Yeni Üyelik
101.
Bölüm

99.BÖLÜM "GİDENLER VE KALANLAR"

@gizzemasllan

Selam suç ortaklarım :)

Bir önceki bölüme gelen yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Bu bölüme gelecek olan yorumlarınız bekliyorum.♡

Bölüme başlamadan önce sol alt köşedeki yıldıza dokunarak bana destek olabilirsiniz.

Buraya ben de sizin için bir yıldız bırakıyorum.⭐ Sizinkileri de bekliyorum.❥

Keyifli okumalar.♡

Instagram: gizzemasslan

.

.

.

99. BÖLÜM "GİDENLER VE KALANLAR"

Günümüz

Bu hayattan öğrendiğim çok özel bir şey vardı. Dostluk gibi... En az aşk kadar kuvvetli bir duygu olduğuna inanıyorum artık bunun. Hatta belki aşktan da öte. Zaten bana göre bir insan âşık olduğu kişiyle birlikteyken bile onunla dost olabilirdi. Evet, belki tuhaf geliyor ama bana göre öyleydi, öyle de olması gerekiyordu bence. Çünkü dostluk, aşkı tamamlayan bir duyguydu. Dost demek; güven ve sevgi demekti. Aşk, güven ve sevgi olmadan tam olur muydu hiç? Asla...

Tüm bunları bana bir adam hissetirmişti, hissettirirken öğretmişti. O adam aynı zamanda evim olmuştu ve ben şimdi evimden çok uzaktayım. Aynı zamanda öyle bir noktadayım ki bir karar almam gerekiyor. Alacağım karar ya onu öldürecek ya da bizi sonsuza dek ayıracak. O yaşasın diye onu görmemeye, ondan uzak kalmaya, acı çekmeye razıyım. Özgürlüğümü yok saymaktan, onu kurtarmaktan bir an bile olsun tereddüt etmem ama maalesef ki bu kararı sadece ben veremem.

Ben verecek olsam, çoktan yapmıştım bunu zaten. Çoktan onu ölümden kurtarmış olurdum. Ne de olsa bu hayatta ölüm dışında her şeyin geri dönüşü vardı. Kaybedeceğimiz özgürlüğümüze belki bir şekilde yeniden kavuşabilirdik ama kaybedeceğimiz birini geri getirmememiz mümkün olmazdı. Ayrıca o özgürlüğe yeniden kavuşamayacak olsak bile onu ölüme terk edemezdik.

"Onu ölüme terk etmeyeceğiz tabii ki." Cansu'nun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. "Ama gidip teslim olmak da akıl işi değil."

"Adamlar pazarlık yok dedi, başka bir şeylerle ikna etmemiz mümkün değil." Bunu diyen Doğan olurken sessiz kalmaya devam ettim.

"İkna etmeyelim, bir şeye ikna etmek zorunda değiliz zaten ve ayrıca bu vakit kaybından başka bir şey olmaz." Bu da Savaş'ın cümleleriydi.

"Ne yapacağız o zaman?" diye sordu Doğan Savaş'a karşı.

"Bulacağız Ateş'i, son ana kadar savaşacak ve onu bulacağız. Ne teslim olup hem kendimizi hem de onu yakacağız ne de onu ölüme terk edeceğiz. Eğer Ateş'in değil de buradan herhangi birimizin başına böyle bir şey gelmiş olsaydı o da aynı şeyi yapmak isteyecekti."

Gözlerimi önüme çevirdim ve uzun uzun düşündüm. Haklıydı, Ateş de aynı şeyi yapardı muhtemelen ama korkuyorum. Ya bir hata yaparsak, ya onun hayatını riske atacak bir şey olursa, ya onu kaybedersek? O zaman ne olacak? Bu riski almak istemiyorum. İlk defa kaçmak istiyorum. Kaçmak ve hiçbir şey yapmamak.

"Mira." İsmimi duyunca başımı kaldırdım, Erdem'e baktım. "Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu, diğerleri de onun gibi merakla bana bakıyorlardı.

"Biraz hava almaya ihtiyacım var," dedim, hepsinin bakışları altında ayağa kalktım ve bahçeye çıktım. Bahçedeki masaya oturdum, boş boş karşıya bakmaya başladım. Gözlerim doldu, acıyla içim sızladı. Ağlamak istedim ama bunu yapmadım, duygularımı bastırmaya çalıştım. Ateş'i düşündüm. Şu an ne hâldeydi acaba? Canını yakıyorlar mıydı? Yarası var mıydı? Bizi bekliyor muydu? Kurtulmak için kendisi bir şeyler yapıyor muydu? Sorular zihnimi bir fare misali kemirirken canımın yandığını ilk defa bu denli hissediyordum.

"Lütfen iyi ol," diye mırıldandım. "Yalvarırım iyi ol Ateş,” dediğimde kendime daha fazla engel olamadım, gözlerimden birer damla yaş aktı ama onları da hızla sildim.

"Mira." Arkamdan gelen sesle yanaklarımı bir kez daha kuruladım. O sırada Erdem yanıma gelmiş, hemen yanımdaki sandalyeye oturmuştu. Fakat dönüp bakmadım ona, dolu gözlerimi görsün istemedim ve boş boş karşıya bakmaya devam ettim.

"Onu ilk tanıdığımda sekiz yaşındaydım sanırım,” diye girdi konuya. "Yaşıtız zaten onunla, o da sekiz yaşındaydı. Bizim gibi ailesini kaybetmişti. Ondan sadece birkaç ay önce almıştı Agâh abi bizi. Bir eve götürmüş, iyi bir hayat sunmuştu. Bizden sonra da o geldi. Geldiği ilk günü görmen lazımdı. Herkese, her şeye çok öfkeliydi." O bunları anlatırken Ateş'in bana anlattığı geçmişini hatırladım ve yanağımdan bir damla daha yaş süzüldü, boynuma düştü.

"O eve geldiği ilk bir ay bizimle tek kelime bile etmedi. Hatta doğru dürüst odasından bile çıkmadı. Yemeğini odasında yer, tüm gününü orada geçirirdi. Aynı evdeyken günlerce onu görmediğim bile olmuştu. Sonra bir gün dayanamadım, çocuktum işte, merak ettim onu ve girdim bir anda odasına. Bir fotoğrafa baktığını gördüm. O gün kızdı bana, niye girdin diye bağırıp çağırmaya başladı. Sonra ne oldu bilmiyorum ama sakinleşti, o gün ilk kez oturup konuştuk onunla. Hayatıma o gün girmedi ama o gün tanıdım onu,” dedi, başımı hafifçe çevirdiğimde gözlerinin dolu olduğunu fark ettim ve hemen yeniden önüme döndüm, onu böyle görmek gözyaşlarımın sessizce akmaya başlamasına neden oldu.

"Sonra çıktım odasından, yalnız bıraktım onu. O akşam kendi isteğiyle yemeğe indi, o günden sonra da bir daha kapanmadı o odaya." Yüzümde buruk bir tebessüm oluşurken devam etti. "O gün arkadaşım oldu o benim. O evde bir abim, bir kardeşim vardı ama o gün bir de arkadaşım oldu. Zamanla o da kardeşim gibi oldu. Doğan, Pars benim için nasılsa Ateş de öyle. Tek bir an bile onun için aksini düşünmedim. O benim kardeşim, hep de öyle kalacak,” dedi, sesi çatallanıyor olduğundan bir kez daha döndüm, bakışlarımız kesişti.

"Değil cezavine girmek, öleceğimi bilsem yine de onu kurtarırım, ölüme terk etmem ama bunu yaparken de diğerlerinin hayatını mahvedip bir kenara atamam. Doğan'ın da dediği gibi; son ana kadar deneyeceğiz. Olmadı mı? O zaman olmasın, biz denemiş olalım. Ateş de bunu yapmamızı isterdi, kendimizi yakmamızı değil. Eğer başarılı olamazsak kabul edeceğiz, teslim olacağız ve onu kurtaracağız. Bundan hiç şüphen olmasın." Başımı sallamakla yetindim.

"Şimdi bırak burada oturup ağlamayı, içeriye gel ve konuşalım. Tek bir kişi bile eksik devam etmeyeceğiz bu yola ama yok ben kendi bildiğimi yaparım diyorsan da sen bilirsin,” dedi, ayağa kalktı. Başka hiçbir şey demeden giderken başımı yeniden önüme eğdim, gözyaşlarım dizlerimin üzerindeki ellerime düştü bu kez.

"Pes etmek yok, devam edeceğim,” dedim, kendi kendime cesaret verip ayağa kalktım. "Sonuna kadar devam edeceğim,” dedim bir kez daha ve derin bir nefes alıp temiz havayı soludum. Ciğerlerime dolan temiz hava kendimi daha iyi hissetmemi sağlarken kaybedecek tek bir dakikamız bile olmadığından oyalanmadan eve girdim. Herkes hâlâ bıraktığım gibi oturuyorlardı.

"Vakit yok,” dedim gidip oturmak yerine. "Ne yapacaksak bir an önce yapalım,” dediğimde onlara ayak uydurmuş olmamdan dolayı memnun olduklarını fark ettim. "Planı olan var mı?" Bu sorumla Cansu da ayağa kalktı.

"Para teklif edeceğiz." Kaşlarımı çattım, plan bu kadar basit mi yani diye düşünürken devam etti. "Her şeyi yirmi beş milyon dolar için yapmıyorlar mı? İşte biz de daha fazlasını teklif edeceğiz ama sadece birine,” dedi, anlamsız bakışlar atarken Savaş ayağa kalktı.

"Tıpkı Taner'e yaptığımız gibi yani,” diye tamamladı konuşmayı.

"Neden sadece birine?" Merakla sordum, tekli koltukta oturan Doğan cevapladı sorumu.

"Olay çıkarmak için, kendi aralarında sorun çıkmasına nedene olacağız." Çok rahat verdi bu cevabı.

"Yirmi dört saate mi?" diye sordum bunun mümkün olmadığını belli etmek adına ve ekledim. "Hatta artık yirmi iki ve her geçen dakika da biraz daha azalıyor,” dedim, Erdem ayaklandı.

"Bu yüzden elimizi çabuk tutacağız, kalan son yirmi iki saat bizim yirmi iki saatimiz olacak,” dedi, ellerini arkasında birleştirdi. "Önce onlara nasıl ulaşacağımızı bulmamız lazım."

"Ceyhun,” dedim doğrudan. "Ceyhun Taner'in ve o iki adamın peşinde. Tamam o iki adam aradığımız iki adam değil ama bizi onlara götürebilirler." Bu fikir Erdem'in aklına yatmış gibiydi.

"Güzel, o zaman bütün plan değişti. Taner'i aralarına sokmak gibi bir derdimiz yok artık. Çünkü doğrudan onlara ulaşacağız. Sen Ceyhun'u ara, yerlerini öğren ve hazırlanın, çıkıyoruz. Gidip alalım şu adamları, vakit yok,” dedi, herkes bir anda hareketlendi. Onlar silahlarını alırlarken ben de Ceyhun'u aradım, yerlerini öğrendim. O sırada Erdem'in bana vermiş olduğu bir silahı da belime taktım, hep birlikte evden çıktık. Farklı iki arabayla ulaştık Ceyhun'un adresini verdiği eve ve o evin sokağında indiğimizde arabası ileride duran Ceyhun indi, yanımıza geldi.

"Plan neden değişti?" diye sordu, henüz Ateş'ten haberi yoktu.

"İçerideki iki adam, bizim aradığımız iki adam değil. Ateş de kaçırıldı ve kaçıranların adamları karşımıza çıkıp ya onu öldürürüz ya da yirmi dört saat içinde polise teslim olursunuz dedi. Biz de buradaki adamlar sayesinde patronlarından birine ulaşacak, almak istedikleri paranın daha fazlasını teklif edeceğiz. Bunu sadece birine yapacağımız için aralarında sorun çıkacak ve bunun için sadece yirmi bir saatimiz kaldı." Olan biteni kısaca açıkladım, Ceyhun bozguna uğramış bir ifade ve yarı açık ağzıyla bana bakarken omuz silktim. "Ortalık biraz karıştı yani." Dudaklarının arasından bıraktığı titrek nefesi fark ettim.

"Biraz değil, bayağı karışmış,” dedi, başımı sallamakla yetindim. "Peki plan bu kadar mı? Aralarında sorun çıkması sizin ne işimize yarayabilir ki?" diye sordu, bu kez ona cevap veren Erdem oldu.

"Birlik olmalarından iyidir,” dedi, Ceyhun daha da şaşırdı.

"Kusura bakmayın ama biraz fazla riskli değil mi bu? Yani sonucunda elinizde bir şey geçmeyecek gibi ve boşuna vakit kaybediyor olabilirsiniz." Haklıydı belki ama başka şansımız yoktu. Erdem'in de dediği gibi birlikte hareket etmelerinden iyiydi bu durum. Çünkü o zaman Ateş'e ulaşmak için bir şansımız olurdu.

"Başka şansımız yok, deneyeceğiz. Belki elimize hiçbir şey geçmeyecek ama denemiş olacağız,” dedim, anladım dercesine başını salladığında Erdem omzuna dokundu.

"Yaptığın her şey için sağol ama gitsen iyi olur,” dedi, elini indirdi ve ekledi. "Birinin daha başı yanmasın. Hem içeriye girersek dışarıda birilerinin olması gerekiyor,” dedi, Ceyhun gözünün ucuyla bana baktı.

"Saçmalamayın, hiçbir yere gitmiyorum. Korkup kaçacak bir adam mıyım lan ben?" diye sordu, koluna dokundum.

"Ceyhun, Erdem haklı. Gitmen daha doğru, bizim ne olacağımız belli değil. Bari sen kurtul, hem sana böyleyken ihtiyacımız var bizim, bizim gibi bir suçlu olduğunda değil,” dedim, gözleri ikimizin arasında gidip geldikten sonra sıkıntıyla ofladı.

"Bir sorun olursa ya da yardıma ihtiyacınız olursa arayın,” dedi, başımı salladım. "Umarım, her şey yolunda gider,” dedi ve istemeye istemeye uzaklaştı yanımızdan. O giderken arkasından bakmadan edemedim. Artık gördüğüm her kişiyi son kez görüyormuş gibi hissediyordum. Bu his kalbimi kırarken Erdem'in sesini duydum.

"Başlayalım,” dedi, belinden silahını çıkarıp önden yürüdü. Diğerleri çoktan evin arkasına geçmişlerdi. Oyalanmadan peşinden gittim, evin önünde durduk. Kapıdan birkaç adım uzakta durdu ve eski kapıyı attığı ilk tekmeyle açtı. "İşte bu kadar,” dedi, önden girdi eve. Ben de hemen peşinden girdim. Anında odalardan birinden bir adam çıktı, silahını doğrulttu ama henüz bir şey yapamadan Erdem eline sıktı, elinden yaralanan adam acıyla bağırırken silah elinden düşmüştü. Erdem tereddüt etmeden yanına gitti, ensesinden tuttuğu gibi yerden kaldırdı. Adam acı içinde bağırırken zerre umursamadan çıktığı odaya soktu ve koltuğa doğru öfkeyle itti.

"Otur lan şuraya!" diye bağırdı, Taner de buradaydı ama diğer adam yoktu.

"Ne oluyor?" diye ayağa kalkıp yanımıza geldi Taner ama kimse ona açıklama yapmadı.

"Bir yere mi gidiyordun lan puşt?" Savaş'ın sesiyle diğerinin de yakalandığını anladım. Çok geçmeden de arka taraftan çıktı, olduğumuz odaya geldiler ve Savaş da Erdem gibi yakaladığı adamı koltuğa doğru attı. Erdem ikisinin de karşısına geçip ellerini arkasında birleştirdi.

"Tek bir kez soracağım, patronlarınız kim ve neredeler?" O bunu sorarken eli yaralı olan esmer adam koltuğun üzerinde acı içinde kıvranıyor, hatta ağlamaya bile başlamıştı.

"Bilmiyoruz!" dedi arkadan kaçarken yakalanan adam ve Erdem tek bir saniye tereddüt etmeden arkasında birleştirdiği ellerini çıkardı, silahını adama doğrulttu ve ayağına sıktı. Silah sesi yüzünden yüzümü buruştururken de bir kez daha ellerini arkasında birleştirdi. O sırada adam bacağını tutarken koltuktan düşmüş, diğeri gibi acı içinde kıvranmaya başlamıştı.

"Sizi öldürmem, gözümün önünde acı çekip inleyerek ölmenizi beklerim. Bu yüzden konuşun, patronlarınız kim?" Onun bu sorusuyla dikkatle izledim adamları ama şu an acı çekmekten onu duymuyor gibiydiler. Bir şeyler yapmam gerek diye düşünürken Erdem koltukta oturana yaklaştı, elindeki yarayı umursamayıp boğazını sıktı. "Konuş!" dedi, diğerlerine baktım. Hepsi sadece Erdem'i izliyor, bir şey yapmıyorlardı.

"Tanımıyorum, yemin ederim tanımıyorum,” dedi adam ve acı içinde bağırdı. "Sadece telefonla konuştuk, yemin ederim görmedim." Erdem adamın boğazını bıraktı, adamın pantolonunun cebindeki telefonu çıkardı.

"Şifresini söyle,” dedi, adam ikiletmeden söyledi şifreyi. Erdem telefonun kilidini açtıktan sonra bana uzattı. "İnceleyin,” dedi, hemen aldım elinden. Cansu anında yanıma gelirken o adamları pek insancıl olmayacak şekilde sorgulamaya devam etti. Biz de telefonu inceledik. Mesajlaşma falan yoktu, sadece dört ayrı numarayla konuşulmuştu. Zaten telefonda kayıtlı başka numara da yoktu.

"Dört kişiyle konuşulmuş,” dedim, Erdem'in elinin altındaki adam bağırdı.

"Sonuncu! Sonuncu numara onlara ait!" Bu cevapla o numarayı hemen kendi telefonuma geçirdim. Erdem o sırada adamları bırakmıştı.

"Kapıdaki adamları çağırın, alıp götürsünler bunları." Doğan onun dediğini yapmak için çıkarken yerdeki adama baktım.

"Adı ne bu numaranın sahibinin?" Sordum, gözünün ucuyla baktı bana.

"Akif, soyadını bilmiyorum,” dedi, elini tutup acı içinde kıvranmaya devam etti.

"Ara,” dedi Erdem yanıma gelir gelmez, istediğini yapıp aradım adamı ve ona uzattım telefonu. Elimden aldı, telefon birkaç çalıştan sonra açıldığında ses hoparlördeydi.

"Ne yaptınız lan? Hallettiniz mi işi, aldınız mı adamı?" diye sordu adam telefonu açar açmaz.

"Bir bok yapamadılar, biz aldık onları,” dedi, bunu derken Savaş'a gözleriyle bir şey işaret etti ve Savaş onun bu işaretiyle evden ayrıldı. Neler olduğunu anlamaya çalışırken Erdem devam etti. "Ve sen eğer aklın varsa ve kaybeden olmak istemiyorsan yalnız olacağın bir yere geç, bu numarayı görüntülü ara,” dedi, telefonu adamın yüzüne kapattı.

"Ne oldu şimdi?" diye sordum, bakışlarını Taner'e çevirirken cevap verdi.

"Birinin canı biraz acıyacak ama iyi şeyler olacak, korkmayın,” dedi, Taner anında yanımızda bitti.

"Bana da ne olduğunu anlatın hemen! Neden yapıyorsunuz bunu, canı acıyacak olan ben miyim?" O bunları sorarken Savaş elinde bir çelik yelekle yanımıza yeniden geldi.

"Bir şey söylemeyecek misiniz?" diye sordu Taner, hiç kimse ona cevap vermezken Savaş çelik yeleği uzattı.

"Al şunu, giy,” dedi, hâlâ ne olduğunu anlayamazken birazdan öğreneceğim için sorgulamadım, akışına bıraktım ama Taner benim aksime sorgulamaya devam etti.

"Eğer bana bir şey anlatmazsanız istediğiniz hiçbir şeyi yapmam!" dedi Taner ve eşzamanlı olarak Erdem onun yakasından tuttu, kendine çekti.

"Bana bak lan ya şimdi o yeleği giyersin ve sadece canın yanar ya da birazdan yiyeceğin kurşunlar öldürür seni! Çok tatava yapma, geç kenarda dur,” dedi, geriye doğru itti Taner'i. Taner şaşkın şaşkın bize bakarken Erdem'in elinde olan telefonum çaldı. Eşzamanlı olarak Taner Savaş'ın elindeki çelik yeleği aldı, montunun altına giydi. O sırada Erdem Akif'in görüntülü aramasına yanıt vermiş olacak ki adamın sesi kulaklarıma geldi.

"Al lan, aradım! Ne kaybetmesinden bahsediyorsun sen? Açık açık konuş!" dedi, yüzünü görmek istediğim için Erdem'in yanına gittim, telefona baktım. Sarışın bir adamdı, uzun sakalları vardı.

"Konuşayım,” dedi Erdem ve görüntüyü arka kameraya aldı. Hâlâ ne olduğunu anlayamazken kamerayı Taner'e çevirdi. Sonra da silahını kaldırdı ve Taner'in göğsüne doğru tuttu, gözlerim iri iri olurken Erdem tereddüte düşmeden sıktı Taner'e. Taner çelik yeleğe rağmen kurşunun hızı yüzünden yere düştü. Düşüşü yüz üstü olurken Erdem sırtına iki el daha ateş etti ve kamerayı hemen öne aldı, Taner'i daha fazla göstermedi. Kamera değiştiği için Savaş, Doğan ve Cansu üçlüsü kurşunlar yüzünden bayılan Taner'le ilgilenirken ben Erdem'in yanında durmaya devam ettim.

"Dört imza olunca o para çekilecekti bankadan, tek bir imza bile eksik olursa paranın çekilmesi mümkün değildi ya hani? Artık gerçekten de imkânsız, az önce gözlerinin önünde öldü Taner,” dedi, kameranın açısından çıktım, adamın daha fazla şaşkın yüzümü görmesini istemedim. "Çocuğu saymazsak geriye sadece iki kişi kaldınız. Bizim de sadece birinize ihtiyacımız var, Ateş'i oradan kurtarmak için. Bu da sana denk geldi Akif. Sana yıllar sonra alacağın yirmi beş milyon doları hemen ödeyeceğim ama tek bir şartım var,” dedi, adamın sesi araya girdi.

"Demirkan'ı size teslim etmemi istiyorsunuz." Dudaklarım yana kıvrıldı, konuyu çabuk kavramıştı.

"Aynen öyle, kardeşimizi bize ver ve paranı al. Tabii çocuğu da, çocuğu da sağ salim vereceksin. Kabul etmem diyorsan da diğeriyle iletişime geçeriz. Artık diğer arkadaşın seni mi seçer yoksa parayı mı orasını biz bilemeyiz. Karar vermek için sadece bir saatin var. Bir saat sonra yine arayacağım, kararını vermiş olursun umarım,” dedi ve telefonu adamın yüzüne kapatıp bana uzattı. Telefonu alırken sordum.

"Bunu evdeyken planlamış mıydın?" Başını salladı. "Bize neden söylemedin?" Sormaya devam ettim, omuz silktim.

"Size değil, sana. Acelemiz vardı ve telefonla konuşuyordun,” dedi, kaşlarımı çattım.

"İtiraz etmemden korktun değil mi? Engel olmak için bir şey yapacağım zannettin ve gizledin,” dedim, ellerini arkasında birleştirdi.

"Tam olarak öyle sayılmaz,” dedi, bir anlığına alt dudağını ısırdı. Fakat hemen buna bir son verip kendine engel oldu. "Daha çok aklını karıştırmak istemedim diyelim,” dedi, kaçarcasına uzaklaştı yanımdan ve diğerlerinin yanına gitti. Benden saklaması çok saçmaydı, buraya gelirken yapılmış olan saçma planı bile kabul etmiştim bir umutla. Bunu da kabul ederdim, itiraz etmezdim ama saklamayı tercih etmişti. Sadece o da değil, diğerleri de.

"Ayılmadı mı daha?" diye sordu, Cansu başını kaldırıp bize baktı.

"Üç el ateş etmeye gerek var mıydı? Adam kendine gelemiyor, kaburgaları falan kırılmış olmasın?" diye sordu, bu beni de endişeye düşürdü ama Erdem çok rahattı.

"Hiçbir şey olmaz, boş verin. Uyanır birazdan,” dedi ve kendini ilerdeki koltuğa attı, arkasına yaslandı ve ayak ayak üstüne atıp ellerini göğsünün altında birleştirdi.

"Ne olacak şimdi? Arayacak mı adam sizce?" Bunu soran Doğan oldu.

"Ne olacak bilmiyorum, arayacak da aramayacak da diyemem ama bildiğim bir şey var ki; arasa da aramasa bizim için her şey yirmi saat içinde bitecek. Ya kazanacağız ya kaybedeceğiz artık. Son noktaya geldik,” dedi, gözlerimi kapattım ve titrek bir nefes bıraktım dudaklarımdan.

Haklıydı, bir kez daha son noktamızdaydık yine. Bu sonun da ilerisi var mı bilmiyorum ama olmamasını diliyorum. Artık bir şeyler bitmeliydi, bir şeylerin bitme zamanı gelmişti. İçinde bulunduğumuz zindandan ya hep beraber, omuz omuza çıkacak ve bu savaşı kazanacaktık ya da yine hep beraber o zindana mahkûm olacaktık. Zaten dostluk dediğin bundan ibaret değil miydi? Sonuç iyi de olsa kötü de olsa yan yana olmak, olabilmek.

***

Gözlerimi elimdeki telefondan bir saniye bile olsun ayırmazken sağ ayağımı gergince sallıyor, bir yandan da diğerlerinin konuşmasına kulak kesiliyordum.

"Kaç dakika kaldı?" diye sordu Cansu.

"On üç dakika." Bu cevabı veren Doğan olurken gerginliğim biraz daha artmıştı. Adamlara vermiş olduğumuz bir saatin kırk yedi dakikası geçmişti ve geriye sadece on üç dakika kalmıştı. Fakat hâlâ aramamıştı, belki de kabul etmemişti.

"Merak etmeyin,” dedi Erdem ve fazlasıyla rahat çıkan sesiyle ekledi. "Arayacak, aramak zorunda. Çünkü Taner'in öldüğünü düşünüyor, parayı kaybetmek istemeyecek. Hadi diyelim namuslu, şerefli bir adam çıktı ve para için arkadaşını satmadı, aramadı. O zaman biz de arkadaşını arayacağız, o kabul edecektir." Böyle düşününce rahatlıyordum ama arkadaşı da kabul etmezse ya da arkadaşını satmazsa diye düşünmeden de edemiyorum. Ne de olsa adamları tanımıyoruz, aralarında ne gibi bir bağ var bilmiyoruz. Belki de koparamayacağımız kadar güçlü bir bağları vardı, bunu da düşünmek lazımdı.

"Ya ikisi de kabul etmezse?" diye sordum, sonunda başımı kaldırdım ve Erdem'e baktım. "Bir plan daha yapmalıyız. Eğer ikisi de kabul etmezse yine bir şeyler yapmamız gerekecek,” dedim, Erdem cevap veremezken gözümün ucuyla telefona bakıp on bir dakika olduğunu gördüm ve gözlerimi yeniden ona çevirdim. "Ya da planın var ve yine bana mı söylemiyorsun?" Bunu sorarken arkama yaslandım, hepsinin üzerinde gözlerimi bir kez gezdirdim. "Belki de yine hepinizin haberi vardır." Sitem edercesine kurdum bu cümleyi ve hepsi bunun farkına vardı.

"Mira biz sadece..." Cansu konuya girdi ama engel oldum devam etmesine.

"İtiraz etmezdim,” dedim, susmak zorunda kaldı. "Ben hep birilerine zarar vermeyi başka bir seçenek bulabilme ihtimalimiz olduğu için redettim ama geldiğimiz bu nokta da bunu düşünemeyecek durumdayız hiçbirimiz. Bize çok zarar verdiler, artık anladım ki; bir şeyleri kazanmak ve bir şeyler bitsin istiyorsak bizim de birilerine zarar vermemiz gerekiyor. Bu yüzden buraya gelip bu adamlara bunu yapacak olmanıza itiraz etmezdim,” dedim, tek kelime bile edemedi ve sessiz kaldılar. "Her neyse, boş verelim,” dedim, gözlerimi yeniden telefonun ekranına çevirirken ekledim. "Ya olmazsa diye düşünmemiz lazım ama gerçekten de vaktimiz daralıyor çünkü,” dedim, adama verdiğimiz süreden sadece dokuz kaldığını gördüm.

"Dokuz dakika kaldı,” dedi Savaş buna baktığımı fark etmiş gibi ve Cansu araya girdi.

"Ne de olsa o 9dokuz dakika da bir saatin içinde, sonuna kadar bekleyeceğiz. Belki de son ana kadar bizi bekleterek kendince kendini ağırdan satıyordur,” dedi, onlar kendi aralarında konuşmaya devam ederken ben de bir saattir yaptığım gibi telefonu izledim ve bu telefonun dokuz dakika içinde çalmasını umut ettim.

"Taner'den haber var mı?" Erdem'in bu sorusu dikkatimi çekince yeniden onlara kulak verdim. Taner, burada bir türlü ayılmayınca Erdem onu adamlarla birlikte eve göndermiş, bir de doktor ayarlamalarını söylemişti ama adamlardan henüz ses çıkmamıştı.

"Yok, aramadılar daha. Zaten daha eve bile ulaşamamışlardır, yol uzun,” diye cevapladı Doğan, tam o anda elimdeki telefon titredi. Hızla gözlerimi ekrana çevirdim ve yine o numaranın aradığını gördüm.

"Arıyor,” dedim, Erdem oturduğu yerden kalkıp yanıma geldi. Yanımdaki yerini alırken telefonu da elimden aldı. Cansu, Savaş ve Doğan üçlüsü de karşı koltukta oturuyorlardı. Erdem aramaya yanıt verip sesi hoparlöre aldığında adamın sesi duyuldu.

"Kararımı verdim,” dedi telefon açılır açılmaz. "Size Demirkan'ı da çocuğu da sağ salim vereceğim." Dudaklarım yana kıvrıldı, duymak istediğim tek cümle buydu çünkü. "Ama arkadaşıma da ihanet edemem, onu satamam." Kaşlarımı çattım, bu ne demekti şimdi?

"Arkadaşın için yapabileceğimiz hiçbir şey yok, madem bunu yapamazsın sen bilirsin. Umarım sen bir yerlerde sürünürken bizden alacağı parayla rahat rahat hayatını yaşayan arkadaşın da seni düşünür. Hadi eyvallah,” dedi Erdem kapatıyormuş gibi davrandı ama kapatmak için hiçbir şey yapmadı.

"Dur, dur sakın kapatma." Akif telaşla söyledi bunları. "Orada mısın, duyuyor musun beni?"

"Duyuyorum,” dedi Erdem sadece.

"Bak ihanet edemem, bunu yapamam. Eğer siz ikimize de..." Teklifin sonunun ne olacağı fazlasıyla belli olduğundan Erdem devam etmesine izin vermedi.

"İkiniz diye bir şey yok, ikinizi de memnun edemem. En başında da dediğim gibi; sadece bir kişiye ihtiyacım var ve bu sana denk geldi. Sadece birinize para veririm ve benim kaybedecek vaktim hiç yok. Şimdi söyle; parayı alıp istediğimi yapacak mısın yapmayacak mısın?" Erdem bunu sorarken saate baktım, bize verilen süreden geriye sadece on dokuz saat kalmıştı. Diğer adam olanların farkına varmadan bu adamla işi bitirmeliydik.

"Tamam,” dedi adam pes etmiş bir şekilde ve ekledi. "Yapacağım, ne isterseniz yapacağım ama önce size güvenmem lazım." Göz devirdim, bir bu eksikti cidden.

"Lan biz sana güvendik de senin bize güvenmen mi kaldı? Benim asabımı bozma yemin ederim..." Akif Erdem'in sözünü kesti.

"Paranın yarısını şimdi istiyorum, hemen hesabıma geçecek. Yoksa hiçbir şey yapmam, nereden bileceğim beni kandırmayacağınızı? Paranın yarısını gönderin, arkadaşınızı da çocuğu da size vereyim. Başka türlü parmağımı kıpırdatmam. Hesap numaramı atacağım size, sürekli de kontrol edeceğim. On beş milyon dolar hesabıma yattığı an ben de sizin için bir şeyler yaparım." Öfkeyle ellerimi yumruk yaptım, gözü paradan başka hiçbir şey görmeyen bir adama muhtaç olmaktan nefret ediyorum. "Bekliyor olacağım,” dedi ve telefonu yüzümüze kapattı.

"Sikeyim böyle işi! Bir bu eksikti!" diye kızdı Savaş ve oturduğu koltuğa yumruğunu geçirdi.

"Verebilecek miyiz o kadar parayı?" diye sordum, Erdem'in bakışları beni buldu.

"Para sıkıntı değil ama...” deyip sustu, devam edemedi.

"Ama?" dedim devam etmesi için.

"Bu herife güven olmaz, nereden bileceğiz parayı alıp yok olmayacağını?" diye sordu, sanırım bunu anlamak için bir yol yoktu.

"Şansımıza kalmış o da diyeceğim ama risk alabilecek bir durumda değiliz. Ateş ellerinde,” dedi Doğan ve ayağa kalktı, pencereye gitti. Dışarıya baktı, her şey yolunda olacak ki bir şeyler demeden geri çekildi pencerenin kenarından.

"Her zaman hep bir şekilde önümüze bir engel çıkıyor! Sıkıldım artık bu durumdan!" dedim, ayağa kalktım ve küçücük odanın içinde volta atmaya başladım. "Parayı göndersek arkadaşıyla birlikte yok olabilir, o zaman ne Ateş'i ne de çocuğu alabiliriz. Hatta Taner öldü, bizimle bir işleri kalmadı diye onları da öldürebilirler. Parayı göndermemek zaten ayrı bir mesele, bunu yapmamak demek gidip teslim olmayı ya da Ateş'in ölümünü kabullenmek demek. Kısacası yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali,” dedim, öfkeyle yanından geçtiğim koltuğa tekme atarken aklıma aniden gelen şeyle duraksadım.

"Bir dakika,” dedim, onlara arkam dönük olduğundan hızla o tarafa döndüm. "Adam telefonu kapatırken bize ne dedi?" diye sordum, Cansu cevapladı.

"Hesap bilgilerimi göndereceğim, parayı gönderdiğiniz an bir şeyler yaparım dedi." Dudaklarım yana kıvrıldı.

"İşte bu,” dedim, hepsi anlamsızca bakarken devam etti. "Hesap bilgilerinden adamın kim olduğunu öğrenmek çok kolay. Şu an isminin Akif olması dışında bir şey bilmiyorum ama o bilgilerle her şeyine ulasabiliriz,” dedim, tıpkı benim gibi Erdem'in de dudakları yana kıvrıldı.

"Siktir,” dedi, ayaklandı. "Ben bunu nasıl atlarım?" diye sordu ve diğerlerine çevirdi gözlerine. "Klasik yöntemi deneyeceğiz. Bu adam ağaç kovuğundan çıkmadı ya? İlla bir anası babası, onlar yoksa bile karısı, çoluğu çocuğu vardır ya da bir kardeşi falan,” dedi, Savaş yanımıza geldi.

"Parayı vereceğiz ama aynı zamanda onun için önemli olan birini alacağız. Bundan haberi olmayacak, kazık atmaya çalışırsa bu kozu devreye sokacağız,” dedi, anlatmadan anlamış olmalarından dolayı memnun olurken Erdem başını salladı.

"Aynen öyle kardeşim, elimizde ona karşı bir koz olmuş olacak ama emin olmamız gereken bir şey var; alacağımız kişinin onun için gerçekten önemli olması lazım. Yani aralarındaki ilişki uğruna bir şeyler yapabilecek tarzda olması lazım." Erdem konuşurken sehpanın üzerindeki telefonumun titredi, hemen aldım ve Akif'in hesap bilgilerinin geldiğini gördüm.

"İnşallah kendine ait bir hesaptır,” dedi Cansu, şu an elimde sadece numaralar olduğundan bu konu hakkında bir şey diyemezken ekledi. "Bir başkasının bilgilerini gönderdiyse işimiz biraz zor,” dedi, Savaş hemen atıldı.

"Birine o kadar güveneceğini hiç sanmıyorum." Savaş'ın söylediği gibi olmasını umut ederken konuştum.

"Bize bu konuda bir tek Ceyhun yardım edebilir, tabii bir de Tufan amca ama şimdilik Ceyhun daha iyi bir seçenek gibi,” dedim, Erdem cebinden telefonunu çıkarırken yanıtladı beni.

"Sen ara o zaman Ceyhun'u, anlat olanları ve adamın bilgilerine ulaşsın. Soyadı, adresi, evli mi, çocuğu - annesi - babası ya da kardeşi var mı hemen öğrensin. Çabuk olursa iyi olur, vaktimiz yok,” dedi, başımı salladım ve Ceyhun'u ararken sakin bir yerde konuşmak için mutfağa geçtim. Ceyhun telefonu açtığında olanı biteni ve ne yapacağımızı kısaca anlattım. Sonra kendisinden bu konuda yardım istedim ve susup cevabını bekledim. Birkaç dakika sonra verdiği ilk tepki tam olarak şu oldu;

"Bu kadar hızlı yaşamayı nasıl başarıyorsunuz? Her yarım saate bir hayatınızın konusu değişiyor,” dedi, sıkıntıyla ofladım.

"Emin ol ben de böyle olmak istemezdim,” dedim ve bir an önce cevap vermesini bekledim.

"Tamam, merak etmeyin hallederim ben ama önce karakola geçmem lazım. Yani bir saatten önce bir şeyler bulamam,” dedi, bir saat şimdilik iyi bir süre gibiydi.

"Peki, ben sana bilgileri gönderiyorum,” dedim, beni onayladığında da telefonu kapattım, Akif'in bana atmış olduğu hesap bilgilerini ona attım ve salona döndüm. Herkes bir anda bana döndü, bir şeyler dememi beklediler.

"Yaparım ama bir saatten önce mümkün değil, dedi,” dedim.

"Sıkıntı yok,” dedi Erdem. "Onu da bekleriz,” deyip az önce sıcak oldu diye çıkardığı montunu alıp giydi. "Burada işimiz kalmadı, çıkalım artık,” dediğinde hep beraber çıktık evden ve gidip arabalara bindik. Evin önünden uzaklaştık, kendi evimize dönmek yerine bir yol kenarında iki araba arka arkaya durduk, Ceyhun'dan gelecek olan bilgileri beklemeye başladık.

"Son günlerde çok kişiyi kaçırmaya başladık,” dedi Cansu ve arkasına yaslandı. O, ben ve Erdem aynı arabadaydık. Erdem şoför koltuğunda, Cansu önde ben de arkadaydım. "Taner, Taner'in annesi, şimdi de bu adamın ailesinden biri,” dedi, ofladığını fark ettim. "Tüm bunlar ne zaman bitecek, normal hayatımıza ne zaman döneceğiz çok merak ediyorum." Ben de arkama yaslandım, gözlerimi kapattım. Son günlerde bunu ben de çok düşünüyordum. Ne zaman bitecek her şey? Ne zaman yoluna girecek? Doğrusu yoluna girecek mi onu da bilmiyorum ya.

"Az kaldı,” dediğini duydum Erdem'in, sesi kendinden emin çıkmıştı. "Şu iş bir hallolsun, Ateş'i ve çocuğu alalım, bitecek. Ne Ekin'le ne de diğerleriyle bir işimiz kalacak. Sonra da gideceğiz buradan." Kalbim acıdı, son cümleye kadar her şey iyiydi ama son cümle benim için iyi bir şey değildi. Gitmekten başka şansımız olmadığının farkındayım, eğer dört duvar arasına girip yıllar geçirmek istemiyorsak gitmemiz lazımdı ve bunu yapacaktım ama bunu yapmak beni mutlu etmeyecekti, bundan eminim.

"Keşke en başından gidebilseydik, yola çıkma kararı aldığımız o gece gitmek isterdim buradan." Cansu'nun bu cümlesi kendimi mahcup hissetmeme neden oldu.

"Benim yüzümden,” dedim, Erdem'in gözleri dikiz aynasından beni bulurken Cansu bana döndü. "Her şey benim yüzümden, burada kalmanıza ben neden oldum,” dedim, bunu derken sesimin kötü çıkmasına engel olamadım ama doğru buydu, kimse inkâr edemezdi bunu.

"Ben öyle demek istemedim,” dedi Cansu, onun da sesi kötü çıkmıştı ve kurduğu cümleden pişman olmuş gibiydi. "Gerçekten amacım sana böyle hissettirmek değildi. Ben sadece..." Kendini açıklama çabası içine girdi ama izin vermedim ona.

"Öyle söylemek istemediğinin farkındayım ama doğrusu bu,” dedim, Cansu mahcup bir şekilde bana bakmaya devam ederken gözlerimi dışarıya çevirdim ve insanları izledim. Özgürce gezebilmek, kalabalığa uzaktan bakmak yerine aralarına karışabilmek güzel olsa gerek diye düşünürken Ateş aklıma geldi ve yine gözlerim doldu. Çok olmamıştı, henüz bir gün bile değildi ama onu çok özledim. Sesini duymak, iyi olduğunu bilmek, onu görmek istiyorum. Hatta sarılmak, kokusunu solumak, onu öpmek istiyorum. Fakat şimdi benden çok uzakta ve ben nerede olduğunu bilmiyorum. Nerede olduğunu bilmediğim gibi nasıl olduğunu da bilmiyorum ve bu bilinmezlik canımı çok yakıyor.

"Umarım adamın ailesi şehir dışında değildir. Eğer öyleyse işimiz çok zor, zamanımız da pek yok." Cansu'nun söylediği şey canımı sıktı. Bu ihtimal bu planı yaptığımız ilk andan beri aklımdaydı ama olumsuz düşünmek, olumsuzu çağırmak istemediğim için dile getirmemiştim. Çünkü bunu ne zaman yapsam korktuğum şey başıma gelmişti ama Cansu benim aksime bunu kolaylıkla dile getirebilmişti.

"Öyle bir şey olursa ikiye ayrılacağız. Bir grup şehir dışına çıkıp almamız gereken kişiyi alacak, diğer grup da burada kalıp Ateş'i ve çocuğu alacak,” dedi ve Cansu'yla birlikte aslında bunun riskli olduğunu konuşmaya başladılar. Fakat konuya dahil olmadım, kendimi aralarından soyutladım. Ta ki cebimdeki telefon titreyene kadar. Kendi telefonum elimde olduğundan mesajın Ateş'in telefonuna geldiğini anladım, çıkardım ve Şebnem'den geldiğini gördüm. Bir yerin adresini atmış, akşam orada işi olduğunu ve orada olacağını, konuşmak istersem gelebileceğini yazmıştı.

"Ceyhun mu?" diye sordu telefonla uğraştığımı fark eden Erdem.

"Hayır,” dedim, açıklama yapmadım ve Ateş'in telefonunu yeniden cebime koydum. Gidip o kadınla konuşmak istiyorum, Ateş'in kaçırılmasıyla bir ilgisi olmadığını anladığım hâlde konuşmak istiyorum hem de ama bunun doğru olup olmadığına karar veremiyorum. Doğru olan Erdem'e anlatmak, onu da bu konuda bilgilendirmek gibi geliyor ama bunu da yapamıyorum. Ateş'in ondan bile gizlemesinin başka bir nedeni varmış gibi geliyor ama emin olamıyorum ve bu kadar şeyin arasında bir de bu aklımı karıştırıyor. Başımı arkaya yaslayıp yeniden gözlerimi kapattım, neyin doğru olduğunu düşünmek istedim ama henüz daha bunu yapamamışken bu kez de elimdeki telefon çalmaya başladı. Gözlerimi ışık hızında açtım, ekrana bakıp Ceyhun'un aradığını gördüm.

"Ceyhun,” dedim, aramaya yanıt verirken aynı zamanda sesi de hoparlöre verdim. "Lütfen bir şeyler bulabildim de Ceyhun,” dedim, gözlerimi sımsıkı kapattım ve iyi bir şeyler duymayı bekledim.

"Benden hiçbir şey kaçmaz Mira. Bir şeyler buldum, merak etmeyin." Rahat bir nefes aldım, neyse ki bazı şeyler yolunda gidiyordu hiç değilse. "Adamın ismi Akif Saygın, annesi de babası da yaşıyor. Bir kız kardeşi ve bir erkek kardeşi var. Aynı zamanda adam evli ve bir kız çocuğu var. Bu kadar da değil, bir de sevgilisi var ve kadın hamile." Duyduklarım karşısında şaşkınca kalırken Ceyhun devam etti. "Kısacası alacağınız, üzerinden tehdit edeceğiniz çok kişi var. Hepsinin adresini bir bir atacağım,” dedi, adamın iğrenç hayatı zerre kadar umurumda olmazken çok seçeneğimizin olması işime gelmişti.

"Ceyhun diğerlerini anladım da adamın metresi olduğunu ve onun hamile olduğunu nasıl öğrendiğini çok merak ediyorum,” dedi Cansu, doğru ya kayıtlarda böyle bir şey yazıyor olamazdı.

"Adamın resmi olarak eşi olan kadın üç ay kadar önce bunları bir evde basıyor. Bayağı olay çıkınca polis çağırılmış, müdahale edilmiş. Kayıtlarda bu vardı, ben de diğer kadını araştırdım ve hamile olduğunu öğrenmek kolay oldu. Kadın dört aylık hamile, yani muhtemelen bebek Akif'ten,” diye açıkladı. "Neyse, benim şimdi kapatmam lazım. Bir şey olursa haber edin yine bana,” dedi ve teşekkür etmemize bile fırsat vermeden telefonu kapattı. Çok geçmeden de zaten az önce bahsettiği kişilerin bir bir isimlerini ve adreslerini attı.

"Kimi alacağız?" diye sordum, Erdem tereddüt etmeden cevapladı.

"Sevgilisini, karısını ve çocuğunu. Riske atmayacağız, artık hangisini daha çok seviyorsa onun için yapacaktır bir şeyler,” dedi, o sırada Cansu arkadaki arabaya haber göndermiş olacak ki bir anda sağımdaki ve solumdaki kapı açıldı. Sağdan Doğan, soldan da Savaş arabaya bindi, ben de aralarında kaldım. Cansu hiç vakit kaybetmeden onlara Ceyhun'un anlattıklarını özet geçti. Ardından adamının karısının ve sevgilisinin adreslerini karşılaştırdık, iki ev de birbirine yakındı ama maalesef ki buraya uzaktı.

"Erdem'in dediği gibi ikiye ayrılmak zorundayız. Bir kısmımız gidip kadınları alacak, diğerlerimiz de Ateş'i almaya gidecek,” dedim, hepsi birbirinin yüzüne bakarken Erdem telefonunu çıkardı.

"Ben şu para işini halledeyim,” dedi, o telefonundan bunu yapmak için uğraşırken konuştum.

"Ben Ateş'i almaya gideceğim,” dedim, Ateş'in yanında olmak varken gidip iki kadınla uğraşacak değildim.

"Tamam, Erdem de seninle olur,” dedi Cansu ve ekledi. "Siz ikiniz Ateş'i alın, biz üçümüz de gidip kadınları alalım."

Cansu'nun kolaylıkla kurduğu ve hepimizin kabul ettiği bu cümle aslında hepimizin kaderini belirlemişti.

Fakat biz bunun farkına çok geç varacaktık, o kader yaşanmaya başladığında...

***

Bir yandan sağ ayağımı gergince sallıyor, bir yandan da tırnaklarımı yiyordum. Arabanın içinde, aynı konumda ve hiçbir şey yapmadan kaçıncı dakikamız bilmiyorum ama epey bir zaman geçmişti. Bu zaman da bana günler, hatta aylar gibi gelmişti ama buna rağmen sabırla oturmaya devam ediyordum. Çünkü bu kez sabrettiğim bu şeyin sonu iyi bitecek gibiydi. Ateş'i de peşinde olduğumuz çocuğu da alacağız. Ne o adamlarla ne de Ekin'le işimiz kalmayacak. Belki Ekin de bizi kurtarmak için bir şeyler bulacak, üzerimizdeki ağır suçlardan kurtulacağız. Tüm bunlar güzel bir hayal gibi geliyor ama bu kez hayal olarak kalmasın diye elimizden geleni yapıyoruz. O hayalin artık gerçek olması lazım. Çünkü ben de dahil olmak üzere herkes çok yoruldu, herkesin çok canı yandı ve artık huzurlu günlere ihtiyacımız var. Sessiz sakin yaşamalıydık artık. Bence bunu hak etmiştik de.

"İyi misin?" Erdem'in sorusuyla gözlerimi ona çevirdim. Yediğim tırnağıma ve salladığım ayağıma baktığını fark edince de hemen bunlara bir son verdim.

"Gerginim sadece biraz."

"Belli oluyor." Bir tek bunu söyledi, yeniden önüne döndü.

"Bu kez bir sorun çıkmaz değil mi?" Bu soru çaresizce döküldü dudaklarımdan.

"Çıkmaması için elimizden geleni yapacağız." Bu, benim için net bir cevap olmadı ve bu cevapla onun da korkusunu hissettim. Sesinde, gözlerinde korku vardı. O da bir şeyler olmasından, bir şeylerin yolunda gitmemesinden korkuyordu ve bunu gizlemeye çalışıyordu.

"Sence Ekin bizi kurtarmak, aklamak için bir şeyler bulabilecek mi?" Sordum, eşzamanlı olarak hareket eden âdemelmasından yutkunduğunu fark ettim. Sonra da derin bir nefes aldı ve gözlerini bana çevirdi.

"Doğrusunu söylememi ister misin?" diye sordu, o an gelecek cevabı az çok tahmin etmeye başladım ve başımı salladım, sessiz bir cevap vermiş oldum. "Sanmıyorum,” dedi, bu cevapla biri kalbime bir bıçak sapladı sanki.

"O kadın, Beril, bunu da düşünmüş olmalı. Muhtemelen ismini bile bilmediğimiz, belki de hiç bilemeyeceğimiz ve şu an bir yerlerde nefes alan birkaç adam da birkaç kuruş karşılığında tüm izleri yok etmişlerdir." Dudaklarından dökülen her kelime, kurduğu her cümle beni daha büyük bir umutsuzluğa sürüklerken ekledi. "O güne dair bir şeyler bulmak için geç kaldık Mira, çoktan tüm deliller yok edilmiştir bile."

Başımı önüme çevirdim, aslında haklıydı. Evet, ben yine birine hak veriyorum ama öyle işte, haklı. Kaçacağız, buna ihtiyacımız yok diye bir şeyler aramamış ve bunun için geç kalmıştık. Fakat Ekin yüzünden kaçamamış, burada kalmak zorunda kalmıştık ama zaman geçmişti işte, hem de çok zaman geçmişti bu sürede. Bir şeyler bulmak mucize olurdu ve yaşanan bu kadar şeyden sonra bir mucizeye inanmak da aptallıktan başka bir şey değildi.

"Biraz geç kalmadılar mı sence de?" diye sordum, konuyu değiştirdim.

"Adam geç kalırım demişti zaten, diğerini atlatmanın uzun süreceğini düşünüyor." Açıkladı, el mecbur sabırla beklemeye devam ettim. Tırnaklarımı yememek için de kollarımı göğsümün altında topladım.

"Bizimkilerden bir haber var?" Yine sordum, acaba çok mu soru soruyordum ona? Fakat ne yapayım her şeyin merkezinde olan şu an oydu ve en ufak bir şey de ilk onun haberi oluyordu.

"Adamın karısının yanına ulaşmış, almışlar. Sevgilisinin yanına gidiyorlardı en son,” dedi, rahatladım. Birini almış olmaları, yanımızda olması bile yeterliydi. Diğerinde bir sorun çıksa da bir şey olmaz gibiydi ama işimizi sağlama almak için o kadını da almamız gerekiyordu.

Soracak sorum kalmadığından ve Erdem'in sorularımı cevaplamaktan yavaş yavaş sıkılmaya başladığını fark ettiğimden başka bir şey sormadım, sustum ve sessizce beklemeye devam ettim. Beklerken aklımda bir tek Ateş vardı. O yanıma geldiğinde sımsıkı sarılacağım, onu çok özledim. Tamam daha sabah görmüş olabilirim ama bu özlemem için engel değildi.

"Sence de bana artık bir şeyler anlatman gerekmiyor mu?" diye sordu Erdem, gözlerimi ona çevirdim.

"Ne gibi bir şeyler?" diye sordum, tamamen bana döndü.

"Ateş bugün evden neden çıktı? Sen onun nereye gittiğini düşünürken o kadar rahattın?" Hazırlıksız yakalanmış olduğumdan afalladım. "Ve o kaybolduktan sonra onun telefonundan kiminle konuştun?" İlk iki soruyu sorması normaldi ama son soruyu nasıl sordu, nereden öğrendi anlayamadım.

"Onun telefonundan biriyle konuştuğumu da nereden çıkardın? Ben..." Sözümü kesti.

"Mira, bana yalan söyleme. Eğer emin olmasaydım, sormazdım bunu zaten,” dedi kendinden emin bir şekilde ve gözlerimin içine bakarak devam etti. "Şimdi ne olup bittiğini bana baştan sona anlatıyorsun,” dedi, itiraz etmek için dudaklarımı araladım ama bunu fark etmiş gibi "Hemen Mira,” diyerek engel oldu bana, sıkıntıyla ofladım.

"Doğru, biriyle konuştum,” dedim ben de, itiraz etmeye gerek duymadım. "Fakat bunu sana anlatamam, diğer sorularına da cevap veremem. Eğer isterse Ateş..." Yine sözümü kesti.

"Bulunduğumuz durumun farkında mısın? Ne hâle geldiğimizin, nasıl bir şeyin içinde olduğumuzun farkında mısın? Bir şeyleri saklamak gibi bir lüksümüz yok artık. Şimdi ya bana doğru düzgün sen anlatırsın ya da ben kiminle konuştuğunu da ne konuştuğunu da zaten öğrenirim ama bunu yapmak istemiyorum."

"Bir şeyleri saklamak gibi bir lüksümüz yok diyorsun ama sen de aynı şeyi yaptın Erdem. O eve giderken bana çok başka bir şey anlattınız ama oraya gittiğimizde çok başka bir şey yaşadık. Güya sadece adamları birbirine düşürecektik ama sen Taner'i vurmuş gibi yaparak adamları bize mecbur bıraktın. Sen de bir şeyleri sakladın." Bakışları sertleşti.

"İkisi aynı şey değil Mira! Ben sadece sen engel olma diye..." Sözünü kestim.

"Engel olmazdım."

"Bundan emin olamazdım, ne de olsa seni çok iyi tanıyorum. İlk günden beri her olayda yaptığın şey bu sonuçta. Kimseyi vurmayalım, kimseye zarar vermeyelim, kimseye yaptığını ödetmeyelim. Eğer bir hesap verilecekse adalet önünde versin. Bunlar senin sözlerin Mira. Bugün o adamlara karşı da bunları söyleyeceğini düşündüm ve kusura bakma ama kardeşimi bulmam gerekirken oturup senin adalet zırvalıklarını dinleyecek değildim."

"Zırvalık mı?" Öfkeyle sordum, benim aksime gayet sakindi.

"Zırvalık,” deyip bir de onayladı ve devam etti. "Adalet diye bir şeyin olduğuna inanıyor musun artık? Adalet olsaydı tüm bunlar yaşanır mıydı? Gerçek suçlular mağdur birer cesede dönerken biz suçlu olduk. Bu zamana kadar birine zarar vermeyelim diye her şeyi yaptık ama hep zarar gördük. Tüm bunlar olurken ortada ne adalet vardı ne hak ne de hukuk. Eğer senin adalet dediğin buysa, sikeyim adaletini." Ellerimi yumruk yaptım.

"Söylediklerine katılmıyorum,” dedim kendimden emin bir şekilde ama onunla konuşmaya devam edip de söylediklerinin tam aksine onu inandırmak için bir çaba sarf etmek de istemedim. "Her neyse, nasıl düşündüğünle ilgilenmiyorum. Aynı şeyleri düşünmek zorunda da değiliz zaten,” dedim, o sırada telefonum çaldı ve gözlerimi telefona çevirdim, Akif'in aradığını gördüm. "Sonunda arıyor,” dedim ve az önceki konudan kendimi tamamen koparıp aramasına yanıt verdim, aynı zamanda sesi de hoparlöre verdim.

"Atlatabildin mi diğerini?" diye sordu hemen Erdem.

"Atlatamadım, evden bir türlü ayrılmadı ki adamla çocuğu alıp çıkayım. Evden gitmesini bekliyorum, bir aksilik olmadığını söylemek için de sizi aradım." Gözlerimi sımsıkı kapattım, sıkıntıyla ofladım. Kaç saat oldu burada bekliyoruz ve beyefendi daha evden bile çıkamamış.

"Sen bir oyun mu çeviriyorsun lan?" Erdem bunu öfkeyle sorarken aynı zamanda telefonu da elimden almıştı hırsla.

"Oyun falan çevirdiğim yok! Bakın risk almadan çıkmam için önce Ferit'in evden çıkması lazım. Yoksa sizin de benim de planımız suya düşer. Biraz sabredin, getireceğim zaten ikisini de,” dedi, Erdem'le göz göze geldik o an. O da artık şüpheye düşmüş gibiydi.

"Sence ne zaman çıkar evden?" diye sordum, hemen cevapladı sorumu.

"Muhtemelen akşama doğru çıkar, çıkmak zorunda. Gidip kendisi için bir şeyler almak istiyordu, akşam çıkmanın doğru olacağını söylemişti. Sanırım en uygun zaman da o zaman olur zaten,” dedi, Erdem hâlâ bana bakıyor ve bir şeyler dememi bekliyordu. "Fakat o zaman da bir sorunumuz daha olacak, yardım etmeniz gerekiyor." Elimi yüzüme bastırdım, gözlerimi ovaladım. Sakin kalmak için çabalıyordum ama üst üste geliyordu her şey.

"Ne yardımı?" Benim yerime bunu soran Erdem oldu.

"Araba, burada sadece tek bir araba var ve eğer alışveriş için evden ayrılırsa arabayı alır. Benim de buradan kaçmak için arabaya ihtiyacım var. Bir şeyler yapmanız gerekiyor."

"Adresi ver,” dedim anında. "Biz gelelim, hepinizi alalım oradan. Akşama kadar da beklememiş oluruz hem." Bunu kabul etmeyeceğini düşünerek bir umutla söylemiştim.

"Burada sadece Ferit ve ben yokuz. On adam da var, ikimizden de emir alıyorlar, bu yüzden onları alıp çıkmak kolay olur ama siz buraya gelirseniz büyük olay çıkar,” dedi, Erdem hemen cevapladı.

"Sıkıntı yok, geliriz biz,” dedi, ne de olsa sadece on adam varmış. Onları atlatmak kolay olurdu.

"Emin misiniz?" diye sordu adam, göz devirdim.

"Eminiz, hadi ver artık şu adresi." Sabırsız davrandım.

"Tamam, siz bilirsiniz. Konum olarak atacağım adresi. Buraya geldiğiniz de içeriye girmeden önce beni arayın. Çocukla adamı güvenli bir yere alırım, yoksa onları size karşı kullanırlar,” dedi, Erdem onu onayladığında da telefonu kapattı.

"Adam oyun oynuyor gibi değil,” dedim, Erdem arabayı çalıştırırken konuştu.

"Yine de tedbirli olmak lazım, bunun bu denli sadık olması normal değil,” dedi, o sırada mesaj geldi ve Akif konumu attı. "Bizimkilere haber ver, ben de yanımıza birilerini çağırayım,” dedi, araba sürerken telefonunu çıkardı.

O, adamlardan birini ararken ben de Cansu'yu aradım ve Ateş'i almayı beklemediğimizi, bizim almaya gittiğimizi anlattım. Onların da Akif'in sevgilisinin evine ulaştıklarını ama kadının evde olmadığını, yapacak başka şeyleri olmadığı için de evin önünde arabada kadının eve dönmesini beklediklerini söyledi. Kadını aldıklarında haber etmesini belirttikten sonra telefonu kapattım, durumu Erdem'e anlattım. O çoktan telefon görüşmesini bitirmiş, adamları çağırmıştı.

Yaklaşık bir buçuk saat kadar sonra ormanın içindeki eve ulaşmıştık. Konum, bizi buraya getirmişti. Fakat eve çok yaklaşmamış, uzakta duruyorduk. Erdem'in çağırdığı adamlar da gelmiş, arkamızda duruyorlardı. "Arayayım mı artık?" diye sordum, çünkü son on beş dakikadır buradaydık ve Erdem sürekli evi izliyordu, bana da biraz da bekle diye diye on beş dakikayı geçirmişti.

"Ara." Sonunda duymak istediğim şeyi duydum ve Akif'i aradım.

"Geldiniz mi?" diye sordu telefonu açar açmaz.

"Geldik,” dedim ve telefon yine Erdem tarafından elimden alındı.

"Beni iyi dinle; dediğini yap, Ateş'i de çocuğu da güvenli bir yere al. Çatışma çıktığında ikisine de hiçbir şey olmasın. Ayrıca karın da çocuğun da da sevgilin de elimizde,” dedi, oysa daha sevgilisi elimizde mi değil mi onu bile bilmiyorduk ama halletmiştir bizimkiler ya.

"Ne diyorsun lan sen? Nasıl yaparsın bunu? Sizinle bir anlaşma..." Erdem devam etmesine izin vermedi.

"Eğer sözünü tutarsan, bize kazık atmazsan hiçbirine hiçbir şey olmayacak. Paranın geri kalanını da alacaksın. Bundan hiç şüphen olmasın ama çocuğa ya da Ateş'e bir şey olursa yemin ederim kimsenin gözünün yaşına bakmam,” dedi dişlerini sıkarak. "Bir şey yapacak olursan bu sözlerimi hatırla,” diye de ekledi ve telefonu kapattı, bana uzatırken konuştu. "Beş dakika sonra gireceğiz. Beş dakika içinde güvenli bir yere almış olur zaten,” dedi, başımı salladım ve yine en iyi bildiğimiz şeyi yapıp beklemeye başladık.

Sonrası çok hızlı gelişti. O beş dakika geçti, arabadan indik. Biz inince bizi bekleyen adamlar da indiler, evin etrafını sardılar. Her şey hazır olunca da Erdem'in emriyle saldırmaya başladılar. Çatışma çıktı, biz de dahil olduk. Bahçedeki iki adamı bizzat indirirken adamlar zaten geri kalanını halletmişlerdi. Bu yüzden eve kolaylıkla girebildim ama tedbiri elden bırakmadım, elimdeki silahı sıkı sıkı tutmaya devam ettim.

"Akif!" diye seslendim beni duyup çıkması için, o sırada mutfak olduğunu tahmin ettiğim yerden sesler geldi, silahımı hemen o tarafa doğru tuttum. Çok geçmeden bir karartı göründü, elim tetiğe gitti. Çıktığı an sıkacağım diye düşünürken mutfaktan çıkan Erdem'den başkası değildi.

"Mutfak kapısından girdim,” diye açıkladı, etrafa bakındıktan sonra bağırdı. "Akif!" Sesi çok yüksek çıkarken arka odalara doğru yürüdü, ben de hemen peşinden gittim.

"Ateş!" diye seslendim bir yandan da ve tam o anda odalardan birinin kapısı açıldı, Erdem de ben de silahımızı o tarafa doğru kaldırdık hemen. Fakat bu kez de çıkan görüntülü konuştuğumuz için kolaylıkla tanıyabildiğim Akif oldu.

"Ateş nerede?" diye sordum ve elindeki kanı fark ettim. "O kan ne? Ne oldu Ateş'e?" Endişeyle ve korku dolu bir ses tonuyla bunu sorarken çoktan önümdeki Erdem'i geçmiş ve Akif'in çıktığı odaya girmiştim. Girer girmez de gördüğüm manzara karşısında donakaldım.

Ateş buradaydı, ileride boylu boyunca yatıyordu ve kanlar içindeydi. "Ateş!" Bağırdım, koşarak yanına gittim ve ancak o an odanın bir köşesinde ağlayan çocuğu fark ettim. Fakat onunla ilgilenemedim, Ateş'in yanına oturdum. Gözleri açıktı, kısa ve hızlı nefesler alıyordu. Yoğun kana rağmen fark edebildiğim kadarıyla yarası omzundaydı.

"Mira." Dudaklarından ismim dökülürken yüzüne dokundum.

"Geldim sevgilim,” dedim, gözyaşlarım acıyla akmaya başlamıştı bile. "Buradayım, hiçbir şey olmayacak. Kurtaracağım seni,” dedim ama ne yapacağımı bilemediğim için hiçbir şey yapamadan öylece durup ağlamaya devam ettim.

"Ne yaptın lan ona? Ben sana ikisine de hiçbir şey olmayacak demedim mi lan?" Erdem bağırdı, gözümün ucuyla o tarafa baktığımda Akif'in boğazına yapıştığını gördüm.

"Mira." Ateş'in sesiyle ona döndüm.

"Buradayım,” dedim, varlığımı hissetirmek için elini tuttum. "Gideceğiz şimdi,” diye de ekledim ve onu rahatlatmak istedim, konuşacak gibi olduğunu fark edince de devam ettim. "Konuşma, yorma kendini,” dedim, buna rağmen konuşmak için çaba sarf etmeye devam etti. Boğuk boğuk gelen sesinden dolayı çok bir şey anlayamazken kulağımı dudaklarına yaklaştırıp söylediği şeyi anlamaya çalıştım.

"Doğan,” dedi sanırım, böyle anladım onu ama neden Doğan desin ki?

"Doğan mı?" diye sordum emin olmak için, çıkardığı seslerle onayladı beni. "Ne oldu Doğan'a?" Sormaya devam ettim, o sırada Erdem hâlâ Akif'le uğraşıyordu.

"Erdem!" diye bağırdım, Erdem hemen bana dönerken devam ettim. "Bırak onu, Ateş bir şey anlatmaya çalışıyor!" dediğim an adamı bırakıp yanımıza geldi, yere oturdu.

"Söyle kardeşim, dinliyorum,” dedi, Ateş hâlâ kısa kısa ve bir o kadar da hızlı nefesler alıyordu.

"Sav...” deyip sustu, devam edemedi.

"Savaş,” diyerek yardımcı oldum ona, gözlerini kapatıp açtı. "Doğan ve Savaş,” dedim, Erdem kaşlarını çattı.

"Size..." dedi Ateş ama yine devam edemedi. Gözlerini sımsıkı kapattı, yutkundu ve dişlerini sıkarak devam etti. "İhtiyaç..." Ve yine nefesi kesildi.

"Bize ihtiyaçları mı var?" diye sordum, yine gözlerini kapatıp açarak onayladı beni.

"İyiler onlar, başka işleri vardı. Bu yüzden burada değiller Ateş,” dedi Erdem ve açıkladı, ben de onu onaylamak için başımı sallarken Ateş Erdem'in bileğini kavradı ve fark ettiğim kadarıyla sıktı.

"İyi..." Sustu, yine kendini sıktı ve ekledi. "Değiller,” diye tamamladı cümlesini.

"Bilmediğimiz bir şey olmuş,” dedim, hemen telefonumu çıkardım cebimden. O sırada dışarıdan bir el silah sesi geldi ama ne olduğunu sorgulayamadım. İlk olarak Doğan'ı aradım ama telefon uzun uzun çaldığı hâlde açılmadı. "Doğan açmıyor,” dedim, Cansu'yu aradım. Onun açmasını umut ederken bizimle birlikte gelen birkaç adam içeriye girdi.

"Gelin, yardım edin,” dedi Erdem ve Ateş'i kaldıramaya çalıştı. Fakat Ateş onun bileğini bırakmadı, kendisini kaldırmasına engel oldu ve kendini zorlayıp konuşmaya devam etti.

"Tuzak,” dedi, o konuşurken Cansu telefonu açmadığı için arama kendiliğinden meşgule düşmüştü.

"Tuzağa mı düştüler?" diye sordu Erdem, Ateş başını sağa sola salladı.

"Sizi çekecekler,” dedi, söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. O da kendini zorlayıp devam edemiyordu.

"Bizimkileri kullanıp bizi tuzağa mı çekecekler?" diye sordu Erdem, Ateş gözlerini kapatıp açtı ve onu onayladı.

"Kim?" diye sordum, o sırada adamlardan biri omzundaki yarasına baskı uyguluyor, kan kaybetmesine engel olmaya çalışıyordu.

"Polis,” dedi bir tek zorlukla ve Erdem'le birbirimize bakmamıza neden oldu.

"Bizimkiler yakalanmış,” dedi Erdem Ateş'in bunları nereden bildiğini sorgulama ihtiyacı duymadan. "Polisler onları kullanıp bizi tuzağa çekecekler,” diye ekledi, gözlerimi Ateş'e çevirdim. Bir umutla yanlış anladığımızı belli edecek bir şeyler yapsın diye bekledim ama hiçbir şey yapmadı.

"Gidelim,” dedi Erdem, durum hakkında bir yorum yapmadı ve bir adamın yardımıyla Ateş'i yerden kaldırdı. Onu zorlukla yürütüp evden çıkardılar. Bir başka adam da çocuğu aldı, çıkardı. Ben de son bir umut Savaş'ı aradım ve ben de peşlerinden yürüdüm ama o da açmadı telefonu. Alelacele arabaya bindik.

"Hemen bir doktor bulmamız lazım,” dedim ve ekledim. "Tabii bizimkilere de ulaşmamız, ne olduğunu anlamamız lazım." Erdem dikiz aynasından baktı bana. Arabayı o kullanıyordu, ben de Ateş'le birlikte arkaya binmiştim.

"Sizi eve bırakayım, doktoru adamlar getirir. Sen Ateş'le ilgilen, ben bizimkilerin durumunu anlamaya çalışayım, yapılacak bir şey varsa yapayım,” dedi, başımı sallayarak onayladım onu ama bir yandan da onu yalnız bırakmak hiç içimden gelmedi. Fakat Ateş'i de bırakıp gidemezdim ki.

"Olmaz!" diyerek içime sinmeyen bu duruma itiraz eden Ateş oldu. Gözlerim hemen onu bulurken kendini sıktı, nefesini tutmuş gibiydi. "İyiyim ben,” dedi, iyi görünmeye de çalıştı. "Önce onlara gidelim."

Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Hayır, olmaz! Şu hâline bak, bir de iyiyim diyor ya!" dedim, o sırada hâlâ kısa ve hızlı nefesler almaya devam ediyordu. "İyi falan değilsin!" diye ekledim.

"İyiyim!" dedi, hâlâ dişlerini sıkıyordu.

"Ateş, kardeşim olmaz,” dedi Erdem, itiraz etmiş olmasından dolayı memnun oldum ama Ateş'in onu dinlemeye pek de niyeti yok gibiydi.

"Olur!" dedi ısrarla, kızdırdı beni.

"Ateş!" dedim uyarıcı bir ses tonuyla ama umurunda bile olmadı. Erdem'le aralarında kısa bir bakışma yaşandı. "Erdem olmaz!" dedim hiç degilse onun beni anlaması için ama ona da kendimi duyuramadım.

"Tamam kardeşim,” dedi Erdem, biraz daha gaza bastı.

"Gerçekten saçmalıyorsunuz! Bunu bu hâlde hiçbir yere götüremeyiz!" dedim, Ateş başını çevirip bana baktı.

"Mira,” dedi sakince, daha da öfkelendim.

"Ne Mira, Mira? Şu hâline..." Ben daha cümlemi tamamlayamadan konuşmama engel olan şey dudakları oldu. Şaşkınca öylece kalırken geri çekti kendini.

"Bak,” dedi, yutkundu. "Çok iyiyim,” diye ekledi, göz devirdim. Beni böyle yumuşatabileceğini zannediyordu, aman ne güzel!

"İyi, ne hâliniz varsa görün!" dedim, arkama yaslandım ve ellerimi göğsümün altında birleştirdim. Umursamaz görünmeye çalıştım ama yapamadım, endişe duymadan edemedim. Fakat elimden bir şey gelmedi ve onlara ayak uydurmak zorunda kaldım.

"Bari şunu bastıralım,” dedim, yarasına eski bir kazağı bastırmaya devam ettim. O sırada cebimdeki telefon titredi, hemen cebimden çıkardım ve Cansu'dan mesaj geldiğini gördüm.

"Cansu mesaj atmış,” dedim, telaşla ekranı açıp mesajı okudum.

Cansu: Mira, hemen buraya gelmelisiniz. Başımız büyük belada, hemen gelin.

Bu mesajı bir kez içimden bir kez de sesli bir şekilde okudum. "Tuzak,” dedi anında Ateş. "Mesajı Cansu yazmadı."

"Nasıl bu kadar eminsin?" diye sordum, yutkunup uzunca bir nefes aldıktan sonra konuştu.

"Konuşurlarken duydum, o piç,” dedi, nefesi kesildi ve derin bir nefes aldı. "Akif,” dedi, o adam ancak aklıma geldi.

"Sahi, ona ne oldu?" diye sordum, Erdem hemen cevapladı.

"Kaçmaya çalışmış pezevenk, vurdular,” dedi, afalladım. Karısı ve sevgilisi bizimleydi ama buna rağmen kaçmaya çalışmış, bunların olmasına sebep olmuştu.

"O konuşurken duydum,” dedi Ateş de, bunu derken bile acı içinde kıvranıyordu.

"Ne yani şimdi bu mesajı yazan Cansu değil mi? Polisler bizi tuzağa çekmek için mi yazıyorlar?" diye sordum, Ateş başını salladı. "Peki bu durumda oraya gitmemiz doğru mu?"

"Gitmekten başka şansımız yok. Eğer hâla oradalarsa, bizimkileri karakola almadılarsa kurtarmak için bir şansımız var,” dedi Erdem, Ateş'e baktım ve fark ettiğim kadarıyla o da böyle düşünüyordu. Gitmek konusunda başka bir şey sormadım, Ateş konusunda da itiraz edip durmadım. Zaten bunları yapmak için fırsatım olmadı, hep onunla ilgilendim. Elimden pek bir şey gelmedi ama iyi olması için kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım. Zaten yaklaşık bir saat kadar sonra bugün bizimkileri gönderdiğimiz yerdeydik. Tuhaf olan şey, bu evin de ormanlık alanda olmasıydı. Sıradan bir kadın neden böyle bir yerde yaşar ki? Tamam ıssız bir yer değildi, etrafta başka evler de vardı ama yine de normal bir durum değildi.

"Görünüşe bakılırsa hiçbir şey yok,” dedi Erdem, bize döndü. "Ateş buraya kadar geldin ama hiç değilse şimdi bizi dinle, arabada kal,” dedi, hemen araya girdim.

"Bu şekilde hiçbir şey yapamazsın zaten, arabada kalman daha doğru. Biz gidip anlayalım durumu,” dedim, kısacası bize ayak bağı olursun iması yaptım. Bunu onu üzmek için değil, farkında olsun diye yaptım ve amacıma ulaşıp beni anlamasını sağladım.

"Tamam, gidin siz,” dedi, eli omzuna gitti ve kendisi bastırdı omzuna. "Kardeşlerimizi alıp gelin,” dedi, elini tuttum.

"Kurtaracağız,” dedim, buruk bir şekilde tebessüm etti. Ben de tebessüm ettim ve eğer kalırsam içimden bir ses gidemeyeceksin dediği için daha fazla bakamadım gözlerine, indim arabadan ve hemen Erdem'in yanına gittim.

"Çabuk halledelim şu işi, Ateş'in doktora ihtiyacı var." Başını salladı, belinden silahını çıkardı. Ben de onun gibi belimdeki silahımı çıkardım. Ateş'i arabada bıraktık, uzaklaştık. Ormanlık alanda ilerledik, evin girişini görebileceğimiz bir yerde durduk. Durduğumuz yer yüksekti, ev biraz aşağıda kalıyordu. Bu yüzden fark edilmemek için yere çöktük.

"Sence kalabalıklar mıdır?" diye sordu Erdem, hemen cevapladım.

"Aylardır aranan suçluları yakaladılar Erdem, muhtemelen içerisi polis dolu şu an,” dedim, bunun aksi mümkün bile değildi. Evde sanki hiç kimse yokmuş gibiydi ama içeride onlarca polis olmalıydı.

"Mesaja cevap verdin mi sen?" diye sordu, dilimi damağıma çarpıtarak cıkladım. "Geleceğiz yaz, iki saate orada oluruz falan yaz. Bakalım bir hareketlilik olacak mı?" İstediğini yapıp telefonumu çıkardım.

"Yazıyorum,” dedim, fakat daha mesaj kutusuna bile giremeden sesler yükseldi.

"Kaçıyorlar! Yakalayın şunları hemen, kaçıyorlar!" Telefonu falan bırakıp ileriye baktım ve evden çıkan Cansu'yu gördüm. Hemen ardından Doğan, arkalarından da Savaş çıktı.

"Kaçtılar!" dedim, ayağa kalktım. Erdem de hemen peşimden kalktı.

"Aferin lan size, aferin!" dedi heyecanla, bizim burada olduğumuzdan bihaber diğer tarafa koşuyorlardı.

"Buradayız!" Bağırdım, polislerin bizi fark edecek olmaları bile umurumda değildi. Arabaya bindikten sonra onları atlatmak kolay olacaktı ama uzakta olduklarından beni duymadılar. "Burada..." Bir kez daha bağırdım ama tamamlayamadım, çünkü sözümü kesen şey silah sesi oldu ve gözlerimin önünde Cansu'nun yere düştü.

"Hayır,” dedim bozguna uğramış bir tavırla.

"Cansu,” diye fısıldadığını duydum Erdem'in, dizlerimin bağı çözüldü o an ve düşmemek için yanında durduğum ağaca tutundum.

"Cansu!" diye bağırdı Doğan, aynı şekilde Savaş da bağırdı. Koşarak ikisi de Cansu'nun yanına doğru giderken gözlerimin önünde bu anın kâbus olmasını dileyeceğim o anlar yaşandı ve iki el daha silah sesi duyuldu.

Eşzamanlı olarak Savaş da Doğan da yere düştüler. Sonra da bir daha hiç kalkmadılar oradan ve ben daha fazla duramadım ayaklarımın üzerinde, yere diz çöktüm. Ne buradan gidebildim ne onlara doğru gidebildim. Sanki biri çiviledi beni buraya, olduğum yerde kaldım. Erdem ne hâlde, ne yapıyor ona bile bakamadım. Sonra o evden polisler de çıktı, koşarak yanlarına gittiler.

Daha fazla tutamadım kendimi, gözyaşlarım akmaya başladı. Biri boğazımı sıktı ve nefes alamadım sanki. Alamadığım her nefes hıçkırmama neden olurken gözyaşlarına boğuldum. "Oradalar! Gelmişler, oradalar! Yakalayın şunları!" Bu seslerle gözlerimi sağa doğru çevirdim, bir polisin burayı gösterdiğini gördüm.

"Mira kalk!" deri Erdem ve kolumdan tuttuğu gibi kaldırdı beni. Sanki arkamızda kimseyi bırakmıyormuş gibi beni onlardan uzağa çekiştirdi.

"Erdem hayır!" dedim, gitmek istemedim ve polisler bize ulaşmak için engebeli yolu geçmeye çalışırlarken durup bana baktı.

"Başka şansımız yok, yürü!" dedi, çekiştirmeye devam etti. Engel olamadım ona, yapamadım bunu ve arabaya doğru gittim onunla. Fakat ağaçlık alandan çıkıp da arabaya ulaşamadan gözlerim farklı bir manzarayla karşı karşıya kaldı, olduğum yerde kaldım.

Arabanın etrafı polislerle doluydu, Ateş'i yere indirmiş ve sanki yaralı değilmiş gibi kelepçelemişlerdi. Ağaçlık alanda, karanlıkta ve uzakta olduğumuz için bizi fark edemezlerken duramadım burada, her şeyi göze aldım ve çıktım ağaçlık alandan. Tam o anda Ateş'le göz göze geldim, yaptığı tek şey başını olumsuz anlamda sallamak oldu ve onun bu hareketiyle gidemedim yanına.

Gözlerimin önünde gözleri kapanıp kendinden geçerken yanına gidemedim ben.

"Buradalar!" diye bağırdı onun yanında olan polislerden biri ve eşzamanlı olarak bileğimi Erdem'in eli kavradı, onların tam aksi yönüne koşmaya başladık.

Ateş ettiler, kurtulduk bir şekilde ve nefesimiz yettiği yere kadar koştuk. Sanki arkamızda bıraktıklarımız âşık olduklarımız, kardeşlerimiz, dostlarımız değilmiş gibi kaçtık.

Arkamızda bir değil, birden çok kayıp bırakarak devam ettik yola.

Bu yol bizi nereye götürür bilmem ama yolunda sonunda bizi iyi bir şeyler beklemediği artık belliydi.

***

Geride bırakmak neydi? Ne anlama geliyordu? Unutmak mı, yok saymak mı? Hangi kavram geride bırakmayı açıklayabilirdi? Hangi his geride bırakmakla eşdeğer sayılırdı? Bu zamana kadar bunları bilmiyordum ama bu gece öğrendim ki geride bırakmak ne unutmak ne yok saymaktı. Ne hüzün ne acı ne özlem getirirdi. İnsan sevdiğini, sevdiklerini geride bırakınca aslında kendini de bırakıyormuş. Bedenin hızla onlardan uzaklaşsa da ruhun onların yanındaymış ve ruhu olmadan insan koca bir hiçten ibaretmiş. Duygular peki? İşte onu hâlâ bilmiyorum. Çünkü hissizim, en ufak bir duygu bile hissedemiyorum. Belki de geride bırakmanın duygusu budur; hissizlik...

"Gittiler,” dedim yine, bu kelimenin ağzımdan kaçıncı çıkışıydı ben bile bilmiyorum, saymadım. "Gittiler,” diye yineledim. O anlar bir kez daha gözlerimin önüne geldi. Cansu'nun, Doğan'ın ve Savaş'ın vurulup yere düşmeleri... Ateş'in yaralı hâlde tutuklanması, onun yanına gidememem, buna izin vermemesi ve kendinden geçişi...

Başımı kaldırdım, bir saattir boş boş yeri izleyen gözlerim Erdem'in beni getirdiği evimizin içinde gezindi. Evimiz? Artık evimiz diyebileceğim kimse kalmamıştı. Herkes gitmişti. Sevdiğim adam, kız kardeşim gibi gördüğüm arkadaşım, kardeşlerim... Yoklardı, hiç kimse yoktu.

Bu ev daha önce hiç olmadığı kadar sessiz, ürkütücüydü ve ben hayatımda ilk defa bir evde yalnız olmaktan korktum. Hem de çok korktum ama bu korkumu anlatabileceğim hiç kimse yoktu. Erdem, Erdem bile yoktu. Nerede bilmiyorum. Beni bu evde bıraktı ve yok oldu, belki de sadece bahçede ama yine de yok.

Gözlerimi yeniden önüme çevirdim, ayaklarımı oturduğum koltuğa çektim, dizlerim karnıma denk gelirken başımı dizlerimin üzerine koydum ve bacaklarıma sarıldım. Gözyaşlarım sessiz sessiz akarken haykırmak istedim, korkuyorum diye, canım yanıyor diye haykırmak istedim ama sustum. Çünkü haykırsam da bir faydası olmayacaktı. Zaman geriye alınmayacak, tüm bu yaşananlar hiç yaşanmamış sayılmayacak, geri gelmeyeceklerdi. Bu düşünceler gözyaşlarımın hızlanmasına neden olurken ayak sesi duydum, gözümün ucuyla kapıya doğru baktım ve Erdem'in geldiğini gördüm.

Erdem, Erdem gibi değildi. Omuzları çökmüş, üzerinde çaresizlik vardı ve bu hâliyle geçip oturdu karşıma. Fakat gözünün ucuyla bile bakmadı bana. Belki de bakamadı bilmiyorum ama yokmuşum gibi davrandı. O an içimde yersiz bir korku daha oluştu. Ondan başka hiç kimse kalmamıştı, bir o bir de ben kalmıştık ve ben ona da bir şey olmasından, onun da gitmesinden ve tamamen yalnız kalmaktan çok korktum.

O, tüm bu korkularımdan habersiz cebinden bir paket çıkardı, paketten de bir dal sigara aldı ve yine cebinden çıkardığı çakmağıyla sigarasını yaktı. Yaktığı sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdı, derin bir nefes aldı. Ardından uzaklaştırdı sigarayı ve içine çektiği nefesi bıraktı. Onu, ilk defa sigara içerken gördüm. Tıpkı ilk defa bu denli çaresiz gördüğüm gibi ve daha fazla bu sessizliğe dayanamadım.

"Ne olacak şimdi?"

Zemine odakladığı gözleri beni buldu. Boş boş baktı gözlerimin içine ve tek kelime bile etmeden gözlerini yeniden yere çevirdi, sigarasından bir nefes daha aldı. Bilmiyorum bile demedi, daha fazla bakamadım ona ve gözlerimi sımsıkı kapatıp sessizce ağlamaya devam ettim.

Ne kadar zaman geçti bu şekilde bilmiyorum ama o sigara dumanı hiç kesilmedi, gözümü açıp bakmadım ama sigara içmeye devam ettiğini kokudan hep anladım. Geçen zamanın büyüttüğü sessizliği bozan da açılan televizyonun sesi oldu. Bu sesle gözlerimi aralayıp televizyona baktığımda bir haber kanalını açtığını gördüm ve ben de oraya odaklandım. Bizimkiler hakkında küçücük de olsa bir haber duymak istedim. Yaşadıklarını bilmek istedim. Yakalanmış olmaları önemli değildi ki, biz onları kurtarırdık ama yaşıyor olmaları lazımdı. Her şeye rağmen yaşamaları, gitmemeleri lazımdı. Yoksa devam edemezdik ki, hiçbirimiz.

Televizyon karşısında saatlerimizi geçirdik. Bazen kanal değişti, diğer haberlere de baktık ama bizimkiler hakkında tek bir haber bile yoktu. Hatta internetten bile baktık ama orada da haber yoktu. Bir ara Tufan amcayı aradım belki ondan bir şeyler öğreniriz diye ama açmadı. Ceyhun'u aradım, onun da telefonu kapalıydı. Sanki herkes kendini geri çekmişti. Hep beraber iş birliği yapmıştık ama olay patlayınca geri çekilmiş, karşı tarafa geçmiş gibiydiler. Gerçek böyle değil, bunu yapmazlar biliyorum ama yalnızlık bana tam olarak böyle hissetiriyor. Ne eksik ne de fazla.

"Bir şeyler öğrenmemiz lazım artık,” dedim, Erdem'in bakışları yeniden beni buldu. "Delireceğim yoksa, bir şeyler öğrenmemiz lazım. Nerede ve nasıl olduklarını, yaşıyor olup olmadıklarını öğrenmemiz lazım Erdem,” dedim ve Erdem yine boş boş gözlerimin içine baktı, bakışlarını yeniden önüne çevirdi ve sigarasını içmeye devam etti. Gözümün ucuyla önündeki kül tablasına baktığımda onlarca izmarit gördüm. Sanki bu yaptığı derdimize derman olacakmış gibi sadece sigara içiyordu.

"Bir şey yapmayacak mıyız Erdem?" diye sordum gözyaşları içerisinde ve yutkunduğunu fark ettim. Bitirdiği sigarayı kül tabağının içine bastırdı, söndürdü. Yeni bir tane daha yakar diye bekledim ama yakmadı bu kez ve yere bakarken sonunda bir şeyler söyleyebildi.

"Ne yapalım?" diye bana sordu o da ve yorgun gözleri ağır ağır beni buldu. Gözlerinin beyazı kıpkırmızı olmuştu.

"Bilmiyorum ama yapalım bir şeyler. Burada böyle oturacak mıyız?" Bir şeylerin farkına varmasını istercesine sordum bunu. "Hiç değilse nasıl olduklarını öğrenelim."

"Ceyhun'la Tufan Müdür'ü aradın mı?" diye sordu hevessiz bir o kadar da yorgun çıkan sesiyle, başımı salladım.

"Aradım, biri açmadı diğerinin de telefonu kapalıydı,” dedim, başını yeniden önüne çevirdi.

"Onlardan arama bekleyelim,” dedi bir tek ve paketten bir sigara daha çıkardı, yakıp içmeye başladı. Ne yani söyleyeceği tek şey bu muydu? Bekleyelim. Pes etmiş hâline afallamış bir şekilde bakarken ayağa kalktı, mutfağa gitti ve gözden kayboldu. Arkasından şaşkınca bakakalırken çok geçmeden geri geldi. Elinde bir alkol şişesi ve kadeh vardı. Gözleri bana değmeden geçip eski yerine oturdu ve şişeyi açtı, kadehe doldurup içmeye başladı. Diğerlerini fiziksel olarak kaybetmiştim ve onu da kendi içinde kaybediyordum. Kayboluyordu ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Çünkü yapacak gücüm yok, çünkü ondan bir farkım yok ve ben de yavaş yavaş kendi içimde kaybolmaya başlıyorum.

Burada oturup onun bu hâlini izlemeye devam etmek istemedim. Bu, bana iyi gelecek bir şey değildi. Bu yüzden kalktım ve o sanırım bunu fark etmedi bile. Ayrıldım yanından ve odama geçtim. Kapıyı kapattım, boş odaya baktım ve bir kez daha gözyaşlarına boğuldum. Aynı zamanda yatağa doğru yürüdüm, yatağa ulaştığımda bacaklarım beni daha fazla taşımadı ve yere çöktüm. Hemen yatağın yanına, yere, oturdum. Sırtımı arkaya yaslayıp dizlerimi karnıma kadar çekip ağlamaya devam ettim. Zaten şu saatten sonra yapacak hiçbir şey yoktu. Kabul etmeliydik, bu savaşı da kaybetmiştik. Birçok kayıp verip o kayıpları geride bırakarak.

"Gittiler,” dedim bir kez daha, sürekli içimden bunu söylemek ve kendime bunu hatırlatmak istiyordum. Sanki unutuyormuş gibi...

Gözlerime yatağın üzerinde duran kazak takıldığında gözyaşlarım daha da hızlandı. Uzanıp o kazağı aldım, yüzüme yaklaştırdım. Gözlerim kendiliğinden kapandı, derin bir nefes aldım. Ateş'in kokusu ciğerlerimi doldurduğu an gözyaşlarım o kazağı ıslatmaya başladı ve ben umutsuzca sarıldım o kazağa.

Bu şekilde akıp gitti zaman. Hep düşündüm, sadece düşündüm. Birini bile kaybetmiş olabilir miyiz, biri bile son nefesini vermiş olabilir mi diye çok düşündüm ama kendime cevap veremedim. Bu cevapları verememek ağlattı beni. Hâlâ yanımda olan telefonumdan defalarca kez Tufan amcayı ve Ceyhun'u aradım ama ikisi de açmadı, geri dönüş de yapmadılar. Bir süre sonra Ceyhun'un telefonu da kapandı zaten ve beni çaresizlik içinde bıraktılar.

Ateş'in kazağını bir kez daha yüzüme yaklaştırdım, kokusunu soludum. Onu o arabada bırakmamalıydım. O eve gitmesine izin vermemeliydim ama ikisini de yaptım. Yaralı hâliyle kelepçelenmiş olduğunu, yanına gitmemem için gözleriyle bana engel olduğunu ve kendinden geçtiğini düşündüm, gözyaşlarına boğuldum.

"Benim yüzümden,” dedim, hıçkırdım ağlarken. Her şey en başından benim hatamdı. Ben kaldığım için kaldılar, yoksa çoktan gitmiş olacaklardı. Çoktan yepyeni bir hayat kurmuş olurlardı kendilerine. Hiçbir şey böyle olmazdı. Onlar beni geride bırakmadı, gitmedi ve benimle kaldılar ama ben onları o hâlde geride bıraktım, kaçtım.

"Kaçmamalıydım,” dedim kendi kendime ve öfkeyle yere vurdum. Fakat ben kaçmayacaktım ki. Ben onların yanına gitmek istedim ama Erdem engel oldu bana. O izin vermedi, tutup çekti beni ama bu doğru değildi. Onları geride bırakmamalıydık, onlar beni bırakmamıştı. Hızla ayağa kalktım, odadan çıkıp salona gittim ve mutfağa girmek üzere olan Erdem'le karşılaştım. Gözümün ucuyla salona doğru bakıp boş içki şişesini gördüm, muhtemelen yenisini almaya gidiyor diye içimden geçirip gözlerimi ona çevirdim.

"Onları bırakmamalıydık,” dedim gözyaşları içerisinde ve birkaç adım daha atıp yaklaştım, karşısında durup gözlerinin içine baktım. "Bunu hak etmediler, bunu yapmamalıydık. Onlar beni geride bırakmadılar ama ben... dedim, elimi ağzıma bastırdım ve daha şiddetli ağladım. Erdem hiçbir şey yapamadı, onun da gözünden akan bir damla yaşı fark ettim. "Ben onları bıraktım,” diye devam ettim cümleme. "Onları o hâlde bıraktım ve kaçtım."

"Başka çaremiz yoktu,” dedi çaresizce, akan gözyaşını saklama ihtiyacı hissetmedi.

"Vardı!" dedim. "Biz de yakalansaydık, teslim olsaydık ama onları bırakmasaydık!" dedim, başını olumsuz anlamda salladı.

"Yapamazdım Mira,” dedi, başını önüne eğdi. "Şimdi hiç değilse onları kurtarabiliriz oradan. Bizi de almış olsalardı hiç şansları olmayacaktı. Onları alıp kaçmak gibi bir şansımız da yoktu, çünkü vakit yoktu. Hem polislerin alması daha iyi oldu, hiç değilse bir hastaneye götürürler,” dedi büyük bir çaresizlikle. Daha fazla bir şey söyleyemedim, ne diyebilirdim ki zaten? O da diyemedi benim gibi ve sustuk. Acısını gözlerinden görebiliyordum, anlıyordum da onu. Zaten çok iyi biliyorum ki artık bizi bizden başka kimse anlayamazdı.

O an içimden ona sarılmak geldi. Sarılmak ve ağlamak. Fakat bunu yapamadım. Bunu yanlış anlamasından korktum ama anlamayacağını da aslında en iyi ben biliyordum. Fakat yine de bir şeyler bana engel oldu ve yapamadım.

Bu yüzden de hâlâ boş boş durmuş ve çaresizce birbirimize bakmaya devam ederken bu evdeki korkutucu sessizliği de aramızdaki bu bakışmayı bozan da televizyondan gelen ses oldu.

"Bir son dakika gelişmesiyle karşınızdayız." Duyduğum bu sesle televizyona döndüm ve sarışın spikeri gördüm, geçen alt yazıyı okudum.

Firariler yakalandı!

"Bizimkiler,” dedim, koşarak televizyonun yanına gittim ve karşısında durup haberi vermelerini bekledim. Son dakika yazıları geçtikten sonra yeniden spiker kadın çıktı. O sırada Erdem de yanıma gelmiş ve benim gibi dikkatle ekrana bakıyordu.

"Gece haber bülteninden iyi akşamlar, ben Burcu Bulut. Bir son dakika haberiyle karşınızdayım,” dedi spiker ve kameranın açısı değiştikten hemen sonra devam etti konuşmasa.

"Polis teşkilatının uzun süredir yürüttüğü soruşturma sonucunda eski komiser yardımcıları Cansu Karadağ, Doğan Karahan, Barış Erendil ve Savaş Akbeyli'nin bulunduğu orman evine yapılan baskında çıkan çatışma sonucunda firariler yaralı olarak ele geçirildiler. Orada bulunan sağlık ekiplerinin müdahalesine rağmen hiçbiri kurtulamazken üç polis memurunun da yaralandığı bilgisi elimize ulaştı."

Bu cümlelerle dengemi kaybeder gibi oldum, koltuktan tutunup ayakta kalmayı başardım. Doğru mu duydum ben? Kurtarılamadılar mı demişti? Ben daha bunu anlamaya, hazmetmeye çalışırken kadın haberi sunmaya devam etti.

"Yürütülen soruşturmada firarilere yardım ettikleri tespit edilen İstanbul İlçe Emniyet Müdürü Tufan Yürekli ve aynı emniyette çalışan Komiser Yardımcısı Ceyhun Kandemir de gözaltına alındı. Olay yerinde bulunmayan ve hâlâ firari olan Mira Aksoylu ve Erdem Karahan için polis ekiplerinin araştırmasının devam ettiği bildirilirken halkımız duyarlı olmaya davet edildi,” dedi, ekranda Erdem'le benim resmim çıktı.

"Fotoğraflarını gördüğünüz bu iki şahsı herhangi bir yerde gördüğünüz takdirde 112 acil çağrı merkezine ihbarda bulunmanız güvenliğiniz açısından büyük önem arz ediyor. Lütfen daha duyarlı ve dikkatli olalım ve..." Kadın devam etti ama ben ne dedi anlayamadım, dinlemedim ve olduğum yere çöktüm. Zihnim kendini dış dünyaya kapatırken kadının sözleri kulaklarımda yankılanmaya devam etti.

Kurtarılamadılar demişti, dudaklarından dökülen kelime tam olarak bu olmuştu. Hiçbiri kurtarılamadı...

Halihazırda olan gözyaşlarım yanaklarımı ıslattı. İnanmak istemedim duyduklarıma, her şeyin korkunç bir kâbus olmasını diledim ama kâbus değildi, benim hayatımın bir gerçeğiydi. Sevdiğim adam yoktu ve ben bir haber kanalından, hiç tanımadığım bir kadından onun öldüğünü duyuyorum.

Arkadaşlarım, dostlarım, kardeş dediğim insanlar yoktu artık. Yok olmuşlardı, hiç yaşamamış gibi.

Babam yerine koyduğum adam da yoktu. Abim olarak kabul etmemiş olsam da aramızda kan bağı olmamasına rağmen bana hep abilik yapmaya çalışan, destek olan adam da yoktu.

Kimse yoktu işte... Hiç kimse...

Artık gerçekten bitti.

Biz onları geride bıraktık, gittiler.

Biz kaldık ve biz de bittik.

Dünya durdu sanki o anlarda. Zaman akmadı, hayat devam etmedi. Ben de o anda kaldım, devam edemedim ve yok olmayı dilemeye o anda başladım.

Ben, artık onlar gibi yok olmak istiyorum.

Var olmak geçen her dakikada bana acı veriyordu ve yok olana kadar da vermeye devam edecekti. Ben, herkesi kaybettim.

Bir savaş başladı, içine zorla çekildim ve o savaşta tüm sevdiklerimi kaybettim. Peki ya ben? Ben neden yaşıyorum? Yaşamayı mı yoksa bu tüm bu acıları çekmeyi mi hak ettim?

Dakikalar sonra gözlerimden bir damla gözyaşı aktı. Usulca yanağımdan süzüldü, yere düştü ve yok oldu. O bile yok oldu, ben kaldım ve o kadar gidenin arkasından kalmak, ruhumu öldürdü.

Dolu gözlerim evin içinde gezindi. Sanki o an hepsi bir yerden çıktı. Gözlerimin önünde anılar canlandı. Biz o yemek masasına bir kez daha oturduk ve bir kez daha sucuk için kavga edilmeye başlandı. İlk hıçkırık o an kaçtı dudaklarımdan ve gerisinin gelmesi de çok uzun sürmedi. Yere oturup anılarımızın canlandığı o yemek masasına bakarken gözyaşlarına boğuldum, hıçkıra hıçkıra ağladım.

İçim yandı bu acıyla, nefes alamadım. Almayı da istemedim zaten.

Ben, ölmek istedim.

Tek bir nefes dahi almayı kendimde hak görmedim. Biz bu yola hep beraber çıkmıştık. Yaşarsak beraber ölürsek beraberdi. Hani nerede o beraberlik?

Onlar gittiler, ben kaldım.

Gözlerimi kaldırıp Erdem'e baktım. Onun da benden bir farkı yoktu. O da kalmıştı. Sanki diğerleri ölümle ödüllendirilmiş, biz yaşayarak cezalandırılmıştık.

Onlar gerçek özgürlüğe, biz büyük bir acıya mahkûm edilmiştik. Fakat istemedim, bu acıya mahkûm olmak kaldırabileceğim bir şey değildi.

Ayaklarımda güç yoktu, buna rağmen kendimi zorladım ve ayağa kalktım. Başım döndü ama umursamadım ve yürüdüm. O an gözyaşlarım durmuştu, akmadı daha fazla. Canım yanmıyor olduğundan mı? Hayır, aksine çok yanıyor olduğundan. Gözyaşlarım artık içime akıyordu. İçimdeki ateşi söndürmek istercesine hem de ama o ateş her geçen saniye biraz daha büyüdü, beni yakıp kavurdu.

Erdem'in yanına ulaştım. Beni fark etmiyor gibiydi. Elimi omzuna koydum, başını kaldırıp bana baktığında gözlerinin dolu olduğunu gördüm. Söyleyecek tek kelime bile bulamadım, o da sustu ben de ve sessizce ayrıldım yanından.

O salonda ne hâlde bilemezken odama gittim, kapıyı kapattım ve kilitledim. Sonra yatağa gittim, kenarına oturdum. O an onu görmek istedim, Ateş'i, ama fark ettim ki ben de bir fotoğrafı bile yoktu. Beraber çekildiğimiz bir fotoğraf da yoktu. Bu bile canımı yaktı. Sonra bir gün onun yüzünü unutacağım gerçeğiyle yüzleştim. Sesi aklımdan çıkacak, yüzünü unutacağım.

Düşündüm de sanırım ben tüm bunları kaldırabilecek kadar güçlü değilim, olamam da artık.

Uzanıp telefonumu aldım, ezbere bildiğim annemin numarasını yazdım. Telefonla konuşacak gücü kendimde bulamadım ve mesaj kutusuna girdim, söylemem gereken ve söylemek istediğim tek şeyi yazdım.

"Seni çok seviyorum anne, bunu sakın unutma ve olur da bir gün babamın yanına gidersen ona da onu çok sevdiğimi söyle."

Bu mesajın ardından çekmeceden abimin bana verdiği kağıdı çıkardım, onun numarasını yazdım telefona ve ona da bir mesaj yazdım.

"Seni çok seviyorum abi, bir gün her şeyi kabullendiğinde sakın annemle babamı yalnız bırakma."

Attığım bu son mesajdan sonra telefonu tamamen kapattım, eski yerine bıraktım. Çekmeceye uzandım, açtım ve ilaç kutularını gördüm. Sonra o ilaçları paketlerinden bir bir çıkardım, tek tek yuttum onlarca ilacı.

Tereddüt etmedim, benim için tereddüt edilecek bir şey yoktu çünkü.

Ardından da yatağa uzandım, yan dönüp dizlerimi karnıma kadar çektim ve bir daha açamayacağım gözlerimi kapattım, ölüm uykusuna yattım.

Vakit geçtikçe uykuya daldığımı değil de bilincimi kaybediyor olduğumu hissederken bile Ateş'i düşündüm ve ancak o zaman farkına vardım ki; bu hikâye kazananı ve kaybedeni anlatmıyordu. Gidenleri ve kalanları anlatıyordu.

Ben de tüm gidenlerin ardından kalmaya cesaret edemediğim için, gitmeyi tercih ettim.

Bölüm Sonu!

Selam :) nasılsınız?

Bu bölüm psikolojimi darmadağın etti :( başlarken ağlamaya başladım, bitirdim ve hâlâ ağlıyorum :(

Ne desem, neler sorsam bilmiyorum. Ciddi anlamda ağır bir darbe yemiş gibiyim şu an.

Siz sorularınızı bırakabilirsiniz buraya <3

Bir sonraki bölümümüz final bölümümüz olacak.♡

Bölümde en sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

Bölümü en iyi anlatan emojiyi buraya bırakabilirsiniz.

Yeni bölümde görüşmek üzere:) iyi bakın kendinize güzellerim ♡

Duyuru ve alıntılar için de sosyal medya hesaplarımı bırakıyorum, oradan da takip edebilirsiniz beni.

Instagram: gizzemasslan

Twitter: gizzemasslan

Sizi Çok Seviyorum!

Loading...
0%