@grikelebek
|
Melanie, yatağında daha fazla duramayarak ayağa kalktı. Üzerine sabahlığını giydi ve kapısını açıp etrafa bakındı. Boylu boyunca uzanan koridorda kimseler yoktu. Odasından çıkıp kapısını kapattı ve uzun koridorda yürümeye başladı. Birbiri ardına sıralanan kapıların hepsi kapalıydı. İçeride neler vardı acaba? Hepsini açıp gezmeyi istedi ama bunu yapamazdı. Sonuçta burada yabancıydı. Biraz ilerisinde kalan camın önüne varıp dışarıyı seyretmeye başladı. Gökyüzündeki bulutlar ay ışığının dünyaya gelmesine engel oluyorlardı. Tek bir yıldız bile görünmüyordu. Karanlık dünyaya hâkim olmuş bu korkunç geceyi saklamak istiyordu adeta.
Melanie, anne ve babasını düşündü. Acaba iyiler miydi? Savaşı kazanabilmişler miydi? Belki kazanmışlardı ve yarın kızlarını buradan almaya gelirlerdi. Eski ve mutlu günlerine devam ederlerdi.
Birden içini bir korku kapladı. Ya kazanamadılarsa ya onlar artık öldülerse, o zaman ne yapacaktı? Anne ve babasına daha doyamamışken onları kaybetmek istemiyordu. Keşke şimdi yanlarında olsaydı, ikisine sıkı sıkı sarılıp kokularını içine çekseydi. Onlarla kalmayı çok isterdi, son nefesini bile veriyor olsa bunu kendi topraklarında, anne ve babasının yanında olmasını isterdi. Bu lanetli dilek olmasaydı, yaşamak zorunda olmasaydı bunu seve seve yapardı.
Korktuğu başka durumlarda vardı Melanie’nin. Düşman krallık Melanie’nin burada olduğunu öğrenir ve buraya da gelirse diye endişe duyuyordu. Buradaki insanlara onun yüzünden zarar gelmesini istemiyordu. O zaman gerçekten lanetli bir prenses olacaktı, ayak bastığı yeri yok eden lanetli prenses.
Prens John, uykusundan uyanıp yatağından doğruldu. Henüz sabah olmamıştı. Yatağının yanında bulunan küçük masanın üzerinde su bulunan sürahiyi eline aldı. Susuzluğunu gidermek istedi ancak sürahinin boş olduğunu fark etti. Sürahi elinde yatağından kalkıp odasından çıktı. Etrafa bakındı ama koridor bomboştu. Her gece yardımcısı kapısının önünde bekliyor olurdu ama bu gece yoktu. Seslenmeyi düşündü ama gecenin bu saatinde anne ve babasını uyandırmak istemiyordu. Gidip kendisi almaktan başka bir seçeneği kalmamıştı. Odasının kapısını kapatıp koridor boyunca yürüdü. Camın kenarında duran bir kadını fark ettiğinde durakladı. Kimdi bu kadın? Orada ne yapıyordu? Yardımcılardan biri miydi? Biraz ona doğru yürüdü. Baştan aşağıya onu süzdü. Siyah saçları beline kadar belinin biraz yukarısında kalıyordu. Üzerindeki kıyafetini inceledi, parlak ve kaliteli bir kumaştan dikilmişti. Yardımcı olmasına imkân yoktu. Kadının biranda arkasına dönmesiyle prensin yeşil gözleri bir çift mavi göze takılı kaldı. Dikkatle onu baştan aşağıya süzdü. Prens, daha önce onu hiç görmemişti. Eğer görmüş olsaydı böylesine güzel bir yüzü asla unutmazdı. “Kimsin sen?” diye sordu Prens John. “Ben Henontis Krallığının Prensesi Melanie.” John, prenses hakkında çok şey duymuştu. Birçok insan lanetli olduğunu söylemişti. O an ona bakan bir çift mavi göz laneti unutturmuştu. Aklında dolaşan sadece prensesin güzelliğiydi. John, saygısını göstermek için başını biraz eğdi. “Tanıştığıma memnun oldum Prenses Melanie. Bende Prens John.” Aynı saygıyı göstermek isteyerek Melanie biraz eğildi. “Buraya yolun mu düştü?” Melanie, gelen soru üzerine gözlerini kaçırdı. Nasıl anlatılırdı ki bu durum? “Krallığımda savaş var. Babam beni korumak için buraya gönderdi.” “Neden savaş var?” “Beni öldürmek istiyorlar,” dedi Melanie alçak sesle. “Neden?” John bir adım Melanie’ye yaklaştı. “Lanetli olduğumu söylüyorlar. Bu yüzden.” Melanie, bunu söyledikten sonra bakışlarını yere çevirdi. Bu durumun suçlusunun kendisi olduğunu düşünüyordu.
John, Melanie’nin üzüldüğünü hemen fark etti. Bu durumu üsteleyip onu daha fazla onu üzmek istemedi. “Umarım krallığınızdaki savaş sizin için iyi sonuçlanır Prenses.” “Umarım,” dedi Melanie bakışlarını yerden kaldırıp tekrar prense sabitlerken. “İzinizle ben kaldığım odaya dönüyorum.” “Tabi ki, iyi geceler.” “İyi geceler.” Melanie odasına doğru yol alırken John onu izliyordu. Odasına girene kadar gözlerini ondan ayırmadı. Melanie’den etkilenmişti.
Su alması gerektiği aklına geldiğinde yoluna devam etti. Merdivenlerden aşağıya indiğinde mutfağın olduğu yere doğru yürüdü. Mutfağa varmadan odalardan birinde sesler geldiğini fark etti. Bu saatte kim konuşuyordu? Seslerin geldiği odanın kapısına yaklaştığında içeriyi dinlemeye başladı. “Ne olacak şimdi?” Bu soruyu soran annesi Kraliçe Mary idi. “Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Kral James. John dinlemeye devam etti. Anne ve babasının gecenin bu saati ne konuştuğunu merak ediyordu.
“James, hızlıca düşünmemiz lazım. Zamanımız çok az. Karşımızdaki kocaman bir ordu var. Henontis Krallığını kısa sürede yok etmişler, geriye bir şey kalmamış. Prensesin burada olduğunu düşünüyorlar, buraya gelecekler. Hepimiz tehlikedeyiz.” John, duyduklarına inanamadı. Melanie’nin krallığından geriye bir şey kalmamıştı ve anne babası da ölmüştü. Ve bunlar kısa bir sürede olmuştu. Karşı tarafın ordusu çok güçlü olmalı diye düşündü.
John, kapıyı açıp biranda içeriye girdi. “Oğlum, sen neden ayaktasın?” “Su almak için mutfağa gidiyordum. Tesadüfen konuştuğunuz her şeyi duydum,” dedi John babasının sorusuna cevap vererek. “Ben Prenses Melanie ile yukarıda karşılaştım. Onların krallığına saldıran ordu bize de mi savaş açacak?” “Hemen açacaklarını sanmıyorum. İlk önce prensesi isteyeceklerdir. Vermediğimiz için açacaklardır,” diyen kral, oğluna cevap verdi. “Prensesi onlara verecek misin baba?” “Hayır. Lanet ya da dilek her neyse o gerçek. Eğer prenses ölürse bizde ölürüz. Karşı taraf bunu anlayamayacak kadar aptal!” Kral, sıkıntılı bir şekilde yanında duran koltuğa kendini attı. Rahatlamak istiyordu ama bu pek mümkün değildi. Kraliçe Mary, eşinin yanına oturdu. Aklı durmuş, bir çare bulamıyordu bu duruma. John, oturmadan önce biraz kenarda kalan masanın yanına vardı. Elindeki boş sürahiyi bırakıp dolu olanı aldı ve yanında duran bardağa su koydu. Bardaktaki suyu içtiğinde anne ve babasının karşısında olacak şekilde diğer koltuğa oturdu. Melanie’yi düşünüyordu, anne ve babasının öldüğünü öğrendiğinde kim bilir nasıl üzülecekti. “Peki şimdi ne olacak?” diye sordu John. Kral James, oğluna ne cevap vereceğini bilmiyordu. Odanın kapısının tıklanmasıyla odadaki aile birbirine baktı. Kimin gelmiş olabileceği hakkında bir fikirleri yoktu. Kral yerinden kalkıp kapıyı açtı. Şövalyelerden birisi elinde tuttuğu katlanmış kâğıdı krala uzattı. “Size geldi kralım.” Kral, eline aldığı kâğıdı açtı ve içinde yazılı olanları okumaya başladı.
Prensesin senin krallığında olduğunu biliyorum. Ya prensesi bana kendi ellerinle verirsin ya da ben o prensesle birlikte senin aileni de öldürürüm. Kral Arthur
Kral James, okuduğu mektubu ellerinin arasında buruşturup sıktı. Kendisini açık açık tehdit eden bu adamdan korkmuyordu. Korktuğu tek şey oğlu ve eşine zarar gelmesiydi. Arthur buraya gelecekti, bunu biliyordu. Ona savaş açmaya kalkacaktı. Prensesi, oğlunu ve eşini buradan göndermeliydi. “Savaş için hazırlanın.” Kralın emrini duyan şövalye odanın kapısından koşarak ayrıldı. Kapıyı kapatıp ailesine doğru döndü. “Geliyorlar mı?” diye sordu eşi endişe içinde. “Geliyorlar. Buradan gitmeniz lazım, gidip hazırlanın. Prensese de haber verin.” John, babasının dediği üzerine odadan çıktı. Kraliçe Mary, eşinin yanına varıp ellerinden tuttu. “Ben gitmeyeceğim. Öleceksem bile bunu seninle yapmak istiyorum.” Kral, eşine sıkıca sarılıp onu saçlarından öptü. John, merdivenlerden hızlıca çıkıp Melanie’nin kaldığı odanın kapısını çaldı. Kısa süre sonra Melanie kapıyı açtı. “Bir şey mi oldu?” “Prenses Melanie, lütfen hemen hazırlanın buradan gidiyoruz.” “Neden?” “Prenses, burada olduğunuzu öğrendiler. Gelmek üzeredirler. Lütfen hemen hazırlanın.” “Annem ve babamdan haber var mı?” “Çok üzgünüm, krallığınız tamamen yok olmuş.” Melanie göz yaşlarına boğulurken başını öne eğdi. Anne ve babasını bir daha göremeyecekti. Üstelik misafir olarak geldiği bu krallıkta onun yüzünden tehlike içindeydi. Tüm bunlardan kendini sorumlu tutuyordu. “Lütfen üzülmeyin prenses. Bunu yapanlardan hesap soracağız. Şimdi hazırlanın, hemen yola çıkacağız.” Melanie, başını onaylar anlamında salladı. John kapının önünden ayrıldığında odasına girip üzerini değiştirmeye başladı. Melanie, Mia’nın kaldığı odaya doğru yürüyüp kapısını tıklattı. Açılan kapının ardında Mia ona uykulu gözlerle bakıyordu. “Yerimizi bulmuşlar, buraya geliyorlar.” “Bu kadar çabuk mu? Ya bizim krallığımıza ne oldu?” “Geriye hiçbir şey kalmamış.” Melanie’nin ağlamaklı çıkan sesinden sonra Mia ona sıkıca sarıldı. “Üzülme prenses, bunun intikamını alacağız.” Birbirlerinden ayrıldıklarında Melanie, yanağından süzülen göz yaşlarının elinin içi ile sildi. “Bir an önce hazırlan, buradan gidiyoruz.” “Nereye gideceğiz?” “Bilmiyorum. Hızlı olmamız lazım.” “Tamam.” Odalarına girdiklerinde hızlı hareket ederek giyinmeye başladılar.
Bahçede onları bekleyen at arabasına Melanie’nin sandıklarıyla birlikte Kralı James’in emri üzerine birkaç sandık daha yüklendi. Melanie, arabaya binmeden önce kral ve kraliçenin önünde eğildi. “Her şey benim yüzümden oldu. Lütfen beni bağışlayın.” “Hiçbir şey senin yüzünden değil Melanie. Lütfen kendini suçlama.” Melanie, eğildiği yerden doğrulduğunda kimsenin yüzüne bakamadan eski at arabasına, sandıkların yanına, bindi. Mia da hemen arkasından binip yanına oturdu. Kral, oğlunu karşısına alıp gideceği yeri tarif etmeye başladı. “Ormanın derinliğinde büyük bir ağaç vardı, birlikte gitmiştik. Hatırlıyor musun?” “Evet, hatırlıyorum.” “O ağacın kuzeyinde kalan bir yol. O yol boyunca ilerlediğinizde karşınıza bir kulübe çıkacak.” John, babasının uzattı kâğıdı alıp üzerinde çizili olan şekle baktı. “Kulübenin birçok yerinde bu işaretlerden var. Bu sayede yanlış bir kulübeye girmemiş olursunuz.” “Tamam baba.” “Şövalyeler sizinle gelmeyecek. Üçünüz gideceksiniz.” Kral James, oğluna bu konuda güveniyordu. Küçüklüğünden beri iyi eğitim almıştı ve birçok şövalyeden daha iyiydi. Şövalyelerin oraya gitmesini istemiyordu çünkü gelirken diğer tarafın ordusu ile karşılaşma olasılıkları yüksekti. Rehin alınıp oğlunun yerini öğrenmeye çalışabilirlerdi. “Annem, o gelmeyecek mi?” diye sordu John. “Ben burada babanla kalacağım oğlum.” John, bunu duyduğu için üzülmüştü. Tek başınaydı, şövalyeler onunla gelmeyecekti. Gerçi bu durum onu fazla korkutmuyordu. Tek istediği anne ve babasını bir daha görebilmekti. “John, gideceğiniz kulübenin alt katındaki küçük bir oda var. O odada bulunan koltuğun altında yer altına açılan bir kapı bulunuyor. Sandıkları ve üzerinizdeki bu kıyafetleri oraya saklayın. Kulübeye yakın bir mesafede bir kasaba bulunuyor. Oraya gidip gelirken bu eski at arabasıyla gidin, kasabada yaşayan insanlar gibi giyinin bu sayede fazla dikkat çekmezsiniz. Hiçbir şey yoluna girmeden geri dönmeyin.” John, verilen emri net bir şekilde almıştı. “Tamam baba.” Anne ve babasına sıkı sıkı sarıldı. At arabasının önüne geçip oturdu ve dizginleri eline aldı. Eski at arabası kulübeye gitmek için saraydan ayrıldı.
At arabası orman yolunda sallantı içinde ilerliyordu. Melanie, arka tarafta sandıkların arasına oturmuş sessizce ağlıyordu. Anne ve babasını kaybetmişti. Üstelik misafir gittiği insanlarında huzurunu kaçırmıştı. Belki bu krallıkta kendi krallığı gibi yok olacaktı, bunun olmasından korkuyordu.
Mia, Melanie’nin ağladığının farkında değildi. Dikkat kesilmiş, etrafı kolaçan ediyordu. Bir tehlikenin olmadığında emin olmalıydı. Şövalyeler yanlarında olmadığı için prensesi korumak artık onun göreviydi. Nereye gittiğini bilmiyor oluşu onu daha çok tedirgin ediyordu. Prense güvenip güvenmeme konusunda çok kararsızdı.
John, babasının bahsettiği o ağaca varmıştı. Kuzeyde kalan yoldan devam ettiler. Yolda bir süre devam ettikten sonra John, etraftan gelen bir ses duydu. Bir adamın konuşma sesiydi. “Etrafta birileri var,” dedi John at arabasını durdururken. Melanie irkilerek ayağa kalktı. Onları bulmuşlar mıydı?
Sesler gittikçe yaklaşmaya başladı. “Bir yere saklanalım,” dedi Mia. John, at arabasını yoldan çıkarıp bozkıra sürdü. “Oradalar!” Yükselen sesin üzerine John atı hızlı olması için dizginlemeye başladı. Arkadan gelen sesler onlara yaklaşıyordu. John, karşısına Çıkan büyük girişli mağaraya arabayla birlikte girdi. Mağara içerisinde biraz ilerledikten sonra durdu. “Sessiz olun, bizi bulmasınlar.” John’un dediği üzerine Melanie ve Mia sesini çıkarmadı. “Buraya doğru geldiler, gördüm.” Mağaranın dışında kalan adamlardan biri diğeriyle konuşuyordu. “Emin misin? Etrafta kimse yok.” “Evet eminim.” Üçü birden ses çıkarmamak için çok dikkatli davranırken atın toynağını yere vurması mağara içinde yankı yapmıştı. “O ses neydi?” “Mağaranın içinden geldi.” İçeriye doğru gelen ayak sesleri onları telaşa sokmuştu. “Ne yapacağız?” diye ordu Mia endişe içinde. Melanie, yukarısından gelen küçük bir ses duydu. “Burada yarasa var mıdır?” diye sordu yukarısına bakmaya devam ederek. Büyük ihtimalle vardır,” diye cevap verdi John. Melanie, eğilip yerden bir taş aldı ve hızlı bir şekilde yukarıya doğru attı. Taşın yukarıya çarpmasından sonra mağarada bulunan yarasalar büyük bir gürültü ile mağaranın içinde uçmaya başladı. Hepsi birlikte mağaranın çıkışına uçarken içeriye girmeye çalışan iki adam yarasaların geldiğini fark edip kendilerini dışarıya attılar. “Ses sadece bu yarasalardan geliyormuş. Hem o ödlek adam tek başına buraya girip saklanmaz. Gidip başka yerde arayalım.” Adamların ayak sesleri uzaklaştığında hepsi rahat bir nefes aldı. “Aradıkları biz değilmişiz,” dedi Mia. Haklıydı o iki adamın aradığı başka biriydi. “Yola devam edelim,” dedi John. Hepsi tekrar yerini aldığında mağaradan çıkıp yola devam ettiler. Yolun sonunda karşılarına bir kulübe çıktı. Üçü birlikte aşağıya indiklerinde John, kapıya doğru yürüdü. Kapının üzerinde bir şekil fark etti. Bu babasının ona gösterdiği şekildi. Evi bulmuşlardı, artık günlerini burada geçireceklerdi. “Evin burası olduğuna emin misin?” diye sordu Melanie, John’a. “Evet burası. Ne oldu?” biraz arkalarında kalan Melanie ve Mia evin üst katına bakıyordu. “Üst kattan ışık geliyor. Galiba evde biri var.” John, duyduğu şeyden emin olmak isteyerek biraz geri geldi ve üst kata baktı. Melanie, haklıydı. Evin camından dışarıya mum ışığı sızıyordu. Evde kim vardı?
|
0% |