!" dedi Cansu ve koltuğa vurdu. "Kadın öldü, bitti dedik. Bu sefer de oğlu çıktı ortaya!" Söylenmeye devam etti, fakat şimdi bunun sırası değildi.

"Taner'i oradan almamız lazım," dediğimde Savaş bana döndü.

"Öyle bir söylüyorsun ki sanki yoldan geçerken alalım der gibi! Adam karakolda ve biz firariyiz," dedi, haklıydı ama maalesef ki başka şansımız yoktu.

"Peki, başka şansımız var mı?" diye sordum, hiç düşünmeden cevap verdi.

"Yok," dedi, anında yanıtladım.

"O zaman tartışmaya gerek de yok. Olanları değil, olacakları düşünelim ve Taner'i oradan çıkaralım," dedim, Ateş'e baktım. "Sen bir şey söylemeyecek misin?"

"Taner'in onlar için neden önemli olduğunu öğrenmemiz lazım. Onlara karşı bir koz elde etmemiz lazım. Sonrasında Taner'i onlara gönül rahatlığıyla veririz." Afalladım, olaya ortasından dalmıştı. Şu an bu konu ikinci planda kalmalıydı, ilki Taner'i oradan çıkarmak olacaktı.

"Önce Taner'i nasıl alacağımıza karar vermeliyiz, sekiz saatimiz var," dedim, tamamen arkaya döndü.

"Karar vermek için sekiz saatimiz var, uygulamak için değil. Muhtemelen onun için de bir süre verecek bize ama sıkıntı çıkacağını sanmıyorum. Buraya gelirken varsaydığımız ihtimallerden biri de buydu zaten. Taner cezaevine gittiğinde onu oradan çıkarmak karşılığında konuşmasını teklif edecek ve onu oradan çıkaracaktık. Bunu göze almıştık zaten. Bunu kendimiz için değil, onlar için yapacağız şimdi de. Değişen pek bir şey olmadı yani." Böyle deyince ona hak verdim, biz zaten böyle bir şeyi çoktan göze almıştık.

"Erdem ve Doğan'a haber verin, eve dönsünler," dedi Ateş Cansu'ya bakarak ve gözlerini bana çevirdi.

"Sen de Ceyhun'a yaz, planın değiştiğinden bahset ve eğer Taner'i başka bir yere gönderecek olurlarsa hemen bize haber versin," dedi, başımı salladım. O başka bir şey demeyip arabayı çalıştırırken Cansu Erdem'i aradı, ben de Ceyhun'a onun söylediklerini yazdım ve gönderdim. Ben bunu yaparken çoktan yolu yarılamıştık sanki, Ateş arabayı çok hızlı kullanıyordu.

"Biraz yavaş," diye uyardı Savaş ama Ateş'in pek de umurunda olmadı, aynı hızla devam etti. On beş dakika içinde eve ulaştık, arabadan indiğimde midem bulanıyordu. Araba tutmuştu sanırım. Mide bulantımla baş etmeye çalışırken hep beraber eve girdik, Doğan ve Erdem'in de gelmiş olduğunu gördüm.

"Ne oluyor?" diye sordu Erdem ellerini iki yana açarak, sanırım Cansu olanlardan çok fazla bahsetmemişti. "Neden plan değişti? Niye buradayız?" Erdem sormaya devam ederken Ateş ona doğru yürüdü, tam karşısında durdu.

"Beril'in oğlu varmış, ismi Ekin. Biz bunlarla ilgilenirken Eva'yı kaçırdı, karakolun önündeyken de bizi aradı ve Eva karşılığında Taner'i istiyor. Kısacası, her şey beklediğimiz gibi ilerliyor. Hesap edemediğimiz tek şey Taner'i oradan bizim çıkarmamızı sağlamaları. Eva'yı kaçırarak bir adım öne geçtiler. Taner'i teslim ettiğimiz gibi polisin elinden almamız lazım," dedi ve olan biteni kısaca açıklamış oldu.

Gözlerim Doğan ve Erdem arasında gidip geldi, merakla verecekleri tepkileri bekledim. Erdem gözlerini ovalarken nefesini bir kerede dışarıya bıraktı, Doğan da şaşkınca durmaya devam etti.

"Allah aşkına bir şey soracağım," dedi Erdem, elini yüzünden indirdi ve bezmiş bir tavırla konuştu. "Bizim tek bir günümüz şöyle normal, düzgün geçmeyecek mi?" diye sordu, Ateş anında yanıtladı.

"Şu Ekin mi her ne boksa ondan da kurtulalım bitecek," dedi, Doğan güldü.

"Kardeşim ben biteceğini hiç sanmıyorum. Ondan kurtulsak muhtemelen onun bir yerden kardeşidir, arkadaşıdır bir şeyi çıkacak ve o başımıza bela olacak," dedi Doğan, Ateş'in yüzünde tuhaf bir ifade oluştu. Mahcubiyet vardı yüzünde. Her ne kadar hiçbirimiz olanlar yüzünden onu suçlamıyor olsak da bu zamana kadar yaşadığımız her şey onun geçmişinden geliyordu. Herkes bunun farkındaydı ama bu zamana kadar onu suçlayan hiç kimse olmamıştı. Hiçbir zaman da olmayacaktı. Fakat tam da şu an kendini kendi suçluyordu, bunu gözlerinden anlamıştım.

"Tamam neyse ne!" dedi Erdem ve arkasındaki koltuğa oturdu. "Bırakın ne olduğunu da ne yapacağımızı konuşalım. Zaten ihtimallerimizden biri Taner'i kaçırmak değil miydi? O olmuş gibi davranalım," dedi, onun da Ateş gibi düşünüyor olması beni sevindirirken mesaj geldi. Cebimden telefonumu çıkardım, Ceyhun'dan mesaj geldiğini gördüm ve hemen açtı.

Ceyhun: Plan neden değişti?

Ceyhun: Bir sıkıntı mı var?

Ceyhun: Bu arada Taner'i sonuna kadar burada tutacaklar. Gözaltı süresi yirmi dört saat ama kırk sekiz saate çıkarmaya hakları var biliyorsun, deneyeceklerdir.

Ceyhun: Kesinleşirse haber ederim yine de.

Okuduğum mesajların ardından ona bir sorun olduğunu, buraya geldiği zaman anlatacağımı yazdım ve telefonu cebime koydum. "Kırk sekiz saatimiz var," dedim, kesinleşmemiş olabilirdi ama kesinleşmesi de çok uzun sürmezdi. Taner'i gerçekten de sonuna kadar tutarlardı orada. "Gözaltı süresini uzatacaklar. Savcılığa muhtemelen kırk sekiz saat sonra sevk edilecek," diye de açıkladım, Ateş bakışlarını benden çekti.

"Güzel, yeterince vaktimiz var demek ki. Yolda kaçırmak mı cezaevinden kaçırmak mı?" diye sordu, plan aşamasına geçilmişti yine.

"İkisi de çok zor bizim için," dedi Erdem, arkasına yaslandı. Yorgun gibiydi ve bunu belli ediyordu. Ayakta durmak yerine ben de kendime bir yer buldum ve oturdum. "Neredeyse herkes tanıyor bizi, yüzümüz görünmesin diye bin takla atıyoruz evin dışında. Biri tanısa, biz fark etmeden ihbar etse, hepimiz yakalanırız. Gidip de onu bizzat alabileceğimizi düşünmüyorum," dedi, ondan bunları duyduğuma şaşırdım. Çünkü o genelde ne olacaksa olsun yapalım diyen taraf olurdu her zaman.

"Ne yapacağız peki? Kime güveneceğiz?" diye sordu Ateş, düşündüm ve güvenecek birileri var mı diye sorguladım. Fakat bizden başka hiç kimse bize yardım edemezdi.

"Pars var bir tek," dedi Savaş, Doğan bunu duyduğu an gülmeye başladı.

"Pars?" dedi gülmesinin arasından. "Benim abim," diye ekledi ve daha çok güldü. "Polisten birini kaçırmasını isteyeceğiz öyle mi?" derken gülme işini abartmıştı. Pars'ın mesleğine dair hiçbir fikrim yoktu, ne olduğunu bilmiyorum. Doğrusu bu zamana kadar da hiç merak etmedim ama sanırım tam da şu an bu merakım ortaya çıktı. Fakat bir şey sormadım.

"Mümkün değil," dedi Erdem.

"Küçücük bir ihtimal bile yok," diye ekledi Doğan.

"Bahsetmek bile saçmalık olur," diye ilave etti Ateş. Cansu, ben ve bu fikri sunan Savaş da şaşkınca onlara baktık.

"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz bundan?" diye sordum, Doğan elini boş ver anlamında salladıktan sonra konuştu.

"Pars'ı eledik, başka ihtimalleri düşünelim," dedi, Cansu atıldı.

"Aras?" diye sordu, doğru ya o da vardı ve yardım edebilirdi.

"O keskin nişancı, tek başına çalışır. İstesek yardım eder ama tek başına yapabileceği hiçbir şey yok," dedi Ateş, Aras da elenmiş oldu.

"Başka hiç kimse kalmadı gibi." Cansu'nun bu söylediğiyle bir kez daha zihnimi yokladım ve gerçekten de hiç kimsenin kalmadığını fark ettim. Fakat bu çok da umurumda olmadı, çünkü biraz düşünmek aklıma abimin gelmesine, onun yaşıyor olduğunu hatırlamama neden olmuştu.

Başımı hafifçe öne eğdim ve salonda konuşalan konudan kendimi soyutladım. Benim abim yaşıyor. Dört yıl önce toprağa verdiğim abim resmen yaşıyordu. Bizden uzakta, başka bir hayatı vardı. Ne annem ne babam ne de ben bunu bilmiyorduk. Annem ve babam hâlâ bilmiyorlar hatta. Acaba onlara söylemeli miyim? Bir şekilde iletişime geçip anlatmalı mıyım? Bilmiyorum, bunun doğru olup olmadığından emin olamıyorum.

Düşündüğüm şeylerle üzerime hüzün çöktü. Onu ben görmemiş olsam da başka biri gördü. Ben de o başka birinin çektiği fotoğrafla gördüm onu ama hâlâ buna rağmen onun yaşadığına inanamıyorum. Sanki bir rüya gibi geliyor. Bu zamana kadar aslında hep bunu diledim. Abimin yaşamasını, hayatıma onunla devam etmeyi hep diledim. Keşke yaşıyor olsaydı diye kurmuş olduğum binlerce cümlem vardı ve bunu dilerken bile mümkün olmadığını, imkânsız olduğunu bildiğim şey gerçek oldu. Fakat bu tahmin ettiğim kadar iyi hissettirmedi bana. Aksine kendimi kötü hissediyorum. Sebep onun yaşaması değil, sebep bizden uzakta yaşamasıydı. Altından korkunç bir şey çıkacak olmasından çok korkuyorum.

"Mira?" deyip birinin kolumdan dürtmesiyle kendime geldim ve bunun Cansu olduğunu gördüm. "İyi misin?" Gözümün ucuyla Ateş'e baktım ve herkes gibi onun da bana baktığını fark ettim. "Bir saattir sana sesleniyoruz ama duymuyorsun," diye eklediğinde aklıma gelen ilk şeyi söyledim.

"Arabada biraz midem bulandı, şimdi de devam ediyor. Ben bir elimi yüzümü yıkayayım, kendime ancak gelirim," dedim ve ayağa kalktım, söylediklerim hiçbirinin herhangi bir şeyden şüphe etmesine neden olmazken arkama bile bakmadan ayrıldım salondan ve yatak odasına gittim. Söylediğim şeyi yapıp elimi yüzümü yıkamak yerine yatağa gittim, kenarına oturdum ve derin bir nefes aldım. Gerçekten de kendimi iyi hissetmiyorum, bunu dışarıya da belli edemiyorum. Çünkü belli ettiğim zaman herkes bunu farklı konulara bağlayıp yanlış şeyler düşünüyorlardı.

Elimi kaldırdım, gözlerimi ovaladım. Gözlerimin içi yanıyordu. Yorgun değilim, hiçbir şey yapmadım çünkü. Fakat kendimi çok yorgun hissediyorum. Odanın kapısının açılma sesiyle başımı çevirdim, kapıya doğru baktım ve Ateş'i gördüm, kaşları çatıktı.

"Mira," dedi, başımı önüme çevirip ıslak kirpiklerimi kuruladım ve ayağa kalktım, iyi gibi görünmeye çalıştım. Tam da o an daha öncekinden çok daha farklı bir kadın olduğumu fark ettim. "İyi misin güzelim?" diye sordu Ateş ve yanıma geldi.

"İyiyim," dedim, zoraki bir şekilde gülümsedim.

"Miden nasıl?" diye sordu, yüzümü avuçlarının arasına aldı ve sanırım ateşime baktı. O bunu yaparken gözlerimi kapattım, ellerinin sıcaklığıyla huzur buldum.

"Daha iyi," diye de mırıldandım, ellerini yüzümden çektiğinde kendimi boşlukta hissettim. O sıcaklık yok oldu, üşüdüm, buz kestim.

"Gözlerin neden kızarık senin?" diye sordu bu kez de şüpheyle ve gözlerimin içine baktı. Bir tek bu bakışla tüm duygularım gün yüzüne çıktı, gözyaşlarım akmaya başladı. Ateş karşımda şaşkınca kalırken başımı önüme eğdim ve içimden geldiği gibi ağlamaya başladım.

"Güzelim n'oldu?" Sormaya devam etti, ağlamaktan cevap bile veremedim ve bu hâlde olduğum için hem utandım hem de kendime kızdım. Kızdım çünkü o şu an olduğum kadını değil, ilk günlerde tanıdığı kadını sevmişti ve ben karşısında böyle olduğum sürece o benden uzaklaşmaya devam edecekti.

Ben bunları düşünürken beni usulca kendine çekti. Başımı göğsüne yasladı, saçlarımı okşamaya başladı ve benim daha çok ağlamama neden oldu. "Ağla," dedi, şefkatle saçlarımı okşamaya devam etti.

Ağlamamın arasından zorlukla "Kızmıyor musun?" diye sordum, devam etmesini istediğim hâlde başımı kaldırdım ve gözlerine baktım.

"Kızmıyorum," dedi hiç tereddüt etmeden ve ekledi. "Benim kızdığım tek şey gözyaşlarını benden saklıyor olman, ağlıyor olman değil. Ağlamana kızmak için girmedim hayatına, ağladığın her an yanında olmak için girdim. Her anımız birlikte olsun, üzülsek de birlikte üzülelim diye girdim." Onun böyle konuşması daha çok ağlamak istememe neden oldu.

"Eğer ağlarken biri yanında olacaksa o ben olacağım. Yalnız ağladıktan sonra birbirimizin hayatında olmuşuz ne önemi var Mira? Benim tek istediğim her anımızda birbirimizin yanında olmak," dedi, cümlesini tamamladığı ilk an boynuna atıldım ve sımsıkı sarıldım. Başımı da boynuna gömdüm.

"Seni çok seviyorum," dedim, içimden gelen şeyi yaptım ve dudaklarımı boynuma bastırdım, bir kez daha aynı şeyi söyledim. "Her şeyden, herkesten çok seviyorum," diye eklediğimde o da bana sımsıkı sarıldı.

"Ben de seni çok seviyorum güzelim," dedi, oysa bana hissettirdiği şey bunun tam aksiydi ve ben bunu içimde tutmak istemedim. Geri çekildim hafifçe ve gözlerinin içine baktım.

"Gerçekten seviyor musun?" diye sordum, aynı seyi bir kez de gözlerimin içine bakarak söylemesini istedim.

"Gerçekten seviyorum," dedi, boğazım düğüm düğüm olduğundan yutkunduktan sonra konuştum.

"Eskisi gibi mi?" diye sordum, Ateş şaşırdı ve bunu belli etmemeye çalıştı. Fakat bu konuda başarılı olamadı.

"Ne demek şimdi bu?"

"Bazen öyle hissediyorum," dedim, Ateş'in kaşları çatılırken de devam ettim. "Sanki eskiden daha çok..." Devam etmeme izin vermedi.

"Böyle bir şey söz konusu bile değil Mira! Bunu düşünmen bile doğru değil hatta! Ben seni ilk günden daha çok seviyorum. Her gün de biraz daha çok seviyorum," dedi, konuşmak için dudaklarımı araladım ama engel olup devam etti. "Farkındayım, eskisi gibi değil hiçbir şey. Ne sen ne de ben eskisi gibi olamıyoruz," dedi, derin bir iç çekti. "O kadar çok şey yaşadık ki hayatımızdaki aşka zaman kalmadı. Birlikte daha az zaman geçirmeye başladık. Hatta konuştuğumuz şeyler bile bir tek işle ilgili. Seninle ilgilenemedim, ben..." Bu kez de ben devam etmesine izin vermedim.

"Senin hiçbir suçun yok. Ne bu olanlar da ne de ilişkimiz de." Başını olumsuz anlamda salladı.

"Aksine her şey benim suçum Mira," dedi, itiraz etmek için dudaklarımı araladım ama yine devam edip kendisi engel oldu. "Ben olmasaydım, benim geçmişim olmasaydı ya da ben sizin hayatınızda olmasaydım tüm bunların hiçbiri olmayacaktı. Hiçbiriniz benimle birlikte bu bataklıkta olmayacaktınız," dedi, sustum ve devam etmesini bekledim.

"Ne diğerleri ne de sen bu hâlde olamazdınız. Siz benim ailemsiniz. Sen sevdiğim kadınsın, onlar da benim kardeşlerim ve ben hiçbirinizi koruyamadım. Hepinizin hayatını mahvettim. Eğer elimde olsaydı..." Devam etmesine izin vermedim.

"Eğer elinde olsaydı çok daha başka bir hayat sunardın bize. Eğer elinde olsaydı hepimizin mutlu olması için bir şeyler yapardın. Kendini mutsuzluğa mahkûm etmek uğruna mutlu ederdin bizi," dedim, gözlerinde çok anlamlı bir ifade oluştu. Düşüncelerini okumuş gibi konuşmam onu etkilemişti. "Fakat elinden gelmiyor." İşte bu cümlemle yüzü düştü, gözlerine hüzün çöktü. "Ve biz insanız Ateş. Sıradan insanlarız, özel güçlerimiz yok, birer kahraman da değiliz. Elimizden gelmeyen şeyler yüzünden kendimizi suçlamamalıyız. Bu hayatın içinde olmamız senin tercihin değildi, bizi zorla böyle bir hayata çektiler. Tercihini yapmadığın şeylerin sonuçlarından sorumlu olmazsın. Sen de hiçbir şeyden sorumlu değilsin. Biz ne kadar suçluysak olanlarda sen de en az o kadar suçlusun," dedim, anında yanıtladı.

"Sizin hiçbir suçunuz yok." dedi, başımı salladım.

"Biliyorum, senin de yok. Bunu anlatmaya çalışıyorum." Gözlerini kaçırdı, hiçbir şey demedi ve sessiz kaldı. "Bir gün her şey bitecek," dediğimde hangi ara onun beni teselli etmeyi bıraktığını da bu işi benim devraldığımı bilmiyordum. Fakat anladığım tek şey şuydu; her şeye ve herkese rağmen biz birbirimize iyi geliyorduk.

"Bitecek," diye yineledi, tebessüm ettim. Ona doğru bir adım attım ve ellerini tuttum.

"Birer firari olmayacağız bu işin sonunda," dedim.

"Olmayacağız."

"O zamana kadar ne olursa olsun birbirimize hiç kızmayalım, ellerimizi bırakmayalım. Birbirimizi anlayıp yan yana olalım, olur mu?"

"Olur," dedi ve iç geçirdi. "Çok güzel olur hem de," diye ekledi, yüzümdeki tebessüm büyüdü.

"O zaman gelince de şöyle güzel bir tatile çıkalım ve o tatilden bin kat daha güzel sevelim birbirimizi," dedim, buruk bir şekilde güldü.

"Bu da olur," dedi, eli belimi buldu ve kendine çekti beni.

"Söz mü?" diye sordum, hiç tereddüt etmeden cevap verdi.

"Söz," dedi ve hemen devam etti. "Ama şu sevme işini diyorum, biraz daha erkene alsak mı?" Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım, kendimi toparladıktan sonra ona cevap verdim.

"Bilmem olur mu?" diye sordum, anında yanıtladı.

"Olur bence," dedi, biraz daha yaklaştı. Dudaklarım yana kıvrıldı, ben gülümserken öptü beni. Gülümsemem daha da büyüdü. Ellerim boynuna dolandı, öpüşüne karşılık verdim. O gün birbirimiz söz vermiş olduk ve tam da o gün aşkı ertelemiş olduk. Yan yana olacak olsak da, ellerimiz hiç ayrılmayacak olsa da aşk artık bizim için ikinci plandaydı ve içimden bir his sanki artık her şey çok daha kolay olacak diyordu.

Bölüm Sonu!

Merhabaaaaa :) nasılsınız? Neler yapıyorsunuz?

Sizce kendi elleriyle teslim ettikleri Taner'i polislerden alabilecekler mi?

Son sahne hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce aldıkları bu karar daha iyi olmalarını mı sağlayacak? Yoksa her şey daha mı kötü olacak?

Bölümde en sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

Bölümü en iyi anlatan emojiyi buraya bırakabilirsiniz.

Yeni bölümde görüşmek üzere:) iyi bakın kendinize güzellerim ♡

Duyuru ve alıntılar için de sosyal medya hesaplarımı bırakıyorum, oradan da takip edebilirsiniz beni.

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

ÇOK SEVİLİYORSUNUZ.♡

Loading...
0%