Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm.

@hadizade

💲

 

Sadece bir metre vardı. Sadece bir saniye. Hem atlamaktan korkacağım bir uçurumdu, hem de kurtuluşuma tek çarem. İlk atak ondan geldi ve ben sadece kendimi savundum. Nefs-i müdafaa diye adlandıramayacağım hiç bir harekette bulunmadım. Nitekim o da benden böyle bir şey beklemiyordu.

 

Ulvi'nin hırsından gözleri öylesine kararmıştı ki, mantıklı düşünemiyor, gerçekleri göremiyordu.

 

Deminki rüzgârın haberci olduğu şimşekler sanki gökyüzünü deldi. Karşıma dikilen adam, elini boğazıma sarıp ölümü tenime nakış gibi işlerken, senkronize şekilde attığımız adımların sonunda koltuğa düştüm. Daha doğrusu düştük. O da en az benim kadar şaşkın gibiydi, hatta gözlerinde çelişkiyi görüyordum; ki bu benim işime gelirdi. Biraz daha konuşsam onu ikna edebilirdim ama o, konuşmama fırsat bile vermedi.

 

"Yanlış yapıyorsun," diye fısıldadım. Sesim doğru dürüst çıkmamıştı bile. Parmakları bile çelişki içindeydi, tutmuştu fakat sıkmıyordu. Gözlerime öylece saniyeler, dakikalar boyunca baktı ve eli yavaşça gevşemeye başladı. Sanırım konuşmamı istiyordu.

 

"Akın beni zerre kadar sevmiyor ve önemsemiyor," dedim. Boğazımdaki parmakları kıpırdıyordu. Dudaklarım ve gözlerimin arasında mekik dokuyan bakışlarıyla beni dikkatle izliyor ve dinliyordu. Ona en ufak bir direnç göstermedim. İçimdeki gücün zerresini bile kullanmadım.

 

Şayet ikna edemezsem, lafla anlamayanın hakkıdır kötek deyip dalacaktım.

 

Her ne kadar gergin olsam da oldukça sakin bir sesle konuşuyordum onunla. Başka türlüsü onu da gerecekti; ki ikimiz de yeterince gergindik.

"Sana anlattım, ben onun gözünde bir suçluyum ve sen de biliyorsun. Para mevzusunu bilmediğine beni kimse ikma edemez! Beni yanında bu yüzden tutuyor, başka hiçbir sebebi yok!"

 

"Sana nasıl baktığını gördüm!" derken, ela gözlerinden ateş saçılıyordu. Kendini buna inandırmak istiyordu, sanki ihanetin acısı ben ölünce bitecekti.

 

"Bana yalan söyleme!"

 

"Söylemiyorum. Hatta sana tek ben doğruyu söyledim. Bunu kendimi kurtarmak için filan söylemiyorum. Akın'ı günahım kadar sevmediğim gibi, ondan tüm benliğimle nefret ediyorum..."

 

Gözlerindeki o öfkeli ifade yerini derin düşüncelere bırakmış gibiydi. Düşünüyordu ve o düşüncelerin kafasında net bir yere oturması için tetiklemem gerekiyordu.

 

"Çok kolay kanıyorsun," diye fısıldadım gülümseyerek. "Sen bu kadar saf olduğun sürece seni kandırmaya devam edecekler. Akın'ın bana dokunması, öpmesi, hatta bakışları bile yalan. O, mükemmel bir oyuncu. Sana oynadığı 'sadık arkadaş' oyunlarını hatırla. Size misafir geldiğimiz gece de, sadece oynadık. Her şey bir oyunun parçası ama büyük oyunun ne olduğunu bilmiyorum. Ben de senin kadar şaşkın ve üzgünüm Ulvi. Biz aynı taraftayız..."

 

Beni bırakıp uzaklaştığında, derin nefesler aldım. Kendi etrafında dönüyordu ama sinirden. Sağ elini kumral saçlarının arasına geçirip gözlerini kapadı ve sanki kendine, vicdanına lanet okur gibi küfürler savurdu.

 

"Yapamam," dedi, kendi kendine. Bunu çok kısık bir sesle söylemesine rağmen duydum ve daha rahatlamış bir ifadeyle ayağa kalktım. Elinin sıcağı hâlâ daha boynumdan gitmemiş olan, intikam isteyen o adama yaklaştım.

 

"Biliyordum işte," dedim. Evet biliyordum. Ulvi'nin gözlerine bakınca nasıl bir adam olduğunu görebiliyordum. Her ne kadar öfkeli olsa da kendini tutabilmesi derin bir içgüdüsünün olduğunu gösteriyordu. Bunu herkes başaramazdı.

 

Elimi omzuna koydum; kimi dokunuşlar güven verir, kimisi de öfke. Ben dokunuşumun yanı sıra sözlerimle de onu etkim altına almaya çalıştım.

"Kendini kandırma Ulvi, sen onun gibi biri değilsin." Şeytani bir biçimde sol tarafına geçip kulağına yaklaştım. "Sen iyi bir adamsın, sakın seni kendisine benzetmesine izin verme." Diğer elimi de eline götürdüm ve kulüpten kaçarken olduğu gibi sıkıca tuttum. Yutkunuşunu işittim. Kıstığım gözlerim yüzünün sol tarafında dolanıyordu. Her ihtimale karşı kendimi vereceği ani tepkilere de hazırlamıştım. "Bana yardım etmek istiyorsun, Merve'ye olan inadın yüzünden bana da kötü davranamazsın."

 

Önce yüzü, daha sonra ise vücudunu bana doğru döndü. Elini elimin üzerine koydu ve mahçup bir ifadeyle gözlerime baktı. "Çok özür dilerim, canını yaktım mı bilmiyorum. Bir an yapabilirim sandım. Bilirsin, anlarsın beni. Öfkeden gözüm dönmüştü."

 

Yine yapmayacağın ne malum?

 

"Anlıyorum elbette," onu anlayışla karşılıyor numarası yapmaktan daha iyi bir fikir yoktu aklımda, "neyi niye yaptığını biliyorum ve sana kızmadım. Çünkü Akın'ın insanların üzerinde cinnet geçirmeye yetecek bir etkisi olduğunu biliyorum."

 

Bir şimşek daha çaktı o an, sanki Akın bir yerlerde öfkelendi ve öfkesi gökyüzüne ulaştı. O, duygularını belli etmemeyi, soğuk savaşmayı sever. Benimle fiziksel savaşmayı hiç istemedi, daima zihnimin içine girip orayı darmaduman etmek istedi. Bu süreç içerisinde bunu kısmen de başardı diyebilirim.

 

Ulvi, avucunun içindeki elimi yukarıya kaldırdı ve kibarca dudaklarını elimin üzerine değdirdikten sonra yeniden gözlerime baktı. "Üzgünüm, hem sana yaşattıklarım , hem de kendi yaşadıklarım için. Bu gece Akın ve Merve konusunu kapatalım." Derken, gözlerini sıkıca kapatıp açtı.

 

Şimşekler bir kez daha çaktı ve elektrikler gitti. Hemen sağıma ve soluma baktım. Karanlık korkutucu değildi, korkutucu olan Ulvi ile evde yalnız olmamız idi. Camdan dışarıya da baktım. Sanki yıldırım tüm İstanbul'un trafosunu patlatmış gibiydi. Etraf zifiri karanlıktı. Elektrik tamamen gitmişti, hiçbir evden ışık yayılmıyordu. Hatta sokak lambaları bile sönmüştü. Bu durum daha da ürkütücü bir hâl alıyordu. Yavaşça omzumun üzerinden arkaya baktım. Gözlerim yavaş yavaş karanlığa alışmaya başlayınca, Ulvi'nin burada olmadığını farkettim.

 

Dikkatle ilerleyip onu aramaya başladım. Ancak bir anda salonun köşesinde yanan çakmağı gördüm. Ulvi arkası bana dönük şekilde mumları yakıyordu. Üçlü bir şamdanın üzerindeki mumları yaktıktan sonra bir kalın mumu daha yakıp, onunla beraber yanıma geldi ve mumu sehpanın üzerine bıraktı. Doğrulup yüzüme baktığında, onu kısmen görebiliyordum.

 

"Biraz bekleyelim, çocuklar halleder şimdi. Korkmuyorsun öyle değil mi?" Diye sorunca başımı iki yana salladım.

 

Aslında korkutucu olan şey karanlık değil.

 

"Hayır, yani korkmuyorum ama yine de zifiri karanlıktan hoşlanmıyorum."

 

Daha sakindik ikimiz de. Ulvi sanki az evvel yaptıklarının mahçupluğunu taşıyordu.

 

"Gel," dedi elini uzatarak. "Oturalım, yani elektrikler gelene kadar." Karanlıkta parlayan ela gözlerinin yanı sıra yüzünü daha da iyi görüyordum şimdi. Sanki bir çift alev topu vardı gözlerinde ve o, kirpiklerini bile kırpmadan bakıyordu gözlerime.

 

Geçip üçlü koltuğun sol köşesine oturdum, o da sağ tarafa oturdu. Yağmur şiddetle yağıyordu. İçeride sadece alıp verdiğimiz solukların sesi duyuluyordu. Gergin değil miydim? Hâlâ gergindim ama bunu dışıma yansıtmıyordum. Sadece bir metre yakınımda oturan o adamdan her an her şey bekleyecek vaziyette ve atağa hazır şekilde bekliyordum.

 

Bir dakika... Ben buradayım, Emin ve Duru yokluğumu çoktan farketmişlerdir. Emin, Akın'a ya da en azından Mikail'e haber vermiştir. O halde bizimkilerin hayatı tehlikede demektir.

 

Bir anlık yaşanan aydınlanmayla ayağa kalkıp, "Benim gitmem lazım!" dedim endişe içinde. "Benim bir an önce Akın'ın yanına gitmem lazım!"

 

Ulvi de hemen ayaklanıp, kaşlarını çatarak baktı bana. "Ne demek Akın'a gitmem lazım? Ne diyorsun Nalan?"

 

"Unuttun galiba," dedim sinirle. "Sana beni ailemle, arkadaşlarımla tehdit ettiğini söylemiştim! Sen beni onları güvene aldım diye kandırarak getirdin ya buraya!"

 

Ona olan sinirim kabardı bir anda.

 

Bir yandan da Akın'a olan kinim.

 

Ulvi'nin yüzü bir anda yumuşadı ve, "Yalan söylemedim... Yani burada oldukları konusunda söyledim ama benimle gelirsen onları koruyacağım konusunda yalan söylememiştim. Sözümü tutuyorum, merak etme güvendeler." dedi.

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İçim haftalar sonra öyle bir hayatladı ki, gerçekten nefes alabildiğimi hissettim. Uzun zaman sonra huzuru hissettim. Sonunda özgür olabilirdim, en önemlisi Akın'ı şikâyet edebilecektim. Bir korkum, çekincem olmadan. Gözlerimi açıp gülümseyerek Ulvi'nin benim gibi huzurla gülümseyen yüzüne baktım.

 

"Bir şeyi daha merak ediyorum," dedim, o, beni pür dikkat dinlerken. Neyi? der gibi bakınca, devam ettim. "Merve'nin sana ihanet ettiğini nasıl anladın?"

 

"DNA testi yaptırdım," diyince şaşırdım, "Şüpheleniyordum, özellikle son zamanlarda bana karşı çok soğuktu. Üstelik Akın'ın evine daha sık gider olmuştu. Bunu saklamıyordu, sadece ailecek tanıştığımız için bir sorun görmüyordum. Duru ile alışverişe de çıkıyordu. Ben öyle çok kıskançlık gösteren, darlayan bir adam da değilim, biliyorsun."

 

Gerçekten o anlattıkça hayret etmeye devam ediyordum. Nasıl bir pisliğin içerisinde olduğumuza ve yanımızdaki kişiye bile güvenemiyor olmamıza şaşıyordum.

 

"Biliyorum."

 

"İnan bana Nalan, test olayına kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Biri arkadaşım, diğeri karım. Konduramıyor insan."

 

"Biliyorum, anlıyorum seni. Peki ev meselesini, buluştuklarını filan nasıl anladın?"

 

Evde duyduklarımı söyleyemiyorum bile, haberin vardı deyip bana da darılacaktır.

 

"Test kâğıdını gösterdim, sordum ve anlattı."

 

"Merve mi? Akın mı?"

 

Çünkü Akın hâlâ kabul etmiyor.

 

"Merve," dedi ve derin bir iç çekti, "baba olacağım için çok mutluydum, şu an ne hissettiğimi sana tarif etmek istesem, sanırım bunu anlatmak için yeterli hazneye sahip değilim."

 

"Ulvi."

 

"Efendim?"

 

Ona olan bakışlarımı değiştirdim ve biraz daha yaklaştım. Ela gözlerinin içine bakarak, kısık ama kararlı bir sesle konuştum. "Bir daha benim kim olduğumu unutup, bana karşı böyle bir saygısızlık yaparsan, işte o zaman nefesini kendi ellerimle keserim."

 

Bakışlarını önüne indirdi ve başını hafifçe aşağı yukarı salladı. "Saçmaladım, tekrar özür dilerim."

 

"Affedildin." dediğimde, ela gözlerini tekrar gözlerime dikti ve hafifçe gülümsedi.

 

Tam o an bir şey farkettim. Ulvi'nin kalbinin üzerinde keskin nişancı tüfeğinin kırmızı ışığını gördüm. Sanki ben vurulmuşum gibi soluğum kesildi birden. Hiçbir şeyin farkında değildi daha. Gülümsüyordu hâlâ bana.

 

"Ulvi!" diye bağırarak onu ittim ve beraber düştük ama o tetik çoktan çekilmişti. Kurşun camı kırıp hedefini buldu.

 

Ancak son anda hedefin yeri değişti ve kurşun, benim tenimi delip geçti.

 

Bir anda yerde buldum kendimi. Ulvi, kendini önüme siper etmiş, bir şeyler söylüyor, yaramın nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir süre onu hiç duymadım. Kulaklarım uğulduyordu. Şok içindeydim. Koluma baktım. Bir sıcaklık vardı ve o sıcaklık yerini yavaş yavaş acıya bıraktı. Artık sızlıyordu, kanıyordum. Geç farkettim. Kanım Ulvi'nin yüzüne, boynuna bile sıçramıştı.

 

Adımı söylediğini duydum. Bilincim bir gidip, bir geliyordu sanki. Şoka girdiğimin o da farkındaydı. "Sen," dedim koluna tutunarak. "Sen iyi misin?"

 

Elleri titriyordu. Kendi gömleğinin eteğini yırtıp, kolumu sıkıca bağladı hemen. "Dayan," dediğini duydum. Bir elini sırtıma sarıp, diğer eliyle dizlerimin altından kavrayıp ayağa kalktı ve beni yukarıya atıp tutarak, kucağında daha da rahat tutmak istediğinde yaramın acısıyla inledim. Belki de o an kurşunun sadece koluma girdiğinin farkında değildi. Sırtımdan vurulduğumu bile düşünmüş olabilirdi. Sadece dokunarak anlamıştı, parmağı yarama değmişti.

 

"İyiyim," diye fısıldadım ancak ağrım o kadar fazlaydı ki, soğuk terler döküyordum. Beni salondan çıkardı, sonra da dışarıya. Alnından akan terleri görebiliyordum. Endişesini görüyordum. İlk defa bir erkek benim için bu kadar endişeleniyordu.

 

"Ah be kızım," dedi Ulvi. "N'aptın sen?"

 

Merdivenleri hızlıca inerken, "Aç kapıyı!.. Kapıyı aç, hemen!" diye bağırdı. Korumalardan birinin tuttuğu şemsiye bizi arabaya kadar daha fazla ıslanmadan götürmüştü.

 

"Bi' şeyim yok, iyiyim." Dedim yine.

 

Alnımda biriken boncuk gibi terleri çenesiyle silince, sakalları alnımı gıdıkladı. Ve sonra gülümsedi bana.

 

Geldiğimiz siyah minibüse bindik yine. Ulvi oturup bacaklarımı koltuğa uzattı, fakat üst gövdemi hâlâ daha kucağında tutuyordu.

 

"Korkma, bir şey olmayacak. Çok güçlü bir kızsın sen."

 

Gözlerim kapandı, gülümsedim.

"Biliyorum," dedim ve gözlerimi yeniden açtığımda, Tufan'ın kollarındaydım. Bana bakan o toprak kahvesi gözleri, sert yüz ifadesi bana güven verirdi hep. Elimi kaldırıp yanağına koydum ve baş parmağımla yanağını okşadım. "Beni bırakma," diye fısıldadım. "Lütfen, beni bırakma bir daha..."

 

💲

 

14 Ağustos

 

Bir bıçakla kesilen yerin acısı çok geç gelir, yara büyük değilse sadece sızlar ve o sızıltı işkence gibidir. Fakat bir kurşun yarası ince bir sıcaklıkla başlar, sonrası dayanılmaz bir acı...

 

Kahrolası düşüncelerimin ve geçmişimin asla peşimi bırakmayacağını bildiğim için, tek kişilik yaşayacaktım bu hayatı. Kimseyi mutsuz etmeye hakkım yoktu. Kimse benim "ruh hastası" diye nitelendirilen hareketlerime katlanmak zorunda değildi. Ben aynı görünüp, farklı olanlardandım. Kendimi ne kadar saklarsam, o kadar fazla karışabilirdim içlerine. Gördüklerimi, onlarla konuştuğumu birine söylersem vereceği tepki pek tabii çok uçlarda olacaktı.

 

Çok uzaklara da gidebilirdim. Fakat gittiğimde her şeyi kendimle götüreceğimin de bilincindeydim.

 

Kendimden kaçamayacaktım.

 

Vicdanımdan kaçamazdım.

 

Uğultu halinde kulağıma ilişen sesleri dinlemeye çalıştım. Bir şarkı gibi geliyordu bana, sonrasında o ses kesildi. Hayır o bir şarkı değildi, müzik değildi. O, bir cihazın sesiydi. Ama evimde hangi cihazdan bu ses çıkabilirdi ki?

 

Bünyem darmaduman, kafam karışıktı.

 

Gözlerimi yavaşça açmaya çalıştım. Fakat beyaz ışık görüyordum sadece. Şakaklarıma saplanan o acıyla gözlerimi yeniden kapatıp açtım ve güçlükle yutkundum. Yeniden denedim ve bu sefer direndim. Evet, bir hastane odasındaydım. Gri yatak başlığı ve kahverengi kapı dışında her şeyin beyaz olduğunu görünce, o beyaz ışığın ne olduğunu anladım. Bakışlarım odanın içinde sağdan sola ağır ağır gezindi. Sağ tarafımda siyah deri koltuk vardı fakat boştu. Aklıma niye ilk Akın geldi bilmiyorum. Nereden bilecek ki zaten burada olduğumu?

 

Sol koluma baktım. Çok az ağrım vardı. Dayanılmayacak derecede değildi. Serum iğnesini damar yolumdan yavaşça çıkardıktan sonra üzerimdeki pikeyi kaldırıp, doğrulup oturdum. Çıplak ayaklarımı soğuk zemine basıp üzerimde yarattığı soğuk duş etkisini iliklerime kadar hissettim. Bu beni biraz olsun ayılttı. Ayağa kalkıp dikkatle kapıya kadar yürüdüm. İlk başta biraz baş dönmesi ve göz kararması yaşasam da, bu çok kısa sürdü. Sadece içimde anlamlandıramadığım bir boşluk ve endişe hissi vardı.

 

Kapıyı açıp koridora bir adım atar atmaz, koridorun diğer ucunda karşı karşıya gelen Akın ve Ulvi'yi gördüm. Akın bir şeyler anlatıyordu, Ulvi ondan daha öfkeliydi ve sert el hareketleriyle ona bir şeyler söylüyordu. Akın buraya bakmıyordu ama elini bir anda buraya uzatıp, gözlerini kısarak Ulvi'ye bir şeyler söyledi ve Ulvi sağ eliyle onu itti. Akın, elleriyle yüzünü sıvazladı. Sabır diler gibi bir hali vardı. Ellerini yüzünden çekip Ulvi'ye baktı ve başını yavaşça iki yana salladı. Ne konuştuklarını o kadar çok merak ediyordum ki...

 

Çok uzaktalardı ve bağırmıyorlardı. Ne konuştuklarını ne duyabiliyor, ne de anlayabiliyordum. İçeriye girip kapıyı kapattım. Hiç karışmak istemedim. Biri beni öldürmeye çalıştı, diğerinin de yapmadığı kalmadı. Yesinler birbirlerini. Umrumda bile değiller.

 

İkisi de.

 

Ben bu intikam oyununun bir parçası olmayacağım. Beni birbirlerine zarar vermek için kullanmalarına izin vermeyeceğim.

 

Yavaş adımlarla pencerenin oraya gittim. Etrafa bakıp hangi hastanede olduğumu anlamaya çalıştım, en azından nerede olduğumu bilmek istedim. Bildiğim bir yer değildi. Hava bayağı güneşliydi. Camı açınca içeriye dolan sıcağı yüzümü buruşturarak karşıladıktan hemen sonra geri kapatıp, içerideki klimaların yarattığı serinliği tercih ettim. Biraz daha uyuma numarası mı yapsaydım acaba? Yok, Akın benim uyanmamı bekleyecek gibi görünmüyordu hiç. Muhtemelen şu an Ulvi'ye "iki hafta bende kaldı bir şey olmadı, sen bir gecede kurşunun önüne attın" filan diyordur.

 

Keşke en başından beri bana zulüm etmek yerine kafama sıksaydı. Vicdan azabı bundan çok daha ağır ve o da bunun farkında.

 

Kafamın içinde Akın için işkence planları kurarken kapının açılmasıyla arkamı dönüp gelen kişiye baktım. Bir hayli şaşırdım. Çünkü Akın'ın girmesini beklerken, Ulvi girmişti odaya. Elindeki spor çantayla bana yaklaşıp, "Nalan," dedi parlayan gözlerle. "İyi misin?"

 

"Harikayım," dedim, hiçbir şey olmamış gibi. "Ya sen?"

 

"Hâlâ beni soruyorsun. Benim bir şeyim yok. Neden önüme attın ki kendini?"

 

O an geldi aklıma. Gerçekten de neden atladığımı düşündüm. Onun yerine ben vurulayım diye atlamadım. Niyetim ikimizi de kurtarmaktı. Planladığım gibi gitmedi. Çok bir vakit de yoktu düşünmek için.

 

"Aslında öne atmak demeyelim de, uyarmak diyelim. Vakit yoktu. Kalbini nişan almıştı. Risk alırsam kurtulma şansın vardı, almazsam ölümüne göz yummuş olacaktım. O an aklıma ilk geleni yaptım."

 

Üzgün bir ifadeyle gülümsedi ve bana yaklaşıp, sıkıca sarıldı. "Teşekkür ederim, en çok para ödediğim koruma bile senin yaptığını yapmadı benim için. Hiçbir sevdiğim, yakınım böyle bir şey yapmadı."

 

Kolumu ona sarmamış, öylece put gibi bekliyordum. "Ben bunu sadece insani görevim olarak yaptım," dedim. "Karşımda bir başkası olsaydı - Akın hariç - onun için de aynı şeyi yapardım."

 

Bu dediğim onu güldürdü. Geri çekilip gülerek gözlerime baktı. "Çok yaman bir kızsın, ben yine de çok teşekkür ediyorum."

 

"Peki kimin yaptığı belli mi?"

 

"Henüz değil ama bulacağız. Biliyorum bunun hakkı ödenmez ama bundan sonra senin için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım."

 

Kendini bana karşı borçlanmış hissediyordu, artık bana bir can borcu vardı. Ondan maddi bir talebim olmayacaktı. Sadece Akın'a gönül rahatlığıyla kafa tutabilmek için tek bir şey isteyecektim.

 

"Aslında..." derin bir es verdim. "Senden istediğim tek bir şey var ama biraz meşakkatli. Arkadaşlarım Leyla ve Nisan, kuzenim Kübra ve teyzem Sümeyye, onlar benim hayatta sahip olduğum her şey. Bir de kedim var, Hayri. Biliyorsun zaten." Gülümsedim. "Ben Akın'ı ihbar etmek istiyorum," dedim açık açık. Bu isteğime ne tür bir tepki vereceğini çok kestiremesem de, şansımı deneyecektim. "Ve ben Akın'ı ihbar ettikten sonra kesinlikle onlara zarar vermeye kalkacak. Bana değil, onlara. Bunu çok iyi biliyorum. Çünkü Akın, birinin canını yakmak için doğrudan değil, dolaylı yollardan acıtmaya çalışıyor. Sen bunu benden daha iyi biliyorsundur, siz çocukluk arkadaşısınız nasıl olsa... Kısaca, ben onu ihbar etmeden önce ailemi güvence altına almanı istiyorum. Bana yardım edecek misin?"

 

Başını önüne eğdi ve tekrar gözlerime baktığında, "Üzgünüm," demesiyle beraber içime öküz oturdu, "Bak, benden ne istersen iste ama Akın'ı karşıma almamı isteme. Bunu yapabilsem dün gece sana zarar verirdim. Ben artık aynı fikirde değilim, Nalan."

 

Seslice yutkundum. Ona diyecek bir çift lafım vardı elbette.

 

"Keşke," dedim. "Keşke atlamasaydım önüne, ölseydin."

 

Başını önüne eğdi yine.

"Akın, dışarıda seni bekliyor," dedi ve odadan çıkıp kapıyı kapattı.

 

Gülümsedim arkasından.

 

Evvela çantayı açıp içinde kendi eşyalarımı görünce çantayı Akın'ın hazırlattığını anladım. Kendinden o kadar emin ki... Hayır yani onunla gideceğime o kadar emin ki... Bu çok sinir bozucu.

 

Kahverengi maksi boy keten pantolonumu ve üzerine kahverengi tişörtümü giyindim. Altına kahverengi spor ayakkabılarımı giyip, bağcıklarını bağlarken bir şey farkettim. Üstüme giymem için getirilenler, ayakkabılar, yüzüme dökülen saçlarım da gözlerim ile aynı renkteydi. Odadaki aynada kendime baktım. Gözlerim babamın gözleriydi, tıpkı onunkiler gibi. Saç rengimiz, hatta burnum ve yanaklarımdaki çillerimi bile babamdan almıştım. Ne aldıysam babamdan aldım. Hatta annemi bile.

 

Çantayı alıp odadan çıktığım an kapının hemen sağ tarafında duvara yaslanmış halde beni bekleyen Akın'ı gördüm. O da gözleri gibi orman yeşili bir tişört ve siyah pantolon giymişti. Saçları darmadağınıktı, hiç dokunulmamış gibi. Yüzünü yana çevirip beni gördüğü an sırtını duvardan ayırdı ve bana yaklaştı. Gözlerindeki o yalancı ifadeye karşılık gülümsedim. Hiçbir şey söylemek de istemedim. Sadece bıkmışcasına bir soluk verdim yüzüne. Ne demek istediğimi anlamış gibi bir ifade takındı.

 

"İyi misin?" diye sorunca, gözlerimi ondan kaçırdım. Sinirliydim çünkü yine kurtulabilmiş değildim. Yanından geçip gitmek isterken parmakları sağ koluma dolandı ve beni kendine çekip, yüzüne bakmaya zorladı. "Sana bir şey sordum." dedi göz göze geldiğimiz zaman.

 

Kolumu sertçe çektim fakat o da bırakmamakta kararlıydı. Bu inat çatışmasının ortasında daha çok can yanacaktı, daha çok canımız yanacaktı.

 

"Sana cevap vermek zorunda mıyım ben?" Dedim sinirle.

 

"Evet, başka soru?"

 

Yok, bu insan bana sinir krizi geçirtmeden durmayacaktı.

 

Tuttuğu kolumu çevirdim ve bileğini tutup ters döndürdüm. Yüzünde acıyı görmeyi isterdim lakin sadece öfkeye tanık olabildim. Yenice traş olmuş yüzündeki seyiren yüz kaslarını gördüm.

 

"Ben hiçbir şey yapmak zorunda değilim."

 

Elimi kolunun üzerinde gezdirerek omzuna, oradan da göğsüne doğru yol alırken bakışları el hareketlerimi takip etti. Elim kalbinin üzerine ulaştığında onu tüm gücümle ittim. O ise ne yapacağımı anlamış gibi belimi tuttu ve ben de onunla beraber yalpaladım. Bu defa yaralı kolumla belime koyduğu elini itmeye çalıştığımda, farkında olmadan kendi canımı yaktım ve acıyla inleyerek kolumu tuttum.

 

Çabucak sırtımı sararak beni koridorda ilerletti. Kaçar gibi hastanenin koridoru boyunca hızlıca ilerlerken, "Sana söylemiştim," dedi, "Karşı geldikçe zarar gören hep sen olacaksın."

 

Nitekim öyle de oluyordu ve haklı çıkması beni daha da çılgına çeviriyordu.

 

Asansöre girdik. Eksi birinci katın tuşuna bastı. Ben ona karşılık olarak bir şey söylemedim. Dilime kadar gelen binlerce kelimeyi yuttum. Sadece asık suratımla tehditlerine boyun eğmekten başka şansım olmayışının bilinciyle ona eşlik ettim.

 

Ulvi'nin neden bu kadar çabuk karar değiştirdiğini anlamamıştım. Daha dün gece onları güvende tuttuğunu söylemişti. Ne olmuştu da, birden bire fikri değişmişti? En iyisi bunu ona sormaktı.

 

Garaja indik. Gözlerim Akın'ın pantolonunun kemerinde duran gümüş renk silahındaydı. Normal tabancalardan daha büyüktü. Aklıma ilk gün söylediği söz geldi. Sana da silah doğrultmak zorunda bırakma beni. Şu an karşı çıksam, gitmek istemesem o silahı bana doğrultur mu acaba merak ediyorum.

 

Arabasının yanına geldiğimizde durdum ve ilerlemeyi bıraktım. Akın sürücü kapısına yanaşıp, benim gelmediğimi farkedince arkaya baktı. Göz göze geldiğimiz anda, "Gelmiyorum," dedim. Elini kapının kulpundan çekti ve yeşil gözleri kısıldı. "Yoruldum," diye itiraf ettim. "Tamam Akın, beni yıldırmayı başardın. Pes."

 

Hâlâ daha kuşku dolu gözlerle gözlerime bakıyor ve olduğu yerde duruyordu.

 

"Ben yaptım," dedim.

 

Kaşları en derinden çatıldı ve yüzünde yaranan o ifade beni dehşete düşürdü. Tüm cesaretimi topladım ve itirafta bulundum.

 

"Paranı ben çaldım."

 

 

Loading...
0%