Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm.

@hadizade

RitcieValens, We belong together

 

 

💲

 

Saatlerdir beynimde dönüp duran bir cümle vardı. Her ne yaptıysam yapayım kurtulamıyordum. Mehmet klinikten kaçmış ve her yerde seni arıyor. Eğer ki, bana bunu oradayken söylemiş olsaydı çok farklı hissederdim, beni buraya getirip güvene almak istediyse tehlike gerçekten de büyük demektir. Sabahtan akşama kafamda dolanan bu düşünce beni içten içe yiyip bitiriyordu.

 

Onun yanındaysam ölüm korkusu her zaman vardır.

 

Yaklaşık üç saat önce çıktı Akın, nereye gideceğini de söylemedi. Hoş, söylemesini de beklemiyordum zaten.

 

Telefonum çalınca düşüncelerden sıyrılıp hemen yanıtladım.

 

"Efendim?"

 

"Akşam yedide hazır ol, yemeği başka bir yerde yiyeceğiz."

 

"Sen neredesin peki?"

 

"Sana ne?"

 

"Peki." Diyip yüzüne kapadım.

 

"Sana neymiş, nerde olacaksın ki? Bendeki de soru yani. Merve'nin evinde tabii, sanki bilmiyorum ben. Hanımefendi davet etmiştir evine," güldüm kendi kendime, "İkiniz de iğrençsiniz!"

 

Telefonu koltuğa fırlatıp mutfağa geçtim ve dolaptan çıkmış buz gibi portakalları sıkarak kendime meyve suyu yaptım. İçini de buz küpleriyle doldurduktan sonra, bir dilim limon ve pipet koydum. Güneş kremimi sürdükten sonra balkondaki koltuklardan birine yerleştim. Ayaklarımı balkonun demirlerine uzatıp, meyve suyumdan yudumlar alarak güneşlenmeye başladım.

 

Fakat keyfim uzun sürmedi.

 

"Hiç değişmeyeceksin," dedi tanıdık bir ses, "Ölümün yakın ve sen bunu bile umursamıyorsun."

 

Kirpiklerimi kaldırma zahmetinde bile bulunmadan gülümsedim.

 

"Şu an bir kurşun beynini delip geçebilir."

 

El ve ayak parmaklarımı gerdim. Hafif meltem saçlarımı okşadı.

 

"Umrumda değil."

 

"Olmalı!"

 

"O sana göre öyle, bana göre değil. Ben kendi kararlarımı verecek yaştayım artık, unuttun mu yoksa? Ben çoktan büyüdüm."

 

"Hâlâ o küçük hırçın kız çocuğusun." Derken, benim yerime gerilmiş gibi çıkıyordu sesi.

 

"Olabilir," dedim umursamazca, pipeti ağzıma alıp birkaç yudum daha içtim. Soğuğun boğazımı yarıp geçtiğini hissettim. "Yine de ölmekten korkmuyorum. Geleceği varsa göreceği de var..."

 

Bir anda Güneş'in gittiğini farkedince hemen gözlerimi açıp gökyüzüne baktım. Kara bulutlar Güneş'i esir almıştı. Anlaşılan bugün Güneş banyosu için doğru bir gün değildi.

 

Banyoya geçip ilk yardım malzemesi aramaya başladım, çünkü Akın'ın sert tutuşları kolumdaki yarayı devamlı kanatıyordu. Gerçi kalbimdeki kanamadan daha önemli bir şey yoktu, o, benim içimi daha çok kanatmıştı.

 

Dolaptan ilk yardım çantası bulunca hem şaşırdım, hem de sevindim. İçinde ilk yardım için her şey bulunuyordu. Bir ağrı kesici alıp ağzıma attım ve musluğu açıp avucumu suyla doldurdum. Birkaç yudum da su içerek boğazımı yakıp geçen acı tadın silinmesini umdum. İlaç yutarken hep zorlanan biriydim, ta çocukluğumdan beri. O acı tat genzimi yakıp geçmeliydi, başka türlü olmuyordu.

 

Dişlerimi fırçalarken mecburi surette kendimle bakışmamaya çalıştım lakin bu banyodaki dev aynanın karşısındayken pek mümkün olmadı.

 

Yanaklarım ve burnumun üzerindeki çiller, kahverengi badem şeklindeki gözlerim ve dolgun pembemsi dudaklarım bana babamı hatırlatıyordu. Her şeyi ondan almıştım sanki; saç, göz rengimi, çillerimi, hatta karakterimi bile. Bir kız annesine hiç mi benzemez? Ne görüntüm, ne de karakterim ona zerre kadar benzemedi.

 

Hoş, benzememesi daha iyiydi.

 

Akşam altı gibi hazırlanmaya başlamıştım. Yine yaramı kapatacak uzun kollu, fakat eteği mini olan siyah bir elbise giydim. Sıcakta uzun kollu giymek hiç bana göre değildi, hatta sıcak havadan nefret ederim ama bu elbise hayat kurtarıcımdı. Bilerek yanıma almıştım. Tüllü salaş kolları ellerimi bile kapatıyordu, tam da morluk ve yara saklamak için ideal idi.

 

Üstüm tamamen kapalıydı, elbisenin yakası sıfırdı ama sırtında derin bir dekolte vardı ve orası da salaş bir görüntüye sahipti. Yıkayıp kuruttuğum saçlarımı yukarıda sıkı bir at kuyruğu yaptım. Altına siyah stilettolarımı giymek istedim. Siyah portföy çantamı alıp kimlik telefon gibi gerekli eşyalarımı içine koydum, niye bilmem ama iyi de bir makyaj yapmıştım. Hayır, o gelecek diye süslenmiyorum! Nereye gideceğimiz belli değil sonuçta.

 

Saat 07.⁴⁵-te kapının kilit sesini duydum, meraklı bakışlarım hemen o yöne çevrildi. Kendimi savunma mekanizmam hareket geçti, hemen yanımdaki dolabın üzerinde duran o sert bibloya kaydı bakışlarım, kulaklarım uğuldadı bir anlık. O kısacık an bana çok uzun geldi. Bakışlarımı tekrar kapıya çevirdim ve sessizce yutkundum. Parmaklarım bir kovboy gibi hazırda duruyordu, üzerimdeki zerafeti hiçe dönüştürecek davranışlara girebilir, saniyeler içinde bir cinayet daha işleyebilirdim.

 

Kapıdan bir süre daha o anahtar sesini duydum, evet resmen biri kapıyı zorluyordu. Az sonra kapı kırılır gibi duvara çarpınca irkildim, içeriye dalan Akın, kilitte sıkışan anahtarını çekip aldı ve, "Ulan bordobereli de olsan bu anahtarı sıkıştırmayı başarıyorsun," diye söylendi kendi kendine.

 

Haklı. O anahtar illa ki sıkışacak.

 

Bir anda beni görünce üzerimdeki tedirginliği gördü ve siyah kaşları hemen çatıldı. Kapıyı yavaşça kapatıp, avucundaki anahtarı cebine attı ve ağır adımlarla bana doğru geldi.

 

"Nalan... neyin var?"

 

Yavaşça yutkunup, soluklarımın dinginleşmesini bekledim. O arada bana yaklaşıp çoktan önüme dikilmişti. Gözleri haricinde her yere, her detaya bakıyordum. Gömleğinin düğmesi, nakışlı tavan, ahşap biblo, turuncu gece lambası ve bordo rengindeki dış kapı.

 

Omzumda bir el hissedince irkildim yine. Ölüp de dirilmiş gibi, tekrar hayata dönmüş gibi baktım yüzüne.

 

"İyi misin?" dedi meraklı gözlerle. Endişeli görünüyordu. Benden daha endişeli olabilir miydi?

 

Sonunda dudaklarımı aralamayı başardım. "Sen öyle kapıyı zorlayınca..." susup gözlerimi kapadım ve sert bir soluk verdim.

 

Bir anda beni kendine çekip sarılınca, sanırım şoka girdim. Gözlerimi şaşkın hâlde araladım ve bana sıkıca sarılıp sırtımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalışan adama sarılmadan, ellerim havada put gibi bekledim.

 

"Korktun mu sen?" derken küçük bir kız çocuğuna seslenen bir baba edası vardı üstünde. "Merak etme, artık sana zarar veremez."

 

Havada kalan ellerim büküldü ve tırnaklarım avucuma saplanınca, iki yumruk oluştu. Omzuna yaslı yanağımı kaldırıp yüzümü boynuna çevirdim ve ona hissettirmemeye özen göstererek, derin bir nefesle kokusunu içime çektim. Babam söylemişti. Bir insanın sesini, yüzünü, sana yaptıklarını bile unutursun da, gerçekten sevdiysen kokusu burnundan gitmez işte.

 

Ve bir şey daha söylemişti, tam da Akın ve benim aramdaki şeyi anlatan.

 

Sevmek affetmeye yetmez. Delicesine âşık olabilirsin birine, ama ne olursa olsun kendinden vazgeçecek kadar müsamaha göstermemelisin. Eğer ki yaptığı hatayı bir kere affedersen, mutlaka bir kez daha yapacaktır.

 

Şimdi anlıyorum baba, ne demek istediğini şu an çok iyi anlıyorum. Haksız olduğun tek bir konu bile yoktu senin.

 

Belimi saran kolları gevşedi ve geri çekilip yüzüme baktı. Ona sarılmamış olmam, hatta ellerimi ateşe değip de yanmamak için uğraş verir gibi havada tutmam onu şaşırtmış gibi görünüyordu. Fakat bir şey demedi ve aksi bir tavır göstermedi.

 

"Hazırsan çıkalım," derken gözlerimin içine bakıyordu hâlâ. Sadece başımı aşağı yukarı salladım. Beraber daireden çıkıp aşağıya indik ve bizi bekleyen Bugatti marka siyah araca bindik. Akın ben binene kadar bekledi ve her ne kadar istemesem de kapımı kapattıktan sonra aracın diğer tarafına geçip yerleşti.

 

Bir sarılmalar, centilmeklikler, ne oluyor bu deliye?

 

Bunlar hep şov zaten. Keşke herkes senin gerçek yüzünü görebilse. Bak bakalım o zaman yanında bir kişi bile kalıyor mu?

 

Yemeğe gitme fikri, yani onunla baş başa yemek yiyecek olma fikri pek hoş olmasa da, sabahtandır bir sandviç hariç hiçbir şey yemediğim için arıza yapmayacaktım. En azından mideme doğru düzgün bir şeyler girecekti.

 

Kucağımdaki çantamı sıkı sıkıya kavramış, gittiğimiz yollara, etrafa bakıyordum. Sol bacağımı sabırsızca kıpırdatıyordum. Bir anda o bacağımın üzerinde sıcaklık hissedince, yüzümü hayretle Akın'a çevirdim. Elbisem mini olduğu için bacağımın büyük bir kısmı açıktaydı ve o şu an elini benim çıplak tenimin üzerine koymuştu. Hemen çekilip elini ittim ve, "Ne yapıyorsun?" diye fısıldadım.

 

Bana doğru eğilip, o da bana ayak uydurarak fısıltıyla konuştu. "Bacağını titretip durma sinirimi bozuyor."

 

"Sana ne?" dedim hemen, sert ifademe ve sözlerime karşın sadece sert bir soluk verince, önüme dönüp bacağımı sallamaya devam ettim.

 

Bu defa da dizini dizimin kenarına yaslayarak beni durdurdu ve bu kez ben daha bir sinirle döndüm ona. Ayağımla ayağının üstüne vurduğumda, çattığı kaşlarının altından orman yeşili gözlerini gözlerime dikti. Bu defa bacağını resmen bacaklarımın üzerine aşırınca iyice deliye döndüm. Evet araçta sessizca bacak kavgası yapıyorduk! Ben ittim, o geldi. Ben vurdum, o itti. Yol boyunca didiştik durduk ve bu araba durana kadar devam etti.

 

Eyfel kulesine gelmiştik. Akın'ı bilmem ama benim ilk gelişimdi ve görünce dudaklarım uçukladı. Evet Eyfel kulesi diye abartılan o yer koca bir demir yığınıydı ama gece ışıklarıyla harika görünüyordu. Eyfel'de bir restorana geleceğimizi bilmiyordum ve pek de özenmemiştim ancak bu umrumda değildi. Sadece turist olarak gelmiş gibi, hiçbir sorundan kaçmamışım gibi etrafa bakıyor, anın tadını çıkartıyordum.

 

Koca bir cam duvardan aşağıya bakıyorduk. En garibi de bizim oturduğumuz masa hariç tüm masalar boştu. Etrafa kısa bir göz gezdirdikten sonra masanın diğer tarafında oturan Akın'a baktım.

 

"Burası çok mu pahalı bir yer?"

 

Akın, eh işte der gibi başını salladı ve, "Neden sordun?" dedi.

 

"Etrafta kimse yok da ondan sordum." Hâlâ daha yüzümde şaşkın bir ifade taşıyordum; kaşlarım havadaydı ve gözlerimi kocaman açmış halde manzaraya, yer yer de restoranın içine bakıyordum. Michelin yıldızlı Jules Verne Restaurant bana göre dünyanın en iyi restoranlarından biriydi ve birinci katta olmasına rağmen, manzarası nefes kesiciydi.

 

Henüz menüye bakmamış, sipariş vermemiştik fakat garsonlar yemeklerimizi getirip bıraktı ve Akın beyaz bir şarap açtırdı. Ben sadece izliyordum. Ne oluyor acaba?

 

Kadehler beyaz şarapla dolduruldu ve garsonlar Akın'in işareti ile uzaklaştılar. Önümdeki tabağa baktım ve çatalla oynamaya başladım. Ete benziyordu, sos ve sebzeler bayağı fazla konmuştu. Bu bilmediğim bir yemekti bu yüzden bir ad koyamadım. Soslanmış et soteye benziyordu.

 

Akın yemeğe başlarken bana da, "Yesene," dedi sakince. Ona garip bir bakış attıktan sonra çok aç olduğumu farkettim.

 

"O kadar acıktım ki zehir bile koyduysan umrumda değil çünkü yiyeceğim," dedim ve gülümseyen Akın'ın gözleri önünde, çatalla bir parça alıp ağzıma attım ve çiğnemeye başladım. "Garip bir tadı var, ne bu?" diye mırıldandım.

 

Tabağından bir parça daha alıp ağzına atarken, "Yılan eti," dedi gayet sakince.

 

Çiğnemeyi durdurdum ve bakışlarımı sakince önümdeki tabağa çevirince, sanki tabağın içinde kıvrılmış olan yılanı tam da şu an görmüş gibi dona kaldım bir an. Sonra bir hışımla ayağa kalkıp sofradan bir peçete alarak uzaklaştım. Öyle ani bir kalkış yapmıştım ki, sandalyem geriye doğru düşmüştü. Ağzımdaki lokmayı iğrenerek peçetenin içine kusup, yüzümü buruşturarak ona baktım. "Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın! Ne yaptım ben sana ha? Neden böyle yapıyorsun?!" diye bağırdım, sesim etrafta yankılanmıştı resmen.

 

Bana garipser gibi baktı ama yüzünde muzip bir gülümseme de vardı. "Şaka yaptım," dedi yemeğine devam ederken, "Sadece balık eti. Sen hayatın boyunca yemedin mi hiç? Tadını almadın mı?"

 

"Senin bu yersiz şakaların benim sonum olacak."

 

"İnşallah, inşallah da... Sen kedi eti yemiyorsun da, benim yılan eti yediğimi nasıl düşünebiliyorsun?"

 

Bir de suçu bana atıyordu!

 

"Sen söyledin," dedim inanamaz gözlerle ona bakarken, "Ay ne kadar pişkinsin ya, pes doğrusu!"

 

"Şöyle bir yerde yaptığın rezalete bak," diyerek başını iki yana sallayıp hayıflanır gibi cık cık cık sesler çıkarınca, iyice deli oldum.

 

Bir şey demedim ve masaya geri oturdum. Alttan alttan ona bakarken, bir yandan da tabağımdaki eti kurcaladım. Evet kılçıkları alınmış balıktı ama soslar tadını iyice bozmuştu. Ayrıca ondan her şeyi beklediğim için bir an inanmıştım işte.

 

"Ben balık yerdim," dedim, "Çok severdim, hatta en güzel balıkları çocukken ben yedim diyebilirim. Çünkü babam balıkçıydı. Şimdilerde kilosu bilmem kaç lira olan havyarı kaşıklayarak yiyordum. Sadece babam balığa bir tek taze sıkılmış nar suyu eklerdi ve benim en sevdiğim balık yeme şekli de oydu. Tavada kızartılmış, üzerine nar suyu eklenmiş her hangi bir balık..."

 

Konuşurken göğsüme bir şey saplanıyormuş gibi hissettim, hayır aslında burnumun direği sızladı bir an. Bu hissi birini veya geçmişte yaşadığı günleri özleyen insanlar bilir.

 

"Sonra ne oldu peki?" diye sorunca o, geçmişten günümüze dönüp geldim. "Yani neden arkadaşlarınla yaşamaya karar verdin?"

 

Burukça güldüm, acıya güldüm. Bu en zoruydu ve ben başardım.

 

"Bir şeyler oldu, dağıldık." derken, gözlerim bir noktaya dikilmişti; onun siyah renkli gömleğinin sol yakasına.

 

"Ne oldu da dağıldınız, Nalan? Anlatmak ister misin?"

 

Birkaç lokma daha yerken başımı iki yana salladım ve camdan dışarıya bakarken ağzı dolu halde, "Sanırım hayır, ben geçmişle ilgili konuşmayı pek sevmem." dedim.

 

Ağzımı yemekle doldurdum, derin bir iç çektim ve yemeğimi çiğnemeye devam ettim.

 

"Yavaş ye," dedi Akın, "Boğulacaksın."

 

Peçeteyle dolu olan ağzımın üzerini kapatıp ona bakarak, "Biraz fazla acıkmışım," diye homurdandım. "Üzülünce tıka basa yemek isteyenlerdenim işte."

 

Durdu, yüzü soldu ve, "Üzüldün mü?" diye sordu bana.

 

Yüzüme acının tatlı tebessümü yayıldı ve bu soruyu cevapsız bırakmak istedim.

 

"Sen bahset biraz, çocukluğundan filan."

 

"Benim daha iyi bir fikrim var, bu gece nefreti, kini, kötülükleri bir kenara bırakalım ve sadece anı yaşayalım."

dedi ve çatalını bırakıp peçeteyle dudaklarını temizlerken, bir eliyle işaret yaptı. Az sonra beyaz şarapla dolu kadehini eline alıp, "Hadi sen de al," deyince, ben de kadehimi aldım ve ayağa kalkıp masadan uzaklaştım.

 

Az sonra bir şarkı çalmaya başladı, restoranın ışıkları bir anda gitti. Şaşkınlıkla etrafıma baktım, meğer romantik ortam olsun diye kapatmışlar. Eşek hoş laftan ne anlar zaten? Ben ne bileyim onun için olduğunu?

 

Mumlar yanıyordu, hatta her masanın üzerinde bir siyah, bir beyaz mum vardı. RitcieValens, We belong together çalmaya başlamıştı. Bu şarkıyı seviyordum, yani garip bir havası vardı. Sözleri ve melodisi oldukça romantik olmasına rağmen bana göre saplantılı aşkı anlatıyordu. Deli bir aşkı. Tutkulu ve zor bir aşkı.

 

Akın elimi tutup beni kendine çekti ve aynı elini bu defa belime yerleştirdi. Ben de bir elimi tutunmak için omzuna koydum. Yüzümü omzuna yasladım ve dans ederken, kadehten bir yudum aldım. O da diğer tarafta içiyordu, görmesem de biliyordum. Her şey çok garipti.

 

Neden bu kadar yakındık?

 

Neden dans ediyorduk?

 

Neden benim üzülmem onu etkiliyordu?

 

"Keşke daha farklı şartlarda tanışmış olsaydık," dedi yine, "O zaman sana özgürce dokunabilmenin keyfini yaşardım ama şu an öyle değil. Dikenler üstünde yürüyoruz..."

 

"Mayın," diye fısıldadım, "mayın var o yollarda, sakın ola gelmeye kalkma bana. Paramparça olursun."

 

Oluruz.

 

En korktuğum şeydi belki de: Asla kavuşamayacağım birini sevmek ya da bana zarar veren birini.

 

O, benim için her ikisi...

 

"Peki, sen benim parçalanmamı istiyor musun?"

 

Birbirimize bakmıyorduk. Bakışlarım camdan dışarıya kaydı, onun söylediği şeyi ve ne diyeceğimi düşündüm.

 

"Bana ne senden?" diye tersledim ama sesimi yükseltmedim, bunun için fazla yakındık. Fısıltılarımızı duyuyorduk. "Bana ne Akın? Ben üzülmem sana, ölsen üzülmem."

 

Yüzünü boynuma doğru çevirdiğinde, onun görmediği bir yerde gözlerim kocaman açıldı. Burnu tenime değdi, boynumu kokladı ve derin bir iç çekti. "Ah, Nalan."

 

Gözlerimi kapadım ve aklıma ilk gelen şey, Merve'nin söyledikleri olunca, dişlerimi birbirine sıktım. Sinir harbiyle uyuştum ve onu kendimden iterek uzaklaştırıp, gözlerine baktım. Elimdeki kadehi yukarıya kaldırıp kafama diktikten sonra onun orman yeşili gözlerinin içine bakarak parmaklarımı kadehin etrafından birer birer açarak aşağıya bıraktım. Kadeh paramparça oldu, ikimiz de kirpiklerimizi kırpmadan birbirimize bakmaya devam ettik.

 

"Bana oyun yapma, bana yalanlar sıralama, çünkü hemen kanacak bir kadın değilim."

 

Siyah kaşları çatıldı.

"Ne oyunu, ne yalanı Nalan?"

 

"Akın! Sen en yakın arkadaşının karısıyla yattın ve ben sana sorduğumda inkâr bile etmedin... Üstelik mutfakta bana söylediklerin hâlâ aklımda, hâni ilk öptüğün kadın bendim? Niye böyle bir yalan söyledin? Ne gerek vardı?"

 

"Yalan söylemedim," diyince histerikçe gülerek yüzümü başka tarafa çevirdim, "ilk öptüğüm kadın sensin, ilk dokunduğum kadın sensin."

 

"Benim de ilk baktığım adam sensin ama," diyip sustum ve bakışlarımı usulca onun yüzüne çevirdim. Bu söylediğim yüzünde şaşkın bir ifade yaratmıştı.

 

Hemen toparlamaya çalıştım. "Ne fark eder? Yalan söyledin. Kadına dokunmadıysan nasıl hamile kaldı? Bluetoothla mı?"

 

Elindeki kadehi yan taraftaki masanın üzerine bıraktı ve yanıma yaklaştı. Bir elini belime yerleştirerek beni kenara çektiğinde, cam kırıklarından uzaklaştırdığını farkettim. Biraz daha bana yaklaştığında, gidebileceğim kadar geri gittim ve ellerimi arkadaki masanın üzerine koyarak kalçamı yasladım. Ertarfta biri var mı diye baktım, fazlaca gerilmiştim.

 

"Beni dinle," diyerek çenemi tutup, yüzümü yukarıya doğru kaldırıp gözlerine bakmamı istedi, "sadece sus ve beni dinle."

 

Sesimi çıkarmadım, çünkü anlatmasına, bilmeye ihtiyacım vardı.

 

"Biz Merve ile tanıştığımızda, o, henüz Ulvi ile evli değildi. Onlar benim birbirini tanımayan iki arkadaşımdı. Merve bana hislerini açıklamıştı ama ben onu arkadaştan öte görmedim, bunu ona açıkça söyledim. Kendisi de biliyordu. Ona hiçbir zaman umut vermedim. Gel zaman, git zaman... Ulvi nişanlanacağını söyledi, bunun için dağdan döndüm ve nişana katıldım. Merve'nin ona olan duygularından bana neydi? Benim gördüğüm sadece Ulvi'nin ona âşık bakışlarıydı. Sonuçta aramızda bir şey olmamıştı. Söylemem gerekmiyordu. Merve'nin onunla niye evlendiğini bilmiyordum, emin olmadan da suçlayamazdım. Zaten ateş bacayı çoktan sarmıştı."

 

Yüzümü başka tarafa çevirdim. "Evlendikten sonra birlikte olmanız daha da kötü, bu ihanet resmen..."

 

Çenemi avucunun içine alıp, yüzümü tekrar kendisine doğru çevirdi ve göz göze geldik. "Sus ve beni dinle, dedim... 9 Mayıs'ta, yani Ulvi'nin doğum gününde, onun evindeydik. Gece içip eğlendik ve ben de misafir odasına gittim. Sana yemin ederim, sevdiğim ve sahip olduğum her şeyin üzerine yemin ederim ki, o odaya yalnız gittim. Sadece bunu hatırlıyorum. O yatağa yattığımı ve... Sabah uyandığımda yalnız değildim... Merve hemen yan tarafımdaydı. Hiçbir şey hatırlamıyorduk. İkimiz de çok sarhoştuk. Ben o gece aramızda bir şey oldu mu, olmadı mı onu bile bilmiyorum... O da bilmiyordu. Yine de aramızda kalsın dedim ve öyle kaldı. Ama şimdi gelmiş bebeğim senden diyor, nasıl bu kadar emin olabilirsin diyorum. Gizlice test yaptırdım ve Ulvi'nin değil diyor... Ve artık o gece birlikte olduğumuzu Ulvi de biliyor. Ona her şeyi anlatmak zorunda kaldım. DNA örneği de verdim, yarın açıklanacak. O bebek benimse sahip çıkarım, bu benim suçum olmasa da sahip çıkacağım. İhanet bile isteye yapılan şeydir. Ben Ulvi'ye ihanet etmedim."

 

Ne diyebilirdim ki şimdi? Ben bilmeden çok büyük bir hata yaptım ve bu, birinin hatta daha fazla insanın hayatına maâl oldu. Şimdi bu suçlu hâlimle, onu yargılamaya hakkım var mı?

 

"Dinledim seni," dedim ifademi bozmadan, "anladım da. Umarım senin çocuğun çıkmaz, umarım aranızda bir şey olmamıştır."

 

"Olsa hatırlardım Nalan, sadece uyuyup uyandığımı biliyorum."

 

Sert bir soluk verdim.

"Her neyse, DNA sonuçlarını bekleyelim." diyip beni kıstırdığı yerden çıktım ve kendi masamıza döndüm.

 

Umarım senin çocuğun çıkmaz.

Bunu neden bu kadar çok istediğimi ben de bilmiyorum.

 

Masaya yaklaşıp sandalyemi düzelttim ve oturup hemen su dolu kadehi elime alıp, büyük yudumlarla kana kana içtim. Sahranın ortasında, yakıcı güneşin altında saatlerce yürümüş ve nihayet serap gibi görünen o tatlı göle ulaşmış gibi hissettim. Evet, ben o bahtsız bedeviyim ve şimdi karşımda oturan kutup ayısına bakıyorum.

 

"Bir süreliğine buradayız," dedi, "umarım bir sorun çıkartmazsın, kendi iyiliğin için."

 

Dudaklarımı sildiğim peçeteyle beraber elimi sertçe masaya vurdum. "Beni tehdit etmeyi kes! Bıktım!" Senin yanında durup, sana sabretmek kolay mı sanıyorsun?

 

"Normal söyleyince anlamıyorsun, mecbur bırakıyorsun."

 

İstesem tam şu an gidebilirim, kurtulabilirim elinden ama bundan daha önemli bir şey varsa, o da yardım isteyeceğim kişiye eğilmek istemiyor olmam.

 

"Sen sakince söyle, ben anlarım. Ama bana böyle kaba davranmaya ve tehdit etmeye devam edersen, zıt düşmeye devam edeceğiz."

 

"İki insanın anlaşabilmesi için birinin siyah, birinin beyaz olması gerek," dedi gözlerimin içine bakarak. Durdu ve bir süre öylece baktıktan sonra devam etti. "Ben bunun için fazla siyahım, sen bunun için fazla karanlıksın."

 

Anlattıklarıma inanmıyorsun.

 

Senden çok fazla şey sakladığımı hissediyorsun.

 

Neden bu kadar akıllısın ki? İşimi zorlaştırıyorsun.

 

"Biz geçici bir süreliğine beraberiz, ben sana yardımcı olmak istiyorum."

 

"Elimden geleni yapıyorum."

 

"Fazlasını yapman gerek... Yiğit Bey."

 

Uyuz olmuş gibi bakıyordu. Onu böyle uyuz etmek çok hoşuma gidiyordu, çok zevkliydi.

 

"Tüm deliller aleyhine ve başka şüpheli yok, biliyorsun değil mi?"

 

"Evet, tüm delillerin aleyhime olduğunu biliyorum ama tek şüphelinin ben olmadığıma eminim."

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

"Sonuçta kamera kayıtları silinmiş, bu kayıtlar şirkette mi tutuluyor?"

 

Bir anda yüzünde aydınlanma ifadesi yarandı. "Normalde şirkette tutuluyordu ama ben yerini değiştim."

 

"Peki nerede tutuluyor? Tutulduğu yeri kimler biliyor? Oraya rahat rahat kim girip çıkabiliyor?"

 

Durup bir anlık düşündü. Evet, gözlerimin içine bakıyordu ama düşünüyordu. Hatta derinlerime dalıp gitmişti.

 

"Her neyse," diyerek bakışlarını üzerimden çekti ve su dolu kadehi alıp dudaklarına götürdü.

 

"Aslında, ben de polise gidebilirim."

 

"Gidip ne söyleyeceksin? Katil olduğunu mu?"

 

"İnan umrumda olmaz, beni o raddeye getirme."

 

"Seninle anlaştık sanıyordum, madem kendine bu kadar güveniyorsun, bu iş bitene kadar sabret o zaman."

 

"Sen benim hayatımdan uzun bir dönemi çalacaksın ve bunu yaparken de her gün hırsız, katil damgasıyla yaşamak zorunda kalacağım ve buna sesimi çıkarmayacağım öyle mi? Biliyor musun, tüm yaptıklarını düşününce sana nefret kusmak beni geçici bir süreliğine rahatlatıyor. Beni yanında tutmak istiyorsan, sen de benim sana söyleyeceğim tüm kötü sözlere ve sana hissettireceğim her türlü kötü duyguya katlanmalısın..."

 

"Katlanıyorum zaten, hâlimden de memnunum." diyerek elindeki kadehi şerefe der gibi öne doğru uzattı ve dudaklarına götürdü.

 

Sadece sırtına yaslandı ve ben yemeğimi yerken, o yemek boyunca, öylece oturup bana baktı. Gözlerini üzerimde hissedebiliyordum; gözlerimde, burnumda, dudaklarımda, yanaklarımda, saçlarımda, boynumda, kısacası her bir noktamdaki hissi garip bir karıncalanma idi. Sadece bakarak dokunmak ve etki altına almak bu olsa gerekti. Onun koyu renk orman yeşili gözlerinden saçılan bakışlar, bana geçmişimi sorgulatıyor, gelecekle ilgili endişeleri zihnimin en ücra köşesine, bir gün gün yüzüne çıkmak üzere yerleştiriyordu.

 

Yemek bittikten sonra, daha doğrusu benim yemeğim bittikten sonra Akın hesabı istedi ve daha sonrasında oradan ayrıldık. İlk defa babam bir erkeğe hesap ödettim. Aslında ilk defa babam haricinde bir erkekle başbaşa yemek yedim.

 

Arabada sadece şoför vardı. Akın benim için kapıyı açmaya yeltenince, ondan önce kapıyı açıp oturdum. Diğer taraf binmeye müsait olmadığı için yan tarafa doğru kayıp ona yer açtım. Her hareketimle aslında ondan ne kadar uzak durmak istediğim mesajını veriyordum ve bence o aptal bir adam da değil, neyi neden yaptığımı çok iyi biliyor.

 

Otelin önünde arabadan inerken yine aynı taraftan inmemiz gerekiyordu ve ilk Akın indi, ancak arkasını dönüp bir elini bana uzatınca, ona oturduğum yerden garipser bir bakış yolladım.

 

Yine elini havada bırakıp araçtan indim ve karşısına geçip, sadece onun duyabileceği bir sesle imalarda bulundum. "O kadar centilmensin ki, seni gören de müstakbel nişanlısına deli gibi âşık sanar."

 

Ufak bir tebessüm etti ve aracın kapısını kapattıktan sonra arkasını dönüp otelin girişine doğru yürürken, ellerini ceplerine koyup başını önüne eğdi. Bu serseri bir yürüyüştü, aynı zamanda kafasında katrilyon tane düşünce dolanan bir adam yürüyüşü.

 

Peşinden, âdeta gölgesi gibi sessizce ilerliyordum. Otelin asansörüne bindik ve daireye çıktık. Koridorun ışıklarında sanırım arıza vardı ve her yer karanlıktı. Dairenin kapısına kadar dümdüz ilerledik, Akın'ın arkasından geliyordum hâlâ. Normalde karanlığı, sessizliği seven biriydim ancak şimdi tehlikede olduğumu bildiğim için gerilmeden edemiyordum.

 

Akın'ın anahtar sesini duydum, tam önümde durmuş olacak ki, sırtına tosladım ve refleksle, "Pardon," dedim, "Hiçbir şey göremiyorum."

 

Anahtarı anahtar deliğine sokmadan önce telefonunun ışığını açtı. Yan tarafına geçtim, beni gördü ve bana uzun bir bakış attı.

 

"Korkuyor musun?" diye sordu, her hangi bir duygu barındırmayan bir sesle.

 

Cevap vermeden gözlerine bakmaya devam ettim. Ona beni korkutan şeyin karanlık olmadığını söylemedim.

 

Kapıyı açıp geçmemi bekledi. Beraber salona girince, ikimiz de donup kaldık. Emin koltuğun üzerinde yatıyordu ve hemen üzerinde de Mikail vardı. Mikail'in kravatı Emin'in elindeydi. İkisi de şaşkın gözlerle bize bakıyordu.

 

"Ouu," diyip elimle gözlerimi kapattım ve yan dönüp Akın'a baktım. "Yanlış zamanda geldik galiba."

 

"Öyle bir şey yok yengeee!" diye bağırdı Mikail, "Öyle bir şey yok!"

 

Akın, "Sizin yapacağınız işi sikeyim," dedi ayıplayarak.

 

"Sen de katılsana," deyince bana baktı, "Üçlü olsun, güçlü olsun hadi bakalım görelim seni de."

 

Bana öldürmek ister gibi bir bakış atarak, "Kaşınma daha fazla," dediğinde güldüm.

 

"Kaşınıyoruz, hep beraber." diyip Mikail ve Emin'e baktım. İkisi de ayakta durmuş suçlu çocuklar gibi görünüyorlardı.

 

"Ulan size yazıklar olsun!" dedi Akın.

 

"Bence de!" dedim hemen. "Ulan madem böyle şeyleriniz vardı, neden göstermediniz daha önce?!"

 

Emin elini alnına vurup susmaya devam ederken, Mikail geveze gibi konuşmaya devam etti. "Abi vallahi öyle bir şey yok ya! Şakalaşıyorduk sadece. Kravatımı çekince üstüne düştüm..." Eliyle Emin'i gösterip, "Bunu bilemem ama ben gay filan değilim!" diyince, Emin ona satıcı pezevenk der gibi baktı.

 

"Ben kimin ne olduğunu çok iyi biliyorum!" dedi Akın, "Emin sen şu koridorun elektriği niye gitmiş onu bi' sor da gel." Sonra Mikail'e baktı, "Sen de iki kahve hazırla bize."

 

İkizler gibi, "Baş üstüne abi," diyip birbirlerine baktılar ve sonra Emin daireden çıkarken, Mikail da mutfağın yolunu tuttu. Koltuğa oturup camdan gökyüzüne baktım, az sonra Akın, o kadar yer olmasına rağmen hemen dibimde oturdu ve ayaklarını sehpanın üzerine uzattı. Ben de aynısını yapıp, biraz daha aşağıya kayınca kolumun sızlamasıyla beraber ağzımdan boğuk bir inleme kaçtı.

 

"İyi misin?"

 

"Evet." Sanki hiçbir şey olmamış gibi ve anlamazsa bir bakış attıktan sonra önüme dönüp, gökyüzünden bize bakan Ay'a bakmaya devam ettim.

 

Bir süre sessizlikten sonra ayağa kalktı ve, "Üzerine bir şeyler giy, koluna bakacağım," dedi.

 

Sanırsın K9 köpeği.

 

"Gerek yok, ben hallediyorum. Küçük bir sıyrık sadece bu kadar abartmaya gerek duymuyorum."

 

"Yapma ya, hayatında kaç tane kurşun yedin?"

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Çattığı siyah kaşlarının altında, simsiyah uzun kirpiklerinin esaretinde gibi görünen o yeşil gözler, bir an gözüme çok güzel göründü.

 

"Sen hayatıma girene kadar biri bana bi' fiske bile vurmamıştı."

 

Aslında çok defa Akın, çok defa.

 

Sözlerim onun yüzünde şaşkın bir ifade yayılmasına neden oldu ve daha sonrasında dudaklarını birbirine bastırıp, burnundan sertçe soluyup, "Dediğimi yap, elbiseni kesmemi istemiyorsan." diye nazik bir dille uyardı.

 

Sinirle bakışlarımı gözlerinden kaçırdım ve bir hışımla ayağa kalkıp, yanıma da bir şort ve atlet alıp banyoya geçtim. Üzerimi değiştirirken, arkasından söyleniyordum. "Bıktım... Senden de, senin benimle çok ilgileniyormuş gibi yapmandan da, tehditlerinden de. Tepem atacak çekip vuracağım ama başımı yakmak istemiyorum."

 

Yeteri kadar yandı sanki.

 

Bir anda banyo kapısı açıldı ve Akın içeriye girdi. Kendime bir şey yapma ihtimalime karşı banyo kilidini bile sökmüştü ama kapıyı çalsa elbette eli kırılmazdı.

 

"Yuh ama ya, özel alanıma saygı duy bari!"

 

Bana sinirli bir bakış atarak üzerime gelince, bir anda ne yapacağımı şaşırdım. Tam önümde durup iki eliyle belimden kavrayarak beni yukarıya kaldırdı ve dolabın üzerine oturttu. Şimdi aynı boya gelmiştik. Bakışlarım istemsizce yarı çıplak vücudunda gezinmeye başlayınca, bir anda farkederek silkindim ve başka tarafa bakmaya çalıştım.

 

Üst dolaplardan birinden aldığı ilk yardım çantasını yanıma bıraktı ve kolumdaki sargıyı açarken, bir anda göz göze geldik. Bakışlarını ilk kaçıran ben oldum. Yarama baktı, temizledi, yeniden sardı ve ben en ufak bir tepki vermedim. Canım yanmadı mı? Yandı. Yaram dışımda ve daha çok taze ancak, içimdekiler gibi ölümsüz değil.

 

Sargı işlemi bittikten sonra ellerini iki yanımdan oturmuş olduğum zemine yaslayıp yüzüme doğru eğildiğinde, istemsizce gözlerine baktım.

 

"Hırçın kız çocuğu," dedi, "onu gözlerinde görebiliyorum."

 

Dudağımın kenarıyla alayla güldüm ona. "Fazla bakma, zira o kurak topraklar seni içine çekip gömebilir."

 

"Anlaşılan, sen benim ormanlarımda kaybolmaktan hiç korkmuyorsun," dedi ve biraz daha yaklaştı dudaklarımız. "Ben de korkmuyorum," diye devam etti, "çünkü bazı kimseler uğruna ölünecek kadar güzel yaratılmıştır."

 

Yavaşça yutkundum.

"Diyorsun..."

 

"Diyorum," diye onayladı beni ve dudaklarıma indi bakışları, sanki susamış gibi yutkunduktan sonra gözlerime baktı ve yavaş yavaş dudaklarıma yaklaşmaya başladı. Bacaklarımın arasına koyduğum ellerim birbirine kenetlendi, avuçlarımın terlediğini hissediyordum. Kalbimin her an göğüs kafesimi yırtıp dışarıya fırlayacakmış gibi çırpınması hiç adil değildi. Kirpiklerim iç içe geçti. Parfüm kokusu hemen yanımdaydı, ciğerlerime çektiğim bir nefeste o kokuyu içime doldurup hapsettim. Göz kapaklarım, zihnimin ne istediğini umursamıyormuş gibi ağır ağır kapanırken, son gördüğüm dudaklarıma doğru yaklaşan dolgun dudaklarıydı...

 

 

 

Loading...
0%