Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm.

@hadizade

 

 

"Bu samimi iltifatlar gerçek mi? Yoksa ben hayal filan mı görüyorum?" dedi gözlerini kısarak. Bu sözleri ve bakışları beni kendime getirdi. Sanırım fazla yakınlaştık. Olması gerekenden çok daha yakın.

 

"Sadece iltifatına karşılık bir iltifat, şımarma hemen." diyip bakışlarımı başka tarafa çevirdim.

 

"Bugün sende bir şey var," diyince yüzümdeki gülümseme silindi ve yeniden ona baktım, "biraz farklısın," dedi, "duygularını açıyorsun, açık oynuyorsun ve en önemlisi de..."

 

Söylemesini bekledim, pür dikkat dinledim ama söylemedi. Yeniden arkasına yaslandı ve gözlerini benden ayırmadan vişne suyunu yudumladı. Beni delirtmek istiyordu, bu hoşuna gidiyordu, bunun başka bir açıklaması yoktu.

 

"Uykum var," dedim, "kalkalım mı artık?"

 

"İyi misin?" diye sordu.

 

"İyiyim," dedim, "sadece biraz başım ağrıyor."

 

"İlaç alalım o zaman."

 

"Beynimin ilaca değil, uykuya ihtiyacı var Yiğit Bey."

 

"Yine Yiğit Bey olduk, pekâlâ. Kalkmadan evvel bi' lavoboya uğrayacağım." diyerek ayağa kalktı ve yanımdan geçip gitti. Yanımdan sanki o değil de, soğuk bir esinti geçip gitti. Boynuma sarılan ince kırmızı bir ip vardı, ipin ucu onun bileğine bağlıydı. Tek bir hareketiyle vurup çekse, nefesimi kesebilirdi ama o, ipi boş bırakmayı tercih ediyor gibiydi.

 

Bakışlarımı dışarıya çevirdim. Geceden daha siyahtı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Ve o geldi. "Gidebiliriz," dedi. Hemen ayağa kalktığımda, elini belime koyarak bir eliyle de beni yönlendirdi. O çift de bizimle beraber çıktı. Beraber restorandan çıkıp onlara ait gümüş Toyota Prius'a yaklaştık. Genç çift ön koltuklara yerleşirken, Akın arka kapıyı açıp oturmamı bekledi.

 

"Mersi," diyerek geçip oturdum. Çok geçmeden yanıma oturdu ve Şile'ye doğru yola çıktık. Sadece sahil bitene kadar baktım. Mikail'i gördüm, yol kenarında duruyordu. Dudaklarının arasındaki sigara, ağaç gölgesindeyken onu ele verdi. Elindeki telefona bakıyordu. Hemen yanımda oturan Akın'a baktım. Telefonun ekranını kapatıp cebine yerleştirdi ve yüzünü bana doğru çevirdi.

 

"Sanırım eve kendi başına dönebilir," diye fısıldadım, "umarım ona söylediğin mazeret, bu durumumuzu yanlış anlamasına yol açmaz."

 

"Elbette, emin olabilirsin." dedi, yeşil gözleri yüzümde dolanırken.

 

Nedensizce rahatsız hissettim ve önce önüme dönüp, daha sonra dışarıya baktım. Bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyordum. Onunla yakınlaşmak benim için olabilecek en kötü şey olurdu. Aslında, benim her hangi bir erkekle bu denli yakınlaşmam da yasak ve sebebini değil sana, hiç kimseye söyleyemiyorum.

 

Umarım haberi olmaz.

 

Yoksa olacakları hayal bile edemiyorum.

 

💲

 

 

Genç çift bizi Akcan malikânesinin bahçe kapısına kadar getirdi. Akın inmeden evvel bir kart verdi ve kibarca teşekkür etti. "Mutluluklar dilerim," dediğimde, gelin omzunun üzerinden bana bakarak teşekkür etti.

 

"Ben de size mutluluklar dilerim, gerçekten çok yakışıyorsunuz."

 

Yüzümdeki gülümseme silindi ancak bir şey demeden kapıyı açıp indim. Gözardı edemeyeceğim bazı şeyler vardı, üstelik - O olmasa bile - Akın benim için yanlış bir seçimdi. Bunu ikimiz de inkâr edemezdik.

 

Bahçe kapısından içeriye girerken, aracın uzaklaştığını ve Akın'ın kapıdaki adamlardan biriyle haspihâl ettiğini duydum. Bana ulaşmaması için adımlarımı hızlandırdım ve girişte durup, kapı ziline dokundum. Kapı açılana dek omzumun üzerinden dönüp arkaya baktım. Hâlâ bahçe kapısının oradaydı. Derin nefesler alarak, belki de iç çekerek önüme döndüm. Kapıyı açan kişi Nesrin Hanım'ın kızı Pervin oldu.

 

"İyi akşamlar efendim."

 

"İyi akşamlar," diyip hiç göz göze gelmeden hemen merdivenlere yöneldim. Topuklularımın sesi mermer zeminde yankılandı. Tırabzanlara tutunarak hızla merdivenleri çıkıp, kendi odama girdim ve kapıyı kapattım. Ya beni takip ettiriyorsa? Ya öğrenirse bir şekilde?

 

Yatağa oturup topuklu ayakkabılarımı yavaşça çıkardım ve sırtımı yatağa serdim. Tavanda canlanan bir sürü görüntü vardı, kulaklarımda çınlayan bir sürü ses kaydı. Zihnimin içinde beliren o uğultular daha da şiddetle artmaya başladı.

 

Biri kapıyı tıklattığında, düşüncelerden sıyrılıp doğrulup oturdum. "Gel." Az sonra kapı açıldı ve Akın, elinde eşyalarımla beraber içeriye girip kapıyı kapattı. Elbisemin eteklerini düzelterek, bana yaklaşmasını bekledim. Arabada kalan eşyalarımı bana doğru uzattı. Parmaklarımız birbirine dokunarak aldım ve onunla göz göze geldim.

 

"Yalnız," diye vurguladı, "Seni B diye biri arıyordu, kim bu B?"

 

Bir anda kaskatı kesildim. Gerginliğimin yüzüme yansıdığına emindim. Ona, susmuş ve gözlerimi kocaman açmış hâlde bakıyordum.

 

"Bir arkadaşım," dedim, "neden sordun?"

 

"Öylesine," dedi ve, "iyi geceler." diledikten sonra arkasını dönüp ağır ve büyük adımlarla odadan çıkıp kapıyı kapattı.

 

Telefonum yeniden titremeye başladığında, hemen elime alıp ekrana baktım. Yine o arıyordu. Kesin gördü! Kesin takip ettiriyordu yine beni!

 

Akın'ın gittiğine emin olduktan sonra telefonu açıp kulağıma götürdüm. Uzun zaman sonra ilk defa onun aramasına yanıt veriyordum.

 

"Efendim?"

 

"Ты заставил меня тосковать по твоему голосу."

"Beni sesine hasret bıraktın."

 

"Ne söyleyeceksen söyle."

 

"Где ты?"

"Neredesin?"

 

"Bundan sana ne?"

 

"Вы не дома. Где ты?"

"Evinde değilsin. Nereye kayboldun?"

 

"Şehir dışındayım."

 

"Bana öyle bir talimat gelmedi, Nalan." dedi ve bir de bunu alay eder gibi söyledi.

 

"Не звони мне, я позвоню тебе, если ты мне понадобишься."

"Beni arama, sana ihtiyacım olursa seni ararım." diyip telefonu yüzüne kapattım.

 

Tam şuan çekip gitmek istiyorum, hiç bilmediğim, beni tanıyan kimsenin olmadığı bir yere ama bunu şuan yaparsam, "ben hırsızım, kaçtım" anlamına geleceğini de biliyorum. Durduk yere Akcan'ları karşıma almaya gerek yok.

 

İkisinin de birbirinden haberi olmamalı.

 

💲

 

Saat tam olarak 03.⁰⁰

 

Uykudan kötü bir hisle uyandım. Etrafıma bakarken nerede olduğumu kavramam neredeyse on saniyemi aldı. Keşke tekrar uyandığımda kendi evimde olabilseydim. Yanlış anlaşılmasın, Leyla ile oturduğum evden bahsetmiyorum; ki orası da benim. Ama ben annem ve babam ile yaşadığım evde uyanmayı isterdim.

 

Üzerimdeki yorganı kenara itip ayaklarımı yere bastım. Yan tarafımdaki komodinin üzerinde duran sürahiyi alıp, bardağa ihtiyaç duymadan dudaklarıma dayadım ve içimin yangınını almasını bekler gibi, kana kana içtim. Gece buz doldurup getirdiğim sürahinin etrafında soğuk damlalar vardı şimdi. Dizimin üzerine düşen o soğuk damlalardan biri tüylerimi diken diken etti. Yarısına kadar içtiğim sürahiyi yerine koyduktan sonra ıslanan ellerimi yüzüme ve boynuma sürdüm. Hayri yatağın ayak ucunda, çenesini çapraz koyduğu patilerinin üzerine yaslamış, küçük, hoş mırıltıları eşliğinde uyumaya devam ediyordu.

 

Ben de geri yattım ve tavana baktım. Düşündüm. Hatırlamaya çalıştım ve beynimi bir hayli yordum, kurcaladım. Ta ki, gözlerim kendiliğinden kapanana dek.

 

Tam da gözlerimi kapayalı birkaç saniye geçmişti ki, kapı kulpunun çevrildiğini duydum. Hemen doğrulup otururken, hızım karşısında kendim de şaşkındım. Kapı aralandı sonra, içeri sarı bir ışıkla doldu. Yerde büyüyen sarı üçgenin tam ortasındaki gölge büyüktü ancak kapı önüne, bir eli hâlâ daha kapının kulpunda duran o küçük kızı görebildim.

 

Belki de onun Akın olmasını isterdim. Akın olması, Nur olmasından daha iyiydi.

 

Çıplak ayaklarıyla zeminde koşarken çıkan tatlı adım sesleri eşliğinde yatağa yaklaştı ve kocaman açtığı gözleriyle bana baktı. Kucağında pembe renkli bir ayıcığı da vardı ve sağ eliyle onu sıkıca sarıp vücuduna yaslamıştı. İki taraftan uğur böcekli pembe lastiklerle toplanmış koyu kahverengi saçları ve o kocaman gözleriyle bana küçüklüğümü hatırlatıyordu. Kaderimiz aynıydı neredeyse. Sadece onun hiçbir suçu yoktu, benim ise var idi.

 

"Nalan abla," dedi uykulu ve endişeli sesiyle. "Kötü rüya gördüm. Seninle uyuyabilir miyim?"

 

Ne kadar da ortak yanımız var böyle.

 

"Tabii ki," dedim gülümsemeye çalışarak. Koltuk altlarından tutarak onu yanıma çektim ve yatırdıktan sonra üzerimizi yorganla örttüm.

 

"Merak etme, Barnie bizi koruyacak!" Deyince, ayısından bahsettiğini biraz geç anladım. "Ben eskiden daha çok korkuyordum ama babam Barnie'yi aldıktan sonra artık hep uyuyordum." Bir anda kolunu belime sarıp, başını göğsüme yaslayınca donup kaldım.

 

"Peki, rüyanda ne gördün Nur?"

 

"Annem yoktu," dedi. "Onu özledim ama gelmiyor."

 

İçimdeki o vicdan azabını körüklemek için ona bakmak da yeterliyken şimdi sözleri beni iyice allak bullak etmişti. Acaba annesini benim öldürdüğümü öğrenseydi ne yapardı?

 

"Uyuyalım mı?" diye sordum, onu kollarımla sararak. Ancak ondan bir yanıt gelmedi. O kadar süre beklemiştim ki, çoktan uyuya kalmıştı.

 

Gözlerimi kapadım. Kollarımın arasındaki o minik can, bana benim çaresizliğimi hatırlatıyordu. Ancak o, benden daha şanslı. Annesinin öldüğünü öğrenecek elbette ama bunu öğrendikten sonra benim gibi tüm ömrü boyunca suçluluk duygusu yaşamayacak. Sadece herkes gibi onun da bir eksik yanı olacak, bir tarafı buruk olacak. En azından o, anne ve babasının ölümüne sebebiyet vermedi.

 

💲

 

...

 

07.⁰⁰

 

Daha gözlerimi açamasam da elimi yatağın üzerinde gezdirerek birini arıyordum ama sabah mamurluğu ile kimi aradığımı dahi hatırlamıyordum. Doğrulup oturdum ve gözlerimi açıp etrafa baktım. Odamın kapısı açık kalmıştı, ne Nur, ne de Hayri ortalarda yoktu. Yataktan öyle bir hızla fırladım ki, neredeyse yere düşecek ken son anda kurtuldum. Odadan çıkıp merdivenleri ikişer ikişer inmeye başlayınca ayağımın altı acımaya başladı ancak dayanılmayacak bir acı değildi. Tırabzanlara tutunarak düşmemeye gayret gösterdim. Zemin kata iner inmez etrafa bakındım. Akın'ın odasının kapısı da tıpkı benim odamın kapısı gibi sonuna kadar açıktı. Yavaşça yaklaşıp girişte durdum ve içeriye baktım. Hepsi oradaydı. Nur, Hayri, Akın... Nur Akın'ın göğsünün üzerine, ona sarılarak uyuyordu. Hayri Akın'ın sol elinin yanında kıvrılmış, başını onun avucuna koymuştu. Gözlerim hemen Damn'i aradı, o da kafesindeydi. Tekrar onlara baktım. Bu öyle güzel bir görüntüydü ki, insanın tüm derdini-tasasını unutturuyordu.

 

Komodinin üzerinden Akın'ın telefonunu aldım. Sesi kapatıp, flaşının kapalı olup olmadığını kontrol ettikten sonra onların bir fotoğrafını çektim. Fotoğrafı galeride görmek için girdiğimde, yüzümdeki o huzurlu gülümseme silindi. Çünkü Akın'ın telefonunun galerisinde bana ait bir foto da vardı. Siyah beyaz, güldüğüm bir fotoğraftı.

 

Şaşırdım. Akın ve telefonu arasında bir süreliğine mekik dokuyan bakışlarım nihayetinde odaklanmayı başardı. Çektiğim fotoğrafı kendime yolladıktan sonra onun telefonundaki tüm izleri sildim ama fotoğrafın bir kopyasını onun için bıraktım. Sessizce odadan çıkıp bir süre salonda oturdum ama tekrar uykum geldi ve odama döndüm.

 

💲

 

Akın'ın odasından sesler geliyordu. Bir kadın sesi ve sanırım kavga ediyorlardı. Sessizce yaklaşıp kapıyı dinledim ve içeriden gelen sesin Merve'ye ait olduğunu anlayınca, çok fazla şaşırdım.

 

"Ne demek umrumda değil? Bu çocuk senin çocuğun, onun değil!"

 

Ne?

 

"Utanmadan yalan söylüyorsun!"

 

"Akın, yemin ederim! Ben onu hiç sevmedim, çocuğunun başka birine baba demesine nasıl katlanacaksın?"

 

Ne? Ne oluyor? Neden bahsediyorsun Merve? Ciddi olamazsın.

 

"Deff ol git, bak son kez söylüyorum."

 

"Yaparken iyiydi, şimdi mi kötü oldu? Karnımda senin bebeğini taşıyorum, hiç mi vicdanın yok?"

 

Merve ağlıyordu.

 

Bense kime üzüleceğimi şaşırdım.

Onlar yıllardır evli, yani öyleyse bu bir ihanet. Şerefsizler.

 

Daha fazla katlanamadım ve kapıyı açıp içeriye girdim. İkisi de şaşkın hâlde bana baktılar. Merve gözlerini hızlıca sildi ve yüzüme bakamadan odadan, yanımdan çekip gitti. Odaya girip kapıyı kapattım ve Akın'ın gözlerinin içine baktım.

 

"Çok yazık," diye fısıldadım, "bu kadarını yapmanı beklemiyordum. Başkasından bir çocuğun olsa inan umrumda olmaz ama en yakın arkadaşının karısından, üstelik onlar evliyken... Kelimelerimi tükettin Akın, ne diyeceğimi bilmiyorum."

 

"Sen de ona inanıyorsun," dedi, "niye hemen ona inanıyorsun?"

 

Çünkü Merve'yi tanıyorum ama seni tanımıyorum.

 

"DNA testi diye bir şey var, biliyorsun değil mi? Neden böyle bir yalan söylesin ki?"

 

"Bilmiyorum!" dedi öfkeyle.

 

"Onunla yattın mı?" diye sordum, durup öylece yüzüme baktı. Cevap bile veremedi. Kendisi de bilmiyordu ki. "Güzel, sana bol şans." diyip arkamı döndüm ve odadan çıkıp kapıyı çarptım.

 

 

 

 

 

💲

 

...

 

12 Ağustos

 

11.³⁰

 

Ruhum daralıyor, bunalıyorum.

 

Dün sabah gördüklerimden sonra, dün ve bugün aşağıya inmedim. Akın'ı sadece terasa çıkınca, veya odamdaki balkona çıkınca görebildim. Ondan uzak durmam en iyisiydi. Ne onunla yakınlaşmak istiyordum, ne de vereceği her hangi bir soruya cevabım vardı. Kendime hâkim olmam gerekiyordu. Yanlış adım atacak yaşta değildim ki, bir mazeretim olsun.

 

Nesrin Hanım sabah 09.⁰⁰'da kahvaltımı, akşam 18.⁰⁰'da da akşam yemeğimi getiriyor, öğle arası da kızı Pervin ile meyve tabağı ve sevdiğim gibi acı kahve gönderiyordu. Öğle yemeğinin neden verilmediğini sorduğumda ise, Akın'ın talimatlarının bu yönde olduğunu söyledi. Akın'a göre, öğle yemeği yemek yani günde üç kere yemek sağlıksızmış. Bu yüzden kimsenin üç kere yemesini istemiyormuş. Bu konuda haklı ancak ben sağlıksız olsa da yıllarca üç kere yemeğe alıştım. Bu yüzden ara öğünümü kahve ve meyve ile geçiştirmeye çalışıyordum.

 

Sırt üstü yatağa uzanıp bacaklarımı kendime çekmiş, Hayri'yi sevme saatimi dolduruyordum. Öpmekten bir hâl etmiştim ama bir şikâyeti de yok gibi görünüyordu. "Sen de olmasan ne yapardım acaba? Bilmiyorum... Bu lanet adamın evinde kalmak çok sıkıcı. Sanırım sıkıntıdan patlayacağım. Üstelik olayı çözmeye çalıştığı da yok. Eminim tek benim parmak izim yoktur orada, gerçi o nasıl oldu onu da bilmiyorum ya. Acaba dokundum da hatırlamıyor muyum? Yok, ben düşüne düşüne kafayı yiyeceğim. Umarım bir an önce kimin yaptığını bulur da, nişandan önce beni de bırakır..."

 

💲

 

...

 

Saa 14.⁰⁰' da acı kahve dolu kupamı alıp terasa çıktım. Koltuğa oturup Güneş banyosu yapmaya başladım. Ne kadar zararlı olduğu umrumda bile değildi. Sadece dışarıda olmayı, sıcak olmasına rağmen yürümeyi, bir yerlere gitmeyi, kısacası özgür olmayı özledim.

 

"Yenge."

 

Evet, biri bu huzuru bozmalıydı elbette. Bu kişi Mikail oldu. Gözlerimi açıp yüzümü yana çevirdim. Getirdiği tepsiyi koltukta ortamıza koyup yan oturdu ve tepsideki çatalın birini alıp bana uzattı. Kıstığım gözlerimle gülümseyen mavi gözlerine ve tepsiye baktım. Profiterollü pasta getirmişti. Yanında da iki bardak vişne suyu. Bakar bakmaz ağzımın suları akmaya başladı.

 

"Ama Akın evde böyle şeyler yenmesine izin vermiyormuş," diye sızlandım.

 

Çatalını boşlukta salladı. "Boşver Akın'ı şimdi, hadi şunu gömelim bir an önce!"

 

"İkna kabiliyetin çok iyi!" dedim ve bana uzattığı çatalı alıp pastaya daldım. Büyük bir parça alıp ağzıma atarken, gözlerim zevkle kapandı. "Bu harika, gerçekten çok özlemişim."

 

"Afiyet olsun ama bundan abinin haberi olmazsa daha iyi olur."

 

Gülerek baktım ona. "Hani boşver Akın'ı diyordun, ne oldu simdi?"

 

"Bana da yasakladı zaten," dedi umursamazca. "Neymiş, kilo alıyormuşum, diyet yapmalıymışım. Benim nerem kilolu? Bak bana, zıpkın gibiyim!"

 

"Galiba sende kilo yerine kas yapıyor," dedim gülerek. Gerçekten de iri bir adam olmasına rağmen, kilolu değildi. Sıkı bir vücudu vardı Mikail'in ve ağır da kalmıyordu. "Sanırım Akın, etrafındaki tüm insanları kontrol etmek, hayatlarına müdahale etmek istiyor. Sizi zaten kontrol ediyormuş da, şimdi beni de etmek istiyor."

 

"Düşündüğün gibi değil," dedi ağzı dolu halde, başını iki yana sallayarak. "Sağlıksız olduğunu düşündüğü her şeyi yasaklıyor. Hatta kötü düşünceleri bile."

 

"Vay canına," diye mırıldandım. "Peki, kendi hakkında kendisinin yarattığı kötü düşüncelere de müdahale ediyor mu?"

 

Elbette dalga geçiyordum ve Mikail de farkındaydı.

 

"Ya sandığın gibi kötü biri değilse?" dediğinde, zihnime bir kuşku düşmedi değil. Yine de yaptıklarından sonra ona iyi biri demek doğru olmazdı zaten.

 

"Bazı şeylerin telafisi olmuyor, Mikail. Akın, özünde nasıl biri olursa olsun, bu onun yaptıklarını affetmemize yetmeyecek. Sadece adalet önünde cevap vereceği günü bekliyorum."

 

Elindeki çatalı tepsiye bıraktı. Sözlerim lokmalarını boğazına dizmişti. "Öfke insanı kör eder yenge, bunu unutma olur mu? Öfke, kin ve hırs gerçeklerin önünü perdeler. Sana afiyet olsun." dedikten sonra yanımdan kalkıp gitti.

 

Önüme dönüp sert bir soluk verdim. Sanki buraya getirilme amacım Akın'ın karısı olmakmış gibi konuşuyorlar. Böyle olmadığını ne zaman anlayacaklar acaba?

 

💲

 

...

 

20.⁰⁰

 

İlk başlarda Nur ile yaşamanın zor olacağını düşünmüştüm ama onunla ilgilenmeye başlayınca, tam tersine ona iyi bakıyor olmak beni rahatlatmaya başladı. İkinci katta, anne ve babasının odasının hemen sağ tarafında onun da güzel bir odası vardı. Banyo yaptırırken ben de ıslandığım için üzerime bornoz giyindim. Onun da bornozunu giydirdikten sonra beraber odasına geçtik. Küçük tarağını bana getirip, "Saçlarımı bununla tarar mısın? Annem hep öyle yapardı," dedi. Gülümsemeye çalışarak tarağı aldım ve yatağa oturduk. Sırtını bana döndü. Gülümsememi sildim. İyi ki, yüzümdeki gülümsemenin tamamen buruk olduğunu anlayabilecek yaşta değildi.

 

Tarak ipek gibi saçlarının arasında kayarken, incitmemeye özen gösteriyordum. "Peki bu gece bana masal okur musun?" diye sordu.

 

"Tabii, hangi masalı istersin?"

 

Elini sol taraftaki kitap rafına çevirdi.

"Orada bir sürü masal var, annem bana onları okurdu."

 

Garip şekilde o da annesinden ölmüş gibi bahsediyordu.

 

"Okurum tabii ki, ama önce saçlarını kurutalım. Giyinip yatağa geçtikten sonra okurum."

 

Avuçlarımdan kayıp giden saç telleri sırtına döküldü. Özel küçük fön makinesini çalıştırıp, saçlarını kuruttuktan sonra tekrar taradım ve iki örgü yapıp, omuzlarının önüne saldım. Mor renkli ayıcıklı pijamalarını giydirip yatağa yatırdım ve rafa yaklaşıp, elimi masal kitaplarının üzerinde gezdirip, rastgele birini aldım. Burada da evin her yerinde olduğu gibi Sara'nın kokusu vardı sanki. Onu hissedebiliyordum.

 

Geri döndüğümde Nur'un yatağın bir köşesine çekildiğini ve bana yer açtığını gördüm. Hemen oraya uzandım. Bedeni minikti belki ama kalbi kocamandı ve ben o kalbin bir köşesine sığabilirdim. Sadece o büyüyünce, kalbindeki yer git gide daralacak. Herkeste olduğu gibi. O da çok az insanı kalbine alması gerektiğini öğrenecek ve o gün bana yer kalmayacak.

 

"Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde..." diye başladığım masalımda, ona her şeyi anlatmak istedim. Kitaptakini değil, kendi masalımı anlatmak istedim. "Ne yani, prenses kraliçeyi öldürdü mü?" diye sordu, bana şaşkınca bakarak.

 

"Evet, ama yanlışlıkla. Yani bilerek olmadı, prensesin suçu değildi. O, kraliçeyi öldürmek istememişti sonuçta."

 

"Ama öldürdü," dedi. "Kraliçenin çocukları çok üzülecek."

 

"Büyüyene kadar bilmeyecekler," diye fısıldadım ona. "Ama büyüdükten sonra prensesi anlayacaklardır. Prenses, bunu yapmaya mecbur bırakılmıştı..."

 

Yavaş yavaş ağırlaşan göz kapakları kapanırken, elimde öylesine tuttuğum kitabı kapatıp kenara koydum. Üzerini örttükten sonra yanından kalkıp odadan çıktım. Gözlerimin dolduğunu o an farkettim. Merdivenlere oturup yüzümü dizlerimin üzerine gömdüm ve sessizce içimdeki üzüntüyü dışa vurdum. Yanaklarım, dizlerim sırılsıklamdı. "Kendine bahane üretmeyi kes," diyordu içimdeki ses. "Bu ilk cinayetin değil. İkilemde kaldın ve onu öldürmeyi seçtin. Sanki bugün burada durmaya devam etmiyor musun? Yine durabilirdin, bekleyebilirdin. Senin hatandı. Sara'nın hiçbir suçu yoktu."

 

Ben onu Akın'ın odasında öldürdüm. O odada uyudum, uyandım. Onu orada öldürdüğümü hatırlamadım bile. Ben ne zaman böyle insafsız birine dönüştüm ki? Ne zaman birine gözümü kırpmadan kıyar oldum?

 

Yanıma birinin oturduğunu hissettim. İçimdeki sesler sustu, gözyaşım durdu. Başımı kaldırdım ama ona bakmadım. Kokusu çoktan her yanımı sarmıştı.

 

"Neden ağlıyorsun?"

 

"Ben az önce annesini öldürdüğüm bir kız çocuğuna anne gibi davranarak vicdanımı rahatlatmaya çalıştım."

 

Burnumu bornozun koluna sildim. Sesimin ağlamaklı çıkması ve boğazımın acıması bile sinir bozucuydu.

 

"Sadece bu yüzden mi?"

 

İç çektim.

"Evet, şimdi bu yüzden üzgünüm ama genel olarak sorarsan, tüm üzüntümün tek bir sebebi var."

 

"Ne o sebep?"

 

Yüzümü yavaşça yana çevirdim ve yaşlı gözlerimle, orman yeşili gözlerine baktım. "Sensin," dedim. "Üzüyorsun ama daha üzücü yanı, hiç umrunda olmaması. Acıttığının farkında bile değilsin. Kalbin taş kesmiş resmen. Bana işkence çektiriyorsun..."

 

Dinledi ve söylediği tek şey, "Ne yazık ki," oldu. O da kendisinin farkındaydı. Acımasızdı.

 

Sinirle ayağa kalkıp arkamı döndüm ve hızlıce merdivenleri çıktım. Yumruğumu sıkışan göğsümün ortasına vura vura çıktım, kaçtım. Kendimi odaya kapattım; belki de bu hengamenin ortasında saçma bir şekilde kendini gösteren hislerimi. Parmaklarım kilidin üzerine gitti, anahtarı iki kez çevirdim. Biri içeriye girmesin diye kikitlemiyordum kapıyı, dışarıya çıkmayayım diye kilitliyordum. İkisi arasında büyük bir fark var ama tek ortak yanı, ikisinin de korkutuyor olması.

 

Yatağın etrafından sessiz adımlarla dolanıp balkona çıktım ve gökyüzüne baktım. Kara bulutlar gökyüzünü yavaş yavaş işgâl etti. Ay ve yıldızlar gözden kayboldu. Bu, gece şimşeklerin yeryüzüne ineceğinin habercisiydi. Aşağıda bir kıpırtı hissedince, bakışlarımı aşağı indirdim. Akın oradaydı, balkonun altında kalan havuzun etrafından dolandı. Elinde bir kadeh veya bardak yoktu, içki şişesinin tamamını kafasına dikmişti. Elinin üzeri ile ağzını sildi, sonra beni farketti ve durup uzun uzun baktı. Daha fazla bakmak istemedim. İçeriye girip perdeleri kapadım.

 

Yatağa girdiğimde, "Lütfen," diye yalvardım içimden. "Bari bu gece kâbus görmeyeyim." Kendimi yatağa atınca, "Rahat bırakın beni," dedim. "Yaşamak istiyorum."

 

Bazen ölmek, bazen de yaşamak istiyorum. Öldükten birkaç sene sonra adım bile hatırlanmayacak. Biliyorum. Dünyada hiçbir izim kalmayacak. İnsanlar beni sık sık hatırlamayacak, arkamdan güzel bir şeyler söylemeyecekler. Ölüm yıldönümlerimde kalbi sızlayan bir evlat ve de eş bırakamayacağım geride. Bunu düşününce tutunuyorum hayata. "Henüz hiçbir şey yaşamadım," diyorum. Aslında, hazır vaktim varken bir şeyler yapmalıyım diyorum. Ölüm konusuna gelirsek, onu tamamen kadere bırakmak istiyorum.

 

 

 

💲

 

 

 

Nihayet dış kapının çarpma sesini duydum. Hemen yatağın üzerinden atlayıp, odamın kapısını açtım ve dışarıya çıktım. Siyah paltosu ve şapkasıyla içeriye giren babamın toprak kahvesi gözleriyle göz göze geldim. Ona yaklaşıp, kollarımı beline doladım. Başımı kaldırıp üzgün bir ifadeyle yüzüne baktığımda, "Neredeler?" diye sordu sakince.

 

Yavaşça yutkunup, gözlerimi gözlerinden ayırmadan sol elimi havaya kaldırdım ve işaret parmağımla odayı işaret ettim. Oraya hiç bakmadan hafifçe tebessüm ederek elini yanağıma götürdü ve buz gibi, sertleşmiş avucu tenime dokundu. "Odana gir ve ben diyene kadar çıkma. Anlaştık mı?" diye sorunca, başımı aşağı yukarı salladım.

 

Kollarımı onun vücudundan ayırırken kaybetme korkusu vardı içimde, sanki bir daha ona sarılamayacakmışım gibi. Bir daha onu göremeyecekmişim gibi. Arkamı dönüp, sağ baş parmağımla sol avucumun içine daireler çizerek ondan uzaklaştım. Ben açık bıraktığım kapımdan içeriye girerken, babam kendi odalarının kapısına yaklaşmıştı. Dediğini yapıp kapıyı kapattım ve yatağıma döndüm. Üzerimde daha şimdiden acı bir pişmanlık vardı. Ona veya başkalarına göre çocuk olabilirdim ama ne yaptığımı, annemin babama ne yaptığını ve bu yaptığım şeyin nelere sebep olabileceğini az çok biliyordum.

 

Henüz bir dizimi yatağa koymuşken, annemin bağırışını işittim. Dehşete düşmüştüm. Yastığıma sarılıp, onu kendime kalkan ilan ettim.

 

"Tufan yapma! Allah'ını seversen yapma!"

 

Ya sen anne? Sen seviyor musun?

 

Çok geçmeden tek el silah sesi duydum. Annemin çığlığını. Kim kimi vurdu bilemedim. Korkudan akan gözyaşlarımı yastığımla kuruttum. "Baba..." diye minik iniltiler dudaklarımdan dökülürken, yüzümü yastığıma gömdüm. "Baba..." Ruhum daralıyordu. Sanki vurulan bendim ve yerde kanla kaplıydım, acı içinde kıvranıyordum. Bir yardım çaremdi lakin, elimi tutacak kimsem yoktu.

 

Ancak annemin sesini hâlâ daha duyabiliyordum. O günden sonra hep duydum zaten. O gün odamın yarıya kadar bulanık camla kaplı penceresinden salona bakıyordum. Sürükleme sesleri beynimin içindeymiş gibi rahatsız ediciydi. Ellerimle ne kadar kulaklarımı kapasam da o sesleri ve annemin acı dolu feryatlarını işitmeye devam ettim.

 

Aynı gecenin akşamında hep beraber sofra başındaydık. Annem, babamın önündeki kaseyi alıp çorba koyarken, elleri zangır zangır titriyordu. Oysaki hiç böyle olmazdı. Babam hep olduğu gibi ciddi ve aynı zamanda da rahat görünüyordu. Normal haliydi yani. Annem tarhana çorbası dolu kaseyi babamın önündeki büyük tabağın içine koydu, masadaki beyaz, kenarı dantel işlemeli örtüye bir damla çorba düşmüştü. Annem ıslak bezle onu defalarca sildi, huzursuz hareketleri vardı. Sıkça nefes alıp veriyordu.

 

Bir ona, bir de babama bakıyordum. Babam bana doğru dönüp, "Yemeğini yesene kızım," dedi, yine o nahif tutumuyla. Başımı onaylar anlamda salladım ve kaşığı elime aldım. Annemi izleyince rahatsız olurdum, babamı izlerken ise iştahım açılırdı. Bu yüzden kahvaltı ve akşam yemekleri daha iyiydi benim için. Daha çok yemek yerdim. Babamın koyu renk saçları ve benimkiler gibi toprak kahvesi, badem şeklindeki gözlerine, burun ve yanaklarındaki çillere bakarken gülümsüyordum. Anneme hiç benzememiştim ben ama babamın minik bir kız kopyası gibiydim. Siyah yeleğinin içine giydiği beyaz gömleğini dirseklerine kadar katlar, sık sık saçlarına dokunurdu babam. Bileğindeki altın saati tabaklara dokunurken çıkan o çan sesini seviyordum. O, benim huzurumdu.

 

Ancak diğer yandan anneme bakınca, o huzurum uçup gidiyordu. Elbette onu da seviyordum ancak ona hiçbir zaman layık olamayacak hissine kapılıyordum. Bu onun yarattığı bir şey miydi, yoksa tamamen benim zihnimin içindeki bir yanılgı mıydı emin değildim.

 

Annem en son kendi tabağına da çorba koyduktan sonra oturdu ama babamın, "Ben sana otur dedim mi?" cümlesi karşısında donup kaldı. Babam mendille dudaklarının kenarını kibarca sildikten sonra ona yandan bir bakış attı. "Al yemeğini, git içeride ye." diye ekledi. Annemin mavi gözlerinin içi dolsa da, başıyla onayladı ve sandalyesini çekip ayağa kalktı. Sofradan hiçbir şey almadan gitmeye yeltenince, babamın bileğini tuttuğunu gördüm. Havada kalan çorba dolu kaşığı ağzıma götürdüm ve hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştım. Annemin kötü bakışlarından mümkün mertebe kaçındım.

 

"Bir şeyler al," dedi babam.

 

"Aç değilim," diyip bileğini onun elinden aldı ve, "Size afiyet olsun." dedikten sonra içeriye gitti. Babam hâlâ sakin görünüyordu. Gömleğinin yakalarını düzelterek önüne döndü ve bana bakarak gülümsedi. O gülümseyince hiç dayanamaz, ben de gülümserdim. Öyle yakışıklı bir adamdı ki, annemin çok şanslı olduğunu düşünürdüm hep. Acaba gelecekteki eşim birazcık da olsa ona benzeyecek miydi? Onun anneme baktığı gibi bana bakacak mıydı?

 

Yüksek sesli bir gökgürültüsü ile açtım gözlerimi. Sanki çok yakınlarda bir yere şimşek düşmüştü. Belki de bir yerler o bulutların çakışmasından oluşan kıvılcımla tutuştu ve yine aynı bulutlardan süzülen damlalarla söndü.

 

Üzerimdeki yorganı kenara itip yataktan çıktım ve balkon kapısına yaklaştım. Pendeleri iki yana açtım, balkon kapısını zaten açık bırakmıştım. Çok az sonra yağmurun sesini işitmeye başladım, sonra da gördüm. Yaz günü bu şiddetli yağmurun verdiği huzuru tarif edecek kelimelerim yoktu. Yine ara ara bölünen berbat uyku süreçlerimin sonunda sabah gözaltı morluklarım ile uyanacaktım ama gecenin sessizliğini dinlemeye ihtiyacım vardı. Yağmur bitene kadar öylece bekledim, artık sağanak hâlinde olmasa da hâlâ daha yağmaya devam ediyordu. Üşüyerek yatağıma girip yorganıma sarıldım. Az sonra Hayri yanıma gelip tam karşımda, yastığımın üzerinde yayıldı. Gülümseyerek alnımı alnına yasladım. Bir gün onun da beni bırakıp gidecek olma korkusu yaşıyordum. Ben henüz on dört yaşındayken annemin kedisinin bir yavrusu oldu, daha doğrusu iki ama biri fazla yaşamadı. Sağ kalan yavruya çok iyi baktım. Annesi on iki yaşındayken hayatını kaybetti, Hayri'yi biberonla beslediğimi hatırlıyorum. Elime doğmuş olması ve onu elimde büyütmüş olmam gerçeği, beni çocuğum olduğuna ikna etmek için yeterli.

 

Ondan başka neyim kaldı ki geriye?

 

💲

 

13 Ağustos

 

"Nalan! Kalksana hadi! Nalan ya, bir saattir sesleniyorum hadi uyan artık!"

 

Başımın üzerinde cıyaklayan ve sıkıca sarıldığım canım yorganımı çekiştirip benden almaya çalışan kişi Duru'dan başkası değildi elbette.

 

"Akşam oldu, Nalan! Haberin var mı saatin dört buçuk olduğundan?"

 

Bağırınca sesi gerçekten de cıyaklayan bir yavru kuş gibi çıkıyordu. Ya da uykudan uyandırılmayı sevmediğim için bana öyle geliyordur.

 

Mızmızlanarak, "Duru, rahat bırak beni ne olur ya, gece uyuyamadım zaten." diye söylendim ama gözlerimi açamıyordum. Yorganımı gözlerimin altına kadar çekip sarılmıştım, gerçekten de üşüyordum. Sanki bir anda kış gelmiş gibiydi.

 

"Hadi ama, gidip biraz eğlenelim istiyorum. Daha ne kadar süre evde pinekleyeceksin acaba? Sıkılmadın mı? Allah aşkına! Toparlan hadi..."

 

"Off git başımdan Duru," diye mırıldandım. Gözlerim hâlâ daha acıyordu, birkaç yüz bin saatcik daha uyumam gerekiyordu.

 

"Şayet uyanmazsan, yemin ederim ki, bir yere gitmem. Burada böyle konuşmaya devam ederim."

 

Bıkkınca soluyarak gözlerimi açtım ve onun parlayan yeşil gözlerine baktım. "Bu ne enerji ya sabah sabah," derken bir yandan da esniyordum. "Kızım senin şu an depresyonda olman gerekmiyor mu?"

 

Evet, Duru nişanlısını başka bir kadınla bastı ve tüm evi birbirine kattıktan sonra salondaki koltukta uyuya kaldı.

 

Tabii Akın durur mu? Gidip çocuğun ağzını burnunu kırmış.

 

Nereden mi biliyorum? Akcan haber muhabirlerinden bay Mikail Özkurt canlı yayınla tüm ev ahalisine duyurdu.

 

Umursamaz bir ifadeyle bir elini beline koymuş, diğer elinin kırmızıya boyalı uzun tırnaklarına bakıyordu. "Birincisi, Nalan Hanım, sabah değil saat beş oldu bile. İkincisi ise, Nalan Hanım, beni aldatan bir şeref yoksunu için daha fazla üzülemem. Hatta bunu evlenmeden önce gördüğüm için de kendimi şanslı hissediyorum."

 

Gülümseyerek gözlerimi kapadım ve uykulu sesimle, "Aferin sana," diye mırıldandım. "Şimdi uyumama izin ver güzelim, hadi çık dışarıya."

 

Bir anda ayaklarımdan çekildiğini hissettim ve ani bir refleksle ayaklarımı kendime doğru çektim. Üzerime düşen Duru'yu son anda yakalayınca, şaşkınca yüzüme bakakaldı. "İnanamıyorum!" dedi hayretle. "Refleks konusunda abimle kapışırsın!"

 

O üzerimden kalkınca yorganı kenara çekip, ayaklarımı yere sarkıtarak oturdum. "Ben her konuda abinle kapışıyorum, bu ne ki?" dedim. Sanırım o beni gerçekten Akın'ın sevgilisi sanıyordu, bu yüzden pot kırmamakta fayda vardı. Bunu daha fazla kişinin bilmemesi daha sağlıklı olurdu.

 

"Hadi kalk, biraz dışarıya çıkalım. Çok sıkıldım."

 

Telefonumu alıp ekranı açarken, bir yandan da ona yanıt verdim. "Sen çık işte, beni niye peşinden sürüklüyorsun ki?"

 

Bilinmeyen numaradan bir mesaj vardı.

 

"Her şeyi biliyorum."

 

Ne demekti bu şimdi? Kim atmış olabilirdi ki? Aklıma biri geliyordu ama... Yok, o olsa kendi numarasından yazardı zaten. Öyle bir korkusu da yok ki.

 

Başımı kaldırıp, "Sen beni dinlemiyor musun?" diye sitem eden Duru'ya baktım.

 

"Dinliyorum, anlat." dedim. Bakışlarım onun yüzündeydi, düşüncelerim başka yerde.

 

"Önce bir alışveriş, sonra yemek, sonra da dans etmeye gidelim diyorum. Ne dersin?"

 

Yüzümü ovarak, "Burada önemli olan sadece benim ne demem olsaydı, bir sorun yoktu ama abin bu duruma ne der, işte bunu bilemiyorum." Gözlerim ağırlaşarak kapanıyordu.

 

"İzin alacağımızı kim söyledi?" diye sorarken yüzünde oluşan o sinsi ifadeyi beğendim. Akın'ı sinir etmek kesinlikle çok zevk verecekti.

 

"Anlaştık," dedi sinsi bir gülümsemeyle.

 

Kolumdan tutup çekiştirerek odamdan çıkardı ve kendi odasına götürdü. "Güzel olalım ama çok güzel olalım. Gerçekten güzel olmaktan bahsediyorum. Sana da bir şeyler alalım. Çok sağ ol benim gardırobu da boşaltmışın, giyecek hiçbir şeyim kalmamış. Bu yüzden alışverişe gitmemiz lazım. Hem de hemen!.."

 

O kadar hızlı ve seri konuşuyordu ki, beni suçuna ortak ederek cezasını hafifletme çabasını anlamam biraz zamanımı aldı. Yine de gerçek anlamda kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı.

 

İçimden bir ses bunu yaparsan Akın'ın cezası çok fena olacak diyordu ama ben yine o sesi dinlememeyi tercih ederek büyük bir hatanın peşine sürüklendim.

 

💲

 

Bugün Duru'nun kalbinin düşman işgâlinden kurtuluşunu kutluyorduk. Maalesef Emin bizi götürmekte ısrar etmiş, yalnız bırakmasının imkânsız olduğunu söylemişti. Mikail biz çıktığımızda yoktu. Olsaydı eminim ki, o da gelmek için ısrar edecekti.

 

Önce alışveriş merkezine gittik. Duru gördüğü her şeyi Emin'in kucağına yığıp kasaya getirtirken, ben elimde beyaz saten, ince askılı, gül detaylı sade bir elbiseyle, şaşkınca onları izliyordum. Duru kendi aldıklarını paketlettirdikten sonra arkasını döndü ve gözleri beni aradı. Yanına yaklaşınca elime ve tekrar gözlerime bakarken, ince kızıl kaşlarını kaldırdı. "Sadece bu mu yani?"

 

"Evet," derken etiketine baktım. Evet şuncacık elbise iki bin altı yüz altmış dokuz lira idi. "Şey, aslında pek güzel değil." diye geveledim ama Duru nedenini anlamış gibi elbiseyi elimden çekip aldı ve kasadaki görevliye uzattı. "Bunu da paketleyin lütfen."

 

Duru kartını ararken, Emin kendi kartını çıkarıp uzattı. Duru çantasını karıştırmaya devam ederken, ona alaycı biçimde yaklaştı. "Senin kartının limiti yetecek mi? Borca girmeyesin boşuna..."

 

"Merak etme," dedi Emin, yine tüm soğukkanlılığıyla. "Başka bir şey istemediğinize emin misiniz?"

 

"Buradan yemeğe gidelim, bizi güzel bir restorana götür."

 

Duru'nun Emin ile emir kipiyle konuşması, üstelik alaycı yaklaşması beni biraz rahatsız etti. Oysaki, Duru hiç te öyle bir kıza benzemiyordu.

 

"Peki," dedi Emin. Ama sanki tüm söyleyeceği şeyleri o dört harfin içine sığdırmaya çalıştı. Yüzündeki ifade git gide daha da sertleşiyordu. Sanırım Duru onun sabrını sınıyordu.

 

💲

 

Turşu, salata, çorba, kebap, meyve ve pasta. Evet Duru hepsinden biraz biraz yerken Emin ve ben karşısında oturmuş ona şaşkın hâlde izliyorduk. Bir ara durup ağzı dolu halde bize baktı ve göz kırparak yüzünü iki yana salladı. Emin ile aynı anda dudaklarımızı büzüp omuzlarımızı kaldırınca, o yine yemeye devam etti. En son elinde bir üzüm salkımıyla kalktı masadan, diğer elindeki kırmızı şarap dolu kadehi kafasına dikerken, Emin kadehin altından iterek kaldırdı ve kalan şarap Duru'nun yüzüne döküldü. Küçük bir çığlık atarak kadehi masaya bırakıp, eliyle yüzünü sildi ve Emin'e kötü kötü baktı. Emin'in keyfi yerindeydi, gülümsüyordu.

 

Ben de gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Duru gülüyor muyum diye kontrol etmiyor olsa gülerdim. Parmak uçlarımla ağzımı kapatmış, Duru'nun katil civciv gibi Emin'e attığı kötü kötü bakışlarını izliyordum.

 

"Ha ha çok komik!" dedi huysuzca. Mendille yüzünü silerken, "Sen dua et elbisem batmadı," diye uyardı onu.

 

Emin ellerini cebine koyarken, keyifli bir ifadeyle konuştu. "O kadarını düşündük herhalde."

 

Duru sadece öfkeyle soluyup susmayı seçti. O önden, biz arkadan, bizi sürükleyeceği bir sonraki mekâna doğru yola çıktık.

 

 

💲

 

 

 

Duru masanın üzerine çıkıp kan kırmızısı topuklu ayakkabısının burnuyla masanın üzerindeki bardakları yere savurup dans ederken, Emin'in gözlerinin içine bakarak inat yapar gibi şarkı söylüyordu. Evet, DJ-e yaklaşıp özellikle bu şarkıyı istemişti. Ellerini vücudunda gezdirip kıvrılarak, "Doksan altmış doksan vücudum var, doya doya bitmez tadım var. Kendime arkadaş arıyorum. Aradığım bana uyacak, dediğimi yapacak..." derken, Emin'in gözlerinin içine içine bakıyordu. Yüzüm kızararak dönüp hemen yanımda oturan Emin'e baktım, koltuğa koyduğu elini yumruk yapmıştı ve siyah gözlerinden alevler sıçrıyordu.

 

Birden diğer masadaki adamların Duru'ya bakarak ıslık çaldıklarını gördüğünde ayaklandı ve bir koluyla Duru'nun belinden kavrayarak aşağıya indirdi. Onu koltuğa oturtunca, Duru geri kalkıp sert bir tokadı yüzüne savurdu. "Sen kim oluyorsun da bana karışıyorsun?" diye bağırdı. Anın şokuyla ayaklandım. Emin'in soluk teni saniyeler içerisinde kızardı. Yan masadakilerin sinir eden nidaları onu kendinden geçirdi. Duru'ya bir şey yapmayacaktı ama çok az sonra yanımızdan ayrılırken, tüm sinirini onların üzerine dökeceğini anladım.

 

Masaya yaklaştı ama onlar üç kişiydi. Biri kalkınca, hemen sol eliyle yakasını tutup alnının kenarıyla burnuna öyle hızlı bir darbe indirdi ki, adam tek bir saniye içinde geri koltuğa serildi. Diğerinin savurduğu şişe Emin'in kafasında kırıldı ama bu onu durdurmadı. Sol ayağını kaldırıp sert bir tekmeyi midesine vurunca, adam geriye doğru savruldu. Diğerinin attığı yumruğu havada yakaladı, başından kan akıyordu. Bu sefer tüm hıncını almak ister gibi bir yumruğu yüzüne savurdu ama düşmesine izin vermeyip, zorla ayakta tutarak aynı yanağına bir yumruk daha vurdu. Her şey otuz saniye içinde gelişti. Arkasını dönüp elini başının kenarına bastırarak bize bakarken, daha rahatlamış görünüyordu. İzlerken dudaklarımın o şeklini aldığını fark edip kendimi toparladım.

 

Duru da şok içindeydi. Emin tekrar yanımıza geldi ve Duru'nun bileğini tuttu. Duru gitmemek için direnmedi bu sefer. Emin bana bakıp başıyla onları takip etmem için işaret edince, başımla onaylayıp onların peşine takıldım. Beni de sürüklemesini hiç istemezdim doğrusu. Benim nazım da Duru gibi geçmezdi zaten.

 

İnsanların arasından yara yara geçen Emin ve Duru'nun peşinden gidiyordum. Yüksek sesli müzikten beynimin zonkladığını hissediyordum. Tek istediğim sadece bir an önce buradan çıkıp gitmekti. Kulübün çıkışa giden kırmızı ışıklı, siyah zeminli koridorunda ilerlerken, kollarımı üşüyen vücuduma sarmıştım. Duru kolunu Emin'in elinden çekip almak için yol boyunca uğraştı ama başaramadı tabii.

 

İzlerken rahatsız oluyordum ki, biri de benim kolumu tutup çekince, nasıl bir his olduğunu daha iyi anlamamı sağladı. Karanlık bir odaya doğru çekmişti biri beni. Panikle bağırıp onu iterken, elimi ayağımı rastgele savuruyordum. O kadar sesli bir yerdi ki, Emin'in veya bir başkasının beni duyması imkânsızdı.

 

Birden ışıklar açıldı. Gözlerim bana tanıdık olan bir çift gözle buluştu. Yüzündeki o gülümsemeyle, "Vaktimiz yok, o farketmeden arkadan çıkalım." dedi ve elini avucuma bastırdı. Parmakları parmaklarıma doladı ve ela gözlerinden birini kırptı. Girdiğimiz odadaki bir diğer kapıdan başka bir koridora geçtik, koşarak orayı geçerken, ara sıra ona bakıyordum.

Yüzümde anlamlı bir gülümseme vardı şimdi. Ulvi Sabancı, nihayet neler olduğunu anlamış ve bana yardım etmeye karar vermişti.

 

Kulübün arka tarafına çıktık, bizi bekleyen siyah bir minibüsün kapısını açınca geçip oturdum. Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibi hissediyordum. Her an yakalanma korkusuyla yaşamamak için, bu yaşadığım son yakalanma korkusuydu. Kendimi koltuğa attığım an derin nefesler alarak soluklanmaya çalıştım. Ulvi hemen karşıma oturdu ve kapı daha kapanmadan önce minibüs yola çıktı. Kusursuz bir kaçıştı. Emin Duru ile ilgileniyordu, Mikail ve Akın belli ki meşgullerdi. İstesem de böyle bir ortam yaratamazdım ama bu sefer şans benden yana oldu.

 

Alnımda oluşan boncuk terleri elimin tersiyle silerken, tam karşımda oturan Ulvi'nin karanlıkta parlayan ela gözlerine baktım. "Nereden anladın? O gece size geldiğimde, oynadığımız oyuna inandığını sanmıştım."

 

Gülümsedi. "Sana, evimize misafir geldiğinde yardım edeceğimi düşünmüyordun herhalde?"

 

Evet, bu biraz mantıksız olurdu. Akın'ı öldürmesini değil, bana özgürlüğümü vermesini istiyordum ama bunun olma ihtimali, Akın hayattayken ne kadar fazlaydı?

 

"Sevdiklerim; Sümeyye teyzem, Kübra, Nisan, Leyla. Onlar güvende mi?" diye sordum hemen. Aksi taktirde kaçmam aptallık olurdu zaten.

 

"Hepsi evlerinden alındı, şu an güvendeler merak etme." dedi güven veren o sesiyle. "Eve gidince göreceksin zaten."

 

"Nasıl yani?" diye sordum, şaşkındım. "Kendi evine mi getirdin?"

 

"Evet," dedi gayet rahat bir ifadeyle. "Bir sorun mu var?"

 

"Ya Merve? O da evde mi?" diye sordum. Evet tam şu an bunu merak ediyordum. Acaba Ulvi biliyor mu?

 

Bu sefer de sesindeki o tebessümle, "Yapma, Nalan. Bana ihanet eden bir kadını evimde neden tutayım?" diye sordu.

 

Biliyormuş, benim söylememe gerek kalmadı. Buna çok sevindim.

 

"Haklısın. Sormadım farz et."

 

Evinde tutmayacağın zaten tahmin edilir bir şey Ulvi, benim merak ettiğim şey Merve'nin şu an nerede olduğu. Malum, Mikail ve Akın da ortada yoklar.

 

"Sen her şeyi bana bırak," dedi. Yüzünde bir tilkinin kurnazlığı vardı. O, belki de düşündüğümden daha zeki bir adamdı. Sakin ve neşeli görüntüsünün altında bilinmezlerle dolu bir karakter yatıyordu.

 

"Benimle misin?" diye sorunca, son haftalarda yaşadığım her şey gözlerimin önünden geçti. Düşündüm. Taşındım. Aslında düşünecek pek bir şey olmadığına kanaat getirdim.

 

"Seninleyim."

 

"Güzel," derken, yüzünde hoş bir tebessüm vardı. Dirseğini yaslayıp kumral sakallarını okşayarak, günlerdir aklımı karıştıran soruların cevaplarını kendiliğinden anlatmaya başladı.

 

"Biliyor musun, Akın Merve'ye ev almış. Oldukça lüks bir ev, Avcılar'da. Ara sıra orada görüşüyorlardı demek ki, ben de safım ya... Karımın bana oynadığı sahte sevgi gösterilerine kanıyordum. Şayet ondan bir an bile şüphe etsem, bunu çoktan öğrenmiş olurdum. O, öyle güzel seviyor numarası yapıyordu ki, beni sevmediğini bir an bile aklımdan geçirmedim."

 

Sesindeki üzüntüyü soludum. Gözlerinin içinde yanan o adamın feryatlarını görüyordum. O, karşımda bir derdinin yakarışlarını yaparken, karşısındaki kişinin bin derdi olduğundan bihaberdi.

 

"Ben ilk günden anladım," dedim. "Akın taraftan değil, Merve taraftan anladım. Uzun süredir böyle bir şey varsa, sen nasıl böyle geç anladın ki?"

 

"Dedim ya, seviyordum onu. Konduramadım... Her neyse, bu konuyu sonsuzadek kapatalım. Aramızda." diyip ela gözlerinden birini kırptığında, onun gibi burukça gülümseyerek başımı onaylar anlamda salladım.

 

Ellerimle vücudumu okşadım, üşüyordum hâlâ. Ceketim Emin'in arabasında kalmıştı. Duru'nun bana aldığı beyaz saten elbise vardı üzerimde, eteği uzun olsa da dizden aşağısı ince bir tül gibiydi. İncecik askılarıyla kollarımı, omuzlarımı ve sırtımı açıkta bırakmıştı. Saten kumaş daha da serin tutuyordu.

 

"Üşüyor musun?" diye sordu Ulvi hemen. Ona itiraz etmeyen bir bakış attım. Öne doğru gelip üzerindeki siyah takımının ceketini çıkardı ve bana uzattı. "Giy bakalım," derken, bu hareketi ve yüz ifadesi beni gülümsetti. Sonra da şoförüne klimayı açmasını söyledi.

 

Ceketini alırken, "Çok teşekkür ederim," dedim mahcup bir ifadeyle. "Senin hakkını nasıl ödeyeceğim hiç bilmiyorum. Bana karşılıksız olduğu halde böyle bir iyilik yapıyorsun." Ceketi üzerime giyince, sıcacık olduğunu farkettim. Sanki bedeni ateştendi.

 

"Karşılıksız olduğunu da nereden çıkardın?" diye sorunca, yüzümdeki gülümseme silindi. Ama hemen toparlayıp, "Korkma," dedi gülerek. "Bu sadece kötü bir şakaydı."

 

Tuttuğum nefesimi salıp sırtıma yaslandım ve gülümseyerek camdan dışarıya baktım.

 

"Bu gecenin miladım olacağını bilseydim, evden çıkmamak adına o kadar uğraş vermezdim ama iyi ki, Duru bu kadar ısrarcı..."

 

"İyi ki," dedi Ulvi. Bu an göz göze geldik. Bana bakarken gözlerindeki o ışıltı nefesimi kesince, başka tarafa bakmak istedim. Kaçındım. Kendi aldığım solukları ve kalp atışlarımı duyuyordum yine. Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki o ince ipin üzerinde yürüyor gibiydim. Her iki tarafa da düşebilirdim.

 

Aklıma bir soru geldi ve o soruyu Ulvi'ye sormak istedim. Bu soru çocukluğumdan beri aklımdaydı. Babama soramamıştım ama bunu sadece ihanete uğrayan birine sorabilirdim. İhaneti bilmiyordum ben. Hiç ihanete uğramamıştım ama o uğradı ve ben de o ihanete şahit oldum.

 

"Ulvi," diye seslenirken ona bakmıyordum. Bakmak, bakarak sormak zordu. Cekete biraz daha sarıldım, hoş parfümü tenime yavaş yavaş yayılıyordu.

 

"Efendim?"

 

Aklıma, Akın'ın sadece bana "efendim" demesi geldi. Garip hissettim.

 

Sormadan önce son kez yutkundum.

"İhanetin affı olur mu, Ulvi?"

 

"Olmaz," dedi. Burukça gülümsedim ve o, "Hatta sadece ihanetin affı olmaz," diye ekledi. "Her şeyin affı vardır, bir tek ihanet affedilmemeli."

 

"Anladım," diyebildim bir tek. Başka ne diyeceğimi bilemedim. Ben sadece babamın yaptıklarına bir cevap arıyordum kendi içimde. Senelerdir bununla meşgul ettiğim zihnimi boşaltma zamanı gelmişti. Geleceği beklememeli, geçmişi düşünmemeli, sadece anı kurtarmayı denemeliydim.

 

💲

 

Belki de Akın'ın bizi ilk arayacağı yere geldik. Arabadan inince eve şöyle bir baktım, sonra da etraftaki korumalara. Rüzgâr saçlarımı har vurup savururken Ulvi ile göz göze geldik, yanıma yaklaşıp kolunu sırtıma sardı ve beni eve doğru yönlendirdiği sırada, kulağıma ihtiyacım olan kelimeleri fısıldadı.

 

"Merak etme, aklından geçen tüm kötü senaryoları sil. Çünkü Akın değil buraya girmek, artık yakınından bile geçemez."

 

Emin değildim sadece umuyordum. Umarım öyledir diyorum Ulvi. Yanılmanı istemiyorum.

 

Kapı, yine aynı hizmetli tarafından açıldı ve beraber içeriye girdik. İçerisi daha sıcaktı, ceketi Ulvi'ye uzattım. O da ceketini hizmetliye uzattıktan sonra, "Artık gerek yok, müştemilata çekilebilirsiniz. Biz gerisini hallederiz." dedi. Gözlerim gözüktüğü kadarıyla salonda geziniyordu ama kimseyi göremiyordum.

 

"Neredeler?" diye sordum Ulvi'ye doğru dönerek. Tekrar elimi tuttuğunda bu sefer daha da garip hissettim kendimi. Nedensizce rahatsız oldum. Halbuki Ulvi kötü bir adam değildi.

 

Salonun ortasına geldik. Etrafa bakındım ve en son bedenimi Ulvi'ye doğru döndürüp, gözlerine baktım. "Bizimkiler neredeler?" diye sorarken, sesim çaresizce kısık çıktı.

 

Elimi bıraktı, elim yanıma düştü.

"Yoklar," dedi. "Evde bizden başka kimse yok."

 

Sanki beni dibi görünmez bir boşluğa itti.

 

"Ne demek yoklar, Ulvi? Hani onları güvene almıştın?" Sonra durdum ve histerikçe gülerek geriye doğru adımlayıp, ondan uzaklaştım. "Yalan söyledin..."

 

"Evet," dedi duygusuzca. "Yalandı."

 

Bu kaçıncı güven kaybıydı? Bu kaçıncı haksızlıktı? Ya şimdi ne olacaktı?

 

"Neden?" dedim. Cevap vermedi. "Neden, Ulvi?" diye bağırdım.

 

Başını önüne eğip kol düğmelerinden birini açarken, "Senin bir suçun yok," dedi. "Ama sen, o şerefsiz için değerlisin." Diğer kol düğmesini de açtı ve başını kaldırıp gözlerime baktı. "Onun bana yaptığını, ben de ona yapacağım. Benimle aynı duyguları yaşamasını istiyorum. Haksız mıyım?"

 

Soğukkanlılıkla söylediği şeyler karşısında dehşete düştüm. Elim ayağım boşaldı. Duracak yer, diyecek bir söz yoktu sanki.

 

"Haksızsın," dedim. "Sen kötü bir adam değilsin. Sen intikam alacak kadar aptal değilsin!"

 

Başımı iki yana salladım. Onun yerine ben inkâr ediyordum. Son ana kadar da devam edecektim.

 

"Yanlışın var," derken, yüzünde korkunç bir gülümsemeyle bana doğru yaklaşmaya başladı. "Ben sandığından daha kötü bir adamım ama artık saklamama gerek kalmadı..."

 

Küçük bir arbede yarandı. Zaman durdu. Sadece iki kişi arasında çıkan savaşın sonucu beklenenden daha ağır oldu. Kanla kaplı perdeler gecenin karanlığına kapanırken, çığlık sesleri etrafı sarmıştı ama duyan herkes, elleriyle kulaklarını kapatmıştı...

 

 

Loading...
0%