Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. Bölüm.

@hadizade

💲

 

Bu itirafım onun yüzündeki tüm öfke kırıntılarını dağıttı.

 

"Sence bundan daha önemli bir sorunumuz yok mu şuan?" diyip, onu kendimden hafifçe iterek uzaklaştırmayı başardım. Korkusuz bakışlarım gözlerindeyken, bu defa rol değişmiş gibiydik. "Sara yaşıyordu, sen bunu biliyordun ve bir aydır bana söylemedin! Akın, ben seni affedemiyorum ki! Birini telafi edip, hemen ardından ikinci yarayı açıyorsun!"

 

"Söyleyemezdim," başını hızla iki yana sallayarak. Nasıl bu kadar normal bir şeymiş gibi davranabiliyordu?

 

"Ne demek söyleyemezdim?"

 

"Öyle gerekiyordu."

 

"Ya senin abin delirdi! Küçücük yeğenin annesiz kaldı ve günlerce azap çekti! Ya ben? Ben vicdan azabından öldüm, öldüm dirildim ama kendimi düşünmüyorum. Beni boşver de, sen öz abine, yeğenine de mi acımadın?"

 

Sesim ormanın içinde yankılanıyordu, ama sanki o duymuyordu, öyle bir tepkisizlikle duruyordu ki önümde, deli olmamak elde değildi.

 

"Sana diyorum! Hiç mi acımadın? Böyle bir şeyi nasıl saklarsın ya? Cenaze oldu! Kimi gömdün sen?"

 

Yine o ruh gibi hâline büründü; konuşmaz, kıpırdamaz, tepki vermez ve sadece kaşlarını çatarak öldürecekmiş gibi bakar hâline.

 

Yanıma yaklaşıp kolumu tuttu ve ona ayak uydurup uydurmamam zerre kadar umrunda olmadan beni ön yolcu koltuğunun kapısına kadar getirdi. Kapıyı açıp oturmam için beklerken, son bir kez acımasızlığın yerleştiği yüzüne baktım. Sadece hayıflanarak başımı iki yana salladıktan sonra geçip araca yerleştim. Kendini bana bir şey açıklamak zorunda hissetmiyordu ama aynı zamanda da, benim ona her şeyin hesabını vermem gerekiyor gibi davranıyordu.

 

Bir anı, başka bir anını tutmuyordu.

 

Yanlış yolda ve farkında.

 

💲

 

Eve girdiğimizde ilk baktığım yer salon oldu. Çünkü Sara koltukta oturmuştu ve Mehmet sinirden dört dönüyordu. Bizi görünce durdu, özellikle de beni. Oraya gitmek istemiyordum ama Akın'ın göğsünü, omzumun arkasında hissedince, kafamı yavaşça yana çevirip ona baktım.

 

"İlerle Nalân, yüzleşmekten korkma."

 

Vücudumu da beynim gibi devamlı sarsılıyor, yıkılacağım günü sabırsızlıkle bekliyordu. Sadece o değil, diğer iki kişi de öyle.

 

Akın, elini belime koydu ve ben onlara yaklaşana kadar, bu baskılı eşlik etme tantanası devam etti. Birkaç saniye sonra Sara'nın yanında oturuyordum. Siyah uzun saçlarını önüne salmış, alttan bakışlarını bir Akın'a, bir de Mehmet'e çeviriyordu. Akın benim yanıma oturdu ve her şey normalmiş gibi yayılarak, bacak bacak üstüne attı. Şimdi sağımda Akın, solumda Sara ve önümde Mehmet'i görüyordum. Üçgen tamamlandı.

 

"Siz üçünüz," dedi Mehmet, yanlışı vardı, beni de işin içine katıyordu lakin ben de en az onun kadar habersizdim. "Nasıl ya?" derken, yüzünde ve sesindeki o şaşkınlıkla harmanlanan hayal kırıklığı, bana bir yerden tanıdık geldi.

 

"Bir dakika! Bir dakika!" diyerek ayağa kalktım ve kenara geçip, hepsini görebileceğim bir yerde durdum. Mehmet'e baktım ve histerikçe gülümsedim. "Ben sizin bu iğrenç oyununuzun içinde değilim! Ne malum senin de bu pis oyunun içinde olmadığın? Bana mı oynuyorsunuz siz? Sabrediyorum diye aptal sandınız sanırım..."

 

Akın'a baktım, gayet sakince bana bakıyordu. Sara oldukça gerilmişti ve Mehmet, hiçbir şey anlamıyormuş gibi boş boş bakıyordu.

 

"Ben bir aydır burada vicdan azabından ölüyorum, şu kadını öldürdüm diye. Keşke öldürseydim de, şu vicdan azabı boşa gitmeseydi. Şöyle bir bakıyorum da, yaşamayı hak etmiyormuş zaten!"

 

Sara bir anda ayağa kalktı ve hızlı adımlarla bana doğru geldi. Onun ayağında topuklu vardı ve benden biraz uzundu. Üstten bakışlarını üzerime dikti ve ince siyah kaşlarını kaldırarak, "Sözlerine dikkat et!" dedi, âdeta tıslar gibi.

 

Gülümseyerek dudaklarımı yaladım ve ben de ona biraz yaklaştım. "Yapma ya? Dikkat etmezsem ne olurmuş?"

 

Bir anda salona giren Mikail, "Kadın kavgası! En sevdiğim!" diyince, omzumun üzerinden ona küfür etkisi yaratan bir bakış attım. Ceketinin önünü ilikleyip, "Yani şey, hanımefendiler dalaşıyor, bize de geride durup izlemek düşer. Siz devam, devam..." dedi elini boşlukta sallayarak.

 

Bir anda Sara'nın parmaklarını çenemde hissettim. Hem de öyle böyle değil, tüm gücüyle sıkıyordu. Arkada bağlı ellerimi çözdüm ve sadece sakince gözlerinin içine baktım. Sabrımın sınırlarını zorluyorlardı.

 

"Bana bak! O gün yaptığın şey cezasız kalacak sanma! Benimle böyle konuşamazsın, yılan gibi ezerim kafanı!"

 

"O elini çek," dedim sakin kalmaya çalışarak. "İnsan gibi konuşuyoruz, tepemi attırma benim."

 

Ona dokunmak istemiyordum, çünkü en son dokunduğumda olan şeyler malum.

 

"Sen bana emir veremezsin!" diye tısladı yüzüme, tükürür gibi. "Sen bu eve niye getirildiğini unuttun galiba? Hırsızsın bari arsız arsız konuşma!"

 

Her şeyi anlarım da, işlemediğim bir suçun damgasını yemek ağır geliyor.

 

Göz ucuyla Akın'a baktım ve benden günah gitti, der gibi bir bakış attım. Gayet sakin şekilde, kollarını göğsünde bağlamış, olan biteni izliyordu. Gözlerimi tekrar Sara'nın gözlerine çevirdim ve ellerimi yukarıya kaldırıp, iki bileğini de tuttum. Sadece bileklerini kıvırarak, önümde acıyla diz çöküşünü izledim.

 

Mehmet'in, "Bırak lan karımı!" diye bağırarak üzerime saldırması, bundan sadece bir saniye sonra gerçekleşti. Sara'nın bileklerini bırakmadan, sol ayağımı yana doğru savurdum ve tekmem Mehmet'in midesine değince, geriye doğru yalpalayarak cam sehpanın üzerine yığılıverdi.

 

Sehpa, Mehmet'in ağırlığına dayanamayıp unufak olurken, bakışlarım hemen önümde diz çökmüş halde bekleyen Sara'ya ve koltuğun arka tarafında, elinde bir kova dolusu patlamış mısırla bizi seyreden Mikail'e kaydı. "Sikseler ayırmam, devam, devam." dedi ve bir avuç mısırı daha ağzına attı.

 

Mehmet kendini toparlayıp ayağa kalkarken, Akın gülümseyerek bana bakıyordu. Niye bilmem bu yaptıklarım ona zevk veriyordu, yani öyle bir ifadeyle gülümsüyordu. Kılını bile kıpırdatmaya niyeti yoktu.

 

"Görüyorsun," dedim, parlayan orman yeşili gözlerine bakarken, "ben kimseye boşu boşuna bir şey yapmam. Sadece kendimi koruyorum. Başka bir niyetim yok!"

 

Mehmet kendini toparlayıp tekrar üzerime geldiğinde, Sara'nın bileklerini bıraktım ve bir adım gerileyip eğilerek, yüzüme doğru savurduğu yumruktan kaçındım. Eğilmişken sağ bacağını tuttum ve tüm gücümle kendime çekerek kaldırdıktan sonra göğsünden ittim ve yine yere serildi. İçimdeki tüm kini, nefreti böylece onların üzerine dökmek, beni biraz olsun rahatlattı.

 

Sara, yerde bileklerini ovarak oturmuştu. Mehmet ise, kalkmaya yeltenmiyor, düştüğü yerde hızlıca soluyarak tavana bakıyordu. Sanırım pes etmişti. Bense sadece kendimi savunmuştum.

 

En son Akın'a baktım ama bunu yaparken, diğerlerini de kontrol ediyordum. Düşmanıma sırtımı dönmek bana göre değildi, zira sırtımdan vurmaya hazır bekleyen aşağılık düşmanlarım vardı.

 

"Hoşuna mı gidiyor bu görüntü?" dedim nefes nefese, "Neye gülüyorsun sen? Bu abin, bu da yengen değil mi?" dedim, onları işaret ederek. "Nasıl pişkin birisin, hayret ediyorum!"

 

Güldü dediysem, sadece gözleriyle.

 

Bir anda ayağa kalkıp yanıma yaklaştı ve elimi tutup, beni çekiştirerek salondan çıkardı. Ona ayak uydurmak için, o adım atmadan iki adım atıyordum. Bir de merdivenleri ikişer ikişer tırmanmaya başlayınca, artık koşmam gerektiğini anladım. Üçüncü kata çıktık ve benim odamın önüne geldik. Buraya kadar ona tek bir kelime bile söylememiştim. Kapıyı açıp içeriye girdi, ben de peşinden. Kapımı kapattıktan sonra elimi bıraktı. Ancak elinin bir sonraki adresi belim oldu. Belimden kavrayarak sırtımı yatağa doğru çevirdiğinde, içim müthiş bir heyecanla doldu.

 

Heyecan ve korku.

 

Birkaç adımda yatağa ulaştık ve ben yatağın üzerine düşerken, o da benimle geldi. Ancak dizi ve eli sayesinde, kontrollü düştük. Sol elimi sağ eliyle tuttu ve elimi başımın üzerine getirip, sıkıca yatağa bastırdı. Gözlerime bakarken alev saçan gözleri, kor nefesi ve kokusu aklımı başımdan alıyordu. İçimde kendime bile ifade etmekten korktuğum duygularım, onu her gördüğümde bilinçsizce tetikleniyordu.

 

Soluk soluğaydım. Aşağıya olanlar için ya da buraya koşarak geldiğim için değil, sadece onunla bu pozisyonda olduğumuz için.

 

Dudaklarımızın arasında küçük bir mesafe bıraktı ama zorlanıyor gibiydi. Seslice yutkundu ve dolgun dudakları tekrar aralandı. Bakışları dudaklarıma düştü ve zorlanıyormuş gibi bir ifadeyle gözlerini kapattı.

 

"Tenine benden başkası dokunamaz," dedi, fısıltısı bile beni yakıp yıkıp küle çevirmeye yetti. "Çünkü senden başkasının tenine değmedi tenim, bilmedim kimsenin kokusunu. Sınama beni Nalân, sana hissettiklerimle sınama beni."

 

Sağ elimi ensesine sardım ve onu kendime bastırarak, dudaklarını dudaklarımla kapadım. Hemen karşılık verdi. Alt dudağımı öyle müthiş bir maharetle emerek bıraktı ki, zevkten onun gibi benim gözlerim de kapandı. Ensemdeki elimi de aldı ve onu da başımın üzerine getirip, sertçe yatağa bastırdı. Nefeslerimiz, dudaklarımız, hatta dillerimiz birbirine karıştı. Ağzımın içine ittiği dilini emerek bıraktığımda, boğuk bir iniltisini duydum. Üst dudağını dişlerimin arasına aldım ve hafifçe dişleyip bıraktım. Dudaklarımı öpüyor, emiyor, dudaklarıyla beni âdeta hırpalıyordu. Dudağımın hemen üstünde bir yer acıyordu. Başımı yataktan kaldırmış, onu öpmek uğruna kendimi kaybetmiştim.

 

Son bir küçük öpücüğün ardından geri çekilip parlayan gözlerle gözlerime baktı. Tüm öfkesi, siniri bedenini terk etmiş gibi görünüyordu. O acımasız adam gitmiş, yerine gülebilen, güzel bakabilen bir adam gelmişti.

 

Yeniden yüzüme eğildi, ama bu defa dudaklarını burun ucuma bastırdı. Kirpiklerimi sıkça kırparak ona bakıyordum, o da sanki beni ilk defa görmüş gibi inceler bakışlarını yüzümde döndürüp duruyordu. Dudaklarının bir sonraki adresi alnımın ortası oldu ve benim gözlerim istemsizce kapandı.

 

Bir anda beni bırakıp üzerimden kalktığında, serbest kalmış gibi değil de, boşluğa düşmüş gibi hissettim. Niye bilmem ama doğrulup oturunca ona, "Gidiyor musun?" diye sordum. Kapıdan çıkmadan hemen önce durup bana yine o ruhsuz gözleriyle baktı ve bir şey söylemeden çıkıp gitti. Bense ardında bıraktığı bir enkaz gibi çöküp kaldım.

 

Arada kalmış gibisin, ne geliyor aklına? Ne geliyor da bana aşkla baktığın zaman kendini suçlu hissediyorsun?

 

"Kahretsin," diyerek eğilip parmaklarımı saçlarımın arasına geçirdim. "Benimle istediği gibi oynayamazsın, buna dayanamıyorum Hayır, buna hakkın yok..."

 

Elimi gelişi güzel savurdum ve komodinin üzerindeki saat, bardak kapıya doğru savruldu. Kırılma seslerini duyunca gözlerimi kapatıp, kırık parçaları umursamadan, sırtımı yatağa serdim. Yan dönüp anne karnındaki cenin pozisyonunu aldım ve yine kendi kendime sarıldım.

 

Derin bir nefes verdim.

"Senin niyetin sevmek ya da sevilmek değil. Sen kaybetmek de, kazanmak da mübah olan bu oyunda, sahip olduğunu düşündüğün piyonunu kaybetmekten korktun. Hepsi bu kadar..."

 

💲

 

O berbat günden sonra tam iki gündür odamdan hiç çıkmadım. Sadece aynı kattaki lavabo ve duşu kullandım. Evdeki hiç kimsenin yüzünü görmeye tahammül edemeyeceğimi bildiğim için, en doğru olanın bu olduğuna kanaat getirmiştim. Ara sıra Nur'un sesini duyuyordum. Annesi ve babasını sevmesem de, onun adına mutluydum. Çünkü anne ve babası onu seviyorlardı, yanındalardı.

 

Elimdeki kitabı sehpanın üzerine bıraktım. Bu, geldiğimden beri bitirdiğim yedinci kitaptı. Bugün tam bir ay, bir hafta oldu. Suçsuzluğum hâlâ kanıtlanmış değil, Akın bana inanmıyor ve buradan çıkmam yasak. Benim için altın bir kafes yaptı, içerisindeki her şey istediğim gibi ama anahtar onda.

 

Bizim kızlarla arada telefonda konuşuyorum ama elbette rahat konuşamıyoruz. Telefon ve bilgisayarımın hacklendiğinden şüphelendiğim için, onları da uyardım. Bu yüzden konuşma ve mesajmaları üstün körü ve kısa tutuyoruz.

 

Vücudumun kaskatı kesildiğini hissediyordum. Uzun süre hareketsiz kalmak hem vücudu, hem de zihni çökertiyordu. Kahverengi bol eşofman altımı giyip, belindeki ipi sıkıca bağladım. Üzerine de siyah bir yarım atlet ile siyah tişört giydikten sonra saçlarımı tepede topladım. Arka bahçeden çıkıp etrafa baktım. Kimse yoktu. Ormanın içine doğru koşmaya başladım. Belki de Akın, benim hiç spor yapmamış biri olduğumu düşünüyordu. Hakkımda gerçekte hiçbir şey bilmediği gibi, bunu da bilmesine gerek yoktu. Belli ki, taekwondo şampiyonluklarımdan, madalyalarımdan habersizdi. Görünce ne der bana? Madem böyle şeylerin vardı, niye söylemedin köpek?

 

Ben her şeyi kendim için yaptım, insanlar görsün diye değil. Bir "aferin" duymaya ihtiyacım yok. O sözü duymak için can attığım zamanları hatırlıyorum da, ne kadar masum ve muhtaçtım eskiden.

 

Nefes nefese bir ağacın gövdesine yaslandım. Etrafa bakındım ama gördüğüm şey, kesinlikle ağaçlar değildi... İçerisinde kıyametler kopan ama benim mutlu bir yuva sandığım evimizdeydim. Benim sorunum da bu, ben o evden hiç çıkamadım. Babam o gece annemi değil, beni de oraya gömdü. Bir daha hiç çıkamadım.

 

Nefes alan bir ölüyüm.

Hiçbir gürültü, içimdeki feryadı bastıramaz.

 

Sırtımı ağaçtan ayırdım ve koşmaya devam ettim. Ancak bu defa ki koşmam spor için değildi. Farkında olmadan kaçarcasına koşuyordum; belki şuan ki günümden, belki de dünümden. Kaçıyordum işte...

 

Ayağım bir ağacın köklerine takıldı ve ben takla atarak yere yığıldım. Ellerimin altındaki toprağı avuçladım ve yanağımı yerden hiç kaldırmadım. Belki suç mahallindeki beyaz tebeşirle çizilmiş cesedin izleriydim. Belki de hiç olmamam gereken bir yerdeydim.

 

Vücudumun yarısı toprağın içindeydi. Beklesem burada, yavaş yavaş gömülür müydüm?

 

Atlatmıştım. Gerçekten her şeyin acısını atlatmış, alışmıştım. Sabah dokuz, akşam beş bir işim vardı. Aileden daha öte arkadaşlarım, kuzenim, beni seven bir teyzem, evcil hayvanım vardı. Başka hayatlara bakınca, benim güzel bir hayatım vardı. Ta ki, o hayatıma girene kadar.

 

Geldi. Yıllardır inşa ettiğim her şeyi bir anda kül etti.

 

Bana kötü olan her şeyi hatırlattı.

Durdu, anlattı. Dinledim ben de.

Ama bir kez olsun beni dinlemedi.

Kendi yüküm yetmezmiş gibi, onun da yükünü sırtıma aldım. Taşırım sandım, çamura battım.

 

Elbet bir gün sıra bana gelecek.

O gün geldiğinde, hiç düşünmeyeceğim.

Seni mahvetmek için, bir an bile düşünmeyeceğim.

 

💲

 

Yakınlarda bir yerlerde köpek havlamaları, adım sesleri duyuyordum. Sesler önce çok boğuktu, ama zaman geçtikçe daha net duymaya başladım. Gözlerimi zar -zor açmaya çalıştım. Yattığım yerin tam ön tarafında bir ışık vardı. Sanırım el feneriydi. Karanlık çoktan çökmüştü, kendi elimi bile göremiyordum. O ışık haricinde hiçbir ışık yoktu.

 

Dudaklarımı aralayıp konuşmak, hatta bağırmak istedim ama yapamadım. Vücudum titriyordu. Yutkunmaya çalıştım, başaramadım. Sanki vücudum yosun tutmuştu, toprağa karışmıştım. Tam da istediğim gibi... Keşke gelmeseniz, keşke çürüyüp gitsem, sebebi olduğum o genç kadın gibi.

 

Toprağa yaslı yanağımda bir sıcaklık vardı. Göz pınarımdan bir damla süzülüp, kurak topraklarıma su verdi. Belki oradan bir bitki can bulup yeşerirdi.

 

Kirpiklerim yeniden iç içe geçti. Vücudum uyuşmuş gibiydi, kalkamıyordum. Tek bir parmağımı bile kıpırdatacak mecalim yoktu. Kaç saattir buradaydım ben?

 

Şuan dünyadan silinsem,

biri fark eder mi yokluğumu?

 

"Burada! Buldum!" Diye bağırdı bir erkek. Sesi şimdi daha yakınımdaydı. Adımları hemen önümde bir yerdeydi. Durdu. İki parmağını boynuma koyup nabzımı yokladı. "Yaşıyor!"

 

Az sonra başka birinin sesini duydum ama onun sesi, iç çeker gibi, ah eder gibiydi. Bana canı yanar gibiydi.

 

"Ah, Nalan... Ne yaptın sen?" Gövdemin üzerini dizlerinin üzerine aldı. Biri feneri yüzüme tutmuştu ve kirpiklerimi aralayamıyordum. Eliyle saçlarımı okşadı, sanki o da saatlerdir soğukta kalmış gibi buz kesen parmakları bana can verdi. Elimi kaldırıp yanağımın üzerindeki elinin üzerine koydum ve, "Yardım et, canım yanıyor," diye fısıldadım.

 

Beni kendine çekip sarıldığını ve başımın üzerini öptüğünü hissettim. "Ah Nalan, ah güzelim," dedi, titreyen sesiyle. İçim gitti ama sustum.

 

Çok geçmeden üzerime bir şey örtüldü ve ben daha çok titremeye başladım. Kucağına aldı. Kollarımı kendime sarmış, dizlerimi iyice kendime çekmiş, başımı onun omzuna yaslamıştım. Boynunun kokusu hemen burnumun dibindeydi, evim gibi kokuyordu.

 

Ama sorun şu ki, benim hiç evim olmadı. Olmayan evim gibi kokuyor. Beni yıkan da bu işte.

 

Sanki asırlardır birlikteydik, tanışıyorduk. Gözlerime bakınca bile beni anladığına, fakat anlamamış gibi yaptığına yemin edebilirim. Sadece işine gelmiyor. Ne kadar yakınsak, bir o kadar uzağız. Öyle olmak zorundayız sanki. Onu bir şey tutuyor sanki, çözemiyorum. Gerçi beni de huzursuz eden bir şeyler var, o da bunları bilmiyor mesela.

 

Bir süre sonra daha sıcak bir yere girdiğimizi hissettim. Öyle şanslı bir insanım ki, Eylül ayında olmamıza rağmen, bugün benim donabilmeme yetecek kadar kötü bir hava vardı.

 

Üst kata çıktığını anladığım an gözlerimi açtım. Siyah kirli sakalları bir hayli uzamıştı. Uyandığımı farketti ve çatılmış kaşları biraz olsun yumuşadı.

 

"İyi misin?"

 

Yutkunmaya çalıştım. Aslında hiç iyi olmamama rağmen, "İyiyim," dedim. Hepimiz hemen hemen her gün bu yalanı söylüyoruz. Şimdiye kadar bir sakıncasını görmedim.

 

"Yalan söylüyorsun," dedi.

 

"Madem söylediğime inanmayacaksın, o zaman neden soru soruyorsun?"

 

"Şu hâlde bile bana laf sokmaktan çekinmiyorsun..."

 

Hayret eder gibi kalem kaşlarını havaya dikti. Burukça gülümseyerek gözlerimi geri kapattım. "Nereye götürüyorsun beni?"

 

"Nereye olacak? Banyoya tabii ki. Ne hâlde olduğundan haberin var mı senin? Gerçi nereden olacak ki..."

 

Yıkanmak istemiyorum ama bunu ona söylesem de bir şeyin değişmeyeceğini biliyorum. Banyoya girip beni ayağa dikti ve banyo dolabına yaslanmamı sağladı. Küveti sıcak suyla doldurup içine duş jeli döktü. Arkasını dönüp bana baktığında, "Tamam, sen çık," dedim.

 

"Olmaz öyle şey, seni şu halde bırakıp gidemem," diye diretti.

 

"O zaman sen git, başkası gelsin. Ne bileyim Duru'yu falan çağır," dedim gözlerim kapalı. "Bul birini işte... Sara gelmesin de, kim gelirse gelsin."

 

"Evde hiç kimse yok, Nalan! Duru yurt dışında, Sara ve Mehmet kendi evlerine gittiler. Annem de yok! Hizmetçiler izinde. Benden başka kimsen yok! Şunu anla artık..."

 

Güçlükle yutkunup kirpiklerimi aralayınca, orman yeşili gözlerine rastladım. Bana ilgiyle ve kaygıyla bakıyorlardı. "Yani, şimdi bu koskoca evde başbaşa mıyız?"

 

Başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Kolumdan tutup hafifçe kendine doğru çekince, ona doğru sendeleyip omuzlarına tutundum. Kendimi sarhoş gibi hissediyordum ama kesinlikle aşk sarhoşu gibi değil!

 

Ellerini tişörtümün eteklerinde hissedince, hemen ellerini tuttum. "Hayır, arkanı dön... Ben yaparım."

 

Belki de o izleri görme istedim.

 

"İyi," dedi bozulmuş gibi. "Çabuk ol." Arkasını dönüp elini beline koydu ve beklemeye başladı.

 

Üzerimdeki kıyafetleri yavaşça çıkarıp yere bıraktım ve köpükle dolu küvete girdim. Sımsıcak suyun içine girdiğim an vücudumun titremesi durdu ve kaslarım gevşemeye başladı. Oturduğum için sadece omuzlarım ve diz kapaklarım gözüküyordu. Dizlerim kıpkırmızı yara olmuştu. Fena düşmüştüm.

 

Akın, küvete girdiğimi farketmiş gibi bana doğru döndü ve yanıma yaklaştı. Üstten bakışlarını diz kapaklarıma dikip, yeşil gözlerini kıstı. "Düştün mü sen? Düşüp mü bayıldın?"

 

Kafamı salladım. "Kötü düştüm. Ama düştüğüm için bayılmadım. Hatta hiç bayılmadım."

 

Kaşlarını çattı ve başını hafif yana eğerek sorgular anlamda baktı. "Bu ne demek? Neden kalkmadın o zaman?"

 

Kollarımı dizlerimin etrafına sarıp, kendi içime kapandım ve onun sorusuna yanıt vermek istemedim. Ancak çok geçmeden tekrar sorduğunda, bir cevap almadan vazgeçmeyeceğini anladım.

 

"Nalan, ben evde yokken biri sana bir şey mi yaptı?"

 

Başımı kaldırıp gözlerine baktım.

"Akın, bana senden başka hiç kimse bir şey yapmadı..."

 

Aralık dudaklarını birbirine bastırdı ve kirpiklerinin usulca kapanıp açılmasıyla beraber kaşları bir anlık kavis hâlini alıp, tekrar eski hâline döndü.

 

"O zaman ne oldu? Anlat bana..."

 

"Sen olsan düşmanına yaralarını gösterir miydin?"

 

Durdu. Sadece baktı ve ben kafasından geçenleri, tek bir mimiğinin bile kıpırdamadığı yüzünden okuyamadım.

 

"Ben senin düşmanın değilim."

 

"Ben çoğu insanın düşmanıyım ama sen hayattaki tek düşmanımsın."

 

Pantolonunun dizlerini hafif yukarı çektikten sonra dizlerini kıvırıp çöktü ve kollarını küvetin kenarında üst üste aşırıp, gözlerime odaklandı. "Nalan, ben hiçbir zaman insanları düşman veya dost bellemedim, onlar dostum ya da düşmanım olmayı, kendileri tercih ettiler. Ben de tercihleri ne olursa olsun, saygı duydum. İstersen dostum olursun, istersen düşmanım. İster yanımda, istersen de karşımda durursun. Yanımda olursan, seni korumak ve mutlu etmek boynumun borcu olsun," dedi ve işaret parmağını havaya kaldırıp, devam etti: "Amaaa... karşımda durursan, yaptığın yanlışların cezasını verince bana kırılma. Çünkü kırılmak sevmekle kardeştir, sevmiyorsan eğer bana kırılma..."

 

Sol elimi sudan çıkarıp, üzerinde kalan köpük parçalarını önemsemeden küvetin kenarına yasladığı kollarının üzerine koydum. Diğer elimi de aynı şekilde kolunun üzerine koyup, ona biraz daha yaklaştım. Deniz kıyısına yanaşıp, onu avlamak için can atan balıkçıya âşık bir siren gibiydim. Öyle görünüyordu ama ben ona âşık değildim.

 

Değil miyim gerçekten?

 

Ona böylesi yaklaşmam, yine aklını bulandırmış gibi bir ifadeyle baktı gözlerime. Ona yaklaşınca, yüzündeki o kötü ifade dağılıyordu, şaşkın bir çocuğa dönüşüyordu. Bu hoşuma gidiyordu işte.

 

"Benden gerçekten ne istiyorsun Akın?" diye sordum ve onun yüzü yeniden eski halini aldı; zâlim bir ifadeye bürünüp, karşımda buzdan bir heykele dönüştü. "Açık konuş," diye devam ettim, "Sen benden gerçekten ne istiyorsun?"

 

"Beni hiç mi sevmedin," dedi, "hiç mi hoşlanmadın?"

 

"Ben sevmeye alışık değilim, ama sevilmemeye alışığım... Peki ya sen Akın, sen seni sevmeyen birini sevmeye alışık mısın?"

 

Bazı insanlar vardır, hislerini pek belli etmezler. O, bazen böyle biri oluyordu işte. Belki bir çok acıyı bir gülümsemenin ardına salıyordu, tıpkı şuan benim yaptığım gibi. Belki gerçekten umrunda olmuyor, hayatına devam ediyordu.

 

"Ne var biliyor musun," dedi, bu defa çok daha kötü bir şeyler söyleyeceğini sezdim, bu söyleyeceği kelimeler üzerime toprak atacaktı.

 

Dudakları aralandı, yemyeşil gözlerini gözlerimden ayırmadan, yüzünde küçümser bir ifade ile konuştu benimle. "Şu saatten sonra ne dersen de, istersen nefretini her ân yüzüme kus, kinini gizleme... Ama tüm bunlar, senden vazgeçeceğim anlamına gelmeyecek." Elini cebine attı ve kendi aramızda taktığımız o söz yüzüğünü çıkarıp, elimi çekiştirerek avucunun içinde tuttu ve alyansı yüzük parmağıma taktı. "Bu yüzük elinden her çıktığında, canını ruhen yakacağım. Şimdi sen karar ver, çıkarmak istiyor musun, istemiyor musun."

 

Ayağa kalktı ve arkasını dönüp kibirli adımları ile banyodan çıktı. Arkasından dona kalmış hâlde gidişini izledim. Ne yazık ki, söylediği şeyin ağırlığını iliklerime kadar işledi, hissettim. Kör bir kuyuya attı beni. Yanımda ipim, ucu elimde ancak ipi çektim ve o da üzerime düştü. Meğerse, o ip beni yeniden aydınlığa kavuşturacak kadar sağlam değilmiş...

 

 

Loading...
0%