Yeni Üyelik
20.
Bölüm

20. Bölüm.

@hadizade

 

Oy verip yorum yazan eller dolarla dolsun💲💚🤎

 

 

Instagram&twitter: 1hadizade

 

 

 

Lana Del Rey, We were born to die

 

 

💲

 

 

Bu bir öfke bile değildi, tamamen bıkmışlık, tükenmişlik, yer yer de çaresizliğin sonucunda gelen pes edişti. Ben aslında onun gözlerinin önünde direnmekten vazgeçtim. O da buna şahit oldu, yanımda, yakınımda, lakin, hiç anlamadı beni. Sanki kendi isteğimle bir şeyler yapıyor gibi görünüyordum. Oysaki, benim zorunluluklarım vardı. Sadece bir yere kadar kafamın estiği gibi yaşayabilirdim.

 

 

Geçip gitmek istedim, mümkün olmadı ve hiç de şaşırtıcı değildi. Onun tutuşuyla vücudum âdeta yay gibi gerilerek az önce olduğu yere geri döndü ve biz iki kobra gibi burun buruna geldik. "Senin cezan sadece ben isteyince bitebilir," dedi, "öyle istediğin bir ânda filan değil. Kafanın estiği bir ân gidip teslim olduktan sonra benim bunu kabullenip susacağımı nasıl düşünürsün?"

 

 

Onun sakın ve gayet temkinle söyledikleri beynimde kendine has bir yer edindikten hemen sonra, aynı ton ve aynı ifadeyle ona hak ettiği cevabı verecektim ki, ameliyathanenin kapıları aralandı ve biz çıkan doktora aynı anda yaklaştık. Merve'nin durumunun iyi olduğunu, fakat bebeğini kaybettiğini söylediğinde, yıkımlar süren bakışlarımız birbirini buldu ve uzunca öylece kaldık.

 

 

Benim yüzümden daha kaç kişi zarar görecek? Diye düşünürken gözlerim çoktan bugulanmıştı. Gözlerimi kaçırdım, ondan uzaklaşıp duvarın yanında yere çöktüm. Masum bir bebek değil, bu kadarı da fazla. Böyle değil. Bu kaçıncı? Sayamadım.

 

 

Koridorda, ikimizin arasında ölüm sessizliği sürüyordu. Sabaha kadar o koridorda bekledik, Merve müşahede odasına alındı, onu bir süre camdan izledikten sonra kendine gelince, yanına girmek için izin verildi. Önce ben girmek istedim, Akın sorun etmeyip bekleyeceğini söyledi. Merve'yi tenbihlemem gerekiyordu.

 

 

Odaya girdiğimde boş boş camı izliyordu. Camın ötesinde duran Akın, ona öyle bir bakıyordu ki, sanki bakışlarla öldürmek mümkün olsa, bunu ilk Merve'nin üzerinde denerdi.

 

 

Geçip yanına oturdum. Gözleri kan çanağı gibiydi ancak ağlamıyordu. Akın baktığı için mimik ve dokunuşlarımı yumuşak tutmaya çalışarak, elini avucumun içine aldım. Bakışlarını ağır ağır gözlerime çevirdi.

 

 

"Sana iyi misin demeye gelmedim," ses tonum, söylediklerim kabaydı ancak yüzümdeki ifade buna tamamen zıttı, "bebeğini kaybettin, olabilir, umurumda bile değil." Yalan söylüyorum. "O bebek kimdendi, neden Ulvi'nin çocuğu olmayacak ve en önemlisi, senin Boris ile ne işin vardı? İşte tüm bu sorularıma bir cevap alırım diye burdayım."

 

 

"Tüp bebekti," diye itiraf etti önce, Boris'ten olmamasına sevinmedim diyemem, zaten ondan olsa kendi elleriyle öldürmezdi, yani sanırım.

 

 

"Zaten Ulvi kısır, bunu bana doktor söyledi ve ben Ulvi'ye söylemesini istemedim. Ben onu, kendini kötü hissetmesine katlanamayacak kadar çok sevdim."

 

 

Ona doğru biraz daha eğildim ve gözlerimi daha da büyük açtım. "Merve... Peki Akın'a söylediklerin, onun bana anlattıkları? Onları günahtan saymıyor musun? Yoksa Akın'a âşık olman, Ulvi'ye de âşık olmana engel olmuyor mu?"

 

 

"Akın'a âşık filan değilim! O konu yıllar önce kapandı zaten. Ben Ulvi ile evlendiğimde, Akın ile arkadaş olduklarını bile bilmiyordum ki... Bilseydim vazgeçer miydim Ulvi'den.... Bilmiyorum, geçmezdim sanırım. O çok iyi bir adam. Sevgisi güzel, nefreti korkutucu."

 

 

Dönüp Akın'a baktı.

 

"Ama Akın... Onun sevgisi bile korkutucu, ben ona nasıl âşık olmuşum... Gençlik işte, hatta ergenlik. Büyük bir yanlıştan döndüm," bakışları yeniden gözlerimi buldu, "umarım sen de bir an önce bu yanlıştan dönersin."

 

 

"Merveciğim, güzel kardeşim, sana mı soracağım? Sen ne biliyorsun da böyle konuşuyorsun? İnsanlar ne de meraklı tavsiyeler vermeye. Bizim Akın ile olan ilişkimiz farklı, duygusallığa yer yok, keyiften değil ve elbet bitecek."

 

 

Dönüp ben de Akın'a baktım. Şüpheyle kıstığı orman yeşili gözleri üzerimdeydi. Dudaklarımı okumaması için ona arkamı dönüp, "Peki Boris ile ne işin vardı?" diye sordum.

 

 

"Akın'la aramda geçenleri öğrenmiş, beni tehdit ediyordu. Sürekli, sürekli karşıma çıkıyordu. O evi de o aldı, zaten Ulvi'den gizli hiç bir şey alamıyordum. Meğerse evraklarda sanki evi Akın bana almış gibi göstermiş, ev sahibini de ikna etmiş. Ara sıra o eve çağırıyordu, gitmek zorundaydım. "

 

 

O anlattıkça sinir hücrelerim şişiyor, sabrım kırmızı bir çizgi hâlinde yukarıya doğru tırmanıyordu. "Sana bir şey yaptı mı o evde? Dokundu mu? Bana anlatabilirsin, korkma doğruyu söyle."

 

 

Öylece yüzüme baktı, yaşlı gözlerini bir süre kırpıştırdı ve bir gerçeği yüzüme çarptı.

 

"Niye korkmayayım? Orada olduğun hâlde beni, bebeğimi koruyabildin mi Nalân? Beni de öldürecek, ona boyun eğmek zorundaydım. Başka çarem yoktu!"

 

 

"Boyun eğdin de n'oldu, ha? Garantisi var mıydı başaracağının? Bak, başaramadın ve o seni ilk fırsatta kesip attı... Gerçek manâda hem de. Unutma ki, onunla iş birliği içinde olan herkes elbet zarar görür. Bu kadarıyla kurtulduğuna şükret derim."

 

 

Bir şey söylemedi, sadece yutkundu. Söylediklerimin tamamen gerçek olduğunu o da biliyordu. Ben çoktan düştüm o pençelere, o da düşsün istemedim.

 

 

"Akın'a beni arayıp yardım istediğini söyledim, ben orada yoktum. Polise de aynı şeyi söyledim, ifadeni almak için geldiklerinde, hiçbir şey hatırlamadığını söyleyeceksin. Tabii daha fazla zarar görmek istemiyorsan," dedim gülümseyerek.

 

 

"Tamam," dedi ıkına sıkıla, içindeki öfkeyi görebiliyorum, elbette onu tutuklatmak isteyecekti ancak her şey bu kadar kolay olmazdı. Sadece hatırlatmak istedim.

 

 

Ayağa kalkıp onun elini yavaşça bıraktım. Dönüp baktığımda, Akın orada yoktu. Kapı açıldı ve o içeriye girip Merve'ye doğru yaklaştı. Bense onu gelirken kapıya doğru ilerledim. Ortada birbirimize baktık. O bakışları "bir şeyler döndüğünü biliyorum" der gibiydi ancak henüz bilmiyordu.

 

 

Kapıdan çıkmadan evvel, "Ulvi'yi aradım, geliyor," dediğini duyup rahatladım. Ulvi, en azından Merve'yi yalnız bırakmaz, Boris'in yolunda harcanmasına izin vermezdi.

 

 

Ulvi'yi eskiden beri tanırım, her zaman gözü kara bir adamdı. Hiç bir şeyden ve hiç kimseden çekinmezdi. Onunki sadece saygıdan ve sevgiden ötürü geri atılmış adımlar olmasına rağmen, insanlar bazen onu korkak olarak adlandırırdı. Öyle değildi.

 

 

Merve'yi, uğruna canını bile verecek kadar seviyordu. Bu durumda, gerçekleri tamamen öğrenmediği sürece ihanete uğradığını düşünmeye devam edecek ve Merve'yi koruyup kollayacağını hiç sanmıyorum. Umarım Merve anlatır, Ulvi'nin beni şaşmamak uğruna Boris'e göz yumacağına adım gibi eminim.

 

 

Koridorda yürürken bana doğru yaklaşan iki parlak ayakkabı gördüm. Adımlarım git gide yavaşlarken, bakışlarım o kişinin ayaklarından usulca gözlerine kadar tırmandı. O simsiyah, karanlık gözleri gördüğümde, içinde gördüğüm nefreti hiç yadırgamadım, haklıydı.

 

 

Ben durdum ama o durmadı. Koluyla boynumu sıkıca tutarak beni duvara yapıştırdığında, koridordaki bir kadın bizi görüp çığlık atarak yardım istedi. Ben tam hâmle yapıp onun elinden kurtulacak ken, Akın uçak gibi ikimizin arasına girince ve serbest kalınca, öksürerek olduğum yerde çöktüm.

 

 

İterek Mermet Akcan'ı benden uzaklaştırdı, şimdi ikimizin ortasında duruyordu.

 

 

"N'apıyorsun?" dedi kızgın bir sesle, "Burası yeri mi sence? Ayrıca bana verdiğin sözü ne çabuk unuttun?"

 

 

"Şunun yüzüne baktıkça deliriyorum, bu orospu benim karımı öldürdü, sen de sakin kalmamı bekliyorsun. Şimdi senin ondan ne farkın var?!" diye gürledi Mehmet Akcan.

 

 

"İki dakika benimle dışarıya gelir misin? Hastanedeyiz ve böyle yaparsan kovulacağız. İnsanları rahatsız etmeye hakkımız yok. Hadi." diyerek onun kolunu tutup zorla götürdü. Bir anlık arkasına dönüp bana baktı ve hemen ardından koridorda gözden kayboldular.

 

 

Burada Akın'ın sabrını taktir ettim, sanırım ben aynı sabrı ve anlayışı gösteremezdim.

 

 

Koridorda oturup onun geri dönmesini bekledim. Çok geçmeden yalnız geri döndü ve bana yaklaştı. Ayağa kalktım. Tam önümde dikilip, nefes nefese bir hâlde, "Biz gidelim, Ulvi buraya geliyor." dedi.

 

 

"Olmaz!" Diye karşı çıktığımda, bana anlamadım der gibi baktı. "Yani, Ulvi önce bi' gelsin, sonra gideriz. Acelem yok, ben beklerim."

 

 

Her sözüm yalan Akın, Boris'in gelip ona zarar vermesinden korkuyorum. Kolaylıkla yapar bunu, biliyorum.

 

 

"Nalan, Mikail burada duracak." diyerek koridorun diğer ucundan gelen Mikail'i işaret etti. "Onu merak etme, Mikail ona göz kulak olur. Bizim Paris seyahati bu kadardı, sabah erkenden İstanbul'a döneceğiz... Ve şimdi otele dönüyorum, sen de benimle dönüyorsun tabii."

 

 

Mikail yanımıza ulaşınca, "Ona çok dikkat et, bebeğini kaybetti, kendine zarar vermek isteye de bilir. Sakın onu yalnız bırakma." diye sıraladım söyleyeceklerimi acele ile.

 

 

Akın elimi tutarak beni götürmek zorunda kaldı, çünkü bıraksa durup konuşmaya devam edecektim. Yalnız asansöre girdiğimizde elimi bıraktı.

 

 

"Anlamıyorsun, ne vardı yani Ulvi gelene kadar yanında kalsak? Gencecik bir kadın bebeğini kaybetmiş."

 

 

"O kadın masum değil ve şimdi yaptıklarının bedelini ödüyor." dedi fazlasıyla soğuk bir tavırla.

 

 

"Olabilir! Dünyanın en kötü insanı bile olabilir ama o bir anne ve bebeğini kaybetti. Bu kadar acımasız olamazsın, buna inanmak istemiyorum."

 

 

Yüzünü bir robot gibi bana çevirdi. Arkada bağladığı elleri ve bu soğuk yeşil bakışları, dediğimin ne kadar hafif kaldığını açıklamaya yetiyordu.

 

 

"Olabilirsin," diyip önüme döndüm, "anlıyorum, çok ceset gördün, çok kişiyi öldürmek zorunda kaldın. "

 

 

"Kişi mi? Benim öldürdüğüm bedenler can taşımıyordu, onlara can taşıyor olamazdı. Ben onları öldürürken bir insan öldürdüm diye düşünmedim pişman olmadım kendimi kötü hissetmedim hiç. Sadece zevk aldım."

 

 

Asansörün kapıları açılırken o iri parmaklar yeniden elime gitti ve sıkıca tutarak beni de peşinden sürükledi.

 

 

Ordan otele geldik, bu gece bu oteldeki son gecemiz olacaktı.

 

 

Bir battaniye alıp yine koltuğa yattım. Akın belinde havluyla ve ıslak siyah saçlarıyla banyodan çıkıp salondan geçerken başını önüne eğmişti ve nefes nefese kalmış gibi, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. O dümdüz geçip yatak odasına geçerken, ben arkasından bakarak boynumu kırmak pahasına yamulmuştum. Vay anasını, avradını sayın seyirciler. Derken, koltuktan küt diye devrilip yere yapıştım.

 

 

Bir de geri dönüp, "N'oldu?" demesin mi? Dedi vallahi!

 

 

Hızlıca doğrulup tekrar koltuğa attım kendimi ve ona baktım, "Bir şey yok, hadi git sen!" diye tersledim.

 

 

Aman Allah'ım neler yaratıyorsun sen kurban olduğum, kalemle mi çizdin?

 

 

"İyi," deyip umursamaz bir bakış attıktan sonra arkasını dönünce, "Eh maşallah," diye iç geçirdim.

 

 

Durup omzunun üzerinden bana bakınca, gözlerimi belerttim. "Sen biraz önce bana eh maşallah mı dedin? Yoksa ben mi yanlış duydum?"

 

 

Baş parmağımı göstererek sırıttım.

 

"Kesinlikle ikinci seçenek, e tabii yaşlandın kulaklar da ağır işitiyor."

 

 

Yeşil gözlerini kıstı ve dilini ağzının içinde gezdirirken, yanaklarının içini ısırdı. Tüm bunların toplamında görüntüsü tehlikeli şeyler düşünüyor izlenimi yaratıyordu. Büyük adımlarla bana doğru yaklaşmaya başladığında, resmen nutkum tutuldu. Açık renk teninden süzülen damlaları süzdüm, sert göğsünü ve düz karnını. Bu görüntü kesinlikle nefes kesiciydi. Tam karşıma dikildiğinde, sırtımı koltuğa yasladım ancak çok geçmeden enseme dolanan parmaklarıyla beni öne doğru çekince, yüzüm karnının altına doğru yaklaştı. Bir anlık nefesimi tuttum ve başımı kaldırıp şaşkın gözlerle gözlerine baktım.

 

 

"Aa Akın, n'apıyorsun?"

 

 

"Henüz yaşlanmadım, öyle olduğumu düşünüyorsan bunu sana ıspatlayabilirim." dedi, gözlerinden tehlikeli ışıklar saçılırken.

 

 

Lanet olsun ki istiyorum ama olmaz. Sen beni üzersin, ben seni üzerim, biz bizi üzeriz.

 

 

Akın Nalan'a olmaz.

 

 

"Şaka!" dedim yalandan sırıtarak, "Sen de hiç şakadan anlamıyorsun! Yaşlı filan değilsin, gençsin hatta ergenliğe yeni girdin. Şu hareketlerinden belli."

 

 

Dudak ucuyla gülerek başını iki yana sallayıp, "Sen iflah olmazsın," dedi ve beni bırakıp arkasını döndü. O yanımdan uzaklaşırken, ben arsızca havlunun altından belli olan kaslı yuvarlak kalçalarına baktım. Güzelmiş.

 

 

Çok geçmeden silkinip kendime geldim. "Ne oluyor sana kızım? Saçmalama!" diyip, kendime küçük bir tokat attım. "Kendine gel, yapamazsın, onu istemeye hakkın yok. Kim olduğunu unutma, amacını unutma sakın!"

 

 

Unutmak kolay değildi, hele affetmek, üstelik benim gibi hafızası güçlü biri için...

 

💲

 

 

 

"Sevmiyorum onu!" diye bağırıyordu, nefesi yüzümü bir ejderhanın püskürttüğü kor alev gibi yakıyordu. Omuzlarıma yapışan elleriyle cansız bedenimi parçalamak ister gibi sarsıyor, yüzüme sayısız tükürük savuruyordu. "Sevmiyorum duydun mu beni? Hiç de sevmedim! Seni de doğurmak istemedim!" Ancak bu haykırışlar ona yetmedi ve kinini tek bir cümleyle kusarken, zihnime acı bir gerçeği kazıdı. "Sen bi' tecavüz bebeğisin, Nalan." dedi gözlerimin içine bakarak ve ben, o son darbeyle yıkıldım.

 

 

Beni bıraktığında tutunduğum o güçlü dalın kırıldığını hissettim, uçurum beni kollarına alıp aşağıya çekti ve ben son hız yerin dibine çakıldım. Zaten o dal, her rüzgârda kıpırdıyor, kırılabileceğini, düşebileceğimi hatırlatıyordu bana. Önünde sonunda bunun olacağını biliyordum ama o küçük aklım, tüm bu gerçekleri duymaya hazır değildi. Fakat, kabul etmek zorundaydı.

 

 

Sen bir tecavüz bebeğisin, Nalan.

 

 

Bir cümle ile, bir insanın çocukluğunu, mutluluğunu, heveslerini, umutlarını, inançlarını alıp yok edebilirsiniz.

 

 

Ve ben farkında olmadan, bir hata daha yaptım. Geri dönüşü olmayan bir hata.

 

 

Akşam babam geldiğinde, annem odasındaydı. Gerçi saatlerdir oradan çıkmamıştı ve ben, onu merak etsem bile odalarına girme cesaretini kendimde bulamamıştım. İlk defa acıma duygusunu tam o an hissettim. Ben ilk defa anneme acıdım.

 

 

Kapının orada paltosunu ve şapkasını çıkaran babam, halının üzerinde oturduğumu farkedince, kaşları çatıldı.

 

 

"Nalan, neden yerde oturuyorsun kızım?" diyerek salona girip yanıma yaklaştı ve önümde eğilip, koltukaltlarımdan tutarak beni ayağa kaldırdı. Hemen kollarımı onun beline sardım. Belki de duyduklarımın doğru olduğuna inanmak istemiyordum. Babamın kötü biri olduğunu kabul etmek istemiyordum.

 

 

O, önümde diz çökerek yanaklarımı avucuna aldı ve ben, onun büyük kahverengi gözlerine baktım.

 

"Baba," dedim, içli bir sesle. İçim gidiyordu da, diyemiyordum. "Tecavüz kötü bir şey mi?"

 

 

Biraz duraksadı önce, yüzündeki rengin gittiğini, çehresinin beyazladığını gördüm. Çok zor bir soru sormuş olmalıydım.

 

 

Yutkundu ve, "Neden böyle bir soru sordun ki kızım?" diye sordu.

 

 

"Annem bana, sen bir tecavüz bebeğisin, dedi. Tecavüz ne demek baba?"

 

 

"Bak Nalan, normalde insanlar birbirini görüp, sevdikten sonra evlenirler ama annenle ben, birbirimizi görmeden, sevmeden, ailelerimiz öyle uygun gördüğü için evlendik."

 

 

"Yani annemi sevmiyor musun?"

 

 

"Seviyorum, hem de çok." Derin bir iç çekti, "Ama o beni sevmiyor... Demem o ki, annen beni sevmediği için, sana sevgisiz doğan bebek demek istedi." Kocaman gülümseyince, içim ısındı yine. O, beni hiç üzmemişti.

 

 

"Ben anneni de, seni de canımdan bile çok seviyorum. Aksini düşünme, Nalan..."

 

 

O cümleler gece içimi rahatlattı, oysa ben çok daha kötü bir şeyler anlamıştım. Yanlış anlamışım. Aynı gece uykudan uyandım. Bahçeden sesler geliyordu. Annemler bahçede bir şeyler ekerken kürek sesleri duyardım, bu sesler tıpkı ona benziyordu. Ancak ilk defa gece duyuyordum. Yataktan indiğimde evin buz gibi soğuk olduğunu farkettim, salona geçtiğimde annemlerin odasının kapısının açık kaldığını görüp oraya doğru ilerledim. Acaba içeriye baksa mıydım?

 

 

Baktım da, ancak oda boştu. Karanlıktan korkardım, ancak annemler dışarıdaysa, pek tabi ben de çıkabilirdim. Dış kapıyı açmadan önce botlarımı giydim, dışarıya attığım ilk adımda gök gürleyince irkilip içeri kaçtım. Az sonra yağmur damlaları kurak toprakları ıslatmaya başladı. Gökyüzünde şimşekler çakınca, "Allah baba bize kızıyor, bu yüzden şimşek çakıyor." derdi annem. Yine birileri onu kızdırmış olmalıydı.

 

 

Yağmurda ıslanmamak için, evin çatısının altından çıkmadan, kenardan kenardan yürüyüp, köşeye gelince durup evin yan tarafına - sesin geldiği yöne - baktım. Evet, babam oradaydı. Kazmayı kaldırıp sertçe toprağa vuruyordu. Babacığım ilk defa bu kadar korkutucu görünüyordu. Kazdığı çukurun içinden çıkmadan, yan tarafta duran beyaz büyük bir torbayı kendine doğru çekti. Bir hayli ağırdı sanki, çekerken zorlanıyordu ama çekmeyi başardı ve o torbayı çukura attıktan sonra aşağıya eğildi. Onu bir süre göremedim.

 

 

Gökyüzü yine gürledi, bulutlar durmadan ağlıyordu. Kollarımı vücuduma sarıp, kendimi ısıtmaya çalıştım.

 

 

Babam çukurdan çıktı ve küreği eline alıp, bir süre çukurun içine baktı. Küreği toprak yığınına sapladı ve ayağıyla bastırdıktan sonra aldığı yığınla toprağı çukurun içine atmaya başladı. Bunu defalarca kez yaparken onu seyrediyordum, her anım onu seyretmekle geçse sıkılmazdım. Çukuru doldurdu ve kürekle üzerini düzleştirdi. Gece kadar siyah kıyafetleriyle beraber sırılsıklam olmuştu. Siyah kazağının kollarını dirseklerinin üstüne kadar sıvamıştı ve elleri, tıpkı pantolonunun etekleri gibi çamur içinde idi.

 

 

Küreği ve kazmayı yerine bıraktığı sırada eve döneceğini anladım. Bu yüzden hızlıca arkamı dönüp, parmak uçlarında attığım adımlarla eve geri döndüm. Kapıyı sessizce kapadıktan sonra botlarımı çıkardım ve koşarak odama gittim. Kendimi yatağa atar atmaz yorganı kafama kadar çektim, vücudum tir tir titriyordu. Sıcakla buluşan bedenim yerini yadırgadı önce, sonra yavaşça gevşemeye başladı.

 

 

Babam oraya ne gömdü acaba, düşüncesi sardı zihnimi. Peki ya annem neredeydi?

 

 

Sırtım, göğsüm, bacaklarım, kollarım, kulaklarım, boynum, her yerim soğuktan titriyordu. Sahi, kaç dakika öylece durmuştum orada? Bilmiyordum.

 

 

Birkaç dakika sonra odamın kapısı açıldı, kafam hâlâ yorganın altındaydı ama bu adım ritmi bana tanıdıktı. Ben, o kadar dikkatliydim ki, görmesem bile odama kimin girip çıktığını hissediyordum; adım sesleri ve de solukları onları ele veriyordu. Bu gelen babamdı.

 

 

Yorganı kafamdan usulca çekince, beni yakaladı sandım. Belki kirpiklerimin titreyişini görecekti, sakin olmalıydım. Niye bilmem ama bu gece beni hep uyudu sansın istedim. O hâlini, orada ne yaptığını gördüğümü bilmesin istedim.

 

 

Buz kesmiş parmaklarını saçlarımda gezdirmeye başladığında istemsizce titredim. Teni bir ölünün teni gibi ruhsuz ve soğuktu. Öyle ki, teninin soğukluğu önce saçlarıma, sonra kafa derime işlemişti. Öylece bir süre saçlarımı okşadı ve ben, ne kadar uyanık kalmak istesem de, bu nahif dokunuşların beni rüyalar alemine göndermesi çok uzun sürmedi.

 

 

Gözlerimi açtığımda, nakış işlemeli beyaz tavanla bakıştım. Birkaç saniye kulaklarımda yaranan o uğultu, gerçeklik algımı yeniden kazandığım an çekip gitti. Doğrulup oturdum ve kollarımı koltuğun tepesine serdikten sonra dizlerimin üzerine yükselip, camdan dışarıya baktım. Saat kaçtı bilemem ancak hava çok güzeldi ve Güneş her zamanki yerini almış, kendi ışığıyla parlaması yetmezmiş gibi, koca bir dünyanın yarısını da aydınlatıyordu. Güneş dururken, onun ışığıyla parlayan Ay'ı seviyoruz. Çünkü Ay'ı sevmek de, ona bakmak da kolay. Güneş, herkesin bakamayacağı bir ışığa ve de güzelliğe sahip. Acı veriyor, yakıyor ama o, bize hayat veriyor.

 

 

"Neden bu kadar erken kalktın?" diye sordu tanıdık bir ses. İrkilerek hemen arkamı döndüğümde, garip bir manzarayla karşılaştım. Akın Yiğit Akcan, karşı koltukta uzanmıştı; başının altında bir yastıkla, siyah bir tişörtle hiç üşümüyormuş gibi üstü açık ve koltuğa sığmadığı için, ayakları koltuğun dışına taşmış şekilde. Elindeki tuğla gibi kalın kitabın okuduğu kısmı katlamış, çattığı kaşlarının altındaki kıstığı gözleriyle dikkatle okuyordu.

 

 

Sabah mamurluğuyla esneyerek gözlerimi ovaladım ve koltuğa oturup ayaklarımı yere bastım. "Sen burada mı uyudun?"

 

 

"Pek uyudum sayılmaz."

 

 

"Neden ki?"

 

 

"Sayıklıyordun."

 

 

Sertçe yutkundum. Korktum biraz, acaba ne sayıkladım? Umarım eline koz olacak bir şeyler söylememişimdir!

 

 

"Ne diyordum? Ayrıca sen neden burada uyudun ki, içeride koskocaman yatak dururken?"

 

 

"Bundan sonra alışsan iyi olur çünkü sen nereye, ben de oraya."

 

 

Hah! Sevmediğin ot burnunun dibinde biter diye boşuna dememişler!

 

 

"Ne sayıkladım?"

 

 

"Pek anlamadım. Sanırım kâbus görüyordun," dedi ve bir sayfa daha çevirdi okuduğu kitapta.

 

 

"Sabah sabah kitap mı okuyorsun gerçekten?"

 

 

"Sabah uyanınca okursan beynini çalıştırıp ayılırsın."

 

 

"Ben uyumadan önce okumayı tercih ediyorum, yani sen gelip beni yanına almadan önce öyle yapıyordum. Uykuya dalmakta zorluk çekiyorum ve kitap okuyunca uykum geliyor."

 

 

Dudağının kenarının aşağıya doğru hafif kayışı ile gülümsediğini gördüm ancak bakışları hâlâ daha satırlarda hızlıca geziniyordu. Bir sayfa daha çevirdiğinde okuma hızına hayret ettim.

 

 

"Sen gerçekten okuyor musun? Bu kadar hızlı okuman imkânsız çünkü, ayıp resimli kitap aldın da resimlerine mi bakıyorsun?"

 

 

"Gözlerimle okuyorum, dilimle değil."

 

 

"Nasıl yani?"

 

 

"Hızlı okuma tekniği."

 

 

Heyecanla dikleştim.

 

"Gerçekten bunu biliyor musun? Aslında bunu çok öğrenmek istemiştim fakat hiç yapamadım. Bana da öğretir misin?"

 

 

"Yapman gereken şey, kelimeleri içinden tekrar etmeden, bakışlarını dikkatli ve hızlı şekilde satırların üzerinde gezdirmek. Beynin o kelimeleri tanıyor ve algılıyor zaten. Aynı kelimeleri binlerce kez tekrar etmene gerek yoktur."

 

 

Dudaklarımı hayretle kıvırdım.

 

"Vay canına... Bunu kullanacağım... Bugün kaçta uçuyoruz?"

 

 

"İki saat sonra hava alanına gideceğiz. Ona göre hazırlan."

 

 

"Aha... Tamam."

 

 

Üzerime giyecek bir şeyler baktım. Kahverengi, ince askılı tiril tiril bir elbisem vardı, günlük kullandığım. Elbiseyi sol kolumun üzerine serdikten sonra kalan eşyalarımı da alıp, koltuğun arkasından geçerek banyoya giderken, "Giyinmek istiyorsan çıkabilirim." dedi Akın. Fakat ona, gerek olmadığını söyleyip banyoya girdim. Sol kolumdaki yarayı koruyarak hızlıca bir duş alıp dişlerimi fırçaladım ve giyindikten sonra kurutup taradığım saçlarımı tepede dağınık bir topuz yaptım. Yüzümün çok soluk göründüğünü düşünüyordum, özellikle uykusuzluğun tenime işlediği mor lekeler beni oldukça rahatsız ediyordu. Sadece göz altlarıma kapatıcı sürüp, yüzümün geri kalan kısmına da nemlendirici sürdüm. Evet, berbat görünüyordum ve bu yaptıklarım tamamen bir teselliden ibaretti. Aynada kendime bakarken ne kadar da süzüldüğümü farkettim. Göbeğim ve kalçalarım erimişti resmen. Yine de çok zayıf sayılmazdım, lâkin bu gidişle olacağım gibi geliyordu.

 

 

Banyodan çıktığımda, Akın'ın omzunda havlu ile banyodan çıkmamı beklerken telefonuna baktığını gördüm. Adam benden çok duş alıyordu. Başımı önüme eğip kucağımdaki eşyaları yerleştirip, toplanmak için bavulumun oraya gittim. Akın, o sırada banyoya girip kapıyı kapadı ve az sonra su sesi gelmeye başladı. Telefonuma titreşimle bir bildirim düşünce, gözlerim aranmaya başladı. Kafam o kadar doluydu ki, telefona bakmaya bile vakit ya da heves bulamıyordum kendimde.

 

 

Telefonu dolabın üzerinde bulup elime aldım. Bildirimleri görünce şaşkınlıktan gözlerim kocaman açıldı.

 

 

15 Yeni mesaj.

 

 

27 cevapsız arama.

 

 

Gönderen: Layla

 

 

"Siz tatile mi gittiniz? Geldim buraya, kapıdaki şerefsiz beni içeriye almadı."

 

 

"Nalaaaaaaaannnnnnnn."

 

 

"Nerdesiniz diyorum? Arıyorum açmıyorsun, bu kaçıncı arayışım!"

 

 

"Valla delireceğim artık, bak şu mesajlara."

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Layla

 

 

"Paris'teyiz, birazdan yola çıkıyoruz. Endişelenecek bir şey yok. Telefon sessizde kalmış sadece."

 

 

Gönderen: Nissan

 

 

"Enişteyle Paris sefası oh yeahh."

 

 

"Miko söyledi, erken balayına çıkmışsınız."

 

 

"Sen bal, o ayı. Yiyin birbirinizi."

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Nissan

 

 

"Senin arkadaş gibi başına taş düşsün e mi? Sanki bilmiyorsun birbirimizi ne manâda yediğimizi (!)

 

 

Ekranı kapatıp boşluğa bir süre daldım. Ne yaşıyorum ben ya? Eski hayatımı özledim. Yani kızlarla olan hayatımı. Eskiden ne güzel beraber eğlenirdik, haftasonları buluşur bir şeyler yapardık. Dördümüz de farklı kişiliklere sahipiz ama o kadar iyi anlaşıyorduk ki... Herkes birbirini eğrisiyle, doğrusuyla kabul etmişti. Yargılamıyorduk. Sadece yaşıyorduk işte...

 

 

İşte ben o günleri özledim. Eşek gibi çalışıp, prensesler gibi yaşama arzusuyla sabahın kör buçuğunda işe gitmeyi bile özledim. Canım sıkılıyor. Bir kere alışmışım çalışmaya, boş durunca deliriyorum. Gerçi buna boş durmak denir mi bilmiyorum, başıma gelmeyen kalmadı.

 

💲

 

 

Paris sefamız kısa fakat çetrefilli sürdü. Uçak kalkmadan önce telefonumla internette gezinirken, bir haberin afişindeki fotoğraf bana tanıdık bir sahneyi anımsattı.

 

 

Dün gece Akın Yiğit Akcan ve sevgilisi Nalan Arga, Eyfel kulesinde romantik bir yemek yerken kameralarımıza yakalandılar. Akın Yiğit Akcan, sevgilisi ile bir akşam yemeği için üç yüz bin dolar ödeyerek restoranı kapattırdı. Çiftin 13 Eylül tarihinde nişanlanacağı söyleniyor...

 

 

"Bu ne?!" diye bağırdım bir an, sesim kontrolümün dışında kalarak bayağı yüksek çıkmıştı. Akın, hemen öne doğru eğilip telefonu elimden aldığında, bakması için bekledim.

 

 

Habere baktı ama yüzünde hiçbir değişiklik olmadı. Telefonu bana uzatıp sırtını koltuğa yasladığında, ona şüphe dolu baktım. "Bu nasıl olur? Bizim oraya gideceğimizi nereden biliyorlardı?"

 

 

"Bilmelerine gerek yok, biri haber değeri olan bu fotoğrafı onlara satmış da olabilir." dedi umursamaz bir ifadeyle.

 

 

"Öyle mi?! O zaman 13 Eylül'de nişanlanacağımızı nereden biliyorlar?"

 

 

Yine istifini bozmadan yanıtladı.

 

"Magazinciler her şeyi bilir, bundan sonra olacakları da bilecekler. Buna kendini alıştırsan iyi olur, en azından daha fazla şaşırmamak için."

 

 

"Sanırım bundan hiç şikâyetçi değilsin," dedim kinayeli bir ifadeyle.

 

 

Hâlâ rahat ve oldukça sakin görünüyordu. "Sanırım bu rahatsız olmamı gerektirecek bir durum değil."

 

 

"Peki," dedim. "Sen öyle diyorsan..."

 

 

Uçak kalkmadan önce telefonumu uçak mooduna aldım. Yolculuk boyunca onunla karşılıklı oturmak istemedim. Bu yüzden uçak havalandıktan sonra yerimi değiştim. Camdan dışarıya bakıyor, bulutları seyrediyordum. Çok garip bir histi, bulutları yarıp geçmek. Sanki cennetteymişiz gibi; küçükken hayal ettiğim, fakat artık öyle hayal etmeyi bıraktığım cennet...

 

 

Gerçi biz ikimiz de cennete gidecek kadar masum değiliz.

 

 

Ne bu dünyada bir olalım, ne de başka bir dünyada.

 

💲

 

 

Eve girdiğim an gözlerim Hayri'yi aramaya başladı ve evet, salonda bir koltukta kıvrılıp oturmuştu. Sanırım ben olmadığım için kendini dünyaya kapatmıştı. Sırt ve bilgisayar çantalarımı kapı önünde bırakıp, koşar adımlarla salona girdim. "Hayriii, oğlum!" diye girdiğim an, doğrulup hiddetli bir sesle miyavlamaya başladı. "Oyy bebeğim, ben de seni özledim!" Hemen eğilip kucağıma aldım ve kafasını öpüp, kahverengi, küllü karışık renkli tüylerini okşamaya başladım. Öpmelere doyamadığım tek canlıydı... Henüz...

 

 

"Aaa Nalan," diye bir şaşkınlık nidası savurdu, tanıdığım birisi. İnce, kızıl kaşları havalanmış, yeşil gözleri beni görünce parlamıştı. Bu kız Duru idi. Hemen bana sarılmak istedi ancak Hayri aramızda kalıp tost olmasın diye onu yere bıraktım. Bıraktığım an gövdesini ayaklarıma sürterek yüksek mırıltı sesleri çıkarmaya başladı... Duru bana sıkıca sarılıp sırtımı sıvazladı, geri çekilip yüzündeki kaygı dolu ifadeyle, "İyisin değil mi?" diye sordu ve hemen ardından kolumdaki sargıya baktı. "Ah, inanamıyorum... Seni oraya hiç götürmemeliydim, benim hatam."

 

 

"Neden senin hatan olsun ki? Ulvi beni kaçırmadı, ben bile isteye onunla gittim. Zaten onun suçu değil, bunu yapan kişinin öldürmek istediği kişi Ulvi idi zaten. Ben araya girince kurşun da tesadüf eseri benim kolumu sıyırdı."

 

 

Ne uzun bir açıklamaydı öyle. Acaba o beni hâlâ yengesi mi sanıyor yoksa gerçekleri öğrendi mi?

 

 

"Akın abinin bir bildiği varmış ki, evden korumasız çıkmamızı istemiyormuş. Sen ne kadar kabul etmesen de bence tüm bunlar benim suçum. Sonuçta evden çıkmasan bunlar olmayacaktı."

 

 

"Ama Ulvi ölebilirdi," dedim ve derin düşüncelere dalıp, farkında olmadan o geceye, o ana gittim. "Her şeyin bir sebebi vardır Duru, sen beni çıkmaya zorlamasaydın, ben Ulvi ile oradan ayrılmasaydım, birlikte eve gitmeseydik, belki o kurşun Ulvi'nin kalbini parçalayacaktı... Bu sefer onun kalbi gerçek anlamda parçalanacaktı..."

 

 

"Bir dakika," dediğinde, düşüncelerden sıyrılıp ona baktım, "Siz eve mi gittiniz? Nasıl yani? Başbaşa hem de?"

 

 

"Evet."

 

 

İnkâr edemezdim, gitmiştik. Lâkin onun derinliğini bilmediği bir konudan sebep gitmiştim.

 

 

Duru hemen etrafı kontrol edip, yeniden bana döndü. "Nasıl yani? Aranızda bir şey mi var? Akın abi biliyor mu? Hah! Yoksa, bunu sana o mu yaptı?" diyerek kolumu gösterdiğinde, dehşete düşmüş gibiydi.

 

 

"Yok öyle bir şey, ne bu yarayı Akın yaptı, ne de Ulvi ile aramızda bir şey var. Ulvi ile ben sadece arkadaşça konuştuk, bize yemeğe geldiklerinde tanışmıştık, sonra da onlara yemek yemeğe gittiğimizde sohbet etme fırsatımız olmuştu. Onun dışında pek konuşmuşluğumuz yok."

 

 

"Ee o zamam eve niye gittiniz?"

 

 

"O davet etti, yalnız olduğunu, kendini iyi hissetmediğini filan söyledi. Ben de yüksek sesli müzikten hoşlanmıyorum zaten. Öyle işte."

 

 

"Abim biliyor mu? Yani eve gittiğinizi filan."

 

 

"Of Duru, biliyor tabii ki. Yanlış bir şey mi yaptık ki saklayalım? Daha yeni geldim, amma soru sordun sen de. Ben odama çıkıyorum."

 

 

Aman nasıl kaçtım belli değil!

 

 

Hayri'yi de alıp salondan kaçarcasına çıktım. Kapı önünde bıraktığım çantalarımı da aldıktan sonra apar topar yukarıya çıktım. Odama girip kapıyı kapatınca, şöyle bir odaya baktım ve derin bir nefes aldım. İçerisi havalandırılmış, yerler silinmiş, toz alınmış, camlar silinmişti. Arka tarafa bakan cam duvara beyaz tüllü bir perde salınmıştı. Uçlarındaki dantel gibi işlemeler bir hayli zarif duruyordu. Rüzgâr vurdukça perde şişiyor ve az sonra geri iniyordu. Odaya bahar çiçekleri kokan bir sprey sıkılmış gibiydi, yatağımın yanındaki komodinin üzerinde duran vazoda karışık çiçeklerin suya koyulduğunu gördüğümde, o kokunun nereden geldiğini anladım...

 

 

Çantalarımı yere, Hayri'yi yatağa bıraktıktan sonra oturup çantamdan bilgisayarımı ve de telefonumu çıkardım. Tahmin ettiğim gibi bizim kızlar telefonumu mesaj yağmuruna tutmuştu yine.

 

 

Gönderen: Layla

 

 

"Biliyorum, sana yazdıktan sonra Nisan geldi söyledi."

 

 

"Kızlarla hep beraber buluşalım diyoruz, sen yoksun. O gece ne yaptığımı hatırlamıyorum ama sanırım sana kötü bir şeyler söylemiştim. Sabah eve gelip seni bulamayınca deliye döndüm."

 

 

"Bunları şimdi sana söylüyorum çünkü daha önce fırsatım olmadı, biliyorsun bir sürü şey oldu."

 

 

"Aklım çıktı biliyor musun? Beni bırakıp gittin sandım!"

 

 

"Gerçi birnevi öyle yaptın sayılır ama her neyse. Tek dileğim mutlu olman, nerede yaşamak istiyorsan orada kal."

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Layla

 

 

"Sana küs değilim, sana hiç küsmedim. Hepinizi çok seviyorum. Ben burada olmaktan mutluyum, iyiyim beni merak etme."

 

 

"Yalnız senden bir ricam var, lütfen Kübra'ya göz kulak ol, tamam mı? Artık ona elim yetmiyor. Lütfen, okul dışındaki zamanlarında onu sık sık ziyaret et."

 

 

Gönderen: Kübra'm

 

 

"Seni çok özledim. Paris'ten gelirken bana hediye almayı unutma sakın.♡"

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Kübra'm

 

 

"Gezecek çok zamanım olmadı ama yol üzerinde bir mağazadan sana bir tişört aldım. Umarım beğenirsin."

 

 

Diğer mesaj kutusuna girdim.

 

 

Gönderen: Nissan

 

 

"Bilmez miyim hiiiç??? Enişteye selam söyle, sana iyi davranmazsa, eniştelikten tekrar it herif pozisyonuna terfi ettireceğim."

 

 

"Bu arada Mikail orada mı?"

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Nissan

 

 

"Sen Mikail'i unut kızım, adam gay çıktı."

 

 

1 Yeni mesaj:

 

 

Gönderen: Nissan

 

 

"Neeee..."

 

 

"Yalan söyleme, yalan söyleme..."

 

 

"Hayallerim yıkıldı şu an."

 

 

"Bir dakika ya, bu adam gaysa benimle niye flörtleşti o zaman?"

 

 

Sırıttım.

 

 

Gönderen: Ben

 

Alıcı: Nissan

 

 

"Biseksueldir belki, olamaz mı? Sonuçta erkek bir kuman olacak yani, hoş mu sence?"

 

 

1 Yeni mesaj:

 

 

Gönderen: Nissan

 

 

"Kızım o biseks olabilir ama ben değilim. Kabul edemem, bir erkekle öpüştüğünü düşünmek bile... Ay düşündüm tü Allah belanı vermesin."

 

 

Daha çok sırıtarak telefonu kapatıp komodinin üzerine bıraktım ve sırtımı yatağa serdim. Hayri karnıma uzanınca, sırtını okşamaya başladım. Onun mırıltıları günün tüm yorgunluğunu alıyordu. Birnevi alışveriş ilişkisi vardı aramızda, ben köpekler gibi çalışıp ona pahalı mama alıyordum, o da günün yorgunluğunu atmamı sağlıyordu.

 

 

"Ah, Hayri... Aklımı kurcalayan o kadar soru var ki... Belki de bu yüzden uyuyamıyorum... Öncelikle, o gece ben de şirketteyken bu para nasıl çalındı ve benim parmak izlerim oralara nasıl bulaştı. Bu imkânsız gibi bir şey. Bu işin içinde bir iş olduğunu zaten biliyorum ama kim yaptı? İşte bunu merak ediyorum... Sonra Sara olayı, sence de ufak bir darbeyle beyin kanaması geçirip ölmesi normal mi? Ola da bilir ancak olmayabilir de. Emin değilim ama ben dozajı ayarlamıştım, sadece bayılmasına yetecek bir darbeydi, ölmesine değil... Akın'ı polise ihbar edecektim, onun parmaklıklar ardına girmesini çok isterdim ancak şu an durum çok karışık. Eğer onu polise ihbar edersem, Sara'yı benim öldürdüğümü söyleyebilir. Üstelik bu nefsi müdafaa da değil, bu işten yırtamam. Bu yüzden en azından kuyruğumu kurtarana dek Akın'ın huyuna gitmeliyim... Bir yanda artık yüzüne bakamayacağım teyzem ve kuzenim, diğer yanda Akın'a kinlendiği için bana zarar vermek isteyip te veremeyen Ulvi Sabancı, ha bir de karısının katili olduğumu düşünen Mehmet Akcan var... Galiba nefes alan tüm canlılarla bir problemim var ha, ne dersin?"

 

 

Bok batağına düşmüş gibiyim.

 

 

Çırpındıkça daha çok dibe battığımı bir ben mi görebiliyorum? Hayat benim için durmuş gibi. Karısını öldürdüğüm adamla, annesini öldürdüğüm çocukla ve parasını çaldığımı düşünen adamla aynı evde yaşıyorum. Kısacası hayatım boka sarıyor. Her şey gittikçe daha da kötüye gidiyor. Toparlayamıyorum.

 

💲

 

 

Saçlarımda dolanan güçlü bir el vardı, bu his bana çok tanıdık ve bir o kadar da uzak kalmıştı. Gece veya sabah, sıcak bir rüzgâr perdeleri havalandırarak içeriye doluyor, uzun kahküllerimi uçuşturuyordu. Yastığa sarılıp yüz üstü yatmıştım ve ayak ucumda uyuyan Hayri'nin hoş mırıltılarını duyuyordum. Kirpiklerimi yavaşça araladım, dışarıdan sızan Ay ışığı odayı doldurmuştu. Yatağın diğer tarafında biri vardı ve saçlarımı okşuyordu.

 

 

"Baba?" diye mırıldanarak kafamı yastıktan kaldırdım ve yüzümü yatağın diğer tarafına çevirdim. O, beni uyandırmış olmanın verdiği heyecanla elini hemen geriye çekti. Kirpiklerimi defalarca kez kırparak, onun yüzünün netleşmesini bekledim.

 

 

Sonra gecenin karanlığında parlayan orman yeşili gözlerini gördüm ve bir anda hoş bir rüyadan ayıldım.

 

"Akın?" doğrulup oturdum, o ise dirseğini yastığa yaslayarak uzanmış, omzunu ve başını yatak başlığına yaslamıştı. Daha bu şoku atlatamamışken, uzattığı bacağının yanında metalik bir parıltı gördüm. "Silah mı o?" Dehşete düşmüş gibi baktım yüzüne, dizlerimin üzerinde geriye doğru sürünüp yataktan indim. Elbisemin eteği yavaşça süzülerek aşağıya indi. Kalbim hızlandıkça hızlandı, göğüs kafesim artık ona dar geliyor gibi hırçın çırpınışlarıyla kendini ele veriyordu.

 

 

Yerinde doğrulup oturdu ve silahı alıp beline yerleştirdi. "Evet," derken çok normal bir durummuş gibi soğuk kanlıydı.

 

 

"Akın, ne işin var yatağımda?! O silah ne? Öldürecek miydin beni, ha? Öldürecek miydin?"

 

 

"Hani ölmekten korkmuyordun?"

 

 

Başımı iki yana salladım.

 

"Korktuğum şey ölüm değil, ben anlaşılmadan önce ölmekten korkuyorum."

 

 

Haksız yere. Kimsesizce.

 

 

Güldüğünü duydum, kısacık bir gülüştü ve sonrasında yataktan çıkıp karşıma dikildi. "Merak etme, silah seni vurmak için değil, korumak için."

 

 

"Kimden koruyorsun beni? Kendinden mi?"

 

 

"Kendimden korumaya gerek yok, çünkü ben sana zarar vermem."

 

 

"Verdin ve vermeye de devam ediyorsun! Bana ne yaptığını görmüyor musun?"

 

 

"N'apıyorum?" diyerek bana yaklaştığında, inatla geriye gittim.

 

 

"Uzak dur benden!"

 

 

Daha doğru dürüst ayılamamıştım bile, acaba o bir rüya mıydı? Uyanabilir miydim?

 

 

Sırtım cam duvara yaslanınca durmak zorunda kaldım.

 

 

Karşıma geçti yine, aramızda çok kısa bir mesafe kalmıştı. "Söylesene, n'apıyorum?" diye sordu.

 

 

Ellerimi göğsüne koyarak onu ittim, ancak parmakları bileklerimi sarınca, kafesine kapanmış bir kuş gibi çırpınıp sustum. Bedenlerimiz, dudaklarımız birbirine yaklaştı ve o, bir anda dudaklarımı öpünce, bileklerimi onun ellerinden kurtarıp, göğsünden bu defa daha sert ittim. Dudaklarımız birbirinden ayrıldığında, tokadı hızla yüzüne savurdum.

 

 

Gözleri kapandı.

 

 

Simsiyah kirpiklerini usulca aralayıp, yemyeşil gözleriyle bana baktı.

 

 

Elime ve onun yüzüne baktım. Tüm parmaklarımın izi yanağında çıkmıştı. Havada kalan elim bükülerek yumruk olup aşağıya indi.

 

 

"Ah, Nalân." dedi öfke dolu bir sesle. Bu defa eli enseme sarıldı ve dudaklarını yeniden dudaklarıma bastırdı. Bu defa ellerim onun ellerine geçti, parmaklarım ise parmaklarına kenetlenince, ellerimi cama yasladı.

 

 

Öpücükleri en nahif hâlinden, en kaba hâline doğru hızla tırmanırken, hâlimden hiç şikâyetçi değildim. Beni öptüğü için değil, onu öpmek istediğim için öptüm. Benim her zerrem ona karşılık veriyordu, ben her zerremle ona kapılıyordum.

 

 

Elleri ellerimi bırakıp belime indi, dudakları dudaklarımı hırpalıyor, canımı acıtıyordu ancak tek acıtan o değildi. İki eli birden belime gitti ve belimi sıkıca kavrayıp, ayaklarımı yerden kesti. Dudaklarımız birbirinden ayrıldı, tutku dolan gözler birbirini buldu. Beni aşağıya bıraktığında, çıplak ayaklarım onun asker botlarının üzerine kondu. Büyük adımlarla yatağa doğru ilerlediği sırada, bacaklarım onun bacaklarına göre hareketleniyor, gözlerine baktıkça ve az sonra olacakları tahmin ettiğim için mideme kramplar gidiyordu...

 

 

Loading...
0%