Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm.

@hadizade

Akşam saat 20.⁰⁰ sularında tamamen hazırdım ve Akın'ın gelip beni almasını bekliyordum. Saçlarımı fönle düzleştirmiş, sade bir makyaj yapmıştım. Yeşil bir elbise ve yeşil bir stiletto ayakkabı giydim. İyi ki, eşyalarımı getirmişlerdi. Yoksa hâlâ Duru'nun elbiseleriyle idare ediyor olurdum. Aynanın karşısında kendime son bir kez baktıktan sonra telefonumu da aldım ve Hayri'nin başına kocaman bir öpücük kondurduktan sonra odadan çıktım.

 

Normalde onu sık sık dışarıya çıkarıp gezdirirdim ama şimdi fazla hareketsizlikten bayağı kilo almıştı. Bahçeye çıkarmamamın sebebi de Muhafız'ın orada olduğunu bilmekti elbette. Onunla pek anlaşacağını sanmıyorum.

 

Akın henüz gelmemişti ama Mikail ve Emin bahçedelerdi. Başka da kimse yoktu. Ceketlerini çıkartmış, gömleklerinin kollarını sıvamış, bahçeye kurdukları masaüstü tenisi oynuyorlardı. Mikail tek oynuyor gibiydi. Emin olduğu yerde bir eli cebinde durmuş, topu bir sağa, bir sola atarak Mikail'in o iri cüssesiyle sağa sola koşuşturmasını zevkle gülerek izliyordu.

 

Yaklaşıp yakından izlemek istedim. Mikail bana bakınca Emin son hamleyi yaptı ve kazandı. Mikail bıkkınca soluyarak raketini masaya koydu. "Benden bu kadar, yoruldum." Sonra bana döndü. "Nasılsın yenge?"

 

"Yengeler götürsün seni," dedim sırıtarak. "Ya da eşekler kovalasın."

 

"Aşk olsun yenge! Ben ne yaptım şimdi?" diye triplenince, Emin'e baktım.

 

Yeni bir topu raketin üzerinde sektiriyordu. Oldukça rahat olmasından belliydi iyi oynadığı.

 

"Oynayalım mı?" diye sordum.

 

"Bana uyar," dedi hemen.

 

"Sen masa tenisi biliyor muydun yenge?" diye sorarken Mikail, yerini bana verip kenara çekildi.

 

"Üniversite zamanında çok oynardık ve ben bir süre hiç yenilmemeye başladım. İddialıyım, yani Akın gelene kadar oynarız." dedim Emin'e bakarak.

 

Hâlâ rahat görünüyordu. Raketi elime almamı bekledi ve sonrasında, "Başlatmak ister misin?" diye sordu.

 

"Buyur," dedim. "Başla."

 

Top ikimiz arasında gidip gelmeye başladı ama Emin, Mikail ile oynadığı gibi oynamıyordu benimle. Kolları da bayağı uzundu ve Mikail kadar kaslı olmadığı için rahatça hareket edebiliyordu.

 

"Neden benimle de öyle oynamıyorsun?" diye sordum, oyun devam ediyordu. Belli bir senkronizasyonu koruyorduk.

 

"Seni koşturursam, abi de beni koşturur." dedi gülümseyerek.

 

"Tırsak," dedi Mikail. "Göt korkusu fenadır."

 

"Ne götünden bahsediyorsun yengenin yanında yavşak," dedi Emin. "Terbiyeli konuş biraz."

 

"İyi ki, terbiyelisin, yoksa ne yapardık?" diyince Mikail, Emin durup ona küfürler yağdıran bir bakış attı.

 

Topa öyle bir sert vurdum ki, Emin'in alnına değince kurşun yemiş gibi geriye gitti ve alnını ovuşturdu.

 

"Kusura bakma," dedim, yalancı bir masumlukla. "Bilerek oldu."

 

"Önemli değil yenge, sağlık olsun." Alnındaki elini çektiğinde, topun değdiği yerin kızardığını gördüm.

 

"Mikail, hadi sen gel koca adam. Bakalım sen ne kadar direneceksin." diyip göz kırpınca, ellerini yukarıya kaldırdı. "Aman diyim yenge, ben canımı seviyorum. Yenilgimi kabul edip çekiliyorum."

 

Kaşlarımı çatıp, "Geç dedim, sinirlendirme beni!" dedim yüksek bir sesle.

 

"Peki, geçeyim," diyip yavaşça masanın diğer tarafına geçerken mırıldandı. "Eşhedü enla..."

 

Gülerek topu raketin üzerinde sektiriyordum. "Hazır mısın?" diye sordum, gözlerimi kısarak.

 

"Hazır sayılırım. Yani hazırım. Gönder gelsin."

 

"Ulan koca adamsın, küçücük pinpon topundan korkuyorsun!" Dedi Emin.

 

Tam oyunu başlatacaktım ki, bahçeye giren aracı gördüm. 34 AYA 34 plakalı son model bir Range Rover evin önünde durdu, bu Akın'ın özel aracıydı. Kapı açıldı ve Akın, gözlerinde siyah gözlüğü ve siyah asker botlarıyla arabadan inince, kendimi ağzım açık şekilde onu izlerken buldum. Giymiş olduğu kahverengi gömleğin yaka düğmelerinden ikisini açık bırakmış, etek kısmını siyah pantolonunun içerisine toplamıştı. Boynunda siyah ipli, gümüş bir hançer madalyonu olan kolye ve kolunda da siyah bir saat vardı.

 

"Allah'a şükür!" dedi Mikail. "Elini ayağını öptüğümün çocuğu geldi sonunda. Az kalsın bok yoluna gidiyordum."

 

Akın bize doğru yürürken bana bakınca, hemen Mikail'e doğru döndüm. "O nasıl bir övmektir, küfür gibi." dedim yüzümü buruşturarak. "Merak etme, bunun rövanşını alacağım senden!"

 

Kâh "Tüh," dedi, kâh da "Vah," dedi. "Bak görüyor musun kurtulamadık!"

 

"Bensiz oyun oynamak, ha?" dedi Akın, yanımıza ulaşınca. O, siyah camlı gözlüklerinin altından Emin ve Mikail'e bakarken, ben çaktırmadan onu süzüyordum.

 

Yine çok yakışıklısın şerefsiz.

 

"Abi vallahi yenge zorladı!" Dedi Mikail.

 

Ona dehşet içinde baktım. "Aa kuru iftira! Vallahi ben geldiğimde bu ikisi oynuyordu, benim bir suçum yok. Ben de sen gelene kadar oynayayım dedim."

 

Akın bizi dinlemeyip Emin'e döndü. "Sen anlat," dedi. "Nasıl oldu?" Sanırım bizden çok ona güveniyordu; ki haklıydı da.

 

"Yenge doğru söylüyor," dedi Emin.

 

"Adam be!" diye bağırdığımda Akın bana doğru döndü. "Adamın dibisin, dibi!" Sonra Mikail'in omzuna yumruk attım. "Gör! Gör! Örnek al biraz! İşin gücün palavra!"

 

"Bir de yavşaklık," diye ekledi Emin.

 

Ben de onayladım.

"Evet, bir de o var."

 

Mikail, küçük çocuk gibi olduğu yerde ısrarla tepindi. "Ama abi ya! Bu ikisi bir oldu beni ispiyonluyorlar ya! Vallahi haksızlık, billahi haksızlık! Oynamıyorum ben!"

 

Kendimi tutamayıp güldüm. Akın benim güldüğümü görüp gülümseyince, hemen kendimi toparlayıp bakışlarımı kaçırdım.

 

"Bir el oynayalım o zaman," dedi Akın. "Sonra gideriz."

 

"Ben seninleyim," dedi Mikail. "Bu iki kenafir gözlüyü karşıya alalım. Ben bunlara güvenmiyorum."

 

Emin ile birbirimize ve tekrar Mikail'e baktık. "Emin misin?" diye soran Emin idi. Ben de sinsice bakıyordum Mikail'e.

 

"Hayır, Mikail'im!" diyip elini Akın'ın omzuna attı. "Yanımda Akın var lan! Asıl siz korkun!" Tam bu an Akın ona bir bakış atınca, kolunu yavaşça geri indirdi.

 

Masanın bir ucuna Emin ile ben, diğer ucuna Akın ve Mikail geçti. Akın ile ben birbirimize çapraz duruyorduk. Eh, bu da attığımız topların birbirimize gideceği anlamına geliyordu.

 

"Ben daha çok golf severim," dedi Akın. "Ama bu da iyi." Nedense bu sözünün ardında farklı şeyler var gibi hissettim, yüzünde sinsi bir ifade vardı. "Top yere düşerse oyun biter. Başka kural yok." diye ilave etti.

 

Top bendeydi. "İyi olan kazansın!" dedim ve oyunu başlattım. Yolladığım topu Mikail karşıladı ve top bu sefer de Emin'e gitti. Emin tekrar Mikail'e yolladığı sırada Akın'a baktım. Gözlüğünü bile çıkarmamıştı. Top bana geldi ve tüm gücümle Akın'ın yüzüne fırlattım. Son anda yüzüne sper ettiği raketiyle topu geri bana fırlattığında neye uğradığımı şaşırdım. Bir süre top sadece ben ve Akın arasında gidip geldi. Sinirle topu ona fırlatıyordum ama o, gayet sakin şekilde geri yolluyordu. Mikail ve Emin'e o kadar süre top gitmemişti ki, artık kenarda sigara içerek bizi izliyor, hakemlik yapıyorlardı.

 

"İyi oynuyorlar."

 

"Bu geceye kadar sürer, bunlar ne zaman gidecekler?"

 

Akın raketi masaya bırakıp, göğsüne giden topu eliyle tuttu ve, "Borcum olsun," dedi. "Ama şimdi gidelim."

 

Raketi masaya bıraktım. "Eh, sen de anladın yenemeyeceğini." diyip saçımı savurarak, masayı terk ettim.

 

Arkamdan geliyordu. Adım seslerini duyuyordum.

 

"Elbette, sana yenilmek büyük bir şeref benim için."

 

O zaman bana bolca yenilmen gerekecek.

 

"Ne demezsin," dedim dışımdan. Onu beklemeden arabanın arka koltuğunun kapısını açtım ve yerleştim. Az sonra camı tıklatınca, sinsice gülerek camı gözlerimi göreceği kadar indirdim.

 

"Efendim bayım?"

 

"Hanımefendi, acaba ön koltuğa oturabilir misiniz? Ben sizin şoförünüz değilim!"

 

Sakin görünüyordu ama sesi her şeyi açıklıyordu.

 

Ben de gözlüğümü takıp, "Sür şoför," dedim. "Gidelim şu bitli mahalleden!"

 

Bıkkın bir soluk verdikten sonra arabanın etrafından dolanıp yan taraftaki kapıyı açınca şaşkınlıkla o tarafa döndüm. Yanıma oturup kapıyı kapattı. Mikail gelip sürücü koltuğuna yerleşince, Akın gözlüğünü çıkarıp bana baktı ve bilmiş bir ifadeyle gülümsedi.

 

"Ben senden her zaman bir adım önde gidiyorum, Nalan'cığım." dedi kinayeyle.

 

"Ne demezsin Akın'cığım? Bana yol vermeyip önüme düşecek kadar nezaketsiz olduğunuzu biliyorum zaten."

 

Mikail bir anda, "Siz seviştiniz mi?" diye sorunca, ikimiz de aynı anda ona döndük ve aynı cümleyi söyledik.

 

"Ne alakâsı var?"

 

"Belli oluyor," dedi.

 

"Vallahi sevişmedik!" dedim. Öpüştük sadece.

 

"Doğru, ilk defa doğru söyledi." Dedi Akın.

 

Ona kötü kötü bakıp hemen önüme döndüm. "Sen çok komiksin ya."

 

"Senin kadar değil."

 

Yola çıktık ve ben sadece bozulmuş gibi bir ifadeyle oturuyordum öylece. Kendinden o kadar emin konuşuyor ve öyle bir ifade takınıyordu ki, karşısındaki insan zeki olsa bile kendini bir aptal gibi hissedebilirdi.

 

Aklımdan geçen acımasız düşüncelerim iyi ki dışa vurmuyordu, yoksa ömrüm biraz daha kısalmış olurdu.

 

"Yanlış bir şey yapmazsan, özgürlüğünü kısıtlayacak her hangi bir emir vermem." dedi Akın. Omzumun üzerinden dönüp ona baktım. Durduk yere neden böyle söylediğini düşündüm bir süre. Sonra farkına vardım.

 

"Merak etme," dedim, ciddi bir ifadeyle. "Esir alındığımı kimseye söylemeyeceğim."

 

Tekrar cama doğru dönüp, alnımın kenarını yasladım. Boğazdan geçerken ışıl ışıl köprünün ışıklarının vurduğu boğaza ve kız kulesine bakarak seslice derin bir iç çektim. Normalde sık sık gelirdim buraya, sahildeki bir bankta oturup kafa dinlemeyi, boğazın kokusunu içime çekmeyi ve kız kulesini izlemeyi çok severdim. Bir daha o kadar özgür olabilecek miyim bilmiyorum. Sadece kendimi düşünerek hareket edemem. İpin ucunda Sümeyye teyzem, Kübra, Nisan ve Leyla da var. Bu dört kadın, hâlâ hayata tutunma sebeplerim benim. Onların hayatıma kattıkları güzellikleri unutamam ve benim için yaptıklarından sonra, nankörce çekip gidemem.

 

Senelerdir bana aile olan insanları şimdi gözardı edersem, vicdanım beni yiyip bitirir. Bu ölmekten daha beter. Hele ki, Sara. Bile isteye yapmadım ama sonuçta yaptım. Onu tanımıyordum bile ama Nur, küçücük bir kız... O, benim yüzümden annesiz kaldı. Bu bile beni mahvediyorsa, diğerlerine benden sebep bir şey olursa ne yaparım bilemiyorum.

 

Sahilden geçerken, o her zaman oturduğum bankta bir adamın oturduğunu gördüm. Siyah takım elbisesi ve doksanlardan kalma siyah şapkasıyla, dikine koyduğu bastonuna yaslanmış, boğazı seyrediyordu. Elimi pencereye yaslayıp, geride kalmasına rağmen oraya bakmaya çalıştım ve bir süre sonra gözden kayboldu zaten. Yerime geri oturup, yine bir iç çektim.

 

Her iç çekişte kalp bir damla kan kaybedermiş, ben kalbimin şimdiye kadar kaç damla kaybettiğini sayamadım.

 

Yoksa tüm hıncını Akın'dan mı almak istiyorsun, Nalan?

 

O, sana kimi hatırlatıyor?

 

Babanı mı?

 

Yoksa o adamı mı?

 

Ya da her ikisini.

 

💲

 

Tarabya'da, boğazı gören büyük ve şaşalı bir villanın bahçesine girmiştik. Burası Ulvi'nin eviydi ve ben daha önce hiç gelmemiştim. Hemen bakışlarım bahçedeki korumaların üzerinde gezindi. O kadar tedirgindim ki, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Ulvi beni görür görmez, "Nalan! Hoş geldin! Evime şeref verdin!" diyerek bana sarılmazsa iyiydi!

 

Saat 09.³⁰ gibi Ulvi'nin evine girdik. Yine de akşam yemeği için geç kalmıştık. Zaten Akın geç gelmişti ve bunu Akın'a söylediğimde, "Sorun yok, zaten onlar da eve geç geldiği için akşam yemeğini bu saatlerde yiyorlar." diye belirtti. Bana göre problem değildi ama yatıya mı gelmiştik, yoksa dönecek miydik emin değildim.

 

Akın koluma girmişti ve bana yolu bulmamda yardımcı oluyordu. Mikail bizimle beraber içeriye girmedi. Kapıda bir hizmetli bizi karşıladı ve içeriye buyur etti. Akın, ona çekilmesini söyledi. Arkadaşının evi ya, ne yapacağını biliyordur elbette. Benimle birlikte yavaş ve dikkatli şekilde yürüyüp, salona doğru ilerledi. Salona doğru iki basamak çıktık ve masa başında ayakta sohbet eden Ulvi ve Merve ile karşılaştık. Masa dört kişi için hazırlanmıştı ve tabaklar karşılıklı yerleştirilmişti. Tam istediğim gibi, bizden başka kimse olmayacaktı. Bu işimi belki biraz daha kolaylaştırabilirdi.

 

"Oo, hoş geldiniz!" diyerek bize yaklaşan Ulvi, oldukça samimi bir karşılama yaparken, Merve'nin bakışlarının hedefi, Akın'ın koluna sardığım elim oldu. Bulunduğu yerde şaşkınca bize baktı. Ona ve Ulvi'ye kaşlarım ve gözlerimle işaret vermeye çalıştım ama ne kadar anladılar, işte onu bilemiyorum.

 

Ulvi Akın'a sarılırken ben kenarda durup bekledim. Merve donmuş gibiydi. Ne tepki vereceğini düşünüyor gibi bir hâli vardı.

 

Ulvi ise sakince bana yaklaştı ve hemen ona elimi uzatıp, "Ben Nalân, memnun oldum." dedim.

 

"Ben de çok memnun oldum," diyerek elimi dudaklarına götürdü ve elimin üzerini kibarca öpüp, ela gözleriyle bana alttan bir bakış attı. Beni bozmadığı için ona sonsuz teşekkürlerimi sunar gibi baktım.

 

"Buyrun masaya geçelim," diyip ikimizi de masaya davet etti. Onun zeki bir adam olduğunu biliyordum ve bu gece de beni yanıltmadı.

 

Akın ile beraber masaya yaklaştığımızda, Merve bana doğru gelip sarıldı, en az onun kadar samimi şekilde gülümseyip sarıldım. "Tebrik ederim." Diye fısıldayıp geri çekildim.

 

O da, "Teşekkür ederim," diye fısıldayıp, daha sonra geri çekildi ve önce bana, sonra da Akın'a bakarak. "Hoş geldiniz," dedi, onun gözlerine bakarak, "ve iyi ki geldiniz." dedi.

 

Keşke yanımda o olmadan gelebilseydim buraya, doya doya tebrik edebilseydim sizi.

 

"Hoş bulduk," dedim, ama ben de Ulvi'nin ela gözlerine bakarak söyledim. "İyi ki, de davet etmişsiniz."

 

Akın, elini belime yerleştirince önce ona şaşkın, ardından ise kızgınca baktım, fakaf bunu gülümsememin arkasına saklayarak, dirseğimi kaburgasına geçirdim. "Fırsatçılık yapmayalım Akın Bey."

 

"Ne demek, Nalân Hanım? Her zaman."

 

Masanın sol tarafına biz geçtik, sağ tarafa da onlar. Merve, omuzları vatkalı, gül işlemeli, mini bir retro elbise giyinmişti. Kırmızı saçlarını biraz daha kısaltmış, bir tarafını kulağının arkasına iliştirmişti. Ulvi ise sade bir kot pantolon ve üzerine salaş bir beyaz keten gömlek giymişti. Biz misafir geldiğimiz halde, onlar bizden daha şık görünüyorlardı.

 

"Ee nasıl gidiyor?" diye sordu Ulvi, sandalyeye yerleştiği gibi. "Gelecek ayın on üçü nişan var diye biliyorum." Derken bana çarpık bir bakış attı. Sesindeki imayı ben sezdim ama Akın sezmedi diye umuyorum. "Yani nişan yaklaşıyor, heyecanlı mısınız?"

 

Oho hem de ne heyecan.

 

"Daha bir aydan fazla var," dedi Merve. "Dur daha ne heyecanı?"

 

Sorma Merveciğim, öleceğim heyecandan!

 

"Yok canım, ne nişanı? Daha yeni tanıştık sayılır, önce birbirimizi tanıyalım. Değil mi hayatım?" diyerek yüzüme yerleştirdiğim sahte gülümsemeyle Akın'a doğru döndüm.

 

O, yüzündeki ultra rahat tebessümüyle bana bakarken, Ulvi'nin, "Ama Akın on üçü nişanlanıyoruz dedi," diyince kaşlarımı kaldırdım.

 

"Öyle mi olacaktı Akıncığım?"

 

"Öyle olacaktı ya Nalancığım?"

 

"Seninle iki dakika kadar mutfağa geçebilir miyiz?"

 

"Neden hayatım?" diyerek yüzüme doğru taklaştı. İfadesiyle, sesiyle her şeyiyle beni gıcık etmeyi başarıyordu.

 

Ayağımı ayağının üzerine basıp ezdim ama hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek dudaklarıma ve gözlerime bakmaya devam etti.

"Gıcık tuttu da biraz, biz bi' beraber su içelim."

 

"Tabii, biz bi' su içelim."

 

Sonunda ortak noktada buluşup masadan kalktık ve mutfağa geçtik. Hemen kapıyı kapatıp arkamı döndüm ve yüzümdeki sahte gülümsemeyi silerek onun gözlerine baktım. Ellerini cebine koyup rahat bir ifadeyle bana baktı.

 

"N'aptığını sanıyorsun sen?"

 

"N'apmışım ben?"

 

"Ne demek n'apmışım? Neden insanları ilişkimizin ciddi olduğuna inandırmaya çalışıyorsun? Bu iş bu kadar uzun sürmeyecek ve bu sefer de bu saçmalığa inanan herkes bizi saçmasapan teselli yağmuruna tutacak."

 

"Aynı evdr yaşıyoruz, ciddi olmamız değil, olmamamız sorun teşkil eder. Başka türlü aileme nasıl bir açıklama yapabilirdim?"

 

"Ama bunun çok basit bir çözümü var zaten."

 

"Neymiş?"

 

"Aynı evde yaşamamamız."

 

"Mümkün değil." Diyerek bir anda yaklaştı ve dibime kadar girdi. "Seni bu iş çözülene kadar seni bırakmayacağımı söylemiştim, bu tepkiyi şimdiye mi bıraktın?"

 

"Akın anlamıyorsun galiba, insanların bizi tebrik etmesini, birbirimize delice âşık olduğumuzu sanmalarına yol açıyorsun ve ben buna tepki gösteriyorum. Aslında bu kadar abartarak rol yapmasan, sonrasında ayrıldığımızı söylemen daha kolay olurdu."

 

"Zorsa bana zor, bırak zor olsun. Ben hallederim diyorum."

 

"Kendi kendine işini zorlaştırıyorsun, mazoşişt misin?"

 

"Olabilir, ya sen?"

 

Bir de ciddi ciddi soruyordu. Derin bir nefes aldım ve düşündüm. Sonra ise bakışlarımı orman yeşili gözlerine diktim. "Bak Akın, bu işi birbirimize olan saygımızı kaybetmeden halledelim. Sana yardım etmeye hazırım-"

 

"Çünkü sen de aklanmış olacaksın."

 

"Evet, seni üstün zekâlı... Sözümü kesme."

 

"Hırsızlık ve cinayet," diyerek bir kez daha sözümü kesti, benim aksime çok sakin ve rahattı, "eğer sen çalmışsan, Sara olayının görüntülerini de vereceğim. Bundan hiç kuşkun olmasın... Ama sen çalmamışsan, vicdan borcumu ödeyip, seni bu işin içerisinden kurtaracağım. Bundan da hiç kuşkun olmasın."

 

Ya içimdeki vicdan azabı? Beni ondan da kurtarabilecek misin Yiğit?

 

Sert bir soluk verdim. "Tartışmakla bir yere varamayız, uyumlu hareket edelim. Bir şeyi söyleyeceksek önce birbirimize, sonra başkalarına söyleyelim ki, sonra böyle olmasın."

 

"Nasıl istersen," diyerek bir anlık dudaklarıma ve yeniden gözlerime baktığında, susup dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

Ben bir şeyleri yoluna koymaya çalıştıkça işlerin daha da sarpa sarması ilahi bir şaka gibiydi. Neden her şey üst üste gelmek zorunda?

 

Arkamı dönüp kapıyı açtım ve Akın ile peşi sıra mutfaktan çıkıp masadaki yerimizi aldık. "Kusura bakmayın," diyerek sandalyeme yerleştiğimde, Akın sandalyeyi benim için ittiğini farkettim fakat sadece gülümsemekle yetindim.

 

Merve hâlâ gergindi, sanırım açık vermemek için konuşmak istemiyordu ama kocaman açtığı koyu renk gözleriyle biraz daha bana böyle bakmaya Akın anlayacaktı.

 

Ulvi, Merve ile aramızda geçen gergin bakışmayı farketti ve Merve'nin elini tutup onu rahatlattıktan sonra içten bir gülümsemeyle bize baktı.

"Aman ne kusuru? Keyfinize bakın, burası sizin de eviniz."

 

"Hediye alamadık, ben biraz işten geç çıktığım için. Ama en azından gelip yanınızda olalım istedik." dedi Akın.

 

"Ben aldım," dediğimde üçü de bana baktı. Çantamı elime alıp açtım ve içindeki küçük kutuyu çıkarıp, çaprazımda oturan Merve'ye uzattım. Ulvi kutuyu alıp Merve'ye verdi.

 

Merve, "Ne gerek vardı? Gelmeniz yeterdi zaten." dedi ve bana anlamlı bir bakış attı. Kutuyu açıp içindeki pırlanta küpelere baktı ve başını kaldırıp şaşkın gözlerle bana baktı. "Nalân, bunlar çok güzel!"

 

"Güle güle kullan," diyip gülümsedim.

 

Akın bir anda sandalyemin altından tutarak tek bir hareketiyle beni kendine çektiğinde donup kaldım. Parmaklarım elimdeki çatalın etrafına dolandı ve ona sinirle, "N'aptığını sanıyorsun?" diye fısıldadım.

 

"O küpeleri nasıl ve ne ara aldın?"

 

"Almadım!"

 

"Öyle mi? Demek hobi olsun diye çantanda bi' araba değerinde pırlanta küpe taşıyorsun."

 

"Hediye alacak vaktimiz yoktu, kendi eşyamı veriyorum. Böyle mi teşekkür ediyorsun?"

 

"Hayır, sadece tanımadığı birine bile böyle bi' hediyeyi veren kişinin ne denli bir geliri olabileceğini kestirmeye çalışıyorum."

 

"Ne demeye çalışıyorsun? Paranı çaldım, sonra da o parayla arkadaşının eşine hediye aldım, öyle mi? Bu kadar kıt mısın Akın? Öyle olsa kendimi ele verecek bir şey yapar mıydım sanıyorsun?"

 

"Şu an, şu açıklamayı rahatlıkla yapabilmek için bile yapmış olabilirsin. Beni manipüle edemezsin Nalân, bunu aklından çıkar. O küpenin hesabını evde vereceksin."

 

"Seni manipüle etmek gibi bir isteğim de yok zaten, sen de bu saçma düşünceleri aklından çıkar. Yanındayım işte, bir yere kaçmıyorum." diyip bir sinirle önüme döndüm ve nefes almaya çalıştım.

 

Bu arada bize dikkatle bakan Ulvi ve Merve ile göz göze geldim. Biraz daha böyle devam edersek anlayacaklardır ve ona haber uçurmaları ân meselesi. Bunu istemiyorum. Onun yardımına ihtiyacım yok.

 

Masadaki su kadehini elime alıp birkaç yudum aldım ve elimin titrediğini farkettirmemek adına hemen yerine koyup, başımı önüme eğdim. Tabağım bana uzaktaydı, Akın bir kolunu sandalyemin tepesine yaymış oturuyordu ve o da benim gibi yemeden, sessizce oturmuştu.

 

Sessizliği bozan yine Akın oldu ve, "Cinsiyeti belli mi?" diye sordu

 

"Ne önemi var?" diye sorarak omzumun üzerinden ona baktım.

 

Orman yeşili gözlerini gözlerime çevirdi ve ince kaşları hafifçe çatıldı. "Sadece sordum... Merve erkek, Ulvi de kız istiyordu. Ama benim fikrimi sorarsan, ben ikiz istiyorum. Biri kız, biri erkek, ya da iki kız."

 

Susup önüme döndüm. Önyargıyla yaklaşmamın sonucunda ondan böyle bir cevap beklemiyordum, şaşırdım. Fazlasıyla şaşırdım.

 

"Ya sen?" diye sordu.

 

"Ben çocukları pek sevmem," diye kestirip attım.

 

Ulvi ile Merve'nin garip bakışlarıyla karşılaşınca öksürerek boğazımı temizledim. "Yani şey, kendimi anneliğe uygun görmüyorum. O kadar sakin ve sabırlı davranabileceğimi sanmıyorum. Sözüm meclisten dışarı. Bence herkes bu konuda bilinçli olmalı ve emin olmayan kişiler de çocuk sahibi olmamalı... Kaldı ki, sizin çok iyi anne ve baba olacağınızı düşünüyorum. Umarım sağlıkla kucağınıza alırsınız."

 

Akın'ın bana baktığını hissediyordum ama ona hiç bakmadan tabağımı önüme çekip yemeğe devam ettim. Ne zaman gergin, stresli hissetsem yemek derdime derman oluyordu. Tabağımdaki bifteği küçük parçalara ayırırken onlara hiç bakmadım, sadece kendimi gülümserken buldum. Çünkü kendimi beni hiç anlamayan kişilerin içerisinde gibi hissediyorum. Sanki onlarla farklı dünyadanız. Onlar şu an burada, ben değilim. Sanki anlatsam da anlamayacaklar. Oluyor bazen, böyle de oluyor.

 

"Nalân!" diyerek beni kendime getiren kişi Ulvi oldu. Başımı kaldırıp ona baktım. "İyi misin?"

 

"Evet... Bir sorun mu var?"

 

"Demindendir sana sesleniyorum."

 

"Dalmışım, başka bir şey düşünüyordum."

 

Akın hemen, "Ne düşünüyordun?" diye sorunca, hemen cevapladım.

 

"Sana ne kardeşim? Sana ne? Oldu, gel gir beynime, düşündüklerime de karış."

 

"Galiba biraz sinirlisin," diyince ona yandan bir bakış attım, "merak etme, burada sinirli olan tek sen değilsin. Eve gidince konuşacağız."

 

"Çok korktum."

 

"Bence de korkmalısın."

 

"Komiksin."

 

"Senin kadar değilim."

 

Bir anda sinirlenip, "Ay bir lafın da altında kal be adam!" dedim ve sanırım bunu bayağı yüksek bir sesle söyledim. Merve ve Ulvi bize şaşkın gözlerle bakıyorlardı.

 

Sanırım buna daha fazla katlanamayacaktım. Sessizce yemeğimizi bitirdik ve Akın'ı kenara çekip, "Gidelim artık, zaten yeterince rezil olduk." dedim.

 

"Ulvi aileden sayılır, biz birbirimizin her şeyini biliyoruz. Yani onların yanında tartışmamız sıkıntı değil. Biraz daha kalalım. Ayıp olur şimdi."

 

Sıkıntılı bir soluk verdim ve başımı onaylar anlamda sallayıp arkamı döndüm. Merve ve Ulvi Sabancı, salondaki geniş krem rengi koltuklara oturmuşlardı. Ortada büyük bir ahşap sehpa vardı ve üzerine kahvelerimiz koyulmuştu. Akın elini belime koyarak beni yönlendirdi ve onların karşısındaki koltuğa oturduk. Gerçek bir çift gibi yan yana oturmuştuk. Ben bacak bacak üzerine atıp yan oturmuştum, Akın da hemen solumda oturmuş, kolunu benim sırtıma doğru koltuğun üzerine yaymıştı. Mecburen sadece gözlerle iletişim kuruyorduk. Farkettim ki, o benim gözlerim gibi kahverengi giyinmiş, ben de onun gözleri gibi yemyeşil. Hiç farkında olmadan çok uyumlu olmuşuz.

 

"Çok güzel görünüyorsunuz." Bu cümleyi Ulvi'nin sesinden duyduk ve ikimiz de aynı anda dönüp ona bakıp, kibarca gülümsedik. "Ne kadar da yakışıyorlar, öyle değil mi aşkım?" diyerek sarıldığı eşine baktı.

 

Merve de tebessüm ederek bana ve Akın'a baktıktan sonra, "Tabii, çok yakışıyorlar." dedi. Bir numara olduğunu anlamış gibi görünüyordu. Zaten Merve zeki bir kadındı, üstelik benim Akın'ın yanında rahatsız olduğumu farkediyordu sanki.

 

Zevkime aşinaydı, benim kaba erkeklerden hoşlanmadığımı biliyordu. Akın kaba mı? Karar veremiyorum. Normal şartlarda tanışsak, belki anlayabilirdim. Omzumun üzerinden dönüp onun profilini inceledim. Sık siyah kirpiklerinin arasındaki yeşil gözleri parlıyordu. Hâlinden memnun, mutlu görünüyordu.

 

Bir anda, "Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu.

 

"Gözünde çabak kalmış, ondan."

 

Hafifçe güldü ve bana baktı.

"Hangi gözümde?"

 

Bu kadar yakından ona bakmak ve bu tonda konuşması garip hissettiriyordu.

 

"Her ikisinde."

 

"Alsana o zaman." dedi.

 

"I'm not your mother."

Annen değilim.

 

"Then be my wife."

O zaman karım ol.

 

"Я буду ничем для тебя."

Senin hiçbir şeyin olmayacağım, diyip sırıttım.

 

Bu dediğime hafifçe gülümseyerek karşılık verdi. "Tы так думаешь." Sen öyle sanıyorsun.

 

"Her şeye de bir cevabın var," diyip önüme döndüm. "Anladık, donanımlı bir adamsın."

 

Yavaşça kulağıma yaklaştı.

"Hem de fazlasıyla."

 

"Yalancı," diye fısıldayarak dönüp ona baktığımda, o kadar yaklaşmıştı ki, burun buruna geldik. "Neyi ima ediyorsun sen? Hani o konularda tecrüben yoktu?"

 

"Ben var dedim mi? Senin aklın neden hep oralara gidiyor?" dedi dalga geçer gibi. Anladım ki, tuzağa düştüm.

 

Başımı iki yana sallayarak önüme dönüp kahvemi aldım ve sırtıma yaslandım. Gülümsememi ondan gizlemek istedim ama olmadı. Gördü ve ben hemen kendimi toparladım.

 

Akın kahveye dokunmadı, yanındaki sudan birkaç yudum aldı. Ben de gül lokumuyla beraber iki kahveyi de içtim.

 

"Bu arada, bebek erkek." diyen Merve'ye baktım.

 

"Güzel," dedi Akın, "demek sonunda hedefine ulaşıyorsun."

 

"O ne demek?" diye sordu Merve, haklı olarak. Bu soruyu benim de tekrarlayasım geldi ama bunu Ulvi yaptı.

 

"Aynen Akın, o ne demek şimdi?"

 

Akın, "Erkek bebek istiyordu ya, ondan dedim. Neden gerildiniz ki?" dese de, sesindeki ve bakışlarındaki o sinsi imayı yakaladım. Çok fenasın, çok.

 

"Ha, öyle tabii," dedi Merve, "rahmetli babamın adını düşündük, Yiğit olacak ismi."

 

Kaşlarım havaya kalktı ve Akın'a yan bir bakış attım. Dümdüz, ifadesizce bakıyordu Merve'ye. Ona baktığımı farkedince dönüp bana baktı ve göz kırpıp yeniden önüne döndü. Bakışlarımı yeniden Merve'nin göz bebeklerine çevirdim.

 

"Yiğit demek... Ne güzel, Akın'ın ikinci ismi. Ama nedense Akın ona böyle seslenmemden hoşlanmıyor."

 

"Çocukken de bu böyleydi," dedi Ulvi, "kimse diyemezdi Yiğit diye, yumruklardı hemen. Tezcanlıydı o zamanlar, şimdi durulmuş."

 

"Büyümüş," diye düzelttim, "ama durulmuş mu emin değilim." Şakayla karışık laf atarak ona baktım ve gülümsedim. "Benim gözümde hâlâ yaramaz bir çocuk gibi."

 

"Katılıyorum," dedi hemen, "o da benim gözümde hâlâ o suçlu kız çocuğu."

 

Yüz ifadem soldu ve tüm vücudum bir anda buz kesti. Gülümseyerek söylediği bu tek cümlenin ardında masum bir şey arayamazdım, bu benim geçmişimdi ve o, geçmişimi biliyor gibi konuşuyordu.

 

 

Loading...
0%