Yeni Üyelik
27.
Bölüm

27. Bölüm.

@hadizade

💲

 

Korktuğum şey, Boris'in bana bir şey yapacak olması değildi. Yapamazdı da. Asıl korktuğum şey, buraya gelip kim olduğumu açık etmesiydi. İşte bu, beni tedirgin etmek için yeterli bir sebepti.

 

Telefondaki mesaj açık hâlde, bir o mesaja bakıyorum, bir de pencereden aşağıya. Akın da arka bahçede, telefonda biriyle harıl harıl konuşuyor. O evdeyken çıkamam. Yani yalnız çıkamam. Ne demeliyim? Onu nasıl ikna etmeliyim? Beni korumak için ve en esas da benimle daha fazla vakit geçirmek için yanımda gelmek isteyecektir. Düşün. Düşün Nalân!

 

Düşündüm, bakışlarım saate kaydı, elli beş dakikam kaldığını farkettim. Burdan Boris'in bahsettiği evine gitmem nereden bakılırsa bakılsın minimum kırk dakika alacaktır.

 

Üzerimdeki yüksek bel, dar kot pantolonu ve siyah v yaka tişörtü çıkarmadan, üzerime alacağım siyah seri ceketimi yatağın kenarına koydum. Telefonumdaki mesajı sildikten sonra onu da yatağa attım ve odadan çıkıp hızlıca aşağıya indim. Bu sırada bahce kapısından salona geçen Akın, elinde telefonuyla yanıma yaklaştı ve elini yanağıma koydu. "Benim gitmem gerek, bana ihtiyaç varmış. Gidersem darılmazsın, öyle değil mi?"

 

İşime geldiği için, "Hayır," diyip başımı iki yana salladım, zar zor gülümseyerek ekledim, "akşam vakit geçiririz biz de... Yalnız, az önce Leyla da beni aradı. Gel dedi işte, beraber eğleniriz diye. Oraya gidebilir miyim? Kız kıza."

 

Kısa bir düşündü ve, "Olur, git," dedi, "ama biliyorsun, sen yine de zırhlı araçlardan biriyle ve Mikail ile gidersen çok sevinirim."

 

"Peki, öyle yaparım. Sen çok mu geç geleceksin?"

 

"Kaçta geleceğimi bilmiyorum, geç gelecek olursam haber ederim. Beklemezsin, uyursun. Anlaştık mı?" dedi ama yüzünde, ona anlayış göstermemden memnun olmuş gibi bir ifade vardı, ah bir de sebebini bilseydi!

 

Başımı aşağı yukarı salladım ve birbirimize sarıldık. Başıma ne geleceğini bilmiyordum ben, o sanıyordu ki, sadece kendisi için böyle. Halbuki, benim için de yarınlar garanti değildi. Uyandığım her sabah benim için şükür sebebi idi.

 

Onu kapıya kadar yolcu ettim. Aracını getirdiler ve binip gitti. Körün istediği bir göz...

 

İçeriye girip hemen onun odasına girdim ve ortalığı altüst ettim. Elbette, bir sonraki adımda her şeyi olduğu gibi yerine bırakıp, aramayı sonlandırdım. İlk defa odasındaki büyük bir tablo dikkatimi çekti. Bu tablo yağlı boya ile yapılmıştı ve modeli, destelerce paranın üzerinde kıvrılarak uyumuş, benekli bir yılan idi. Bir süre tabloya öylece baktıktan sonra yüzümü yana çevirdim ve geniş kafesinin içinde dolanan Damn'e baktım. O da bana bakıyor, dilini oynatarak tıslıyordu. Yeniden önüme döndüm ve hızla tabloya yaklaşıp, her yerine dokunarak kontrol ettim. Tam da tahmin ettiğim gibi, bu bir gizli geçidin ön kapısı, anahtarı idi.

 

Tablonun kenarlarını dışarıya doğru çektiğimde değil, içeriye doğru bastırdığımda, kasa açılmış gibi bir ses yükseldi. Sadece aradığım şeyin içeride olmasını umut ediyordum, çünkü aradığım şey para değildi... İçeriye doğru ittiğim tablonun kenarını bastırdım ve içerideki ışıklar anında yandı. Beyaz ve mavi ışıklarla aydınlanan bir oda vardı karşımda. Altı çarpı dört metre genişliğinde. Tavanı yüksek ve içeride, bir de merdiven bulunan bu odanın duvarlarının tamamını, koyu ahşap rengi dolaplar süslüyor. Ve hiçbirinde anahtar yeri yok.

 

Ellerimle duvardan destek alarak bir ayağımı tablonun altında kalan basamağa koydum ve bir çırpıda içeriye atladım. İlk baktığım yer yukarılardı, buraya girdiğime dair bir iz bırakmamalıydım. Büyük, çift kapılı dolabın önüne yaklaştım, altında bir metre uzunluğunda bir çekmece de vardı. Dolabın kapaklarını tutup kendime doğru çekmek istedim ancak son anda durdum ve kenara çekilip, kapağın tekini yavaşça açtım. Tam bu ân içeriden fırlayan bir düzenek ve ucuna tutunan bıçağı gördüğümde, başımı iki yana salladım ve gülümsedim. Ah, Akın, neden bu kadar acımasızsın? Gerçi, haklısın.

 

Eğilip bıçağın altından diğer tarafa geçtikten sonra diğer kapağı da dikkatli açtım ve aynı düzenek orada da açıldı. Demek, işini sağlama almayı seviyorsun.

 

Bir dolap dolusu silah vardı önümde, ileriye doğru adımladım ve bıçaklar, onlar omuzlarımın üzerinden süzülüp geride kaldılar. Bir sürü silah vardı ancak şimdilik sadece taşıyabileceğim ve kısa vadede işimi göreceği için Glock alıp belime yerleştirdim. Amaç, sadece kendimi korumaktı. Onu da, kullanmak zorunda kalmayacağımı umarak aldım.

 

Düzeneklerin kökündeki düğmelere dokunarak kapadım. Dolap kapaklarını da geri kapattıktan sonra bulunduğum odaya son bir kez baktım ve zamanımın olmadığı dank edince, hemen odadan çıkıp, tabloyu eski haline getirdikten sonra Akın'ın odasından ayrıldım. Odama döner dönmez ilk işim Boris'e mesaj çekmek oldu.

 

"Bana biraz daha süre ver, bir saat daha. Geliyorum."

 

Ceketimi alıp odadan çıktım ve hızla aşağıya inerken, diğer yandan da telefonu cebime koyup ceketimi giydim. Evin kapısını açıp bahçeye çıktığımda, Mikail'in Emin ile bahçenin diğer ucunda olduğunu gördüm ve ona el sallayıp, beni farkettiğinde de buraya gelmesini işaret ettim. Başıyla beni onayladıktan sonra hızlıca yanıma geldi.

 

"N'aber yenge?"

 

"İyidir Mikail, senden n'aber?"

 

"İyi benden de, nereye gidiyorsun böyle?"

 

"Akın'a söyledim, Leyla'nın yanına gidiyorum, eski evime yani. Seninle gitmem gerektiğini söyledi, hadi arabayı getir de gidelim."

 

"Nisan da orada olacak mı?" diye sordu hemen.

 

Gözlerimi kıstım. "Sen girmeyeceksin eve, o yüzden boşa sorup durma. Kapıda beni bekleyeceksin, anlaştık mı?"

 

Hoşnut olmayan bir ifadeyle, "Öyle olsun bakalım," dedi ve sonra, "Yollarıma, taş koysalar döneceğim..." diye mırıldanarak garajın yolunu tuttu. Ben ne âlemdeyim, sen ne âlemde.

 

Acaba Hayri gibi onu da mı kısırlaştırsak?

 

Biraz sonra zırhlı bir araç ile döndü. Ben kendimi geçtim, bir de Akın'a düşman olan her kim ise, suikast düzenleyebilecek kadar manyak biri herhâlde. Kendisiyle tanışmak, zannımca çok keyifli olacak.

 

Arka kapıyı açıp araca yerleştiğim sırada telefonumdan yeni bir bildirim sesi yayıldı. Kapıyı kapatıp hemen kucağımda telefonumu açıp ekranına baktım. Boris'ten yeni bir mesajım vardı. Mikail aracı yeniden çalıştırdı, ona göz ucuyla baktıktan sonra bildirime dokundum.

 

1 yeni mesaj;

 

Gönderen: B.

 

"Anlaşılan sevgilini atlatmak pek kolay olmayacak."

 

Her şeyi biliyor ama neden söylemiyor ona? Anlaşılan, bu bildikleri sayesinde bana çok çektirecek.

 

Boris'i az da olsa tanıyordum, bildiklerini - daha doğrusu, beni takip ettirerek öğrendiklerini kullanacağına dair en ufak bir kuşkum yoktu. Zaten, Boris'in işi, hayat felsefesi buydu.

 

Ben: "Beni Leyla'nın evinin arka sokağından aldır."

 

Başımı kaldırıp ön tarafa baktığımda, Mikalin'in orta aynaya yansıyan mavi gözlerine rastladım. O bakışlar, muhtemel ki, kötü bir şeyler olduğunun farkındayım, ya da henüz şüphe duyuyorum, bakışıydı.

 

"Ee nasılsın?" diyerek ortamı dağıtmak istedim.

 

"İyiyim, ne olsun? Sen nasılsın, nasıl gidiyor Akın'la?"

 

Topu göğsünde yumuşatıp bana yolladı, vay uyanık!

 

"İyi gidiyor, yani, bolca didişiyoruz, çokça zıt düşüyoruz ama bir orta yolu bulmaya çalışıyoruz... Ben çok sert çıkışan ve çabuk parlayan biriyim, Akın da benim tam aksim."

 

Binlerce kez parladı, ama, bu yıldız, kendisini aydınlatan güneşin kim olduğunu asla söylemedi. Kızgın bir anında dilinden dökülmedi.

 

"Zıt kutuplar meselesi o zaman," dedi Mikail, "hani birbirini çeker derler ya."

 

"Ben buna katılmıyorum," dedim, "mesela Nisan ve sen, aynı kutupsunuz bana göre. O kadar çok benziyorsunuz ki... Hatta görünüş olarak da, o, senin kız hâlin gibi değil mi sence de?"

 

Uzun bir pas, ve top yeniden karşı tarafa atıldı.

 

"Öyle ama baksana," dedi, dalgın bir ifadeyle. Açıkçası Mikail'i böyle görmek, doğada nadir bulunan bir canlıyı görmek gibiydi. "Nisan bir adımda geliyor bana, sonra birkaç adımda kaçıyor. Ne zaman işi ciddiye bindirmek istesem, hop... Kayboluyor!"

 

"Garip," dedim düşünceli bir ifadeyle dudaklarımı kıvırarak. "Nisan'ı yıllardır tanırım, oldukça girişken biridir ve duygularını belli eder. Zaten, ikiniz de birbirinizden hoşlandığınızı belli ediyorsunuz. Ona çıkma teklifi ettin mi?"

 

"Ettim, ama bir şey demedi. Benden hoşlandığını sanmıştım ama verdiği tepki çok garibime gitti. İstersen oraya varana kadar anlatayım da bana bir akıl ver Nalân, çünkü, ben ne yapacağımı bilmiyorum. Onu iyi tanıyan biri olarak, belki bu anlatacaklarımdan yola çıkarak bana bir fikir verebilirsin."

 

"Tabii," dedim, zaten merak ediyordum ve o, Nisan ile yaşadıklarını anlatmaya başladıkça, hepsi zihnimde bir film gibi oynamaya başladı.

 

"Her gün gidemesem de, vakit buldukça evine gidiyordum. Hatta annesi beni gördü ve sanırım, benim kim olduğumu sordu. Nisan kısa bir şey söyledikten sonra bana doğru geldi ve annesi, kapının önünden meraklı gözlerle bana bakıyordu. Arabama yaslanmış onu bekliyordum. Bana doğru geldiğini gördüğüm o ân doğrulup, onu baştan aşağıya süzdüm. Kot etek ve siyah omuzları düşük bir bluz giymişti. Deri çizmelerinin sesi yankılanıyordu ve elinde tuttuğu ceketini aşağıya doğru salmıştı. Yanıma ulaşır ulaşmaz, "Senin burada ne işin var?" diye sordu. Kaşları çatıktı. Sonra dönüp annesine baktı ve annesi içeriye girdikten sonra tekrar bana doğru döndü.

 

Önce ne söyleyeceğimi bilemedim, onu rahatsız etmiş görünüyordum. Bu beni de rahatsız etti. Çünkü niyetim bu değildi.

 

"Sadece seni görmek istedim," dedim ve o, bana çatık kaşlarının altından bakmayı sürdürdü. "Kusura bakma, eğer rahatsızlık verdiysem. Seninle biraz konuşabilir miyiz?"

 

Ve o, fazla bekletmeden, "Söyle ne söyleyeceksen," dedi. Tavrı sertti. Neden bir anda bana karşı böyle olduğuna ânlam veremesem de, vazgeçmeye niyetim yoktu. O gün konuşacaktık her şeyi, geri adım atmak yoktu.

 

"Burada olmaz," dedim ben de, "atla arabaya, bildiğim bir yer var."

 

Üstelemeden geçip arabaya yerleşti ve beraber bildiğim güzel bir kafeye gittik. Onun gözleri gibi, deniz manzaralı. Benden çok manzaraya baktı zaten, rahatsız değildim, çünkü, böylece onu izlemek daha kolay oluyordu.

 

Kahve sipariş ettik ve içtik.

"Beni buraya susup oturmak, kahve içmek için mi çağırdın?" diye sordu.

 

"Hayır," dedim, "Nisan ben, otuz dört yaşındayım. Ne istediğimi bilecek yaştayım ve ne hissettiğimi de biliyorum..." O, bu sırada pür dikkat beni izliyordu, ama, sanki ne söyleyeceğimi biliyor, üstelik söylememi istemiyor gibi görünüyordu. Gözleri bana yalvarıyordu, lütfen devam etme, anlatma diyordu ve ben, buna rağmen devam ettim. "Senden hoşlanıyorum Nisan, hem de bu, alelade bir hoşlantı da değil. Sana, ciddi niyetle yanaştığımı bilmeni istiyorum ve bir ilişkimiz olursa, istemediğin hiç bir şeyin olmayacağını da bilmelisin... İnan bana, kalbim, cüssem kadar büyük ve sen, bu kalbe sığarsın."

 

Bir süre öylece gözlerime baktı ve sonra gözlerini kaçırdı. Çantasını ve ceketini alıp ayağa kalktığında, oturduğum yerden onu seyrettim. "Kusura bakma, benim acil bir işim var, sonra konuşuruz... Hoşçakal." dedi ve gitti.

 

Ben ise, derin bir boşluğun içine düşüp kaldım. Ancak hâlâ düşmeye devam ediyorum, ayaklarım hâlâ yere değmedi."

 

Nisan neden böyle bir tepki verdi ki acaba? Mikail'den hoşlandığını sanıyordum. Acaba tehlikeli olduğu için mi?

 

"Benim tutuklandığım geceden sonra mı aranız bozuldu?" diye sordum.

 

Düşündü ve gözlerinde bir parıltı oluştu. "Evet, evet! Ondan önce benimle gayet samimi konuşuyordu. Gerçekten, bana olan samimiyetine güvenerek ona açıldım ama o, birden bire değişti. Ne yaptığımı bir bilsem özür dileyeceğim ama bilmiyorum Nalân! Ne olur, bana bir yol göster..."

 

"Pekalâ, ben Nisan ile konuşmaya çalışacağım. Belli ki, bizim bilmediğimiz bir şey olmuş. Ailevî bir mesele de olabilir, bana da bir şey söylemedi."

 

"Nisan şuan Leyla'nın yanında mı?"

 

"Değil, ama oraya gelecek, konuşurum," dedim. Bir şekilde geçiştirmem ve oyalamam gerekiyordu zaten. Nisan ile aralarının iyi olmaması da İşime gelir, böylece eve girmek için ısrar etmez kapıda bekler.

 

💲

 

 

Mikail arabayı evin önünde park ettiğinde, "Bekleyecek misin, yoksa gidecek misin?" diye sordum, bir yandan da inmek için toparlanırken.

 

"Bekleyeceğim, Akın öyle söyledi." Omzunun üzerinden geriye dönüp gözlerime baktı. "Biliyorsun, güvende olduğunu bilmek istiyor. Sen, ben burada değilmişim gibi vakit geçir."

 

"Pekâlâ," dedim ve gülümsedim, "bu beni ferahlattı, teşekkür ederim Mikail... Birkaç saat sonra çıkacağım, o zamana kadar dolanabilir ya da bir şeyler izleyebilirsin. Beni merak etme," diyip arabadan indim.

 

Eskiden bir parçası olduğum evin önüne geldim ve bu defa bir misafir gibi zile bastım. Çok geçmeden Leyla'nın sesini duydum, "Geldim, geldim," diyordu içeriden. Biraz sonra kapıyı açtı. Beni gördü ve gözleri parlayarak üzerime atıldı. "Nalân! Hoş geldin! Hadi geç içeriye," diyerek beni içeriye buyur etti.

 

Kapı kapandığı ân, gözlerine bakarak, "Benim gitmem lâzım," dedim. Leyla şaşkın hâlde, "Nereye?" diye sordu.

 

"O beni çağırıyor ve ben de arka taraftan gitmeliyim. Sen Mikail'i oyala, yokluğumu farketmeden döneceğim zaten."

 

"Nasıl oyalayayım? Çocuk mu bu, koskoca adam!" Dedi telaşla. "Hem, neden gidiyorsun onun yanına?"

 

"Leyla, şuan anlatamam, vaktim kısıtlı. Koru beni ne olur, Nisan'ı da çağır gerekirse, Mikail'i buradan uzaklaştırmasını söyle." Ellerini tuttum. Endişeli gözlerle ellerimize ve yeniden gözlerine baktım. "Leyla lütfen, beni ele verme. Biterim."

 

"Ben hallederim, arka kapının anahtarı oradaki saksının altında," dediğinde, gülerek ona sarıldım.

 

"Sen gerçek bir dostsun," diyerek geri çekildim ve, "hemen gitmem gerekiyor, söylediklerimi unutma," diyip hızlı adımlarla arka tarafa doğru yürüdüm.

 

Oraya vardığımda eğilip yeşil büyük yapraklı bitkinin bulunduğu saksıyı kaldırıp kenara koydum ve anahtarı alıp hemen kapıyı açıp çıktım. Sokağa adım atar atmaz tam önümde durduğunu farkettiğim siyah minibüsün arka kapısı açıldı ve ben de beklemeden geçip oturdum.

 

"Пойдем."

Gidelim.

 

💲

 

O büyük sarayının bahçesine girdiğimde, şimdiden elim ayağım titremeye başlamıştı. Korkudan mı? Hayır. Elimi ayağımı titreten, kelimelerimi birbirine katan şey zamandı, ânılardı, ânılarımızdı. Kimi zaman güzel olsa da, hiç de güzel hissettirmeyen, beni kirli geçmişime gitmeye zorlayan, ah o ânılar, ânılar...

 

Başlı başına bembeyaz olan evi - buraya ev demek hakaret olur - en az Akcan malikânesi kadar büyük, oranın aksine üç katlı ve deniz manzaralıydı. İstemeden de olsa, daha önce de birkaç kere geldiğim bu evin bahçesine, koridoruna ve salonuna hâkimdim sadece. Bir de eşsiz manzarasına.

 

Burası benim için bir ev değil, daha fazlası, onun buzdan soğuk şatosu. Ne zaman gelsem, hava ve koşullar farketmezsizin üşürüm. Biliyorum, gördüğüm hiçbir şey değil beni üşüten, aksine, görmediklerim oldu beni kör eden.

 

Otomatik kapı açıldı ve ben, çantamı alıp minibüsten indim. Başımı kaldırıp önümdeki saray yavrusuna bakarken, birkaç tel saçım rüzgâra uyarak yüzüme dolandı. Soğuk, keskin bir hançer gibi yüzüme ince çizikler atarak içimi sızlattı. Bugün hava bu kadar soğuk muydu? Farketmemiştim.

 

Ağır adımlarla evin kapısına doğru yürüdüm ve önümdeki yedi basamağı çıktıktan sonra büyük, çift kanatlı beyaz giriş kapılarının önünde durdum ve işaret parmağım ile zile dokundum.

 

Kapıyı açan Vilad oldu. Yani evin baş hizmetçisi. Boris'in evinde ve etrafında çalışan tek bir kadın yoktur. Sadece erkekleri işe alır ve bu erkeklerin de hepsi rus olur. Genellikle sadece rusça bilirler, tıpkı Vilad gibi. Sadece bu hususta bile onun kadınlara karşı ne kadar güvensiz olduğu anlaşılıyor.

 

En yakınında ben varım, haksız da sayılmaz hani.

 

"Борис в зале?"

Boris salonda mı?

 

"Да, мэм."

Evet, hanımefendi.

 

Ceketimi aldıktan sonra onun yanından geçip gittim. Geniş ve evin dışı gibi bembeyaz olan salona girdiğimde, etrafta kimseler yoktu.

 

"Boris! Geldim işte, neredesin?" diye bağırarak etrafımda döndüm ve başımı kaldırıp salonun köşesinde, tavanın kenarında duran gizli kameraya bakarak yaklaştım. Tam altında durdum ve başımı hafifçe sağa yatırdım. "Я жду тебя." Seni bekliyorum.

 

Birden ensemde bir soğukluk hissettim. Yavaşça yutkundum ve bu defa onun nefesini duydum. Arkamı döndüğümde, o tam karşımdaydı.

 

"Biliyor musun Nalân? Kimse, bana karşı senin kadar cesaretli değil." Elini çenemin altına getirdi ve işaret parmağı ile çenemi yukarıya kaldırırken, buz mavisi gözleri dudaklarımda gezindi. "Belki de, sende hoşuma giden en güzel şey, deli cesaretin."

 

Elini tuttum ve çeneme değen o parmağını kıvırarak elini aşağıya indirip, "Kırarım, bilirsin," diye uyardım.

 

"Niye?" diye fısıldayarak yüzüme eğildi. "Yoksa, sana sevgilinden başkası dokunamaz mı?"

 

Sol elimi havaya kaldırıp yüzük parmağımdaki nişâneyi gösterdim. "Sadece sevgilim değil, nişanlım ve evet, sadece o dokunabilir bana."

 

Alaycı bir gülümseme doğru dudaklarında, sonra küçümser bakışlar ve Boris'e özgü bıkkın mimikler. "Böyle büyük özgüvenle, onunla nişanlandığını yüzüme haykırabiliyorsun. Peki, nişanlının benden haberi var mı? Senin benim olduğunu biliyor mu?"

 

"Ne saçmalıyorsun?" diye gürledim. "Ben senin hiçbir şeyin değilim ve nişanlıyım diyorum, bu neyin ısrarı? Hasta mısın Boris?"

 

"Değilim diyemem," dedi yine beni ciddiye almıyormuş gibi bir ifadeyle. "Oradan kendi ayakların ile çıkıp bana geldin," dedi ve bu defa sol elimi eline alıp, yüzüğü parmağımdan çekip çıkardı. Elini geriye doğru savurduğunda, yüzük havaya fırladı ve biraz sonra, salonun öteki tarafındaki akvaryumun içine düştüğünü gördüm. "Parmağında benim yüzüğümden başka yüzük olamaz, sanki bilmiyor musun? Bu gerçeği ne çabuk unuttun?"

 

"Unutmadım!" diye bağırdım, gözlerimi mümkün mertebe açarak, "Sadece mutlu olabileceğime inandım!"

 

Dudaklarının ucunda psikopat bir gülümseme peyda oldu, az sonra kar beyazı dişlerini gördüm ve dilini üst dişlerinin üzerinde gezdirirken, gözüme beyaz bir yırtıcı gibi göründü. "Mutlu olabileceğine inan, bence de inanmalısın ama mutluluğa sadece benimle ulaşabilirsin. Kaderin ağlarını ördüğü o gece, biz seninle eşleştirildik. Yoksa ben, bayılıyor muyum sana sanıyorsun?"

 

Ona kin ve de nefret dolu baktım. Çünkü bundan tam üç sene önce olanlar zihnimde birer birer canlandı. Eminim ki, aynı anda aynı sahneler onun da beyninde dönüyordu.

 

"Ben artık konsey üyesi de değilim, veliaht da! Bu saçma adet aneneyi de asla kabul etmeyeceğim, uygulamayacağım da! Duydun mu beni? Şimdi beni rahat bırak!"

 

Dönüp akvaryuma baktım ve yüzüğü boşverdim, çünkü, akvaryum fazlasıyla büyüktü ve yüzüğü almam imkânsızdı. En iyisi gidip yenisini almak ve içine "Yiğit" yazdırmaktı.

 

Tam salondan çıkmak üzereydim ki, arkadan bir ses duydum.

 

"Gidersen, herkes her şeyi öğrenir! Buna nişanlın da dahil..."

 

Ayaklarım beynimin verdiği uyarıyı dinledi ve ben, durduğum yerde sarsıldım. Çekip gitmek istiyordum, tam şuan kaçmak, ama o, Akın'a her şeyi anlatırsa, biz zaten biteceğiz...

 

Çantam elimden kayıp yere düştü. Bir milim ilerlemeden, olduğum yerde yavaşça arkamı dönüp, onun buz mavisi gözlerine baktım. Bana kim olduğumu hatırlatan bakışları yine canımı yakıyordu, bu haksızlıktı. Ben bu hayatı yaşamak istemiyordum ki.

 

Ben, kiminle yatıp kalktığından bir haber olduğum, merhametsiz, beni sevdiğine asla inanmadığım biri ile, sırf konsey uygun gördü diye evlenmek istemiyorum.

 

Sadece bana dokunan, bana bakan o adama sözüm var.

 

Orman gözlü adama sözüm var.

 

"Ne istiyorsun benden?" dedim çaresizce. "Ne istiyorsun Boris, açık konuş. Beni rahat bırakman için Ne yapmam lâzım?"

 

Yaklaştı, bir basamak aşağıda durmasına rağmen, hâlâ benden uzundu. Elleri, büyük bir özgüven ile cebindeydi ve beynim, ister istemez Akın ile onu kıyaslıyordu. İkisinin bana olan bakışları arasında dünyalar vardı.

 

"Konseyi ikna edebilirim," dedi, içimdeki umut tohumları yeniden yeşerdi.

 

"Et o zaman," dedim sevincek bir telaşla.

 

"O zaman, kurban edilecek kızın senin ile kan bağı olması gerekir," dedi, yüzümdeki yeniden düştü, o tohumlar ânında çürüyüverdi. "Bir tek Kübra var," diyerek biraz daha yaklaştı, "Ben de onu kurban etmek istemem, ancak, konseye gidip seninle evlenemeyeceğimiz kararını açıkladığımızda, bir diğer plan devreye girer..."

 

"Hayır," diyerek başımı iki yana salladım, "Kübra daha küçük!"

 

"Ne çabuk unuttun, Nalân?"

 

Otuz yedinci kural, A: Konsey üyelerinin çocukları birbiriyle evlenir, on üyeden ilkinin veliahtı, her zaman sıralamada onu takip eden bir sonraki üyenin evladı ile hayatını birleştirmek zorundadır. Üyelerden her ikisinin erkek ya da kız çocuğu olduğu takdirde, ikinci kuşaktan kuzen ile eşleştirilir... veya birbirlerini değil de, başka biri ile birlikte oldukları takdirde, B. planı devreye girer. Kuralı ihlal eden bir erkekse, baba tarafından, bir kız ise, anne tarafından kuzeni kurban edilir...

 

"Ama şimdi hatırladın," dedi, gözlerimde yaranan dehşeti okudu. Elim ayağım boşaldı ve o, bir kolunu belime sararak beni havaya kaldırıp, yarım tür döndürdükten sonra yere bıraktı. Vücudum kaskatı kesilmişti, bir tepki veremiyordum artık.

 

"Ben bunu nasıl unutabildim?" Hayır unutmadım, hatta çok direndim ama kapıldım. Âşık oldum. Âşık olma hakkım olmadığını unuttum.

 

 

Loading...
0%