Yeni Üyelik
95.
Bölüm

94.BÖLÜM "KAYBEDİLEN SAVAŞLAR"

@gizzemasllan

Selam suç ortaklarım :)

Bir önceki bölüme gelen yorumlarınız için çok teşekkür ederim.♡ Bu bölüm için yorumlarınızı da sabırsızlıkla bekliyorum.

Başlamadan önce yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz.

Ben de buraya sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum :)

Keyifli okumalar.♡

94. BÖLÜM "KAYBEDİLEN SAVAŞLAR"

Hayat, kocaman bir sınavdı. Başmıza gelen her şey aslında bizi sınamak için karşımıza çıkmış bir engeldi. Artık buna tüm kalbimle inanıyorum ve biz, o sınavdan defalarca kez geçtik. Her seferinde başarıyla, başımız dimdik ve gururla çıktık o sınavdan. Tabii her seferinde düşsek de canımız yansa da kötü şeyler yaşamış olsak da kazanan taraf biz olduk. Fakat şimdi o sınav bizi hiç olmayacak kadar zorluyor, canımızı daha çok yakıyordu. Bu aslında sorun değildi hiçbirimiz için, buna alışmıştık ama yorgunduk da. Tabii üzerimizde biraz bezmişlik de vardı ama buna rağmen herkes her şeyini ortaya koyuyor, tüm gücüyle bu işe asılıyordu. Fakat bu kez var olan bilinmezlik hissi bizi her şeyden fazla yıpratıyordu.

"Ne düşünüyorsun?" Gelen bu soruyla başımı çevirdim ve şoför koltuğunda oturan Ateş'e baktım.

"Her zamanki şeyler."

Tek kaşını kaldırdı. "Neymiş her zamanki şeyler?" Son günlerde çok meraklı biri olmaya başlamıştı.

"Olanlar," dedim sadece, bu onun için yeterince açık bir cevap olurken başımı çevirdim ve arka koltukta oturan Cansu'ya baktım. "Savaş'tan bir haber var mı?"

Başını telefonundan kaldırdı. "Hayır." dedi bir tek, gözlerimi hemen önümüzde park hâlinde duran Erdem'in arabasına çevirdim. Orada da Erdem ve Doğan vardı. Evden çıktığımızdan beri de Savaş'a ulaşmaya çalışıyorduk ama telefonu kapalıydı. Bu işi Cansu'ya devretmiş ve sürekli onun aramasını istemiştik ama henüz bir haber yoktu.

"Korkmaya başladım," dedim, Ateş'in bakışları yeniden beni buldu.

"Korkulacak bir şey yok, kafasını dinlemek istemiştir belki biraz," dedi sadece ve ileriye doğru baktı. O, bunu yapınca ben de baktığı yere çevirdim gözlerimi ve bir saatir izlediğimiz evden orta yaşlı bir kadınla çocuğun çıktığını gördüm.

"Çıktılar sonunda," dedim, rahatsız ettiği için belimden çıkarıp dizlerimin üstüne koymuş olduğum silahı yeniden belime yerleştirdim.

"İş sizde," dedi Ateş, başımı salladım ve arabadan indim. Hemen peşimden de Cansu indi ve kadının peşine düştük. Bunu yaparken montumun kapüşonunu taktım, fermuarı da çekebildiğim kadar yukarıya çekip yüzümü sakladım. Cansu da benden farksızken kadının peşinden yürüdük. Beş dakika sonra girdiğimiz yer küçük bir market oldu. Kadın reyonların arasında gezinirken biz de sanki bir şeyler alacakmış gibi geziniyor ama peşinden yürüyorduk.

"Anne, cips alalım lütfen! Anne, lütfen!" dedi küçük çocuk ve annesinin eteğini çekiştirdi. Dikkatle onları izlemeye devam ederken kadın, çocuğu usulca yanına çekti.

"Olmaz oğlum, başka zaman. Şimdi akşam yemeği için bir şeyler almamız lazım," dedi, çocuk biraz ağlayıp sızlasa da en sonunda savaşı anne kazandı ve sadece akşam yemeği için sebze ve birkaç bir şey alıp marketten çıktılar. Peşlerinden çıkmadan hemen önce Cansu'yla elimize gelen abur cuburların hepsini aldık, şüphe çekmeden ücreti ödedik ve marketten ayrıldık. Koşar adımlarla gittik, biz kadını yakalayana kadar o çoktan eve girmişti bile. Evin önüne elimizdeki poşetleri bıraktık, zile bastık ve koşarak bizi bekleyen arabaya gittik, bindik. Bunu yaptığımızdan Ateş bize şaşkınca bakıyordu.

"Ne yaptınız?" diye sordu, o bunu sorarken peşinde olduğumuz kadın kapıyı açtı. Poşetleri gördü, şaşkınca kaldı. Ardından etrafa bakındı, şaşkın olduğu her hâlinden belli olurken poşetleri karıştırdı, şaşkınlığı daha da arttı. Sonra çocuk geldi, aldıklarımızı gördü, sevindi falan derken Ateş koluma dokundu.

"Mira," dedi, bakışlarım hemen onu buldu.

"Efendim?"

"Ne yaptınız diye sordum?" diye sorusunu yineleyince konuşmaya başladım.

"Durumları çok kötü, kadın çocuğuna cips bile alamadı yemeklik bir şeyler alacağım diye. Muhtemelen mahkûm olan kocası da onların bu hâlde olduklarını biliyorlar. Yüklü miktarda para teklif edersek hiç tereddüt etmeden yapar istediğimizi," dedim, Ateş büyük bir dikkatle dinlemişti beni ve evet, takip ettiğimiz kadın cezaevinin aşçısının eşiydi, yanındaki da çocuğuydu.

"Peki, bunu anladım da eve ne bıraktınız?" diye sordu, gözümün ucuyla eve baktıktan sonra ona döndüm.

"Çocuk annesinden cips istedi, kadın da alamadı. Biz de Cansu'yla alıp bırakıp kaçtık işte ama görmedi hiç bizi, şüphe de etmedi. Sorun yok yani," dedim, dudakları yana kıvrıldı. Bir Cansu'ya bir de bana baktığında yaptığımız şeyin hoşuna gittiğini anladım.

"İyi yapmışsınız," dedi, eşzamanlı olarak telefonu çaldı. Cebinden çıkardığı telefona gözümün ucuyla baktığımda Erdem'in aradığını gördüm. Ateş hemen açtı, olanı biteni anlattı. Erdem de ona her ne söylediyse başka bir yere gitme kararı aldılar ve aynı anda iki araba da çalıştı. Ateş, telefonu kulağından indirdiğinde nereye gittiğimizi sordum ve "Aşçının yanında yardımcı olarak çalışan biri daha vardı, o adamın ailesinin evine gidiyoruz." cevabını aldım. Bu cevaptan yaklaşık bir saat sonra o evdeydik ve ev hiç de beklediğimiz gibi bir yer değildi.

"Bir şeyler öğrenmek için takip etmeye bile gerek yok," dedi Ateş ve eve dikkatle bakmaya devam etti. Yıkık dökük bir yerdi, buraya gecekondu bile denilmezdi hatta.

"Durumları diğerlerinden daha kötüymüş," dedim, içime bir hüzün çöktü. O an adamın ne için ceza almış olduğunu da merak ettim ama bu çok da önemli bir şey değildi.

"Eğer ailesini seviyorsa ve düşünüyorsa bu teklifi her şartta kabul eder," dedi Ateş.

Onu onaylamak için başımı salladım. "Aynen öyle." Bunu derken öndeki arabanın kapısı açıldı, Erdem içinden indi ve bize doğru geldi. Bunu fark eden Ateş kendi tarafının camını indirdi.

Erde, o tarafa geldi ve arabanın üstüne elini koydu, içeriye doğru eğildi. "Cevap gözümüzün önünde duruyor zaten, beklemeye ya da takip etmeye gerek yok."

"Biz de tam onu konuşuyorduk." dedi Ateş ve devam etti. "Sıkıntı çıkacağını sanmıyorum."

"Aynen öyle. Aras'la konuştum bu arada, bizi bekliyor. Bana konum attı, önden gidiyorum, takip edin," dedi Erdem, Ateş yine başını sallamakla yetindi.

O an Erdem'in gözünün ucuyla Cansu'ya baktığını fark ettim. Bunu yaptıktan hemen sonra da geri çekildi ve arabasına gitti. Çaktırmadan arkaya baktığımda Cansu'nun hiç bu tarafa bakmadığını fark ettim. Muhtemelen Erdem'in de dikkatini çeken bu olmuştu ama hak ediyordu da. Günlerdir kızdan uzak duran kendisiydi, bunu fark etmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Sanırım şimdi de bu işi Cansu yapıyordu ve Erdem bundan pek de memnun değildi. Tabii alıştı kızın sürekli peşinde olmasına, tuhaf geliyor bu durum. Fakat aldığım izlenim tam olarak şu yönde; eğer Cansu böyle yapmaya devam ederse Erdem'in pes edip de onun peşine düşmesi çok yakındı.

Ben bunları düşünürken çoktan o evin önünden uzaklaşmış, yola çıkmıştık bile. Zaten yaklaşık kırk beş dakika sonra da eski fabrikaların olduğu bir yere gelmiş, oradaki bir deponun önümde durmuştuk. Arabalardan inip de içeriye girdiğimizde içerinin aydınlık olduğunu fark ettim. İnce uzun bir yerdi ve kapının tam karşısında bir masa vardı. Masanın sağında da eski üçlü bir koltuk duruyordu ve şu an o koltuğun ortasında Aras oturuyor, silahını temizliyordu. Fazlasıyla dalmış olduğu için bizi fark etmezken Ateş yalandan öksürdü, ancak o zaman fark edildik.

"Ooo hoş geldiniz," dedi, gözlerim deponun beton duvarlarında gezindi ve her yerde silah olduğunu fark ettim. Hepsi de bir keskin nişancıya yakışır silahlardı. "Ben de siz gelene kadar biraz benimkiyle ilgileneyim dedim," dedi ve elindeki silahı gösterdi. Ardından ayağa kalktı, silahı oturduğu koltuğa bıraktı. Silah o kadar büyüktü ki şu an o koltuktaki iki kişilik yeri kaplıyordu. "En son kaçıyordunuz," dedi ve güldü, gözünün ucuyla bana baktı. Neden kaçmadığımızı sanırım çok iyi biliyordu.

"Boş ver şimdi bunları, bir şey yapman gerekiyor," dedi Ateş, Aras ellerini cebine koydu.

"Siz hâlâ bana güveniyor musunuz ya?" diye sordu, bunu derken sesi sıkıntılı çıktı. "Oğlum bu hâlde olmanız biraz da benim suçum," dediğinde Ateş kaşlarını çattı.

"Ne senin suçun ne de bizim, hiçbirimizin değil. Ayrıca olan oldu bir kere ve güvenmiyor olsaydık herhâlde buraya kadar gelmezdik," dedi Ateş, Aras iç çekti.

"Siz de haklısınız," dedi ve cebinden bir paket sigara çıkardı. O sigaradan bir kendisi, bir Ateş bir de Erdem yaktı ve hem içip hem konuşmaya başladılar.

"Aşçılarla birinin iletişime geçmesi gerekiyor."

Aras güldü. "O şanslı kişi ben oluyorum sanırım."

Ateş başını salladı. "Aynen öyle, sen oluyorsun. Çünkü biz cezavine görüş için gidip de konuşacak durumda değiliz."

Aras'ın dudakları yana kıvrıldı. "Biliyorum, hepiniz firarisiniz," dedi, bunu neden gülerek söyledi anlamadım.

"Komik mi lan?" diye sordu Erdem, fakat öyle kızar ya da tersler gibi bir hâli yoktu.

"Valla kardeşim komik desem sanki üzerime atlayacakmışsın gibi hissediyorum," dedi, Erdem de ağzının içinden bir şeyler söyledi. "Her neyse," dedi Aras ve devam etti. "Benlik bir sıkıntı yok, gidip konuşurum."

Rahat bir nefes aldım.

"Para teklif edeceksin," dedi Ateş, Aras anında sordu.

"Bunun tutacağından emin misiniz? Paraya ihtiyaçları var mı?" diye sordu, anında yanıtladım.

"Ailelerini araştırdık, hatta oradan geliyoruz. Durumları hiç iyi değil, birinin ki hatta bayağı kötü. Kabuk edeceklerinden hiç şüphemiz yok," dedim, Aras'ın bakışları beni buldu.

"Çok güzel o zaman, siz işi halletmişsiniz zaten. Ben de bir görüşme ayarlar, giderim yanlarına," dediğinde Ateş hemen araya girdi.

"Biz ayarladık bile, yani avukat ayarladı," dedi, şaşkınca kaldım. Avukatla konuşuyor muydu? Demek ki gerçekten de ona sadık bir adammış bu avukat. Yoksa çoktan onu yakalatmış olurdu.

"İyi, saat kaçta?" diye sordu Aras, Ateş yine anında yanıtladı.

"Saat yok, kaçta gidersen alacaklar," dedi, Aras yanımızdan ayrıldı ve sigarasını söndürdü. Hemen ardından da koltuğun kenarına atmış olduğu montunu aldı, üzerine geçirdi. Daha sonra da telefonunu ve arabasının anahtarını aldı, cebine koydu ve yeniden yanımıza döndü.

"Hazırım bile, gidelim," dedi, hep beraber depodan yeniden çıktığımızda sonunda Ateş ve Erdem de sigaralarını söndürmüş oldular ve sigara kokusundan kurtulduk.

"Siz bu kadar şeyi ayarladınız ama Taner'in o cezavine gideceğinden emin misiniz? Başka bir yere göndermesinler?" diye sordu, ben emin değildim ama Ateş ve Erdem eminlerdi. Biz de onlara güvenmiştik işte.

"Eminiz, sıkıntı çıkmayacak," dedi Ateş.

Omuz silkti Aras. "İyi, öyle olsun," dedi ve yeniden arabalara bindik. Bu sefer iki araba olarak değil de üç araba olarak yola çıktık ve bahsedilen cezaevinin önüne ulaştık. Aslında içinde bulunduğumuz durum çok tuhaftı. Adam daha cezaevine girmeden biz onu kaçırmak için plan yapmış, hatta harekete bile geçmiştik.

Aras, cezaevinin önünde dururken biz epey bir uzakta durduk ve yine beklemeye başladık. Artık elimiz kolumuz bağlı olduğu için elimiz kolumuz hep bir başkaları oluyor, biz de bir köşede onları bekliyorduk. Tıpkı şimdi olduğu gibi ve sanırım uzun bir zaman da olacağı gibi.

"Umarım her şey yolunda gider," diye mırıldandı Cansu. "Umarım," dedim ben de ve ellerimi göğsümün altında birleştirdim, arkama yaslandım. Hiç konuşmadık, konuşacak bir şey yoktu çünkü. Bu yüzden sessizce bekledik. Ne kadar geçti aradan bilmiyorum ama epey bir geçti. Sabırla beklemeye devam ettik. Aras artık bir haber versin diye içimden geçirirken korna sesi duydum, başımı yana çevirdim ve yanımızdan geçen Aras'ın arabasını gördüm.

"Çıkmış," dedi Ateş ve arabayı çalıştırdı, peşine takıldı. Erdem de bizim peşimizden gelirken trafik ışıklarında üç araba yan yana durduk. Ortadaki araba Aras'a aitken onun sağında Erdem, solunda da biz vardık. Dikkatle yan tarafa doğru baktım. Aras arabasının ön iki camını da aynı anda indirdi ve bir Erdem'e bir de bize doğru baktı.

"Birer milyon dolar istediler," dedi ve Ateş'e odaklanarak ekledi. "Kabul ettim," dediğinde derin bir nefes aldım. Taner için resmen bir milyonlar gidiyordu.

"Eyvallah," dedi Ateş, paranın miktarı zerre umurunda olmadı.

"Diğer her şeyi de bir bir konuştum. Taner ilk yemeğinde zehirlenecek. Onun yemeği özel olacak, onunla birlikte diğerlerine de aynı şey olacak ama daha hafif bir şekilde atlatacaklar. Muhtemelen onlar revirde tedavi edilir, Taner'i hastaneye gönderirler., dedi, tam da istediğimiz gibi halletmişti işleri. "İki adamın da ailesine bugün beşer yüz bin dolar göndereceksiniz. Bunu garanti olarak aldıktan sonra işi yapacaklar. Başarırlarsa da geri kalan parayı vereceksiniz," dedi, o sırada sarı ışık yandı. "Gerisi de siz de artık." dedikten sonra da yeşil ışık yanmış olduğundan camları kaldırdı, gaza bastı ve uzaklaştı. O giderken Ateş ve Erdem de gaza bastı.

"Her şey yolunda gitmiş gibi," dedim, Cansu mutlu olduğunu belirtirken Ateş sessiz kaldı. Yarım saat sonra karakolun yakınlarında bir yerlerdeydik. Artık geriye Taner'in karakoldan ayrılması, savcılığa gitmesi ve tutuklanması kalmıştı. Bu yüzden de yine beklemekten başka şansımız yoktu.

"Hayatımız bekleyerek geçiyor," diye söylendi Cansu ve sıkıntıyla ofladı, hiçbir şey diyemedim, çünkü bu durumdan ben de muzdaribim artık.

"Yapacak başka bir şey yok, içeriye girip de adamı bizim savcılığa götürecek hâlimiz yok," dedi Ateş, Cansu'nun iç çektiğini fark ettim.

"Zamanında onu da yapıyorduk," dediğinde ona döndüm, hüzünlü bir ses tonuyla konuşmaya devam etti. "Şimdi de onu yapanlardan kaçıyoruz, tuhaf bir hayat."

"Öyle," demekle yetindim, başka ne diyebilirdim ki zaten?

"Can sıkıcı," dedi Ateş de, şaşırdım. İlk defa böyle bir konuya yorum yapıyordu.

"Öyle," dedi Cansu da, aramızda geçen tek konuşma bu oldu ve yine sessizlik oldu. On dakika süren bu sessizliği bozan Cansu'nun çalan telefonu oldu. İstemsizce ona döndüğümde "Savaş arıyor," dedi, rahat bir nefes aldım. Neyse ki iyiydi ve arıyordu sonunda. Cansu telefonu açtı, sesi hoparlöre verdi.

"Sonunda Savaş," dedi açar açmaz.

"Ne oldu? Niye aradın bu kadar?" diye sordu Savaş gayet rahat bir tavırla.

"Niye aradın mı? Hepimiz çok merak ettik seni. Kaç oldu aradım ama açmadın," dedi, merakla Savaş'ın vereceği cevabı bekledim.

"İşim vardı biraz, telefonun da şarjı bitmiş. Zorla bir şarj bulup da açtım telefonu. Neyse boş ver şimdi beni, siz ne yaptınız? Bir şeyler oldu mu?" diye sordu, kaşlarımı çattım. Ciddi ciddi bir şeyler vardı bunda, artık ben de buna inanmaya başlamıştım.

"Neredesin sen?" diye sordu Ateş sesini duyurmak için biraz yüksek bir ses tonuyla.

"Eve geçiyordum şimdi ama siz neredeyseniz söyleyin, oraya geleyim," dedi, Ateş ona karakolun önünde olduğumuzu söylediğinde de geleceğini belirtti, Cansu telefonu kapattı.

"Var bir şeyler belli," dedi Ateş, bir yorum yapmak istemedim ve sessiz kaldım. Tam o sırada karakoldan çıkan Ceyhun'u gördüm.

"Ceyhun çıktı," dedim, Ateş o tarafa döndü ve o da gördü. Ardından da yaptığı şey birkaç kez kornaya basmak, camı hafifçe indirip elini çıkarmak ve buradayız dercesine sallamak oldu. Ceyhun da bunu fark edince yanımıza doğru geldi. O tamamen geldiğinde Ateş camı kaldırdı. Ceyhun arkaya bindi.

"Hiçbir şey olduğu yok, yarın sabah erkenden savcılığa gönderilecek. Bugün tüm gece gözaltında kalacak," dedi, sıkıntıyla ofladım. Burada beklemenin bir anlamı yoktu yani.

"Başka?" diye sordu Ateş, Ceyhun arkasına yaslandı.

"Hiçbir şey yok, adam su istemek için bile ağzını açmıyor. Resmen mühürlemiş ağzını ve keyfi gayet yerinde. Sizin de dediğiniz gibi bir şeye güveniyor, kurtulacağına emin," dedi, tabii ki de Ekin'e güveniyordu. Her ne biliyorsa ya da elinde her ne varsa Ekin o yüzden onu oradan çıkarmak için her şeyi yapacaktı, bundan eminim. İlk olarak da Eva'yı kaçırarak bizimle bunu yapmaya çalışmıştı. Biz başarısız olsak bile onu oradan çıkarmak için bir şeyler yapacaktı ama bizim başarısız olmak gibi bir şansımız yoktu. Çünkü Eva'yı kurtarmamız gerekiyordu.

"Gidelim o zaman," dedi Ateş.

"Ben arabama geçeyim, bir sıkıntı çıkarsa ararsınız," dedi, Ceyhun tam arabadan inecekken Ateş ona döndü.

"Akşam yemeğe gel," dedi, şaşkınca kaldım. Ateş Ceyhun'u yemeğe mi çağırdı? Ciddi ciddi yaptı mı bunu? Onun bunu yapması pek de mümkün değil gibiydi ama yaptı resmen bunu.

"Yemek?" diye sordu Ceyhun, gözünün ucuyla bana baktıktan sonra yeniden Ateş'e döndü. "Olur," dedi bir tek ve arabadan indi. O kapıyı kapatırken Ateş'e baktım.

"Bir şey mi oldu?" diye sordum, bakışları beni buldu.

"Olmadı," dedi bir tek ve arabayı çalıştırdı.

"Ceyhun'u yemeğe çağırdın farkında mısın?"

Başını salladı. "Farkındayım Mira."

Cansu'ya baktığımda onun da şaşkın olduğunu fark ettim. "İyi misin peki?" diye sordum bu kez de, bana döndü.

"İyiyim Mira, bir şey olduğu da yok, başka bir sebep de yok. Yardım ediyor sonuçta bize, ben de arayı düzeltiyorum," dedi ama buna hiç de inanasım gelmedi. İçimden bir ses bu işin içinde başka bir şey var derken onun beni yanlış anlamasını istemediğim için sustum. Eve ulaştığımızda artık hava kararmış, akşam olmuştu. Yoldayken yeniden Savaş'a haber verip eve geçtiğimizi söyledik. Eve girdiğimizde zaten onun da evde olduğunu gördüm. Salonda Uras'la birlikte oturuyorlardı.

"Sonunda karşı karşıya gelebildik," dedi Ateş ve Savaş'ın yanına gitti, oturdu. "Sıkıntı ne?" diye sordu, o sırada eve Doğan ve Erdem de girdi.

"Ooo Savaş Bey de buradaymış sonunda," dedi Doğan ve geçip bir yere oturdu.

"Abi hayırdır ne oluyor size?" diye sordu Savaş ve gayet rahat bir tavırla ayak ayak üstüne attı. "Niye hepiniz bir şey olmuş gibi davranmaya başladınız bir anda?"

"Çünkü sen bir şey olmuş gibi davranmaya başladın," dedim anında, bakışları beni buldu.

"Bir şey olduğu yok, sakin olun," dedi, hâlâ üzerinde olan montunu çıkardı, koltuğun kenarına bıraktı. "Her şey yolunda. Ayrıca madem çok merak ediyorsunuz, hastaneye gittim."

Kaşlarımı çattım, hastane mi? "Neden?" Bunu soran Cansu oldu, Savaş hemen anlattı.

"Göğsümde bir ağrı vardı kaç gündür, rahatsız etmeye başlamıştı artık. Bir şekilde ayarladım, hastaneye gittim. Hastaneye gitmek bile kolay değil bizim için artık. O yüzden biraz uzadı işim ama hallettim neyse ki. Şimdi size söylesem sabah bin tane soru soracaktınız. Ben de gidip bir başıma hâlettim işimi, siz de işlerden geri kalmadınız hiç değilse." Şimdi böyle deyince de mantıklı gelmişti söylediği şey.

"Eee ne oldu? Niye ağrıyormuş?" diye sordu, Savaş aynı rahatlıkla devam etti.

"Önemli bir şey değilmiş, soğuklardan dedi doktor," dedi, ne yani gerçekten de bu kadar basit bir şey miydi? "Geçenlerde grip olmuştum, geçti dedim ama geçmemiş meğerse. Göğsüm de o yüzden ağrıyormuş, doktor birkaç ilaç verdi, bir haftaya kadar geçer dedi," diye açıkladı, herkes dikkatle onu dinlemişti. Gözlerimi Savaş'tan çektim, diğerlerine baktım ve hepsinin yüzünde küçük de olsa bir şüphe gördüm. Fakat bu şüpheli ifadeler Ceyhun'un eve girmesiyle yok oldu.

"İyi akşamlar," dedi Ceyhun ve yanımıza geldi, herkes ona karşılık verirken geleceğinden haberleri olduğu için de hiç kimse şaşırmadı. Ceyhun boş bir yere otururken Savaş konusu kapanmış oldu ve Taner'le ilgili konuşmaya başladılar. Bir on dakika falan sürdü bu konu, ardından da kapandı. Onlar başka bir şeyden konuşurlarken adamların getirmiş olduğu hazır yemekleri Cansu'yla birlikte tabaklara koyduk, masayı kurduk. Hep beraber güzel bir yemek yedik. Hâlâ Ceyhun'un burada oluşunun şaşkınlığını yaşarken yemeğin ardından salona geçtik ve bu gece yapılacak hiçbir şey olmadığından salonda oturup çay içerken yarın hakkında konuşmaya başladık.

"Eee halledebildiniz mi bugün her şeyi bari?" diye sordu Savaş, Cansu ona tüm gün yaptıklarımızı anlattı. O da dikkatle dinledi ve keyiflendi. "Çok güzel, yarın her şey yolunda gidecek o zaman."

"Umarım," diye mırıldandım sadece ve yine konu değişti çok çabuk. Yine çok başka şeylerden konuşmaya başladılar. Zaman akıp gitti, vakit geçti. Gece yarısı oldu, kimse kalkıp da yatmadı ama ve oturup konuşmaya devam ettiler. Ceyhun da gitmedi, o da oturdu ve sohbetleri giderek koyulaştı. Fakat onların sohbetleri beni sarmadı, ayağa kalktım.

"Çok uykum var, ben biraz uyuyacağım," dedim, hepsi iyi geceler derken de yatak odasuna doğru yürüdüm. Odaya girdiğimde ilk işim banyoya girmek oldu. Askıda kalmış olan pijamalarımı giydim. Ardından da elimi yüzümü yıkayıp diğer işlerimi hâllettim ve çıktım. Salonda ne konuşulduğunu hiç düşünmeyip yatağa girdim, uzandım ve uyumaya çalıştım. Çok uykum vardı, fiziksel bir yorgunluğum yoktu ama zihinsel olarak yorgundum ve uyumak istiyordum. Fakat bir sağa bir sola dönüp durmama rağmen bir türlü uyku tutmadı. Buna rağmen kendimi zorlayıp uyumaya çalıştım ama olmadı. Belki biraz temiz hava alırsam iyi gelir diye düşünüp çıktım yataktan ve gidip pencereyi açtım.

Temiz hava yüzüme çarptı, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Tahmin ettiğim gibi bu daha iyi hissetmeme neden olurken evden çıkan Ateş ve Ceyhun'u gördüm, kaşlarımı çattım. İkisinin de elleri ceplerindeydi ve yan yana yürüyorlardı. "Nereye gidiyor bunlar ya?" diye sordum kendi kendime ve hiç tereddüt etmeden kapıya doğru yürüdüm. Odadan çıkmadan önce montumu aldım, giydim. Salona uğramadan evden çıktım. Bahçede hızlı hızlı yürüdüm, evden de çıktık. Ateş ve Ceyhun'u ileride gördüm, ikisi de beni görmezken yanlarına gittim.

"Boşuna yalan söyleme," dedi Ateş, olduğum yerde kaldım, daha fazla yaklaşmadım onlara. Kendimi fark ettirmek için de hiçbir şey yapmadım, dinlemeye devam ettim.

"Yalan söylediğim yok Ateş," dedi Ceyhun, kaşlarımı çattım. Ne hakkında konuşuyorlardı? Ateş Ceyhun'un ne hakkında yalan söylediğini düşünüyordu? Zihnimin içinde bu sorular dönüp dururken konuşma devam etti.

"Ceyhun, bana yalan söyleme! Zaten sinirimi bozuyorsun, bu şekilde biraz daha bozma!" diye kızdı Ateş, daha çok merak ettim neyden bahsettiklerini ve sessizce durmaya devam ettim. Hayatım yeterince karışık değilmiş gibi, her şey mahvolmamış gibi, dünya hepimizin olduğu gibi benim de başıma yıkılmamış gibi tüm bunları bir kez daha yaşamama, güvendiğim bir kişiyi daha kaybetmeme neden olacak ve bana yepyeni bir yıkım yaratacak o cümle döküldü Ateş'in dudaklarından.

"O kadının, Nilüfer Çiçek'in, oğlu olduğunu biliyorum."

Damarlarımda akan kanın bile soğuduğunu hissederken olduğum yerde öylece kaldım.

İnsan kime güvenmeliydi bu hayatta? Kim ona yalan söylemez? Kim ona ihanet etmezdi? Artık bu soruların cevabını bilmiyorum ve düşünmek de kendime bir cevap vermeme yeterli olmuyor. Ben bile birilerine ihanet etmiş, birilerinin canını yakmış, kalbini kırmışken kimden bunu yapmamasını beklemeliydim? Yoksa hiç beklememeli ve hayatımı birilerine güvenmeden mi geçirmeliydim?

"Ateş, Mira bunu sakın bilmesin," dedi Ceyhun, sesimin çıkarmadım ve onlardan uzakta durup onlara bakmaya devam ettim. Hâlâ benden saklamayı düşünüyordu. Yalan söylemeye ve beni kandırmaya devam etmeyi düşünüyordu.

"Sebep?" diye sordu Ateş, sahi o ne yapacaktı? Bu yalana ortak mı olacak? Yoksa bana her şeyi anlatmak için Ceyhun'un yanından ayrılacak mıydı?

"Sebebin ne olduğunu sen de ben de çok iyi biliyoruz Ateş." Ceyhun'un vermiş olduğu bu cevap kaşlarımı çatmama neden oldu. Ne demekti bu? Neydi sebep? İkisinin bilip de benim bilmediğim ne olmuş olabilirdi?

"Mira bunu bildiğim hâlde saklamamdan hiç hoşlanmayacak ve benim senin için onun hoşlanmayacağı bir şey yapmaya hiç niyetim yok," dedi Ateş, bu cevap duymayı beklediğim bir şey değildi. Ciddi ciddi böyle mi düşünüyordu yoksa Ceyhun'u sinir etmek için verilmiş yalan bir cevap mıydı?

"Benim için değil, onun için susacaksın," dedi Ceyhun bu kez de. Derdi neydi bunun? Neden böyle konuşuyordu? Sanki ben öğrendiğim zaman çok büyük bir şey olacakmış gibi davranıyordu ama öğrendim ve hiçbir şey olmadı, olmayacak da. Ne olabilir ki? Onu hayatımdan uzaklaştırmak dışında ne yapabilirim ki? Her ne düşünüyorsa yanılıyordu ve birazdan o da bunu anlayacaktı.

"Niye sakladın?" diye sordu Ateş, onun söylediklerine karşılık bir şey söylemeyip konuyu değiştirmişti.

"Öyle olması gerekiyordu." Ceyhun'un verdiği tek cevap bu oldu ve bu tamamen saçmalıktan ibaretti.

"Sebep?" Ateş yine sordu ama Ceyhun bu kez ona cevap veremedi. O an düşündüğüm tek şey babam oldu. Onunla konuşurken, ona güvenirken, onunla bana bir mektup gönderirken gerçeği biliyor muydu? Bilmemesi saçmalık olmaz mıydı? Çocuğunun bile olduğu bir kadının oğlu olduğundan haberinin olmaması anormal olmaz mıydı? Tabii ki biliyordu, biliyor ve ona güveniyordu. Bu düşünceler daha fazla burada sessizce durmama engel oldu ve onlara doğru bir adım attım. Karanlıkta hâlâ beni fark etmezlerken de fark etmelerini konuşarak sağladım.

"Cevap vermeyecek misin?" diye sorduğum an ikisinin de bakışları beni buldu, ikisi de karşımda şaşkınca kaldılar. Fakat Ceyhun'un gözlerinde tuhaf bir şeyler daha vardı.

Korku ve endişe gibi.

Onu bu duygulara sürükleyen şeyin ne olduğunu merak ederken yanına gittim ve karşısında durdum. Ateş hemen yanımda kalırken de Ceyhun'un gözlerinin içine baktım.

"Seni dinliyorum, neden bunu benden sakladın?" diye sordum sakince, olay çıkarmak gibi bir niyetim yoktu. Bu doğru değildi zaten. Çünkü olay çıkarmamın bana da onlara da hiçbir faydası yoktu. Sadece sakin olmak, onunla da bu sakinlikle konuşmak istiyorum.

"Mira," dedi şaşkınca ve gözlerini Ateş'e çevirdi, onun bir şeyler yapmasını bekler gibiydi. Ben de onun gibi sağımda kalan Ateş'e gözümün ucuyla baktığımda fazlasıyla memnun olduğunu gördüm. Kendisi söylemeden benim öğrenmiş olmam bayağı hoşuna gitmiş gibiydi.

"Cevap bekliyorum," dedim, Ceyhun sonunda gözlerini Ateş'ten çekti ve bana baktı.

"Duymuşsun zaten," dedi ve iç çekti, bundan hiç mutlu olmadı.

"Evet, senin o kadının oğlu olduğunu duydum," dedim ve bilerek üstüne basa basa ekledim. "Babamın, anneme tercih ettiği ve hepimizin hayatını mahveden kadının."

Kaşlarını çattı. "Sinirli olabilirsin ama o benim annem Mira!" dedi, sesi uyarıcı çıktı.

Söylediği şeyi göz ardı ederek "Neden hayatıma girdin?" diye sordum, bunun tesadüf olduğuna inanmam mümkün değildi.

"Bir sebebi yok, her şey..." Sözünü kestim.

"Tesadüf deme, asla inanmam," dedim, söyleyeceği her şeyi ağzına tıkmış oldum.

"Tesadüf değil," dedi anında ve devam etti. "Polistim, çalışmak istediğim tek yer şu an olduğum yerdi ve orada sen varsın diye vazgeçmedim. Oraya girene kadar uğraştım ben de ve başardım. Doğru, ilk günden beri seni tanıyorum ama hayatına senin için bir şeyler yapmaya ya da ne bileyim birileri benden bunu istediği için girmedim. Hatta benim için diğerlerinden tamamen farksızdın da." dedi, onunla tanıştığım ilk günleri düşündüm. Gerçekten de benimle konuşmak, olmak ya da bir şeyler yapmak için özel bir çaba hiçbir zaman sarf etmemişti.

"Zamanla iyi anlaşmaya başladık, bu benim için sorun değildi. Dediğim gibi diğerlerinden farksızdın benim için," dedi, gözlerim istemsizce Ateş'e gitti ve sinirli olduğunu gördüm. Ceyhun'un son sözleri onu kızdırmış gibiydi.

"Babanı tanıyordum zaten. Sonra tüm bu olanlar yaşanınca benimle görüşmek istedi. Normal bir zamandan görüştüğüm biri değildi. Annemin ısrarıyla kabul ettim, gittim yanına. Benden istediği tek şey yanında olmamdı. Fakat o istedi diye değil Mira, ben bir arkadaş olarak seni sevdiğim için yanında olmaya karar verdim. En başından beri bu böyleydi, hep de böyle kalacak benim için. Biliyorum bana inanmayacak ve seni kandırdığımı düşüneceksin ama sana yalan söylemek için hiçbir nedenim yok." dedi ve sustu, yine Ateş'e baktım ve araya girmesini, bir şeyler yapmasını bekledim ama yapmadı, sustu. Gözlerimi ondan çektim, başımı hafifçe önüme eğdim ve iç çektim. Ne yapacağım şimdi? Nasıl bir tepki vermem doğru olacak?

"Seni kandırmadım Mira, yalan da söylemedim," dedi, aklıma gelen şeyle başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım.

"Bize kendini tanıtırken İzmir'li olduğunu söyledin. Annenin de onun ailesinin de orada olduğunu, onları buraya sürüklemek istemediğinden bahsetmiştin," dedim, anında yanıtladı.

"Yalan değil, İzmir'liyim. Annem de annemin ailesi de İzmir'de yaşıyorlardı. Babam da gerçekten ben çok küçükken vefat etti. Annem çok sonradan buraya taşındı, burada yaşamaya başladı. Evet, bunu belirtmedim çünkü ben bunları sana değil, annene anlattım ve annenin gözlerinin içine bakarak doğruyu söyleyemedim. sana anlatmış olsaydım sana da söyleyemezdim. Sadece ben değil, hiç kimse yapamazdı bunu Mir," dedi, böyle deyince ona hak verdim.

"Yine de en başından bana kim olduğunu söylemeliydin," dedim, o an aklımda olan tek şey annesinin babamdan bir oğlu olduğuydu ve bizim onunla aramızda bir kan bağı olmasa da bir kardeşimizin olmasıydı. Hiç görmediğim o çocuk ikimizin kardeşiydi. Acaba o hiç görmüş müdür Cihan'ı? Cihan... Benim abim de yaşıyor, bunu da öğrenmiştim değil mi?

"Haklısın, söylemeliydim ama yapamadım işte," dedi, kabaran göğsünden derin nefes aldığını anladım. "Özür dilerim ama yine de yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum Mira," dedi, yaptığı şeyi savunmaya devam etti. "Ne sana bir zararım dokundu ne de hayatına girmek için bir çabam. Bu zamana kadar olanlar kendiliğinden gelişen şeylerdi. Biraz düşünürsen sen de söylediklerimin doğru olduğunu anlayacaksın zaten," dedi ve sust.

O andan sonra aramızda başka bir konuşma geçmedi. O da Ateş de benden bir şeyler söylememi ya da yapmamı beklerken yaptığım tek şey ikisine de arkamı dönmek, eve doğru yürümek oldu. Çünkü şu an aklım karışık ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorum. En iyisi uzaklaşmak ve kendime gelmekti, bu yüzden de uzaklaştım yanlarından.

Eve girdim, girer girmez Cansu'yla karşılaştım. "Sen uyumuyor muydun?" diye sordu, yanından geçerken cevapladım sorusunu.

"Hava almaya çıktım," dedim, yanından geçtim ve yatak odasına gittim. Odaya girdiğimde yaptığım ilk şey kapıyı kilitlemek oldu. Kimse gelsin, konuşsun ya da ne olduğunu sorsun istemedim. Yalnız kalmak ve düşünmek istedim. Montumu çıkarıp bir köşeye attıktan sonra ayakkabılarımı da çıkardım, yatağa girdim. Sırtımı arkaya yaslayıp dizlerimi karnıma çektim ve başımı da dizlerimin üzerine koydum.

Bu hayatta güvendiğim sayılı insan kalmıştı ve Ceyhun onlardan biriydi. Fakat şimdi onun aslında hayatımda bambaşka bir yere sahip olduğunu öğrenmek çok tuhaf hissettiyordu. Bu zamana kadar anlamadığım için salak gibi hissediyorum kendimi. Bunun yanı sıra içimde anlam veremediğim bir his de var ve çok saçma bir şekilde bu his, güzel bir şey gibiydi.

Kapının kolunun sesini duyunca başımı o tarafa çevirdim ve kolun bir aşağı bir yukarı hareket ettiğini gördüm. Kimin geldiğini anlamak zor olmazken başımı yeniden önüme çevirdim, kimseyi görmek istemedim. Onun bir suçu yoktu, hatta bu işin onunla da bir ilgisi yoktu ama artık ailemde olan şeyleri onunla bile paylaşmak utanç verici geliyordu.

"Mira," diye seslendi Ateş, cevap vermedim. Zaten o da uğraşmadı ve vazgeçti, gitti. Sonra evin ışıkları söndü, odaya sızan ışıkların yok olmasından anladım bunu. Ardından da sessizlik oldu, sanırım herkes uyudu. Uzun uzun düşündüm o gece. Gözüme uyku girmedi. Ceyhun konusunda ne yapacağıma karar veremedim. Bir ara saate bakıp gecenin üçü olduğunu gördüğümde zaman ne çabuk geçmiş diye geçirdim içimden ve aklıma Ateş geldi. Bir kapıya bir saate yeniden baktım, yine kızmıştır bana değil mi? Kendime sorduğum bu sorunun cevabı evet olurken dayanamadım ve çıktım yataktan.

Odadan çıktığımda diğerlerinin odasını düşündüm. Her odada tek bir yatak vardı, kimsenin yanında olamazdı. Bu yüzden salona doğru yürüdüm sessiz adımlarla. Salona ulaştığımda da üçlü koltukta uzandığını gördüm. Başının altında bir kırlent vardı ve pantolon, gömlekle uyuyordu. Bu yüzden mahcup olurken yaklaştım, koltuğun önünde durdum. Uzun uzun izledim yüzünü, uyandırıp odaya çağırmak istedim ama o kadar güzel uyuyordu ki bunu da yapamadım. Fakat onu bırakıp gidemedim ve içimden gelen tek şeyi yaptım. Koltuğun kenarına oturdum, azıcık olan kısma uzandım, tamamen ona döndüm ve beline sarıldım. Eğer bir santim daha bana doğru kaysa düşecek gibiydim. Buna rağmen yanında uzanmaya devam ederken uykusunun arasında sımsıkı sardı beni ve kendine çekti. Bu yaptığıyla mutlu olurken ben de ona daha sıkı sarıldım ve kulağına fısıldadım.

"Seni çok seviyorum," dedim, uyuyor olduğu için duymadı, duymadığı için de bir karşılık vermedi. Ben de beklemedim ve başımı göğsüne koydum, hiçbir şey düşünmeden kokusuyla huzurla uykuya daldım ama bu huzur, kâbus görmeme engel olmadı.

Karanlığın içinde yalnızdım, kimse yoktu ve korkuyordum. "Mira," dediğini duydum birinin ama cevap veremedim. Nefesim kesildi o an için, biri boğazımı sıktı. "Mira," dedi yine biri, bu Ateş'in sesiydi. Bana sesleniyordu, onu duydum ama cevap veremedim. "Mira güzelim." Yine geldi sesi, nefes almaya çalıştım ama alamadım.

Yüzüme dokundu, o an sanki biri boğazımı biraz daha sıktı. Nefesim kesildi, her yer karardı ve o karanlığın içinde boğuldum. Sesler arttı, zihnim bir savaş alanına döndü, herkesin sesini duymaya başladım, kargaşa çoğaldı, nefes alamamak zor geldi ve tüm bunlardan beni kurtaran şey attığım çığlık oldu.

Sıçrayarak uyandım, doğruldum, derin derin nefes alırken Ateş'i gördüm. Endişeyle bakıyordu bana.

"Güzelim," dedi, yüzümü avuçlarının arasına aldı. Hâlâ derin derin nefes almaya devam ediyordum. "Kâbus gördün." Gördüklerimi hatırlamaya çalıştım ama hatırladığım tek şey kargaşa oldu. Aklıma başka hiçbir şey gelmedi. "Sakin ol, hiçbir şey yok," dedi, o an odaların kapıların açıldığını duydum.

"Ben..." dedim, ne diyeceğimi bilemedim ve ona sarıldım. Başımı göğsüne gömdüm, sımsıkı sarıldım. Beni sakinleştirecek tek şey buydu.

"Geçti güzelim, geçti," dedi, saçlarımı okşadı.

"Ne oluyor?" diye soran Erdem'in salona geldiğini anladım ama başımı kaldırıp da ona bakmadım. "Neydi o ses?"

"İyi misiniz?" Bu ses de Cansu'ya aitti.

"Ne yapıyorsunuz bu saate burada?" Bu da Savaş'ın sesiydi.

"Lan bir sakin olun, adam sizin sorularınız yüzünden cevap bile veremiyor, " dedi Doğan, hepsinin salonda olduğunu anladım.

"Mira iyi misin?" diye soran Cansu'nun buraya yaklaştığını ayak seslerinden anladım.

"Yok bir şey, kâbus görmüş sadece. Hadi siz odanıza gidin hadi," dedi Ateş, ayak sesleri duydum ve gittiklerini anladım. Onlar giderken Ateş saçlarımı okşamaya devam etti.

"Daha iyi misin?" diye sorduğunda da başımı salladım. Aldığı bu cevapla usulca uzaklaştı benden ve yeniden yüzümü avuçlarının arasına aldı. "Ne gördün?"

Zihnimi bir kez daha zorladım ama aklıma gelen net bir şey olmadı. "Hatırlamıyorum," dedim, Ateş birkaç saniye duraksadı bu cevap yüzünden ama uzatmadı ve başını salladı.

"Peki, hatırlamaman daha iyi," dedi, haklıydı benim için çok daha iyi olmuştu. Hiç değilse bunu düşünüp durmayacaktım. "Su içmek ister misin?"

Başımı olumsuz anlamda salladım. "Hayır."

Yüzünü yaklaştırdı ve dudaklarını alnıma bastırdı. Ardından da sağ yanağımdan öptü. Daha iyi olduğumdan emin olmuş olacak ki rahatlamıştı. "Neden buradaydın?" diye sordu, hâlâ salondaydık ve gelip yanına kıvrılmış olduğum koltukta oturuyorduk. Gözümün ucuyla saate baktığımda beşi geçtiğini gördüm.

"Yanına geldim, uyuyordun. Uyandırmak istemedim ve ben de seninle uyudum." Doğruyu söyledim, dudakları yana kıvrıldı ve beni yeniden kendine çekti, sımsıkı sarıldı. Saçlarımdan, boynumdan, yanaklarımdan öptü bir bir ve beni sakinleştirdi. Daha sonra yeniden uzandık o koltuğa ve ben de ona sarıldım. O, yanımda olduğunu okşuyor olduğu saçlarımla bana hissettirirken tek kelime bile etmedik ve kâbus görmekten korkuyor olsam da kollarının arasında güvende olduğumu hissederek bir kez daha uykuya daldım.

Bir dahaki uyanışım yüzüme değen gün ışığı yüzünden oldu. Homurdanarak gözlerimi araladığımda gördüğüm ilk kişi Ateş oldu. Elini yüzüne koymuş beni izliyordu. Gözlerim bulunduğumuz yerde gezindiginde de yatak odasında olduğumuzu fark ettim. "Günaydın," dedi ve eğildi, dudaklarıma küçük bir buse bıraktı.

"Günaydın," dedim, dün gece hiç yaşanmamış gibiydi sanki. Gözümün ucuyla duvardaki saate baktığımda on bir olmak üzere olduğunu gördüm. Neredeyse öğlen olmuştu ve ben daha yeni uyanıyorum. "Vakit geçmiş," dedim, sırtüstü uzandım ve kollarımı esnettim. O kadar çok uyumuşum ki vücudum uyumuştu artık.

"Belim uyuşmuş," dedim, Ateş hemen yanıtladı.

"Kalkıp güzel bir kahvaltı yapalım. Sonra da çıkar biraz yürürüz. Kendine gelirsin, olur mu?" diye sordu, şaşırdım.

"Bir sürü işimiz var," dedim, doğruldum ve yatağın içinde bağdaş kurdum. "Bunları yapmak için zamanımız yok."

Yüzüme dokundu, parmakları yanağımı okşarken konuştu. "Bugün iş yok, aslında var da yok. Diğerleri hallediyor yani. Bugünlük bize ihtiyaç yok, evde de kimse yok zaten. Baş başayız."

Gerçekten şaşırdım. Ciddi miydi?

"Eva?" diye sordum.

Anında yanıtladı. "Erdem arıyor."

"Taner'i kaçırma işi?"

"Bugün akşam üstüne doğru ancak geçer cezavine, gider gitmez yemek yemeyeceğine göre yarını bekleyeceğiz," dedi, başka işimiz var mı diye düşündüm ama aklıma hiçbir şey gelmedi. "Başka işimiz yok Mira," dedi Ateş ve elimi tuttu. "Bugün iş yok."

"Dün de aşk yoktu, öyle bir karar almıştık."

Güldü. "Tamam işte bugün iş yok, aşk var," dedi, yataktan çıkardı beni. Tam o sırada telefonu çaldı, cebinden telefon çıkardığında hemen yanında olduğum için Erdem'in aradığını gördüm.

Ateş'in tereddüt ettiğini fark edince "Açmalısın," dedim, bakışları beni buldu. "Önemli olabilir," dediğimde de istemeye istemeye açtı telefonu.

"Efendim," dedi, Erdem ona her ne söylediyse gözleri büyüdü, kötü bir şey olduğunu anladım. "Tamam," dedi bir tek ama şaşırdığı her hâlinden belliydi. Merakla ona bakarken telefonu kulağından indirdi.

"Ne oldu?" diye sordum korku ve heyecanla.

"Ekin, Erdem'i aramış," dedi fazla şaşkın bir şekilde. "Beni aramış, açmamışım ve onu aramış." diye devam etti.

"Ne demiş? Kötü bir şey mi olmuş?" Merakla sordum, şaşkın bir tavırla devam etti.

"Hayır, Eva'yı gönderiyormuş." Gözlerim büyüdü, yanlış mı duymuştum yoksa Eva'yı gönderiyor mu demişti o?

"Anlamadım?"

"Ben de anlamadım," dedi ve telefonuna odaklandı yeniden. Bir şeyler yaptı, ekrana baktığımda kendisini arayan numarayı aradığını gördüm. Sesi hoparlöre verdi, sabırla bekledim. Birkaç dakika sonra Ekin telefonu açtı.

"Sonunda arayabildin Demirkan," dedi Ekin ve Ateş'in bir şeyler demesini beklemeden devam etti. "Eva'yı gönderiyorum "

"Daha Taner'i almadın, biz bile almadık," dedi Ateş.

"Biliyorum ama çocuk iyi değil." Telaşlandım. "Biz bir şey yapmadık, korkmayın. Ateşi çıktı, hastalandı. Doktor çağırdık, gereken yapıldı ama çocuk Cansu ablamı isterim diye tutturdu. Yemiyor, içmiyor. İster inan ister inanma ama küçücük çocuğa bunu yapacak bir adam değilim ben. Her işin bir raconu vardır, bu bana ters. Çocuk benimle kalırsa açlıktan bir şey olacak. Ağzına tek lokma koymuyor. Bu yüzden gönderiyorum, size verdiğim sözü önceden tutmuş oluyorum. Eğer düşmanım da benim gibi mertse o çocuğu getiren adama hiçbir şey yapmaz, anlaşmaya da uyar. Değilse de kendi işimi kendim halletmesini bilirim zaten," dedi Ekin ve telefon kapandı, şaşkın gözlerimi telefondan Ateş'e çevirdim ve onun da en az benim kadar şaşkın olduğunu gördüm.

"Bu nasıl bir adam böyle?" diye sordum, hayatımda daha saçma bir şey duymamış ve yaşamamıştım. Ateş, gözlerini telefondan çekti, bana baktı.

"İyi bir adam," dedi bir anda, şaşırdım. Ekin için iyi bir adam mı demişti o?

"Ekin'den bahsediyorsun. Beril'in oğlu olan, Eva'yı kaçıran adamdan."

"Bize düşman olması kötü biri olduğu anlamına gelmiyor Mira," dedi, söylediği bu şeyle daha da çok şaşırdım. Bu sözleri pek de mantıklı değildi çünkü. "Ona göre de biz kötüyüz. Belki de hiçbir şey bilmiyor ve gerçekten de annesinin ölümünden bizi sorumlu tutuyordur. Bu yüzden annesinin yarım kalan işini halledip bizi yakalatmayı istiyordur."

"Düşmanımızla empati yapıyorsun şu an," dedim, daha önce de dediğim gibi ben iyi değildim ama artık o da normal değildi. Hatta hiçbirimiz değildik.

"Öyle bir şey yapmıyorum, sadece..." Yarım bıraktı cümlesini. "Bilmiyorum işte."

"Oyun olabilir." Ateş tek kaşını kaldırdı. "Bu işin içinde başka bir şey var. Bu yaptığı çok saçma. Çocuğu idare edebilecekken gönderiyor. Dikkatli olmalıyız, bu olan hiç mantıklı değil."

"Ne olacağını düşünüyorsun?"

"Eva gelince anlayacağız o kadarını," dedim, dolaba yöneldim ve bir pantolonla kazak aldım. O benden önce uyandığı için değiştirdiği için beni izledi sadece. Hızlıca üzerimi değiştirdim, onunla birlikte salona geçtik. İlk uyandığımızda konuştuğumuz konu tamamen kapanmıştı. "Ne zaman gelir acaba?"

"Bilmiyorum," dedi Ateş ve yanıma geldi. "Hem sakin ol biraz."

"Sakinim zaten," derken araba sesi duydum. "Biri geldi," dedim, telaşla dışarıya çıktım ve bahçedeki adamların kapının önüne toplandıklarını gördüm. Biri de koşarak yanıma geldi.

"Mira Hanım yabancı bir adam geldi," dedi, başımı salladım ve yanından uzaklaştım. Ateş peşimden gelirken evden çıktım ve kapıdaki adamı gördüm.

"Beni Ekin Bey gönderdi," dedi, yanında durduğu arabanın kapısını açtı ve küçük kız arabadan indi. Koşarak bize doğru geldi, yanımda duran Ateş'in bacaklarına sarıldı.

"Ateş abi!" diye bağırdı keyifle.

Ateş onu kucağına alırken adam konuştu. "Geleceğimizden haberinizin olması gerekiyordu."

"Vardı," dedim, gözlerini Ateş'e çevirdi. İkimizden birinin bir şey yapmasını bekler gibiydi. Fakat ne Ateş ne de ben ona bir şey yapmadık, o da daha fazla durmadı ve arabasına binip uzaklaştı. O giderken Ateş, Eva'yı kucağından indirdi.

"İyi misin abiciğim?" diye sordu, onu kontrol etti.

"İyiyim," dedi, onu usulca kendime çevirdim. Üstüne başına iyice baktım. Ateş dikkatle beni izlerken Eva'nın her yerini kontrol ettim, çocuk da şaşırdı buna.

"Mira ne yapıyorsun?" diye sordu Eva, buna rağmen bakmaya devam ettim ama hiçbir şey bulamadım.

"Sahiden ne yapıyorsun?" Ateş de sordu, ona döndüm.

"Bir şey var mı diye bakıyorum," dedim, anlamsız bakışlar atarken Eva'yı kucağına aldı.

"Gel abiciğim gel," dedi, ben de ayağa kalktım. "Anlat bakalım, hasta mı oldun sen?" diye sordu, Eva ona cevap verirken eve girdik. Ateş kucağında Eva'yla birlikte salona oturduğunda ben de yanlarındaki yerimi aldım ve onları dinledim. Çoktan hastalık konusu kapanmış, olanları konuşuyorlardı. Daha doğrusu Eva konuşuyor, biz de onu dinliyorduk.

"Kocaman bahçe vardı Ateş abi. Evin içinde park vardı."

Kaşlarımı çattım. Evin içinde Park mı?

"Bahçede mi?" diye sordu Ateş, Eva başını salladı.

"Evet, çok büyüktü. Ben hep orada oynadım, hiç canım sıkılmadı, yaramazlık yapmadım ve hep sizin gelmenizi bekledim."

Hemen araya girdim. "Sana bir şey yapan oldu mu peki?" Bu sorumla Eva başını bana çevirdi ama cevap vermedi.

"Mira küçücük çocuk o," dedi Ateş ve Eva'yı yalandan sarstı, kendisine çevirdi. Ardından da eğildi ve başını çocuğun karnına doğru eğdi, tuhaf sesler çıkardı, onu yiyormuş gibi yaptı. Eva onun yaptığına kahkaha atarak gülerken ben de onları gülümseyerek izledim. O sırada telefonum çaldı, ekrana baktığımda Cansu'nun aradığını gördüm. Aramaya yanıt verir vermez Eva'yı sordu. İyi olduğunu söyledim. Hatta onunla da konuşturdum. Telefonu kapatırken Cansu çok mutluydu. Hemen geleceğini de söyledi, kapattı. Eva'yla aralarında gerçekten de özel bir bağ oluşmuştu. İkisi de birbirini çok seviyor diye içimden geçirirken bir anda Ceyhun'la göz göze geldim, şaşkınca kaldım. Tamamen aklımdan çıkmış olan gerçek yüzüme çarparken kapının orada durmak yerine yanıma geldi. Ateş de onu fark etti ama bir şey demedi.

Ceyhun, Eva'nın geleceğini biliyor olacak ki onu burada gördüğüne şaşırmazken baktığı tek kişi bendim. "Biraz konuşalım mı?" diye sordu, derin bir nefes aldım. Gözümün ucuyla Ateş'e baktım, sen bilirsin dercesine omuz silkti. Gözlerimi yeniden Ceyhun'a çevirdim ve ancak o an ona kızgın olmadığımı fark ettim. Hiçbir kızgınlığım yoktu ona karşı. Kırgınlığım da yoktu.

"Konuşalım," dedim, ayağa kalktım. Ceyhun benden önce davranıp bahçeye çıkarken Ateş'e baktım, tepkisizdi. Yalnız konuşacak olmamız onum için sorun değil gibiydi. Bir şeyler demesini beklemedim, ben de bahçeye çıktım ve yanına gittim, karşısında durdum. Fakat buna rağmen hiçbir şey demedi, sustu. Ben de sustum, çünkü söyleyecek bir şeyim yoktu.

"Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu ve sessizliği bozdu.

"Söyleyecek bir şeyim yok," dedim, içimden geçirdiğim şeyi söyledim.

"Olması gerekiyor ama," dedi hemen. "Herhangi bir şey demen gerekiyor." Cevap veremedim, ne söylemem doğruydu ki? İçimden kötü bir şey söylemek gelmediği gibi iyi bir şeyler söylemek de gelmiyordu.

"Sen benim için çok önemlisin Mira," dediğinde tek kaşımı kaldırdım. "Bu durumun annemle, babanla ya da kardeşimizle bir ilgisi yok. Ben seni tüm bu olanların dışında tanıdım, bir arkadaş olarak çok sevdim." Çok açık oldu. "Fakat yemin ederim ki hiçbir zaman sana başka bir gözle bakmadım, yanlış anlamanı hiç istemem. Gerçekten seni sadece bir arkadaş olarak çok sevdim."

"Biliyorum," dedim, aksini hissettirmemişti zaten. "Bu konuda seni yanlış anlamadım hiçbir zaman."

Tebessüm etti. "Bunu duyduğuma çok sevindim, yanlış anlaman beni çok rahatsız ederdi," dedi ve devam etti. "Aslında ailelerimiz arasında olan şeyler yüzünden sana yakın olduğumu düşünmen de beni rahatsız eder."

"Böyle düşünmüyorum," dedim, onu artık az çok tanıdım ve bunu yapacak biri olmadığını biliyorum. Ki yapmış olsa bile o bana da bize de zarar vermedi. Aksine hep yardımcı oldu, hep iyilik yaptı. Şimdi nankörlük yapıp da bunları göz ardı edemezdim.

"Dün gece aklım karıştı, bir anda böyle bir şey öğrenince saçma sapan şeyler düşündüm ama o saçmalıklara hareket edecek değilim." Söylediklerim onu mutlu etti. "Ve ben de seni bir arkadaş olarak seviyorum. Senin de dediğin gibi tüm bu olanların dışında tanıdım ve arkadaş olarak sevdim."

Tebessümü büyüdü. "İyi miyiz yani?"

Hiç tereddüt etmeden başımı salladım. "İyiyiz, her şey dün nasılsa bugün de öyle," dedim, başıma gelen onlarca kötü şey arasından öğrendiğim bu gerçeğin yıkımını üzerinden atmak çok kolay olmuştu. Çünkü o benim iyi bir dostumdu, hep de öyle kalacaktı. Çünkü benim Ateş'in sevgisine ihtiyacım olduğu gibi onun da dostluğuna ihtiyacım vardı.

"Sevindim," dedi, ben de gülümsedim. O sırada bu tarafa doğru gelen Ateş'i gördüm.

Yanımıza ulaştığında "Konuştunuz mu?" diye sordu, cevapladım.

"Evet."

"Hallettiniz mi?" diye sordu bu kez de, bu sefer ona cevap veren Ceyhun oldu.

"Evet."

"Güzel," dedi Ateş. "Madem her şey halloldu, hadi gidiyoruz, işimiz var."

"Nereye?" diye sordum, bakışları beni buldu.

"İşler beklediğimizden hızlı ilerledi. Taner tutuklandı, cezavine gidiyor. Bu akşam alacak gibiyiz onu." Şaşkınca kaldım ve hemen sordum.

"Hâlâ kaçıracak mıyız?"

"Evet," dedi, Ceyhun araya girdi.

"Çocuk yanınızda, bunun için bir mecburiyetiniz kalmadı." Ben de onun gibi düşündüğümü belli etmek için söylediği bu şeye başımı salladım.

"Birincisi; Ekin istemese bile biz zaten bunu yapacaktık. İkincisi; o herif bile sözünü tuttu. Biz de tutacağız tabii ki," dedi, kendinden fazlasıyla emindi. "Aksini düşünmeniz bile hata," dediğinde de kararlı olduğundan emin oldum.

"İyi, madem öyle gidelim," dedi Ceyhun, bizi yalnız bırakmak istercesine önden yürüdü. O giderken Ateş konuştu.

"Sen iyi misin?"

Derin bir nefes aldım. "İyi olacağım."

Tebessüm etti ve elini uzattı. "Çok güzel, o zaman hâlâ benimleysen gidelim," dedi, dudaklarım yana kıvrıldı ve beni büyük bir maceranın içine atacak olan o cümle Ateş'in uzatmış olduğu elini tutmadan hemen önce döküldü dudaklarımdan.

"Sonunda kadar seninleyim."

***

Kaybetmek, son zamanlarda tecrübe edindiğimiz bir kavram olmaya başlamıştı. En büyük savaşlardan bile dimdik çıkmış olsak da artık kaybetmeyi de öğrenmiş, işin kötüsü buna yavaş yavaş alışmaya başlamıştık. Hatta sanırım Beril'in evini bastığımız ve onun kendini öldürdüğü o son geceden sonra çoğu kez kaybetmiştik. Her geçen gün de kaybettiğimiz savaşlara bir yenisi ekleniyordu ve artık hayatımız bir zindana dönüyordu.

O gün arkamıza bile bakmadan kaçıp giderken Taner arkamızdan 'Size zindanı yaşatacağım,' diye bağırmıştı. Haklı da çıkmıştı, zindanı yaşıyorduk ve o zindanın karanlığı da bizzat kendisi olmuştu. Bugün başımıza ne geliyorsa tek sorumlu oydu. Her şeyi onun yüzünden yaşıyorduk.

"Haber gelmedi mi daha?" Ateş'in sesiyle kendime geldim, başımı ona çevirdiğimde bana değil de arkaya baktığını fark ettim. Arkada oturan Cansu'ya döndüğümde telefonunu kontrol ettiğini gördüm.

"Hayır, bir şey yazan olmadı," dedi, evden çıktıktan sonra onlarla buluşmuştuk. Eva konusunu kısaca anlatmıştık onlara, o sırada Ceyhun da karakola geçmişti. Sonra biz de toplanmış ve karakola gelmiştik. Biz üçümüz karakolun önündeyken Doğan, Erdem ve Savaş üçlüsü de cezavine gitmişlerdi ve orada Aras'la buluşup Aras'ı bir kez daha içeriye gönderip işin başladığını haber vermesini sağlamışlardı. Daha doğrusu yapabildiler mi yapamadılar mı onun için haber bekliyoruz işte. "Umarım bir sorun çıkmaz," diye mırıldandı Cansu, çok gergindi.

"Çıkmayacak," dedim. "Büyük bir şey yapmıyorlar, içeriye haber göndericekler sadece," dediğimde telefonu çaldı, gözlerini telefona çevirdi.

"Doğan arıyor," dedi ve hemen açtı, konuşmaya başladı. "Seni dinliyorum," dedi, Doğan her ne söylediyse de keyfi yerine geldi. "Tamamdır." Sesi de çok iyi çıktı, her şeyin yolunda gittiğini anladım. "Dikkat edin yine de," dedi, birkaç bir şey daha söyledikten sonra kapattı telefonu. "Aras görüşmeye girmiş, işi halletmiş ve çıkmış. Cezaevinin civarındayız, bekliyoruz dedi." Bir sorun olmamasından dolayı rahat bir nefes aldım ve tam da o an aklıma başka bir şey geldi.

"Ailelerine para gönderildi mi?"

"Gönderildi, o konuda bir sorun çıkmaz." dedi Ateş, tamamen rahatladım ama hava karardığında birini kaçıracak olmamız gerçeği yüzüme çarpınca o rahatlık yok olup gitti, gerildim.

"Çıkıyorlar." Cansu'nun sesiyle hemen başımı karakola doğru çevirdim ve Taner'in polis eşliğinde çıktığını gördüm. Onu bu şekilde görmek beni mutlu etti. Neden etmesin ki? Başımıza o kadar iş açarken bizi görmek istediği bir durum vardı ama o durumu şu an kendisi yaşıyordu. Bunu görmek gerçekten de keyif vericiydi.

Onu polis arabasına bindirirlerken Ceyhun da oradaydı. Hatta bir ara gözünün ucuyla bu tarafa bile bakmıştı ama dikkat çekmemişti. Taner'i bindirdikleri polis arabası yola çıkarken Ceyhun karakolda kalmıştı. Bu konuda ona verilen bir görev olmadığını anlarken biz de uzaklaştık ve onu arkamızda bıraktık. Kırk dakika sonra durduğumuz yer, adliye sarayının önü oldu. Daha doğrusu polis arabası durdu ama biz durmadık, son hız uzaklaşıp caddenin sonunda durduk. Birer firari olarak gezdiğimiz yerler pek güvenli değildi ama olanları izlemek için de başka şansımız yoktu.

"Şimdi Taner'i serbest bırakmalı değiller mi?" Cansu'nun söylediği şeyle ona döndüm, gülmemek için kendini tutuyor gibiydi. Bir an için ciddiyeti bırakıp söylediği şeyi düşündüğümde ve bu kadar zahmetten sonra Taneri bıraktıklarını hayal ettiğimde ondan bir farkım kalmadı ve gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözümün ucuyla Ateş'e baktım, onun da bizimle aynı yüz ifadesine sahip olduğunu gördükten sonra zaten kendimi daha fazla tutamadım ve gülmeye başladım. Cansu'nun ve Ateş'in de bana katılması çok uzun sürmezken sinirimiz bozulmuş gibi hepimiz gülüyorduk. Fakat neyse ki hepimiz birbirimizi sakinleştirdik ve konu kapandı ama benim gibi onların da içlerinden hâlâ bunu düşündüğünü biliyordum.

"Doğan ne olduğunu soruyor, mesaj atmış," dedi Cansu ve sanırım şu an nerede olduğumuza dair ona mesaj attı, o mesajlaşırken biz beklemeye devam ettik. Aradan bir saat geçti, bir saat boyunca arabanın için de çok fazla konuşulmadı. Bir saatin sonunda beklediğimiz şey oldu ve Taner'i o adliye sarayından çıkardılar. Fakat bu kez polisler eşliğinde değil, jandarma eşliğinde çıkarıldı ve jandarma arabasına bindirildi. Onlar yola çıkarken biz de peşlerindeydik ama bir süre sonra bu dikkat çekeceği için ve zaten nereye gittiklerini bildiğimizden Ateş onları geçti, önden ilerledi. Cezaevinin önünden biz geçip gittik ama onlar durdular, biz de yine çok uzağa durduk. Zaten Taner indirilip içeriye alındıktan sonra gerisini izlemek mümkün değildi.

"Şimdi akşama kadar bekleyecek miyiz burada?" diye sordum, Ateş hemen cevapladı.

"Yemek saati akşam altıymış. Altı buçuk gibi zehirleseler, yediye kadar revirde olur diğerleriyle. Ancak yedi buçuk sekize doğru hastaneye sevk edilse hastaneye ulaşması yine sekiz buçuğa ulaşır," dedi, Cansu araya girdi.

"Yoldayken almak daha doğru değil mi? Hastaneye ulaşmasını beklemeli miyiz?"

"Olmaz, biz onu başka bir hastaneye ya da doktorun yanına götürene kadar geç kalınır, ölür. Ölmesi de bizim hiç işimize gelmez." Ateş'in bu cevabıyla girdim konuşmaya.

"Hastanede tedavi edilecek, sonra mı alacağız oradan?"

Başını salladı. "Aynen öyle."

Cansu öne doğru eğildi. "Bu da sabahı bulabilir demek."

"Sabah olmaz, hava aydınlıkken bir şeyler yapmak riskli olur. O günü tamamlayıp da bir gece daha da kalmazlar hastanede, gün içinde yeniden dönerler. Bu yüzden bu gece, muhtemelen sabaha karşı daha hava aydınlanmadan alacağız. Şimdilik en uygun zaman bu gibi," dedi Ateş, o konuşurken arka kapı açıldı, Erdem arabaya bindi ve Cansu'nun yanında oturuyor oldu.

"Geldiğin iyi oldu," dedi Ateş ve daha yeni bize anlattığı şeyleri ona da anlattı, Erdem duyduklarını biraz düşündükten sonra konuştu.

"Bence tamamdır, bir sıkıntı çıkmaz," deyip planı kabul etti.

"Güzel," dedi Ateş ve önüne döndü, arkasına yaslandı ve ellerini göğsünün altında birleştirdi. "O zaman bekleyeceğiz artık yine, yapacak başka hiçbir şey yok." O bunu derken izlediğim tek şey arka koltukta olanlardı. Çünkü şu an Erdem dikkatle Cansu'ya bakıyordu fakat Cansu gözünün ucuyla bile ona bakmıyordu. Dikkatle Erdem'e baktığımda bir şeyler söylemek ister gibiydi Cansu'ya ama ondan yüz bulamıyordu. Onun bu hâli bana komik gelirken onu sinirlendirdi.

"Arabaya dönüyorum ben, bir şey olursa haberleşiriz," dedi ve indi arabadan, biraz ilerideki kendi arabasına doğru giderken ağzının içinden söyleniyor olduğunun farkındaydım ve doğrusu bu daha da komik geldi. Çünkü o kadar ağır abi tavırlarında takındıktan sonra şimdi böyle olması yadırganacak bir şeydi ve sanırım o da bunun farkındaydı.

"Bu beklemeler çok sıkıcı." Cansu yine söylendi, kimse ona cevap vermezken telefonuyla ilgilenmeye başladı. Ben de Ateş gibi arkama yaslandım ve ellerimi göğsümün altında birleştirdim. O sırada Ateş gözünün ucuyla bana baktı, göz kırptı. Yaptığı bu şeye tebessüm ederken bakışlarını yeniden önüne çevirdi ve sessizce bekledik.

Aradan saatler geçti, geçen bu saatler fazla sıkıcı olsa da elimizden hiçbir şey gelmedi. Bir ara Ateş'in uyukladığını fark ettim. Uykusu var gibiydi. Dün geceyi düşündüm, belki de ben kâbus gördükten sonra hiç uyumamıştı.

"İstersen biraz uyu," dedim, bakışları beni buldu. "Yorgun görünüyorsun, kendine gelirsin biraz. Bir şey olduğu yok zaten."

"İyi böyle," dedi, reddetti uyumayı. Üzerine gitmedim, ısrar etmedim ama o uyuklamaya devam etti. Zaten bir süre sonra da reddetmiş olduğu hâlde uykuya daldı, bu da beni alttan alttan güldürdü ve elimden geldiği kadar sessiz oldum. Cansu da benim gibi sessiz olmaya özen gösterirken zaman geçti, hava karardı. Saat yediyi gösterirken hâlâ bir şeyler olmuyor olması beni biraz endişeye düşürdü ama sabırla beklemeye devam ettim. Birkaç saattir uyuyan Ateş saat yediyi biraz geçerken uyandı, uyandığında henüz bir şeyler olmamış olması onun da canını sıktı. Bunu hiç dile getirmedi ama yeterince belli etti.

"Bir şekile içerisiyle iletişime geçmeye mi çalışsak acaba?" Cansu'nun sunduğu fikre Ateş hemen itiraz etti.

"Olmaz, çok riskli. Bu kadar bekledik, biraz daha bekleyelim," dedi, o bunu dedikten sadece on beş dakika sonra bir siren sesi yankılandı.

"Ambulans sesi bu," dedim, keyifle güldüm. "Başarmışlar, çıkarıyorlar!" dediğimde Cansu ve Ateş'in de keyfi yerine geldi. İkisi de benim gibi heyecanlanırlarken ambulans cezavine ulaştı, kapılar açıldı ve cezaevine girdi. Aradan sadece beş dakika geçti. Beş dakikanın ardından kapılar yeniden açıldı, ambulans çıktı.

"İşte bu kadar," dedi Ateş, biraz ileride duran Erdem'in arabasının farları açılıp kapandı. Harekete geçmek için bir işaret istiyordu, belliydi. Fakat Ateş hiçbir şey yapmadı, bekledi. Ambulansın arkasından giden polis arabasını bile takip etmedi.

"Gitmeyecek miyiz?" diye sorduk.

"Takip edemeyiz, çok dikkat çekeriz," dedi, bakışlarını önüne çevirdi. "Dikkat çekemeyiz, risk almanın zamanı değil. Nereye gittiklerini biliyoruz zaten."

"Ne kadar bekleyeceğiz?"

"Beş dakika." dedi ve gözlerini bana çevirdi. "Endişelenme, her şey hazır. Hastanede, yolda çok adam var. Hepsi birbirileriyle iletişim hâlindeler. Kaybetmeyiz yani," dediğinde anladım dercesine başımı salladım. Her tedbiri almış olduğu hâlde endişe ediyordum ama neyse ki bu endişem beş dakika sonra arabanın çalışmasıyla heyecana dönüştü. O heyecan da hastaneye ulaştığımızda katlandı. O hastanenin biraz uzağında, hep beraber bir ağacın altında iki saate yakın zaman geçirdik. Geçirmeye de devam ederken hastaneye göndermiş olduğumuz adamlardan biri koşarak yanımıza geldi.

"Taner'i müdahele odasından çıkardılar abi. Midesi yıkanmış, şimdi de serum alıyor ve gözetim altında. Yoğun bakımda falan değil, normal odalardan birinde. Kapısında iki polis bekliyor, odanın önünden geçerken içeriyi görme şansım oldu. Yatağa kelepçelenmişti, kendinde değildi. Doktorun söylediği kadarıyla sabaha kadar kendine gelirmiş ve sabah çıkmasında bir sorun olmazmış. Muhtemelen sabah ondan önce taburcu olacak." Adam öğrendiği ve gördüğü her şeyi anlattı. Ateş elini onun omzuna koydu.

"Eyvallah, sen buralarda ol yine," dedi, adam gururlu bir ifadeyle yanımızdan ayrılırken Ateş konuştu.

"Sabahı bekleyemeyiz, hava aydınlanmadan işimizi halletmemiz lazım," dedi, elini kirli sakallarına attı ve sakalını sıvazladı.

"En zor kısmı kelepçe olacak, vakit kaybetmemize neden olur bu." Erdem'in söylediği şeyle kelepçeyi nasıl açacağımızı düşünürken Savaş araya girdi.

"O iş bende," dedi, hepimiz ona döndük. "İki dakikalık iş benim için, hallederim." Tek kaşımı kaldırdım, iki dakikalık iş mi? Bu kadar küçük göreceği kadar basit miydi onun için?

"Emin misin?" diye sordu Doğan, Savaş anında yanıtladı.

"Eminim, hiç şüpheniz olmasın. İki dakikada hallederim., dediğinde Ateş Savaş'ın omzuna da elini koydu.

"Tamamdır, bu iş sende o zaman," dedi, Savaş onu onaylarken Doğan konuştu.

"Kapıdaki polisler peki? Adamlara zarar mı vereceğiz?"

"Olmaz, böyle bir şey yapamayız!" dedim.

"Öyle bir niyetimiz yok zaten, hiçbirimiz katil değiliz," dedi, Doğan'a döndü. "İki şansımız var. İki polis varmış ya ikisinin de bir şekilde o kapının önünden uzaklaşmalarını sağlayacağız ya da bayıltacağız ve onların yerine geçeceğiz." Bayıltmak mı?

"İkincisi daha mantıklı, ikisini de odanın önünden uzaklaştırmak çok da kolay değil. Bir şekilde bir şeyler yapsak bile ikisi birden adamı bırakıp da uzaklaşmazlar," dedi Erdem, hak verdim. Biz de polistik, bunun olmayacağını çok iyi biliyorduk. "Fakat bayıltmak için de yanlarına gitmemiz lazım. Bizi gördükleri an silah çekerler, yaklaşamayız. Başkasına yaptırmak zorunda kalırız, fakat bize yardım edecek hiç kimse yok," dedi, aklıma gelen fikirle konuşmaya dahil oldum.

"Büyük bir şey yaparak ikisini de uzaklaştırabiliriz," dedim, Doğan hemen atıldı.

"Ne yapacağız hastaneye mi patlatacağız?" Alay edercesine sordu, yüzümde sinsi bir ifade oluştu.

"Hastaneyi patlatmaya gerek yok, kendimizi patlatsak yeter. Hepimiz birer bombayız zaten," dedim, Doğan'ın gözleri büyüdü, söylediğim şeyi yanlış anladığı belliydi. "Mecazi anlamda Doğan," dediğimde yüz ifadesini toparladı.

"Hee," dedi uzatarak. "Öyle desene, bir an gerçekten kendimizi patlatacağız sandım," dedi, herkes durmuş dikkatle ona bakarken rahat bir nefes aldı, arkasında kalan ağaca yaslandı ve aradan sadece üç saniye geçti, gözleri yeniden büyüdü. "Ne?" Bağırdı, telaşla etrafa bakındım. Neyse ki hiç kimse bu tarafa bakmadı. Hepimiz kapüşon takmış ve yüzümüzü bir şekilde saklıyor olsak da çok dikkat çekmeye gerek yoktu. "Kızım sen manyak mısın? Bir de ciddi ciddi kendimizi patlatacağız diyor! Gerçekten hastaneyi patlatsak daha iyiydi lan!"

Sıkıntıyla ofladım. "Gidip yakalanmayacağız Doğan, sadece kendimizi göstereceğiz ve kaçacağız. Eğer pesimize düşerlerse..." Ateş sözümü kesti.

"Eğer üzerinden devam edemeyiz. Olmama ihtimali varsa yapamayız," dedi. "İhtimaller üzerinden hareket etmek bu durum için doğru değil." Ona hak verdim, bir an bunun mantıklı olduğunu düşünmüştüm ama ya peşimizden gelmez ve sadece diğer polislere haber verirlerse diye bir ihtimal de söz konusuydu.

"Başka bir şey bulmalıyız," dedi Cansu, düşündüm. Başka ne şekilde o odanın önünden ayrılırlardı?

"Abi bence en iyisi girelim doktor kılığına, bu piçi teste götürüyoruz deyip alıp çıkalım," dedi Doğan.

"Film çekmiyoruz Doğan. Polisler salak mı alın gidin desinler?" diye söylendi Erdem, böyle şeyler filmlerde olurdu, çok da izlemiştim zamanında ama şimdi ne bir dizi ne de filmdeydik. Daha gerçekçi bir şeyler bulmamız gerekiyordu ama kimsenin aklına hiçbir şey gelmiyordu.

"Adamları uzaklaştıramıyoruz, zarar da veremiyoruz. Ne yapalım gidip rica mi edelim?" diye söylendi Doğan, konuştum.

"Bayıltma fikri en uygun olanı, aklıma başka hiçbir şey gelmiyor. Bir şekilde yanlarına ulaşacak, bayıltacağız. Sonrasında da kimsenin dikkatini çekmeden Taner'i alacak ve çıkacağız. Başka bir yolu yok bu işin," dedim.

"Haklısın," dedi Erdem, düşmek üzere olan kapüşonunu düzeltirken devam etti. "Durup konuşarak elimize hiçbir şey geçmeyecek zaten. İçeriye girelim ve halledelim şu işi artık."

Başımı sallayarak onayladım onu.

"Şu bayıltma işi bende, bayıltıcı bir şeyler araklarım şimdi," dedi Doğan, bu cümle saçma bir şekilde komik gelirken o kendine verdiği bu görevle uzaklaştı yanımızdan.

"Benim de gidip sivri bir şeyler bulmam lazım. On dakikaya yanınızda olurum." dedi Savaş ve o da ayrıldı, geriye sadece dört kişi kaldık.

"Nasıl giriyoruz hastaneye?" diye sordum, Ateş yanımızdan uzaklaşırken cevapladı.

"Yangın merdivenlerinden," dedi, hepimiz onun peşine düştük.

"Yangın merdivenleri kilitli olabilir." Cansu'nun söylediği şeyle başımı çevirip ona baktım.

"Adı üstünde yangın merdiveni Cansu, nasıl kilitli olsun?"

Dudakları yana kıvrıldı. "Valla genelde hep kilitli oluyor. Şey gibi düşün okullarda bilgisayar odası, kütüphane, laboratuvar olmasına rağmen hepsinin kilitli olması ve girmenin yasak olması gibi. Biz Türkler genelde böyleyiz." Güldüm, o da benimle birlikte gülerken Ateş ve Erdem önümüzde yürüyor, yangın merdivenlerine doğru gidiyorlardı.

"Benim gittiğim lisede de hep kilitliydi," dedim, birlikte gülerken yangın merdivenlerine ulaştık ve girdik, üst kata çıktık. Yedinci kata çıktığımız için ayaklarım acıdı, bu konuda yalnız değildim. Cansu da ayaklarını tutarken Erdem kapıyı açtı, eğilip koridora baktı, geri çekildi.

"Kalabalık değil," dedi, Ateş telefonunu çıkardı. "Savaş'ı arıyorum," dedi, Erdem de telefonunu çıkardı. "Ben de Doğan'ı," dedi, ikisi de kısa bir telefon görüşmesi yaptılar. Telefonlar kapandıktan on dakika sonra Doğan ve Erdem durduğumuz kapıyı açtı, yanımıza geldiler. Hepimiz şaşkınca baktık onlara. Çünkü biz hastanenin içine giremezken onlar, oradan geliyorlardı ve işin tuhaf yanı Doğan'ın şu anki görüntüsüydü. Üzerinde dizlerine kadar gelen beyaz bir gömlek, boynunda steteskop, yüzünde de maske vardı.

"Siz nereden geliyorsunuz lan?" diye sordu Ateş, Savaş hastanenin koridoruna açılan kapıyı gösterdi.

"İçeriden." dedi gayet rahat bir tavırla.

"Lan biz biri görecek diye yedi kat merdiven çıkıyoruz, şunlardaki rahatlığa bak!" diye kızdı Ateş, o sıraya Erdem Doğan'ı inceliyordu.

"Senin bu hâlin ne lan?" diye de sordu, Doğan yüzündeki maskeyi çenesinin altına indirdi.

"Kamufle ettim kendimi," dedi ve beyaz önlüğün cebinden pamuk ve bir şişe çıkardı. "Yoksa bunları alamazdım," dedi, o an gözlerim yakasındaki kartta takılı kaldı ve biraz yaklaşık okudum.

"Dilan Dikçe," dedim, Doğan bir bana bir yakasına baktı, sonra yakasındaki kartı çıkardı ve gözleri büyüdü.

"Hay ben şansımın içine sıçayım! Kadın doktorun odasına girmişim," dedi, sessiz sessiz gülmeye başladım. Savaş da gülerken Doğan'ın omuzlarına vurdu.

"Kadının da maşallahı varmış Doğan, önlüğü sana bile tam olmuş," dedi, gerçekten de tam olmuştu ve ben bu doktorun gerçek görüntüsünü merak etmeye başlamıştım.

"Balık etliyse demek," dedi Doğan ve elindeki kartı cebine koydu. "Neyse, bunlara takılmayalım. Siz şimdi burada durun, ben polisleri halledeceğim. Hiç şüpheniz olmasın," deyip gidecekken Erdem onun kolundan tuttu.

"İşi berbat edeceksin, dur şurada!" diye kızdı.

Doğan'ın dudakları yana kıvrıldı. "Erdemciğim şakacı ve komik bir kişilik olabilirim ama ben de polisim. Ayrıca cezavine girmek için çok genç ve yakışıklıyım. Henüz daha aşık bile olmadım. Hayatımı bir cezaevinde bin tane adamın içinde geçirmeye hiç niyetim yok yani. Bekleyin ve görün," dedi, ciddi ciddi çıkıp gitti. Giderken mırıldandığı şeyler tam olarak şunlardı;

Doktor derdime bul bi' çare
Ona doyamıyorum yaz bi' reçete
Sabah akşam yemekten önce
Sonra her anımda yanımda istiyorum

"Bırakmasa mıydık acaba?" diye sordu Cansu.

Derin bir nefes aldım. "Geç kaldık." dediğim an ellerini beline koydu.

"Gazamız mübarek olsun o zaman." dedi, Savaş arkasındaki duvara yaslandı ve elindeki -nereden ve nasıl bulduğunu bilmediğim- törpüyü gösterdi.

"Sanırım kelepçe açmak için gerçekten lazım olacak," dedi, hepimize bir bir baktı. "Hepimizkini açar herhâlde."

"O kadar değil lan, güvenelim şuna biraz," dedi Ateş ve sakince durdu, fakat bu durum sadece on saniye sürdü. On saniyenin sonunda derin bir nefes aldı. "İnşaallah hepimizi yakalatmaz," dedi, sinirlerim bozuldu ve güldüm. Bu gülüşten sonra hiç kimsenin sesi çıkmazken yaklaşık on dakika sonra Erdem'in telefonuna mesaj geldi. Hızlıca o mesajı okuduktan sonra başını kaldırdı ve bize baktı.

"Doğan, sizi bekliyorum yazmış." Afalladım, bu kadar çabuk mu?

"Yakalanmış olmasın?" diye sordu Cansu, Erdem bu soruya cevap vermeden ayrıldı merdivenlerden ve hastanenin koridoruna geçti. Hepimiz onun peşinden çıktık, koridora göz attım. Neyse ki kimse yoktu, kalabalık değildi. Zaten gecenin bir yarısı kalabalık olamazdı.

Ağır adımlarla Taner'in içinde olduğunu bildiğimiz odaya doğru yürüdük. Dağınık yürüdük, yan yana çok dikkat çekerdik çünkü. Yürürken birkaç kişiyle karşılaştık, yüzümüzü göstermemek için elimizden geleni yaptık ve sonunda o odaya ulaştık. Polisler gerçekten de yoktu, tereddüt etsek de tek tek girdik odaya. Üçüncü olarak odaya girdiğimde gördüğüm manzara şaşırtıcıydı. İki polis de odadaki tekli koltukta ve baygındılar. Doğan da Taner'in başında duruyordu ve serumunu kontrol ediyordu. Dilinde de yine aynı şarkı vardı.

Doktor derdime bul bi' çare
Ona doyamıyorum yaz bi' reçete
Sabah akşam yemekten önce
Sonra her anımda yanımda istiyorum

Bu şarkının bu kısmını söylerken bize döndü. "İşlem tamamdır, kelepçeyi halledin si,." dedi, Erdem yanına gitti.

"Nasıl yaptın lan bunu?" diye sordu, Doğan'ın dudakları yana kıvrıldı.

"Hastayı muayene etmem gerekiyor dedim, onlar da kabul ettiler. Biri benimle içeriye geldi, başımda duracaktı kendince, beklemediği bir anda bayılttım. Seslerden diğeri de girdi odaya, onu da hallettim ama ne zaman ayılırlar hiçbir fikrim yok. On dakikaya da uyanabilirler sabaha da. Yani acele etsek iyi olacak," dedi, şaşkınca dinledim onu.

"Seni tanımadılar mı?" diye sordum, günlerdir aranan suçlulardık. İki polisin onu tanımamış olması mümkün değildi.

"Maske vardı, çıkarın falan dedi içeriye girdiğimizde biri ama aceleci davranıp tanımasına fırsat vermedim, bayılttım. Kolay oldu yani," dedi, gözleriyle Taner'i gösterdi. "Ama biraz daha bunu alıp çıkmazsak yakalanacağız," dedi, o sırada Savaş törpüyü boş vermiş, polislerden aldığı anahtarlarla kelepçeyi açıyordu.

"Ben bir tekerlekli sandalye bulayım," dedi Cansu ve odadan çıktı. Erdem de polisleri kontrol etti, baygın olduklarından emin oldu. Duruma bakılırsa bir süre daha uyanamayacak gibiydiler.

"Anahtar doğru mu?" diye sordu Ateş Savaş'ın yanına giderken.

"Evet," dedi Savaş, o sırada açılan kapı irkilmeme neden olurken arkamı döndüm ve tekerlekli sandalyeyle odaya giren Cansu'yu gördüm.

"Gelirken görmüştüm zaten, ileride duruyordu, kapıp geldim."

"Tamamdır" dedi Savaş ve ayağa kalktı, kelepçe elindeydi. Hemen yanında duran Doğan onun omzuna kolunu attı.

"Şu serumu da çıkaralım," dedi Cansu.

Erdem hemen ona engel oldu."Hayır hayır, kalsın. Bu serumu verdiklerine göre iyi geliyordur, bir de ölmesin şerefsiz."

Cansu Erdem'in söylediği şeye itiraz etmeyip yaptığı şeyden vazgeçerken geri çekildi. Ateş, Savaş, Doğan ve Erdem dörtlüsü yatağın kenarında durdular. Hepsi Taner'in bir yerinden tutup tekerlekli sandalyeye oturtacakken onlar henüz daha Taner'i yataktan bile kaldıramadan odanın kapısı açıldı. Bu kez daha büyük bir korkuyla kapıya döndüğümde karşımda hiç beklemediğim bir sima gördüm ve donup kaldım. Diğerleri de farklı bir tepki vermediler.

O sırada elindeki silahı bize doğrultan Tufan Müdür'ün yüzünde kazanmış olmanı verdiği memnuniyet yansırken bizim de kaybettiğimiz savaşların arasına bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Bölüm Sonu!

Selammmm, ne yapıyorsunuz, nasılsınız?

Yorumlarınızı dikkate alarak bundan sonraki bölümlerimiz bu uzunlukta paylaşmaya karar verdim ama bu da finale daha çabuk gideceğimiz anlamına geliyor. Yani son yedi bölümümüz kaldı, tam 100. Bölümde final yapıyoruz 🥹 Ve bu, serinin son kitabı olacak, devamı gelmeyecek 🥺

Neyse, gelelim bu bölüme :)

Çok heyecanlıyım son sahneden sonra, bomba gibi bitti yine bölüm :)

Sizce neler olacak yeni bölümde? Oradan kurtulabilecekler mi dersiniz?

Tufan müdüre haber veren kim oldu dersiniz? Bir hain mi var yoksa tesadüfen mi öğrendi?

Bu bölümde Doğan'a çok güldüm jsjsjskjsjsjaj Tüm kargaşa ve kaosa rağmen enerjisini koruyup eğlenceli kişiliğini öldürmüyor olmasına hastayım <3

Sonunda bu bölüm Ceyhun'un sırrını da öğrenmiş olduk, böyle bir şey bekliyor muydunuz?

Mira'nın Ceyhun'a güvenmeye devam etmesi doğru mu sizce?

Peki ya bu bölümde en sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

Buraya bölümü en iyi anlatan emojiyi bırakabilirsiniz.

Bölüm hakkındaki yorumlarınızı buraya yazabilirsiniz.✨

Yeni bölüm alıntısını okumak ve duyurulardan haberdar olmak için beni sosyal medyadan da takip edebilirsiniz.💫

Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle... Kendinize çok iyi bakın, sevgiyle ve sağlıkla kalın.♡

Instagram: gizzemasllan

Twitter: gizzemasllan

gizzemasllan

SİZİ ÇOK SEVİYORUM.♡

Loading...
0%