Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm.

@hadizade

 

 

Bana kendimi sorgulatıyordu. Ben ona bu konudan bahsetmiş miydim diye düşündüm ama bahsetmediğime de emindim. Acaba sayıkladım mı? Ya da bir şekilde öğrendi mi? Ama bu mümkün değil, orada olanları Tufan Arga ve ben hariç hiç kimse bilmedi, bilmeyecek de.

 

"İzninizle, biz kalkalım." diyerek zengin kalkışı yaptım. O da hemen peşimden ayağa kalktı ve beni takip etti.

 

"Nereye? Biraz daha kalsaydınız." dedi Ulvi.

 

"Evet," dedi Merve, üzülmüş gibi, "daha yeni geldiniz, sohbet ederdik."

 

Ona yaklaşıp ellerimi omuzlarına koydum ve omuzlarını sıvazlarken, Akın'ın arkamda kalmasından istifade ederek bakışlarımı değiştirdim.

"Saat geç oldu, bence dinlenmelisin. Hiçbir şeye kafa yormaman gereken bir dönemden geçiyorsun, mazallah bir şey filan olur."

 

Ellerimin altında titreyen omuzlarıyla, sessizce yutkunup gülümsemeye çalıştı ve başını aşağı yukarı salladı.

 

"Tekrar tebrik ederim," diyip bir kolumu sırtına sardım ve onu sıkıca kendime bastırarak, elimle sırtını sıvazladım. "Kendine dikkat et."

 

Onun yanından geçip Ulvi'ye yaklaştım. Onunla tokalaşarak tebrik ederken, arkadaki aynadan Merve ve Akın'ın yansımasına baktım. Birbirlerine kötü bakıyorlardı, tahmin ettiğim gibi aralarında bir sorun vardı ve bunu bize yansıtmak istemiyorlardı.

 

"Tebrik ederim, tanışmamızdan çok memnuniyet duyduğumu bilmenizi isterim, Ulvi Bey." Diyerek onun elini sıktım.

 

"Ben de, Nalân Hanım." Dedi gülümseyerek. Gerçekten öyle davranıyordu ki, sanki beni hiç tanımıyordu. Merve'nin aksine daha sakin davranmıştı ve şükürler olsun ki, ikisi de bu gece pot kırmamışlardı.

 

Beraber kapıya doğru yürüdüğümüz sırada yüzümdeki o sahte gülümsemeyi sildim ve adımlarımı hızlandırdım. İçimdeki o şeytan, dışarıya yansıyan o kibar kadınla yer değişmek için can atıyordu ve ben, biraz daha dişimi sıkabilirdim.

 

Benim sabrımın sonunda selâmet yok, felâket var.

 

Dışarıya çıktığımızda Mikail bizi gördü ve hemen arabaya doğru ilerledi. Akın binmem için arka kapıyı açtığında, arabanın arkasından dolanıp diğer kapıyı açıp oturdum. Hemen camı indirip rüzgârın yüzüme vurmasını ve beni sakinleştirmesini diledim. Tırnaklarımı çiğneyerek koparıp atmak istiyordum ama bunu bile bastırmaya çalışmak, yakında çok büyük bir patlama yaşamama sebep olacaktı.

 

Mikail arabayı çalıştırdı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sadece aracın ve yoldaki diğer araçların, şehrin sesi vardı.

 

"Boğaza çek," dedim Mikail'e. Aynadan Akın'a baktığını farkettiğimde, daha yüksek bir sesle ekledim, "Sana boğaza çek dedim, nefes alamıyorum!"

 

"Tamam." Bunu resmen neden kızıyorsun der gibi söyledi. Haklıydı. Kızdığım kişi o değildi ve hıncımı ondan değil, hemen yanımdaki kişiden almam gerekiyordu.

 

Ulvi'nin evinden uzaklaştık ve Mikail sahilde bir yere aracı park edince, hemen kapıyı açıp aşağıya indim. Ne çantamı, ne telefonumu aldım yanıma. Sanki biri iki parmağını boynumun etrafına sarmış, yutkunmamı, nefes almamı engelliyordu. Aldığım nefesi ciğerlerime ulaşmadan geri kusuyordum. Üzerimde bir lanet vardı ve o lanet beni zaten hiçbir zaman bırakmadı.

 

Denize o kadar yaklaşmıştım ki, Akın muhtemelen atlayacağımı düşündü ve kolumdan tutup beni kendine çevirdi. Hemen elini kolumdan çekip ayırdım ve iki elimle göğsünden ittim. O, sarsılarak bir adım geriye gitti ve çatık kaşlarının altından gözlerime bakmaya devam etti. Elbisemin etekleri, saçlarım rüzgârın âhengiylr uçuşuyor, saç tellerim yüzüme ve boynuma dolanarak sinir kat sayımı daha da arttırıyordu.

 

"Konuş," dedim sert bir sesle, "ne var dilinin altında senin?"

 

"Hiçbir şey."

 

"Sen beni aptal mı sanıyorsun?"

 

"Hayır, aksine..."

 

"Güzel, o zaman konuş. Çünkü bana seni şu an gebertmemek için bir sebep vermen gerekli."

 

"Demek bana o kadar öfkelisin." diyerek sakince bir adım öne geldi.

 

Evet, dışarıdan sakin görünen ama benim hissettiğim o yılan gibi sinsi atılan bir adım.

 

"Sinir, öfke, bu kelimeler içimdeki yangını tarif etmeye yetmiyor... Bana neden öyle söyledin?"

 

Avuç içlerini açarak,

"Bu kadar sinirleneceğini bilsem, söylemezdim." dedi.

 

Elbette inanmadım.

"Ne demek o suçlu kız çocuğu? Ne demek bu?"

 

"İma yaptığımı biliyoruz ve ikimiz de suçunu biliyoruz. Bu yönde bir şaka yapamam diye bi' kural mı vardı?"

 

"Para olayından mı bahsediyorsun?"

 

"Evet, sen ne anladın?"

 

Susup düşündüm bir süre. Şüphecil bakışları gözlerimdeydi. Öyle bir etrafa bakarken, Mikail'in bankın arkasındaki ağacın orada durmuş bizi izlediğini gördüm. Bakışlarımı tekrar Akın'ın gözlerine çevirdim ve gülümsedim. "Galiba seni öldürmemden korkuyor."

 

"Onun bana olan sadakati senden kaynaklı değil."

 

"Bu seni öldürebileceğim gerçeğini değiştirmiyor."

 

"Sen yanlışlıkla birini öldüren biri, bense," diyerek biraz daha yüzüme eğildi, "yüzlerce teröristin katiliyim, Nalân Arga."

 

"Bunu söylediğinde, gözüme nasıl göründüğünü bilsen," diyerek bakışlarımı yüzünde gezdirdim, "emin ol bunu her fırsatta bir kez daha söylerdin."

 

Çekici geliyor. Katil olduğu için değil, kahraman olduğu için.

 

Durup öylece gözlerime baktı ama ben irislerindeki o ıştıyı, yeşillerin arasındaki o siyah göz bebeklerinin büyüdüğünü gördüm.

 

Dönüp omzunun üzerinden Mikail'e baktı ve başıyla gitmesi için işaret etti. Gerilmedim desem yalan olur ama bu kötü bir gerilme değildi. Mikail gittikten sonra yeniden gözlerime baktı. Diliyle dudaklarını ıslattığında bakışlarım istemsizce oraya düştü ve yeniden gözlerine baktım.

 

"Biraz oturalım mı?" diye sordu. Başımla onayladım ve geçip banka oturduk. Saat gece yarısını bulmuştu ve birkaç metre yakınımızda etrafta insan yoktu. Sadece ışıltılı, hafif bir rüzgârın kokusunu bize getiren boğaz ve biz vardık.

 

00.00

 

Başımı geriye yatırıp gökyüzüne baktım. Yıldızlar vardı, hepsi o kadar parlaktı ki... Ama Ay yoktu bu gece. Derin nefesler aldım, deniz kokusu ciğerlerime doldukça uzun bir zaman sonra nefes aldığımı, yaşadığımı hissettim.

 

"Nalân."

 

"Hım?"

 

"Hırsızı bulduğumda seni bırakacağım."

 

Yüzümü ona doğru çevirdim. O denize bakıyordu, ben de ona.

"Biliyorum."

 

Yavaşça yutkundu ve diliyle dudaklarını ıslattı. Durup iç çeker gibi derin bir nefes aldı ve yavaşça soludu. "Sadece seninle özel bir sıkıntım olmadığını, rahat durman ve zarar görmemen için baskı kurmak zorunda olduğumu bilmeni istiyorum. Normalde ben böyle biri değilim. Şartlar farklı olsaydı..."

 

Ben de normalde böyle biri değilim.

 

"Biliyorum," dedim, "bu cümleyi ben de çok fazla kullanıyorum. Şartlar farklı olsaydı... Kim bilir?"

 

Gülümsediğini gördüğümde, istemsizce ben de gülümsedim ve önüme döndüm. O mu garip, yoksa ben mi bilmiyorum ama garip bir şekilde frekansımız tutuyor. Deli deliyi görünce sopasını saklarmış derler ya, tam öyle hissediyorum.

 

"Arkadaşlarımı her gün görüyordum, yani her şey normal ken." Ben anlatırken beni izlediğini farkettim ve boğaza bakmaya devam ettim. "Kuzenim Kübra, fırsat buldukça onunla telefonda konuşuyorum ama yetmiyor. Teyzem Sümeyye, o bana küs. Keşke barışabilsek."

 

"Neden küstü?"

 

"Boşver," diyip sıkıntıyla soludum. Maalesef bunu ne sana, ne de bir başkasına anlatamam.

 

"Ne hissediyorum biliyor musun?"

 

"Ne?"

 

"Böyle biri olmadığını."

 

Başımı yavaşça ona doğru çevirdim ve uzun bir süre boyunca sadece kirpiklerimi kırparak onun gözlerine baktım. Bunu ne anlamda söylediğini belirtmesini veya anlamaya çalıştım, ancak o da susup bana baktı. Sanki o da benim konuşmamı bekliyordu.

 

"Nasıl yani? Anlamadım."

 

Önce derin bir nefes aldı ve seslice dışarıya verdi. Bir dirseğini bankın tepesine yaslayıp, yumruk yaptığı elini şakağına dayamış, dikkatle bana bakıyordu. Birinin kendisini böyle izlemesi insana garip hissettiriyordu.

 

"Sanki normalde çok neşeli, güler yüzlü bir kadınsın. Hayattan zevk almasını biliyorsun. Merhametli, iyi yürekli birisin. Sadece... kaçtığın bir şeyler var, geçmişteki kötü ânılar peşini bırakmıyor gibi... Sürekli dalıp gidiyorsun, ânda değil de geçmişte yaşıyorsun... Aşka, masallara inanmadığını söylüyorsun, aslında gerçek aşkın varlığına, sadece seni henüz bulmadığına inanıyorsun. Masal dinlemeyi seviyorsun ama masal anlatan olmadığı için, sevmeyen biri gibi görünüyorsun. Hâlbuki biri olsa, tüm kalbin ve benliğinle onu sevecek, kanının son damlasına kadar onu savunacak, koruyacak gibi duruyorsun... Tüm bunlar, sadece ilk izlenimlerim. Seni tanımıyorum, sadece hissediyorum..."

 

Çok zekisin Yiğit, beni hissediyorsun.

 

"Peki," dedim kısık bir sesle, gözlerim dolmak üzereydi ama son anda bastırdım. Onun elini aldım ve kendi kalbimin üzerine koydum. Deli gibi çırpınan o çaresiz kuşu şimdi daha iyi hissediyordu, "peki şu an ne hissettiğimi hissediyor musun?"

 

Başını bir kez eğdi ve beni onayladı. Aynı anda yutkunduk ve dudaklarımız birbirinden uzak düştü.

 

"Acı çekiyorsun," dedi ve bu defa gözlerim dolunca tutamadım, tutmak istemedim. Sadece ileri uzandım ve onun boynuna sarıldım. Önce vücudu gerildi, ona sarılmış olmamın verdiği şaşkınlık tüm vücuduna yayıldı ama kollarını belime dolaması uzun sürmedi. İri kollarıyla sırtımı öyle sıkı sardı ki, kendimi babamın güvenli kucağında gibi hissettim.

 

Ona hissettirmeden boynunu kokladım, kendi teninin kokusu, tatlı bir kokuydu. Öpmek istedim ama fazla laubali olurum gibi hissettim ve sadece koklamakla yetindim.

 

Hani bazen olur ya, bir insan sizin yuvanız gibi hissedersiniz. Onunla güvende, huzurlu ve mutlu hissedersiniz. Çok mutluyum diyemem ama o bana sarıldığında ve aramız iyi olduğunda, kendimi yuvamda gibi, onu da ailemmiş gibi hissediyorum.

 

Belki sadece bir isteğim vardı. Sıcacık bir sarılma. Hiçbir anlam yüklenmeden, plansız, ânlık bir sarılma. İşte onun bana verdiği his tam olarak buydu.

 

Öylece kaç dakika kaldık saymadım. Ancak ilk geri çekilen ben oldum. Ellerim henüz geniş omuzlarının üzerindeyken, kendimi hafifçe geriye çektim ve onun yeşil yeşil bakan gözlerine baktım. Elleri sırtımdan usulca belime indi ve bir eli yüzüme gitti. Yanağıma yapışan saç tutamımı işaret parmağıyla aldı ve usulca kulağımın arkasına yerleştirdi.

 

Biraz fısıldaştık. Sanki yüksek sesle konuşan, kavga eden biz değildik.

 

"Teşekkür ederim."

 

"Esas ben..."

 

"Benden ne istiyorsun Akın?"

 

"Hiçbir şey."

 

"Ne demek hiçbir şey?"

 

"Konuşmak yetiyor, Nalân."

 

"Hiç öyle biri gibi durmuyorsun, biliyor musun?"

 

"Olabilir, tanımadan bilemezsin."

 

İşaret parmağı yanağımda hafifçe dolandı. Ondan beklemediğim bir nahiflikle, kibarlıkla.

 

"Biliyorum hiç sırası değil ama," diyip burnumu kırıştırdım, "benim canım dondurma çekti."

 

Etrafa baktım.

"Marketler kapanmıştır değil mi? Çok geç oldu."

 

"Neli seversin?"

 

"Vanilya ve çikolatalı, sen?"

 

"Ayırt etmem, pek yemem zaten."

 

Bir anda ayağa kalktı. "Hadi bakalım, bildiğim açık bir yer var." Diyip yeşil gözlerinden birini kırptı.

 

Elini bana doğru uzattığında, eline ve gözlerine baktıktan sonra kendim kalktım ve yanından geçip gittim. Kısa bir an sırıttım ama o bunu görmedi. Arkamdan attığı bakışı görebiliyordum. Onu gıcık etmenin verdiği hazzı başka hiçbir şeyden alamıyordum.

 

Arabaya bindiğimde Mikail'in direksiyon başında uyuduğunu gördüm. Akın daha arabaya binmeden farketti ve başıyla bana inmem için işaret etti. Beraber sessizce arabadan uzaklaştık.

 

Akın, bir anda elimi tuttu ve çekiştirmeme rağmen bırakmadan etrafa bakındı. "Bak, şurada bir 7/24 restoran var. Oraya kadar yürüyebilir misin?"

 

"Yürürüm bence."

 

"Harika, hadi."

 

Gündüzün sıcağından ve aydınlık havadan nefret eden ben, serin bir yaz gecesinde gezmekten elbette keyif alacaktım ama yol boyunca elimi çekiştirdim, o da kendine doğru çekti ve bırakmadı.

 

Acele etmiyorduk. Kenardan kenardan sakince, yavaşça yürüyorduk. Ara sıra birbirime bakıyor, ama asla aynı anda bakmıyorduk. Garipti. Çok fazla garipti. Telefonlarım çalmıyordu, üzerimde bile değildi. Sadece Akın'ın elindeki uzun koyu kahverengi cüzdan vardı. Onun haricinde başka bir eşyamız yoktu. Etrafta pek fazla gürültü de yoktu. Bu, bana hafiflemişim gibi hissettiriyordu. Sanki uzak bir yerde kaybolmuşuz, herkesten ayrı düşmüşüz gibi.

 

Restoranın yanına vardığımızda Akın elimi bırakmadan kapıyı açtı ve ben geçtikten sonra kendisi de girip kapıyı bıraktı. Etrafa baktım. Açık krem rengi duvarlar, ahşap masa ve sandalyeler, çiçekli örtüler ve her masanın üzerindeki taze çiçeklerle burası harika görünüyor, harika kokuyordu.

 

Akın en köşedeki masayı gözüne kestirdi ve beni oraya kadar çekiştirdi. Duvara bakan sandalyeye beni oturttuktan sonra karşımdaki yerini aldı. Şimdi manzaram sadece oydu ve içimden bir ses, onun da niyetinin bu olduğunu söylüyordu.

 

"Bakar mısınız?" dedi garsona. Biz hariç bir çift daha vardı, onlar çay içip sohbet ediyorlardı. Garson yanımıza yaklaştığında Akın, "Dondurma var mı?" diye sordu.

 

"Var efendim, sadece vanilyalı kaldı."

 

"Pekâlâ, iki porsiyon dondurma ve yanına da browni." diyip bana baktı, "içecek olarak da..."

 

"Portakal suyu, soğuk olsun."

 

"Bir portakal, bir de vişne suyu." diye ekledi.

 

"Peki, başka bir isteğiniz var mı?"

 

Akın, diğer köşedeki çifte bakarak, "Onlar yemek yediler mi?" diye sorunca, ben de merak edip oraya baktım. Çift biraz üzgün gibi görünüyordu.

 

"Hayır efendim, sadece çay içtiler." dedi garson.

 

"Peki, o zaman sipariş dört olsun. Birer tabak da hanımefendi ve beyefendiye götürün, yalnız ikram olduğunu söyleyin."

 

"Peki efendim." Diyen garson küçük defteri ve kalemiyle beraber uzaklaşırken, Akın bakışlarını yeniden üzerime dikti.

 

"Çok dikkatlisin," diye övdüm, "gerçekten de keyifleri yok gibi görünüyor, umarım tatlıyla halledilecek bir şeydir."

 

"Bilmiyorum... Sanki gidecek bir yerleri yok ve sabaha kadar burada oturacaklar gibi hissediyorum."

 

"Gerçekten mi?" diyerek omzumun üzerinden dönüp yeniden o çifte baktım.

 

"Kadının ayağında gelin ayakkabısı var," dedi Akın, "adam da resmi giyinmiş, böyle salaş bi' mekân için üzerindekiler fazla. Yeni tıraş olmuş, saçlar düzgün. Ayrıca kadının çantasının yanında kırmızı bir cüzdan var, içeriye girerken gördüm, evlilik cüzdanı. Yeni nikâh kıymışlar ve yüzlerindeki ifadeye bakılırsa, aileleri buna pek sevinmemiş ve onlar da nereye gideceklerini bilemiyorlar. Kaybolmuşluk hissi."

 

Dediği her şeye ben de dikkat ettim ve çok mantıklı geldi. Önüme dönüp ona baktım. "Acaba sorsak mı? Hani yardıma ihtiyaçları vardır belki."

 

"Konuya nasıl gireceğimizi düşünüyorum. Evlendiği gece bir adama karısının yanında böyle sadaka verir gibi para verecek değiliz. Hoş olmaz."

 

"Ama bugün onların en mutlu günü olmalıydı ve çok mutsuz görünüyorlar."

 

"Ben buldum," dedi Akın.

 

"Ne buldun?"

 

"Bir dakikaya geliyorum," diyerek ayağa kalktı ve o çiftin yanına gitti. Farklı uçlarda olduğumuz için ne konuştuklarını duyamadım ama ikisi de onu dikkatle dinliyordu. Akın her ne söylediyse yüzlerindeki ifade değişti ve Akın minnettar olmuşcasına hareketlerle onların yanından ayrıldı.

 

Tekrar karşıma oturduğunda, "Ne dedin onlara?" diye sordum.

 

"Masada araba anahtarı var, yani adamın arabası var. Arabamız bozuldu, bizi bırakabilir misiniz dedim. Önce sıcak bakmadılar, sonuçta gidip dönmek uzun olacak, ama onlara balayı hediyesi olarak otelde bir ay ağırlayacağımızı söyleyince, kabul ettiler. Böylece karşılıklı iyilik yapmış oluyoruz."

 

Onu dinlerken elimi yanağımın altına koyup dirseğimi masaya yasladım ve gülümsedim. "Yiğit iş başında," diye mırıldandım.

 

"Akın," diye düzeltti, "Yiğit biraz salaktır, yufka yüreklilik de pek işe yaramaz. O noktanı gören ezer, aklında bulunsun."

 

"Biliyorum."

 

Garson tatlı ve meyvesularımızı getirdi, o çifte de ikram ettiler ve ordaki adam doğrudan Akın'a bakıp gülümseyip, minnettar bir ifadeyle başını eğdi. Söylemedik ama anladılar.

 

"Tüh, yakalandık." diyerek güldüm ve hemen kaşığımı alıp dondurmaya daldırdım. Kaşığın yarısına dondurma, diger yarısına da browni aldıktan sonra ağzıma attım ve zevk dolu mırıltılar çıkardım. Ona baktığımda, öylece durmuş dikkatle beni izliyordu. "N'oldu?"

 

"Hiç."

 

Sol omzumu kaldırıp indirdim ve buzlu portakal suyumu alıp yudumladım. Şimdi biraz daha serinlemiş hissediyordum. Hava ne kadar serin olsa da, bana hâlâ sıkcak geliyordu. Dondurma ve buzlu portakal suyunun hararetimi almasını bekliyordum. O da bir kaşık aldı ama devam etmedi. Arkasına yaslanarak oturmuş, başını duvara yaslamış, bana bakıyordu.

 

"Neden öyle bakıyorsun? Sen böyle dikkatle bakarken yiyemiyorum."

 

Hemen tabağı önüne çekti ve bir kaşık daha aldı. Sırf ben yemeğe devam edeyim diye yediğine o kadar emindim ki... Bu, ondan beklemediğim kadar düşünceli bir hareketti.

 

"Merve'ye verdiğin o hediye," diyince, bir anda güzel bir rüyadan uyanmış gibi hissettim, "öyle küpeler, sende ne arıyor?"

 

"Onlar annemin."

 

Kaşları çatıldı.

"Annenden hatıra yani? Neden o zaman başka birine veriyorsun?"

 

"Çünkü bir hediye vermemiz gerekiyordu, o küpeler de çantamdaydı. Mahçup olmayalım istedim."

 

"Olmazdık zaten. Unutmuş da olabiliriz; ki unuttuk. Gayet normal. Başka bir vakit de hediyelerimizi alıp gidebilirdik."

 

"Ne bileyim? İçimden geldi."

 

"Onlar sana annenden kalan son satıralar mı?"

 

"Tabii ki, de hayır. Takı olarak sorarsan, evet ama başka eşyalar da var. Yanımda taşımayı seviyorum ama hiç kullanmadım."

 

"Sana yakışırdı," dedi ve vişne suyundan yudumlayıp, dudaklarını yaladı, "neden takmıyordun?"

 

Yine gerildim, sıkıldım.

"Ben eminim ki, bende annemde durduğu gibi güzel durmazdı."

 

Bir şey söylemedi. Bu konuyu kapatıp, başka bir konuya geçti.

 

"Yapmaktan çok zevk aldığın bir aktivite var mı?"

 

"Aklıma gelmedi şimdi, sanırım en çok yaptığımız şey, kızlarla toplanıp bir yerlerde oturmak, muhabbetin dibine vurmaktı."

 

"O güzel bak, onu ben de seviyorum ama o normal bir şey. Ben bi' aktiviteden bahsediyorum. Mesela paintball, tenis, voleyball, go kart gibi."

 

"Voleyball severim, tenisi üniversite zamanında öğrendim, o zamanlar çok oynardık ama üniversiteden arkadaşlarım farklı ülkelere taşındı, artık pek görüşmüyoruz. Yani görüşmüyorduk. Go kart ve paintballa merakım var ama daha önce hiç fırsatım olmadı."

 

"Gideriz ya, sorun değil."

 

N'oluyor? N'oluyor?

 

"Ne yani, tehlikede değil miyiz? Öyle söylemiştin." dedim bilmiş bir ifadeyle.

 

"Ben yanında olacağım, sorun yok."

 

"Desene bi' de seni korumak zorunda kalacağız." diye dalga geçtim.

 

Bakışlarımı restoranın içerisinde gezdirirken, "Ah Nalân, Nalân..." deyişiyle, tüm dikkatimi yeniden üzerine çekti. "Gözlerin kocaman," derken, büyülenmiş gibiydi, "kocaman iki kahve çekirdeği."

 

Bu beni gülümsetti ve onun bakışları bu defa dudaklarıma düştü.

 

"Aslında toprak kahvesi diye biliyorum."

 

"Kahve çekirdeğine benziyor, ama toprak kahvesi."

 

"Ya senin gözlerin? Onlar neye mi benziyor?" dedim ve o, pür dikkat beni dinlerken, göz bebeklerime baktı. "Yeryüzünün ciğerleri, nefes almamızı sağlayan o ormanlar ve ben ormanları çok seviyorum." Yüzümdeki gülümseme yavaşça silindi ve sadece onun gözlerine bakarken, dalıp gittim. Yeşilin en güzel rengi dedikleri, bu olsa gerek. "Ormanlar huzur verici."

 

Tıpkı gözlerin gibi.

 

Ama söyleyemem, şımarırsın.

 

💲

 

Bir kere de mutlu bitirelim bölümü, değil mi?😅

 

Beğeniyorsanız yıldız vermeyi unutmayınız olur mu?

 

Bilgi ve iletişim için wattpad hesabımı takip edebilirsiniz.

Insta/twitter ~ 1hadizade 💜

 

Loading...
0%