@hadizade
|
O gece gözüme uyku girmedi. Tufan’ın mesajı kafamın içinde dönüp duruyordu. "Yarın seni almaya geleceğim." Bu ne cüret, diye düşündüm. O daha benimle tanışmadan, beni tanımadan nasıl bu kadar emin konuşabiliyordu? Ama asıl canımı sıkan şey, bu duruma karşı elimden hiçbir şeyin gelmemesiydi. İstemiyordum. Hem onu, hem bu saçma düzeni, hem de babamın beni bir mal gibi pazarlamasını… Tufan'la evlenmeye mecbur bırakılmam, içimde derin bir çaresizlik yaratıyordu.
Sabah olduğunda, aynadaki solgun yüzüme baktım. Gözlerim ağlamaktan şişmişti, gözaltlarım morarmıştı. Kafamın içinde dönen binbir düşünceyle hazırlanıp aşağıya indim. Annem ve babam kahvaltı sofrasındaydı. Annem, göz ucuyla bana bakıyor ama bir şey söylemiyordu. Babam ise gazeteye gömülmüş, hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gözüm annemin bileğindeki bileziğe takıldı. Dışarıdan bakınca, şatafatlı ve zengin bir evimiz vardı belki ama borç batağındaydık, şirket batmak üzereydi. O yüzden her şey bu kadar hızlı ilerliyordu.
"Hayırdır anne?" diye sorduğumda bakışları gözlerimi buldu. "Bileziğin yeni mi? Daha önce hiç görmemiştim."
"Ah evet," dedi gururlu bir gülümseme ile, "Dünürüm taktı, pek de zevkli kadın."
Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tuttum ve sadece kafamı sallayıp yemeğime döndüm. Sadece umuyordum ki, bunları annem istemiyordu. Çünkü bilezik isteme gibi bir hata yapmışsa, bizi onların gözünde ne denli aşağılık pozisyona getirdiğinin sanırım farkında bile değildi.
Birkaç lokma bir şey yedikten sonra odama döndüm. Saat yavaş yavaş akşamı bulurken, içimde büyüyen gerilim dayanılmaz hale geliyordu. O kapı çalacak, ben de Tufan’la yüz yüze gelecektim. Gözlerim bir süreliğine telefonuma kaydı. Bir yandan beklemek istemiyorum, diğer yandan hayatımın nasıl bir yöne sürükleneceğini bilmek istiyordum. Saatler geçtikçe, kalbim daha hızlı atmaya başladı.
Akşam yedide, kapının zili çaldığında içimden bir an kaçma isteği geçti. Ama nereye kaçacaktım?
Kapı zili çaldığında içimdeki korku doruğa ulaştı. Kaçacak bir yerim olmadığını bilmek bu korkuyu daha da katlanılmaz kılıyordu. Yatağın kenarına oturdum, ellerim titriyor, nefesim düzensizleşiyordu. Annemle babamın aşağıda olduğunu biliyordum. Kapıyı açacaklardı. Kendimi toplayıp yüzleşmek zorundaydım. Derin bir nefes aldım, aynaya bakarak yüzümü düzeltmeye çalıştım. Ama ne kadar çabalasam da içimdeki çöküntü gözlerime yansıyordu.
Aşağıya indiğimde, Tufan’ı gördüm. Kapının önünde duruyordu; şık giyimliydi, üzerine oturan simsiyah bir takım elbise ve siyah gömlek giymişti. Ciddi ve mesafeli duruşu hemen dikkatimi çekti. O mavi gözleri, bana ilk seferkinden daha soğuk göründü. O da beni süzdü, ama ne düşündüğünü anlayamadım. Birkaç saniyelik sessizlik çok uzun sürdü. Sonunda o konuştu.
"Merhaba Hande," dedi, sesi soğuk ve ölçülüydü. "Hazır mısın?"
Yutkundum, boğazım kurumuştu. "Merhaba," dedim, sesim ne kadar donuk çıkarsa çıksın, içimdeki kaygıyı gizleyemedim. "Hazırım," dedim, ama aslında hazır değildim. Hiçbir şeye hazır değildim.
Babam yanımıza yaklaştı ve Tufan’ın omzuna dostça bir el attı. "Geç kalmayın, ha?" dedi. "Ne yaparsanız yapın, ama kızı zamanında getir," diye ekledi yarı şaka bir tonla. Annemin yan gözle bizi süzdüğünü hissettim. Sanki her şey planlandığı gibi gidiyordu.
Tufan başını salladı. "Merak etmeyin, zamanında getiririm," dedi, dudaklarında bir gülümseme belirmeden. Babamın söylediği bu basit cümle bile içimi ürpertmişti; sanki bana 'artık sen onun sorumluluğundasın' mesajı veriliyordu.
Dışarıya adım attığımda serin akşam havası yüzüme çarptı, ama bu beni sakinleştirmedi. Tufan arabasına doğru ilerledi, ben de onu takip ettim. Araba, lüks ve siyah bir Jeep idi, kapısını açtı ve beni içeri davet etti. Otururken, sanki üzerime kocaman bir yük binmiş gibi hissettim. Arabaya bindiğimizde, motorun sesi ile birlikte içimdeki sessizlik daha da ağırlaştı.
Yol boyunca konuşmadık. O, direksiyonun arkasında, gözlerini yola dikmişti. Ara sıra bakışlarını bana çevirdiğini hissettim ama ben camdan dışarıya bakmayı tercih ettim. Şehir ışıkları, geceyi aydınlatırken zihnimde binlerce soru dolaşıyordu: Bu adam kimdi? Onunla nasıl bir hayatım olacaktı? Birbirimize nasıl tahammül edecektik? Gönülsüz bir anlaşmanın içinde sürükleniyordum.
Sonunda bir restorana geldik. İçeriye adım attığımda, yerin lükslüğü beni biraz rahatsız etti. Her şey fazla resmiydi, fazla yapay. Tufan, beni masaya buyur etti ve karşıma oturdu. Garsonlar hemen siparişleri almaya geldi, ama benim iştahım yoktu. Sadece bir çorba söyledim. Tufan ise masaya her şeyin getirilmesini istedi.
Yemek boyunca yine sessizdik. Ama sonunda Tufan, sandalyesine yaslanıp bana doğru eğildi. İlk kez konuşmak için gerçekten bir girişimde bulundu.
"Bak, Hande," dedi sakin ama ciddi bir tonla, "Bu durumu ikimiz de seçmedik. Ama ikimizin de birer sorumluluğu var. Ne benim ne de senin hayatını zora sokmaya gerek yok. Birbirimizi tanımak için bir fırsat verelim. Anlıyorum, bu senin için kolay değil. Benim için de değil."
Sözleri beni bir nebze olsun şaşırttı. O buz gibi duruşunun altında belki de bambaşka biri vardı. Ama yine de, bana zorla dayatılan bu evlilik fikrini değiştirmeye yetmezdi. Kafamda hâlâ çok fazla soru vardı.
"Ben de bunu anlamaya çalışıyorum," dedim sessizce, başımı eğerek. "Ama kendimi bu kadar zorlanmış hissetmem beni rahatsız ediyor. Hayatımda ne olacağını bile bilmiyorum."
Tufan, bir an durakladı ve derin bir nefes aldı. "Belki zamanla bu baskı azalır," dedi. "Ama birbirimize karşı dürüst olursak, en azından hayatı daha katlanılabilir kılabiliriz."
Bu sözleri üzerine düşündüm. Henüz tam olarak anlam veremiyordum, ama belki de haklıydı.
Tufan'ın söyledikleri içimde yankılandı, ama kafamdaki düğümleri çözmeye yetmedi. Onunla bu şekilde yüzleşmek ve dürüstçe konuşmak ne kadar doğruydu? Yine de onun da bu evliliği benim gibi istemediğini bilmek biraz olsun içimi rahatlatmıştı. Fakat yine de bu bir çözüm değildi; sadece her şeyin üzerini örtmekti.
Yemeğimiz sona erdiğinde Tufan hesabı ödedi ve dışarıya çıktık. Hava daha da soğumuştu ve gökyüzü kararmıştı. Arabanın yanına vardığımızda, bir an duraksadım. Gerçekten bu hayatı mı yaşayacaktım? Onunla mı?
Tufan kapıyı açarken bana baktı. "İstersen seni eve bırakmadan önce bir yere daha gidebiliriz," dedi. "Konuşmaya devam etmek ister misin?"
Bu teklifi beklemiyordum. Garip bir şekilde, onunla daha fazla vakit geçirmek istemediğimi düşündüm. Ama aynı zamanda kafamı toparlayabilmek için biraz daha zamana ihtiyacım vardı.
"Tamam," dedim kısık bir sesle, "gidelim." Nereye gideceğimizi bilmiyordum, ama bir süre daha bu sessizlikle yüzleşmekten kaçınmak istedim.
Tufan motoru çalıştırıp yola çıktı. Şehir ışıkları gittikçe seyrekleşiyordu, yollar daha ıssız hale geliyordu. Nereye gittiğimizi sormadım, o da bir açıklama yapmadı. Şehirden uzakta, ıssız ve sessiz bir yerde, ormanın içinde ilerliyorduk. Sadece birkaç dakika sonra, büyük ve kasvetli bir binanın önünde durduk. Gözlerim bu eski yapıyı tararken, içimde bir ürperti belirdi.
"Geldik," dedi Tufan soğuk bir sesle, arabanın motorunu durdururken.
Eski bir malikâneye benziyordu. İçerisi karanlıktı, dışarıdan bakıldığında terk edilmiş gibi duruyordu. Huzursuz bir şekilde Tufan’a döndüm. "Burası neresi?" diye sordum, sesim titreyerek, merakla.
"Burası bizim aileye ait," dedi soğukkanlılıkla. "Büyükbabam burada yaşamıştı. Artık kullanılmıyor, ama bazen buraya gelir, düşünürüm."
Bu açıklama beni bir anlığına rahatlattı, ama aynı zamanda garip bir his uyandırdı. Neden terk edilmiş bir malikâneye getirmişti beni? Buraya gelmekteki amacı neydi? Düşüncelerim karmakarışıktı.
"İçeri girmek ister misin?" diye sordu Tufan, arabadan inerken. Ona karşı koymak istemedim. Bu gece zaten tuhaf bir hal almıştı, devamı da sürprizlerle dolu olabilirdi. Başımı salladım ve arabadan inip onun peşine düştüm.
Malikânenin içine adım attığımızda, eski ahşap kapı gıcırdayarak açıldı. İçerisi loştu, taş zeminler ayaklarımızın altında yankı yapıyordu. Duvarlarda eski tablolar asılıydı, etrafa ağır bir toz kokusu yayılıyordu. Zamanın bu binada asılı kaldığı her hâlinden belliydi.
Tufan beni büyük bir odaya götürdü. Bir şömine vardı ama yanmıyordu. Duvarların her köşesinde ağır, karanlık mobilyalar dizilmişti. Odadaki sessizlik boğucuydu. Şöminenin önünde durup bana döndü.
"Burası bazen bana kaçış noktası gibi gelir," dedi sessizce. "Her şey çok karmaşık olduğunda, buraya gelir ve biraz yalnız kalırım."
Sesi daha insaniydi bu kez, ama hâlâ mesafeli. O an gözlerime baktığında, o soğukluğun arkasında saklanan başka bir şeyler varmış gibi hissettim. Yine de hâlâ tam anlamıyla ona güvenebileceğimi düşünemiyordum. Bu gizemli tavrı beni ürkütüyordu.
"Buraya neden geldik, Tufan?" dedim, sonunda sabırsızca. "Neden beni buraya getirdin?"
Bir an için duraksadı, sonra gözlerini benden kaçırarak yere baktı. "Bilmiyorum," dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. "Belki de ikimizin de yüzleşmesi gereken şeyler var. Geçmişimizle, geleceğimizle... ve belki de kendimizle."
Bu sözler beni hem ürküttü hem de düşündürdü. Anlamadığım bir derinlik vardı bu adamın içinde. Tufan’ın sadece bir yüzeyden ibaret olmadığını, derinlerinde karanlık bir şeyler taşıdığını hissettim. Ama bu karanlığın ne olduğunu hâlâ çözememiştim.
Sessizlik bir kez daha aramıza çöktü. Malikânenin soğuk duvarları arasında yankılanan düşüncelerle baş başa kaldım. Fakat, bu da uzun sürmedi. Tufan, önce mavi gözlerini üzerime dikti ve beni baştan aşağıya süzdü. Siyah, mini bir elbise giymiştim, eteği belden loş açılıyordu ve göğüs kısmı epeyce derindi. Normalde rahatsızlık duymazdım belki, lakin, onun bu bakışları beni rahatsız etti ve eteğimi ellerimle düzeltmeye çalıştım.
Ardından ağır adımlarla bana doğru gelmeye başladı. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilemedim ancak fazlasıyla gerildim. Korktuğumu belli etmemeye çalıştım, oysaki, ayakta zor duruyordum. Ayağımdaki yüksek topukluların üzerinde durmak artık çok daha zordu, onlara rağmen Tufan Soykan önümde dikildiğinde, büyük vücudunun gölgesi altında sıkışıp kaldım. Sanırım arkadan bakan biri beni asla göremezdi. Önümde etten kemikten bir duvar gibi duruyor, kirpikleri kıpırdamadan, irice açtığı koyu mavi gözleriyle beni izliyordu. Fazlasıyla korkutucuydu.
Dışarıdan sızan ışık biraz olsun salonu aydınlatsa da, burası böyle alacakaranlık ken, onun ile burada baş başa kalmak fazla ürkütücüydü.
Dayanamadım ve titrek bir sesle ona, "Neden bana böyle bakıyorsun?" diye sordum.
Fazla beklemeden öyle bir şey söyledi ki, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Anladım ki, ben fesat düşünmüyormuşum, tam da düşündüğüm gibiymiş her şey.
"Daha önce biriyle yattın mı?"
"Ne?!"
"Duydun... Yattın mı? Yatmadın mı?"
"Sen ne hadle..." diye söze girdiğim ânda bana doğru bir adım daha atıp, aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdi. Geri çekilip duvara yapışmasam, bedenlerimiz birbirine yapışacaktı. "Bu kadarı yeter, sen iyice terbiyesizleştin! Evime gidiyorum ve seninle evlenmiyorum!"
Lafımı söyleyip gidecektim ki, elini omzumun üzerinden duvara yaslayarak, beni duvar ile arasına aldı ve gidiş yolumu kapayınca, gerginliğim bire bin kat arttı. Diğer taraftan kaçmaya çalıştığımda, bu defa diğer kolu ile önümü kesiverdi. Resmen, bu izbe yerde onun kollarının arasında sıkışıp kalmıştım.
"Ne - ne yapıyorsun sen?" diye kekeledim dehşet içinde. O üzerime eğildikçe, ben biraz daha sinip küçüldüm sanki. "Ne istiyorsun benden?" diye sordum çaresizce.
"Şimdi anlarız," dedi.
"Neyi?" diye sordum korkarak.
"Biriyle yatıp yatmadığını..."
|
0% |