Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm.

@hadizade

Yatağın içinde ölü gibi yatıyor olmayı isterdim şu an, tek bir kıpırtı ve gerginlikten oluşan o titreme olmadan. Lâkin elimde olmadan titriyordum, gergin bir ortamda ister istemez ellerim, ayaklarım titriyordu ve buna engel olamıyordum. Kilit sesi beynimin içinde yankılanırken, elimin altındaki çarşafı sıktım. Sağlam biri değildi o, bunu anlamak için çok da zeki olmaya gerek yoktu.

 

Yatağa gireceğini düşünmüştüm ama yatak henüz çökmemişti ve adım sesi de gelmiyordu. Orada öylece duruyor muydu yoksa bana mı öyle geliyordu?

 

Az sonra ayak bileğimde soğuk bir temas hissettim. İrkilsem de kıpırdamamaya çalıştım. Bacağımın üzerinde gezen bir şey vardı, hayır bu insan eli değildi. Gözlerimi açıp üzerimdeki yorganı kaldırdığımda, gece lambasının sarı ışığıyla aydınlanan çarşafın üzerinden dolanarak bacağıma süzülen sarı bir piton yılanını gördüğüm o an, gözlerim dehşet içinde aralandı.

 

"Hassiktir... Hasssiktir!"

 

Hızla ayağa kalkıp bacağımı silkerken, bir yandan çığlık çığlığa bağırıyordum. "Yılan... İmdat... Yılan var, yatakta yılan var!"

 

Bacağımdan kayıp yatağa düştüğü an diğer tarafa koştum. Gözlerim Akın'ı görür görmez ışık hızıyla üzerine zıpladım. Bacaklarımı beline, kollarımı boynuna dolayıp, omzumun üzerinden geriye baktım. Bacağımdaki o izi hâlâ hissediyordum. "Y-yatakta yılan var, al onu n'olur. Ben çok korkarım yılandan!"

 

Ondan bir tepki gelmeyince önüme dönüp gözlerine baktım. Yüzünde bu hâlimden zevk alır gibi bir ifade vardı. Ellerini kalçalarımın üzerine koydu ve, "Memnuniyetle," dedi.

 

Ben ona şaşkın şekilde bakarken yatağa doğru eğildiğinde, "Ne yapıyorsun?" dedim dehşet içinde. Bir eliyle beni tutmaya devam ederken, diğer eliyle yataktaki yılanı aldığını gördüğümde kucağından inmeye yeltendim ama tam bu an yılanın başının üzerini öptüğünü gördüm. Midem çalkalandı.

 

"Damn, artık o da bu evin sakini," diyerek bana baktı. Öyle yakındık ki, sanki şu an onu benim üzerime atacakmış gibi hissediyordum. Benekli gövdesi kolum kalınlığındaydı. Dilini çıkarıp bana bakıyordu.

 

Bacaklarımı belinden indirip, "Allah'ını seviyorsan onu benden uzak tut!" diye bağırdım. Fazlasıyla iri olan koluyla belimi öyle sıkıca kavrayıp beni kendine çekti ki, vücudum vücuduna yaslandı. Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde, yüzüme doğru eğildi. "Korkma, kardeş kardeş uyursunuz."

 

Gözlerim yeniden dehşet içinde aralandığında, onu kendimden tüm gücümle ittim. "Bak ben de hayvanları seviyorum ama sevdiklerim arasında yılan, akrep, tarantula yok! Besleyeceksen de kedi köpek besle, başlayacağım şimdi senin heyvan sevgine!"

 

Ondan olabildiğince uzaklaşıp, odanın köşesinde durduğumda, o hâlâ yılanıyla cilveleşiyordu. Yılan da dişi miydi neydi dolanıp duruyordu adama, sinsi şey.

 

"Konuşacak mıyız artık? Beni böyle alıkoyamazsın, madem bir suçum var o zaman götürüp polise teslim et!"

 

"Sabah konuşalım, uyumam gerek."

 

"Ne demek sabah konuşalım? Ben bir de burada uyuyacak mıyım? Bak gel insan gibi anlaşalım, beni bırak ve ben de seni polise şikâyet etmeyeyim."

 

Orman yeşili gözlerini gözlerime çevirip, sert bakışlarını kıstı.

"Sabah konuşalım diyorum, biraz sabırlı olmalısın."

 

"Şaka mı yapıyorsun? Tüm gün seni bekledim ve şimdi konuşmadan uyuyacak mısın?"

 

"Birinin beni beklediğini bilmek güzel."

 

"Çıldıracağım şimdi!"

 

Akın yavaşça yatağa oturduğunda yılan omuzlarına ve kollarına dolanmıştı. Siyah tişörtünün üzerinde de parıl parıl parlıyordu. "Biz her gece beraber uyuyoruz," dedi onun gövdesini okşarken. Umursamaz bir ifadeyle, "İstemezsen orada sabaha kadar dikilmeye devam edebilirsin." Dedi.

 

O yılanla aynı odada kalma fikri bile beni delirtiyordu. Kalamazdım ki, gözüme uyku girmezdi. Kapıyı da kilitleyip anahtarı almıştı. Uykusuzluktan da geberiyordum. Ne yapacaktım şimdi?

 

"Çok meraklı değilim zaten senle aynı yatakta yatmaya," dedim kollarımı göğsümün altında bağlayarak. "İki yılanla aynı yatağa gireceğime burada dikilirim daha iyi!"

 

"Sen bilirsin," dedi gözleri kapalı, "Teklif var, ısrar yok." deyip elini yana doğru uzattı ve lambanın ışığını kapattı.

 

Karanlık çökünce, "Açık bırak," dedim hemen.

 

"Çocuk musun? Karanlıktan mı korkuyorsun?"

 

Arkamdaki tekli koltuğa tutunarak üzerine çıktım.

 

"Hayır, karanlıktan korkmuyorum sadece bu odadaki yılanların bana dokunma ihtimalini düşündükçe geriliyorum."

 

Koltuğun tepesine oturdum. "Sen neyse de, o sessiz yaklaşıyor."

 

"O kadar emin olma." Dedi.

 

Sadece birkaç saniye sonra kulağımda bir nefesle irkildim. Yanağım yanağına çarptı. Refleksle göğsüne dokunduğumda vücudunun sertliği beni daha çok şaşırttı. Koltuk sallandı, düşecekken omuzlarına tutunmaya çalıştım ama koltuk tam da o anda yere sabitlendi.

 

Bir anda ışık açılınca burun buruna durduğumuzu gördüm ve hemen geri çekilip, ellerimi omuzlarından ayırarak koltuğun tepesine yasladım. Bir dizini koltuğun üzerine koyunca bile benimle aynı boya gelmişti. Yemyeşil gözleriyle gözlerimi delip, beni utandırmaya yetecek şekilde bir ifadeyle bakıyordu.

 

"Benimle yatmanı istiyorum," dedi.

 

Şaşkınlığın yanı sıra korku saldı bedenimi. Dudaklarım pek de narin olmayan bir tepkiyle aralandı. "Ne?!"

 

"Yanımda uyumanı istiyorum," diye düzelttiğinde, tuttuğum nefesimi salıverdim. Tamam düşündüğüm gibi değildi ama bunun da pek aşağı kalır yanı yoktu.

 

Gerçekçi olalım, nerede olduğumu bile bilmiyorum. Kimsenin gücü yetmeyen bir adamın bu kadar korunaklı evinde nereye gidebilir, ondan nasıl kaçabilirdim ki? Sanırım tamamen onun insafına kalmıştım. Ya da o benim insafıma.

 

"O yılan yataktayken asla!" dedim sinirli bir ifadeyle. Yılan bahanem idi tabii, onunla aynı yatakta yatma fikri bile akla yatan bir şey değildi.

 

Durdu. Bir süre daha gözlerime aynı ifadeyle baktıktan sonra geri çekildi ve yatağına yaklaştı. Nihayet beni rahat bıraktı da uyuyacak diye düşünürken, yatağından yılanı alıp bana doğru geldiğini görünce aklım fikrim durdu. Bir elimi ileri uzatıp dur işareti yaparken, diğer yandan da, "Hayır, getirme onu buraya!" diyerek duvara kısıldım.

 

Bana getirip beni korkutuyor diye düşünüyordum ama bir kez daha bozguna uğradım. Yılanı hemen yanımda yerdeki geniş bir kafesin içine koydu ve kapağını kapatıp kilitledi. O kadar korkuyordum ki, kafesin deliklerinin büyüklüğüne bile dikkatlice bakıyordum. Ayağa kalkıp bana yaklaştı ve kollarını bana doğru uzattı. Koltuğun tepesinden kalkıp bir adım öne gelirken, yüzümde hâlâ şaşkınlık vardı. Yüzündeki o durgun ifadeye rağmen parlayan yeşil gözlerine bakarken, kendimi bir anda yanında buldum. Elleriyle belimin iki yanından kavrayarak beni kaldırıp yere bıraktığında, put gibi durmuş öylece bekliyordum.

 

Bu an parmağını çıtlattığında kendime geldim, başıyla yatağı işaret etti ve yüzüme doğru eğilip, "Geç yatağa," dedi itiraz kabul etmez bir sesle.

 

Sakin ol kızım, sadece geç yatağa dedi. Bir şey yok! Bir şey yok!

 

Yavaşça yan dönüp dudaklarımı kemirerek yatağın diğer tarafına doğru geçtim. Ona karşı çıkmak ve onu sinirlendirmenin bir işe yaramadığını görmüştüm bu sabah ve dün gece de. Sus, kes, çekil komutlarından nefret eden ben, şimdilik makûl isteklerini yerine getirebilirdim. Sadece makûl olanları. Sınırlarımı aştığında bambaşka biriyle karşılaşabilir.

 

Yatağın sol tarafının en uç noktasına yatıp, çarşafı üzerime çektim. Bir hareketlilik hissettiğim an ona baktım. Elini ensesine atıp tişörtünü vücudundan sıyırdı ve çıkardığı tişörtü koltuğun üzerine atıp ışığı kapatırken ben görmemesinden faydalanarak sırtını inceliyordum. Omurga çizgisi kalın, kaburga çizgilerinin yerinde kas boğumları vardı. Kim bilir bu manyak böyle bir vücudu korumak için neler yapıyordur diye düşündüm. Bir de bir tane vurduğu kişi yerden kalkabilir mi diye düşünmedim değil. Sırtında birçok iz vardı. Kesik izi, kurşun izi gibi birçok iz. Geçmişin kalıcı izleri gibi.

 

Işığı kapattı ve az sonra yatağın sağ tarafı tamamen çöktü. Sert bir soluğu bıraktığı anda paralel yattığımızı anladım. Ben doğru dürüst nefes bile alamıyordum şimdi, sadece yutkundum birkaç kez. Boğazım kupkuruydu, başım ağrıyordu biraz. Uyumaya çalışacaktım.

 

Belki yarın yemek ve su verirlerdi.

 

Belki yarın konuşup anlaşabilirdik.

 

Kendimi tutamayıp içimi yiyip bitiren soruyu sordum ona.

 

"Beni neden burada tutuyorsun?"

 

Derin bir soluğunu işittim. Oda zifiri karanlıktı ve ben olası bir tık sesine bile dikkat kesilmiş vaziyette ne diyeceğini bekliyordum.

 

"Sabah o kadar saydıran, bana kendi silahımı doğrultan kız sen değil miydin? Şimdi niye bu kadar sakinsin?"

 

Verdiğim sorunun cevabını alamamak biraz daha sinirlerime dokununca, önce onun sorusunu yanıtlayıp, sonra yine kendi sorumu tekrarladım.

 

"Sabah yaptıklarımın sende ters teptiğini anladım. Ben yaşamak için her gün mücadele veriyorum, haksız yere sıkılan bir kurşunla veda edersem hayata, bil ki iki elim yakanda olur. Suçlu olduğuma emin değilsin, o hâlde neden beni burada zorla tutuyorsun?"

 

Bir süre sessizlik oldu. Hatta uyudu sandım ve cevap almaktan ümidi kesmiştim. Ama o en beklenmedik zamanda cevabımı verdi. "Cevap sorunun içinde gizli," dedi. Sonrası koca bir sessizlikti.

 

Öyle bir şey söyleyerek kapattı ki konuyu muhtemelen ona yeni bir soru sormak yerine, kendi sorduğum soruyu düşüneceğimi biliyordu. Ben de öyle yaptım zaten, son sorumun içindeki cevabı bulmaya çalıştım. Dediklerimi içimden birer kez daha tekrarlayarak düşündüm ama bulamıyordum. Ne zaman karanlık çökmüştü gözlerime bilmeden, sarılmıştım uykunun görünmez kollarına. Hayatımda bir gün içinde değişen pek çok şey vardı ama hiçbir sorun beni uykudan alıkoyamamıştı.

 

💲

 

Sabah kulaklarımın işittiği ilk ses klasik müzik oldu. Gözlerimi aralayıp bir süre kaşlarım çatık vaziyette etrafa baktım. Nerede olduğumu daha yeni yeni kavrıyordum. Her şeyi hatırladığım anda yataktan sıçrayarak kalktım. Beynimin içinde heyelan eden kelimeler ve görüntüler vardı. Bahçedeki Muhafız denilen köpek, Mikail, Emin, Akın, Damn dediği yılanı, saçma birkaç soru ve de geçersiz nedenler.

 

Daha garibi şu an evin içinde gür bir klasik müzik sesinin yankılanmasıydı, dahası da vardı. Tabak-çanak sesleri, konuşmalar uğultu hâlinde odaya doluşmuştu. Duvardan şerit halinde geçerek tavana uzanan aynada kendime baktım, üzerimde hâlâ daha o gömlek vardı. Siyah elbisemin eteklerini çekiştirerek aşağıya indirdim, gömleği düğmelerini açmadan üzerimden çıkarıp yere fırlattım. Saçlarım birbirine girmişti, sadece elimle düzeltip gözlerimi ovaladım. Gözlerim önce kafesi aradı, yılan hâlâ kafesteydi ve kıpırtısızca duruyordu. Derin bir soluk alarak kapıya doğru döndüm. Önce kilitli olup olmadığını kontrol etmek adına kulpu yavaşça çevirdiğimde açılmasıyla birlikte yavaşça aralık bırakıp başımı dışarıya çıkardım ve etrafa baktım. Etrafta takım ve abiye elbiseler giyinmiş bir sürü insan görünce hemen kapıyı geri kapattım.

 

"Ne oluyor bu evde böyle? Neyi kutluyorlar?"

 

Her neyse, bu işime gelir.

 

Kapıyı da açık bırakmış aptal herif, henüz bana güvenmemesi gerektiğini tam olarak anlamamış.

 

Tekrar aynanın karşısına geçtim. Üzerimde abiye olmasa da ve her ne kadar berbat görünsem de doğum gününe giydiğim siyah, ince askılı elbisem vardı. Sadece normal görünmem gerekiyordu ama dışarıdaki oldukça süslenmiş insanların arasında bu hâlde ve yalın ayakla ne kadar dikkat çekmeyebilirdim ki?

 

Kendi etrafımda dönerek odaya baktım. Bir anda kapı açılınca hemen kapıya döndüm. Esmer, uzun boylu, düz uzun saçları olan güler yüzlü bir kadın idi kapıyı açan. Kırmızı ruju ve siyah balık model elbisesiyle oldukça iddialı bir görüntüye sahipti ama gülümseyişi çok içten değildi. "Merhaba, yukarıya çıkmaya üşendim de bu odadaki lavaboyu kullanabilir miyim?" diye sordu. Benimle konuşurken çekiniyor gibi bir hâli vardı.

 

Sadece o söylediğinde farkettiğim banyo kapısına doğru uzattığım elimle beraber, "Tabii tabii," dedim ama niyetim bu tanımadığım kişilere yardımcı olmak değildi elbette.

 

İçeriye girip kapıyı kapatırken nahif bir teşekkür etti. Tam önümden geçerken bileğini tuttum. Durup bana şaşkın gözlerle baktığında, zarzor yutkunup boğazımı temizledim.

 

"Yardımına ihtiyacım var."

 

Adını bile bilmediğim birinin ne tepki vereceğini de bilemezdim elbette, bu sebeple öyle gergindim ki... Hayatımın en gergin bekleyişini yaşıyordum. Yüz ifadesi her şeyi açıklıyordu aslında, anlatmaktan başka bir çarem yoktu.

 

"Nasıl bir yardım?" diye sordu sakince.

 

Ellerini tutup ona biraz daha yaklaştım. İkna etmek için gözlerinin içine kenetlendim. "Beni burada zorla tutuyorlar, Akın kaçırdı beni. Kaçmama yardım et, lütfen!" Gözlerimi gözlerinden ayırmadan baş parmağımla parmağındaki yüzüğe dokundum. "Evlisin, kızın var mı? Varsa beni anlarsın, yoksa bile birinin kızını kaçırdığını düşün. Yardım et, lütfen!" İçimdekileri dilime dökerken öylesine dikkatle ve üzüntüyle dinledi ki beni bir an olsun yumuşak yanına dokundum sandım ama o ellerini ellerimden çekip geriye adımladı.

 

"Hayır, sana yardım edemem. Çok üzgünüm." dedi başını iki yana sallayarak.

 

Yüzündeki o pişman ifade yeterli değildi. "Neden?!" dedim sinirli bir ifadeyle.

 

"Akın Yiğit," dedi. Sonra derin bir soluk verdi. "Onu karşıma almak istemem, biz akrabayız bir de. İhanet edemem."

 

Histerikçe güldüm. Arkasını dönüp banyoya doğru giderken, "Ama haksızlığa susmak insanlığa ihanettir," dedim arkasından. Durdu, dinledi. "En önemlisi de kendine ihanettir."

 

Her şeye rağmen sözlerimi yutup lavaboya girdiğinde yenilgiyle kapadım gözlerimi. Öfkeden dört dönmem gerekirken sakince yatağın kenarına oturup düşünmeye çalıştım. Doğru zamanda yanlış insan diyelim. Zaten ben hep doğru zamanı yaşadım ama önüme çıkanlar yanlış insanlardı.

 

Biraz sonra banyo kapısı açıldığında, ben oturduğum yerde öne doğru eğilip başımı ellerimin arasına almış, yere bakarak düşünüyordum. Adımladı, kıpırdamadım. Sanki o bu odada yokmuş gibi. Ama topuklu ayakkabısının sesi beynime öyle bir işledi ki, kendimi kaybettim. Gözlerim bir anlık öfkeyle karardı.

 

Ayağa kalkıp ona saldırmam, saçlarından tutup başını duvara vurmam bir oldu. Saniyeler içinde ayaklarımın dibinde yere serildiğinde, "Ben de üzgünüm," dedim. Başının yanına gelip eğildim ve ellerini tutup sürüklemeye başladım. "Hem de çok üzgünüm," diye tekrar ettim. "Ama siz insanlar kendi isteğinizle yardım etmezsiniz."

 

Sürüklemeye devam ettim, elbisesiyle birlikte o kadar ağırdı ki, belim kopacak sandım bir an. İyi ki, çok uzun bir mesafe taşımak zorunda kalmamıştım. Banyo girişinden gövdesini geçirdikten sonra ayaklarını toplayıp içeriye attım. Nabzını her ihtimale karşın yokladım, sadece bayılmıştı. Umuyordum ki, ciddi bir şeyi yoktu, durduk yere bir de katil damgası yemek hiç istemem.

 

Ayakkabılarını aldıktan sonra banyodan çıkıp kapıyı kapattım. Alnımdaki ter damlacıklarını elimin tersiyle silerek hızla çantayı yerden aldım ve kurcalamaya başladım. Bir yandan da ayağımın yanına attığım ayakkabıları giymeye çalışıyordum: kadın uyanmadan buradan bir an önce çıkmam gerekiyordu. Çantasındaki araba anahtarını görünce sahrada su bulmuş kadar sevindim. Kadının dudaklarına sürdüğü kırmızı ruj da elime geçince hemen dudaklarıma sürdüm. Ama yanındaki siyah camlı güneş gözlüğü özel olarak benim için koyulmuş gibiydi. Elimle saçlarımı düzeltmek için birkaç hamle yaptıktan sonra sert bir soluk verip kendimi hazırladım. Fazla zamanım yoktu.

 

Tekrar odanın kapısını açıp dışarıya çıktım ama bu defa daha özgüvenli şekilde. Gözlüğümü takıp etrafı kolaçan ettim. Tanıdık biri yoktu. En önemlisi Emin, Mikail ve Akın yoktu. Topuklu ayakkabıyla ne kadar olacaksa işte o kadar hızla kapıya yürüdüm. Akın'ın beni çıkışı dış kapıya en yakın odaya getirmesi gerçek miydi? Bu adam beni kesinlikle hafife alıyordu.

 

Kapıyı açıp dışarıya çıktığım anda bahçedeki arabaları görünce dudağım uçukladı. Ön bahçe resmen lüks araba galerisine dönmüştü. Anahtarın üzerindeki düğmeye basıp etrafa bakındım. Hemen sağdaki ikinci siyah Porsche'nin verdiği sinyali görünce hızlı adımlarla oraya ilerledim. Ön bahçedeki korumaların lakayit tavırları resmen işimi kolaylaştırıyordu. Arabanın yanına gelip kapıyı açtım ve son bir kez hızlıca etrafa baktıktan sonra yerleşip, kapıyı kapattım. Arabalar şeritler hâlinde, park alanındaki gibi park edilmişti. Aynadan bakarak geri geri giderken hemen arka tarafta korumalardan biriyle konuşan Emin'i gördüm. Bir eli cebinde yanındaki kişinin güle oynaya anlattığı şeyi en ciddi hâliyle dinliyordu.

 

Emin'in bakışları benim içinde olduğum arabaya kayınca, "Siktir," dedim. "Gerçekten siktir, şimdi olmaz Emin."

 

Eliyle dur işareti yaptığında iyice sıvadığımı anladım. Arabanın arka farına dokunup, sakin adımlarla ön kapıya doğru gelirken durup aynadan onu izliyordum. Cama yaklaşıp eğildi ve iki kere tıklattı. Eliyle camı indirmem için işaret yaptığında alnımdan soğuk terler akıyordu. İndirsem bir dertti indirmesem bir dertti.

 

Tekrar cama tıklattığında irkildim. Camlar koyu olduğu için içeri pek görünmüyordu ama buradan camı açmadan kaçar gibi gidersem de peşime takılacaklardı. Başka şansım olmayacaktı belki de bu son şansımdı. Tam da şu an gaza basıp buradan gidemezsem neler olurdu kim bilir.

 

Emin bekleye dursun, bir kez daha, "Üzgünüm," diyerek bastım gaza. Arkada kim var, ne var hiç bakmadan geriye gidip ani bir manevrayla bahçe kapısına doğru sürdüm. Belki de sadece bugün için açıktı bu kapılar, bir daha açık durmazdı. Bir daha böyle şans gelmezdi bana.

 

Emin'in arkamdan diğerlerine bağırdığını, onların da arabalarına koştuklarını gördüm en son. Nerede olduğumu bilmediğimden hangi yöne sapacağımı da bilemiyordum ama hızlı düşünmem gerekiyordu. Kapıdan çıkar çıkmaz sağa döndüm. Belli, tahmin ettiğim gibi burada diğer evler çok uzaktaydı. Yoldan çok uzakta birkaç ev gördüm sadece. Solda yaklaşık elli metrelik bahçesinin ötesinde yeşilin tonlarında bir villa ve sağda da kırmızı çardaklı büyük bir ev. Yeşillik bir alandı, yol boyunca ağaçlar takip ediyordu. Her ne kadar bakıp heyecan yapmak istemesem de aynadan geriye bakınca, çok yakın olmasalar da takip ettiklerini gördüm. Şimdi düz yolda iki yüz elli ile gidiyordum. Aynaya her baktığımda bana biraz daha yaklaşıyorlardı. Aradaki mesafeyi arttırmam için hızı arttırmam gerekti ama kontrolü kaybetmekden korkuyordum.

 

Boncuk gibi terler döküyordum. Direksiyona öylesine sıkıca tutunmuştum ki az sonra kırabilirdim. Klimayı açıp, tekrar aynadan geriye baktım. Yaklaşıyorlardı ama hâlâ bayağı bir mesafe vardı. İzimi kaybettirmek gibi bir amacım yoktu açıkçası, tek amacım önüme geçmelerini engellemekti. Herkesin belli başlı yapması gerekeni yapıyorum ve polise gidiyorum, onlar da gelsin istiyorum.

 

Şehirden öyle uzakmışız ki, yol git git bitmiyordu. Yanından geçtiğim üzerinde Şile yazan tabelaya ilişti gözlerim. Sadece birkaç dakika bile bana asırlar gibi gelmişti. Her manevra yapmam gerektiğinde şimdi öleceğim diye dönüyordum. Klima soğuk soğuk terlememe engel olamıyordu. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, tam şu an ağzımdan çıkacak gibiydi. Dizlerim titriyordu. Korkularım ve kurtulma heyecanım önce birbirine karışmış, kanıma yayılmıştı. Ara ara nefesimi tuttuğumu farkediyordum. Tek bir soru var şu an bu kafada: Yakalarlarsa ne olur?

 

Bu defa bırak aç ve susuz kalmayı, uykudan mahrum kılacak sebeplerin de olabilir. Bu yüzden sakın yakalanma.

 

Bir anda duyduğum o ses beni resmen bozguna uğrattı. Daldığım düşüncenin kıyılarına yanaşan bir insan ortaya çıktı. Arabada yalnız değilmişim.

 

"Anne," dedi.

 

Ortadaki aynayı aşağıya indirip arka koltuğa baktım. Saçı başı dağınık, bir eliyle gözünü ovalayan küçük bir kız çocuğu şaşkınca etrafına bakıyordu.

 

"Hayır ya," dedim inanamaz gibi. "Şaka olsun. Vallahi bak, simülasyon hatası falan olsun. Olamaz ama bu ya..."

 

"Sen annem değilsin, annem nerde?" deyip ağlamaya başladığında, "Ağlama," dedim ama nafile, şimdi ikimiz aynı anda bağırarak ağlıyorduk.

 

"Annem nerde?!" diye bağırarak koluma vurduğunda,

 

Dirseğimle elini itip, "Sus kız!" diye kızdım. Gözlüğü kafama kaldırıp gözyaşlarımı silip burnumu çektim. "Sus otur orda, sakın sesini çıkarma yoksa çığlık atarım, ağlarım göl olur bura valla ikimiz de boğuluruz ha. Zaten sinirlerim bozuk..."

 

"Annemi istiyorum!" diye bağırarak bu defa da saçımı çekiştirmeye başladığında, başım yana gitti. "Kaçırdın mı beni?"

 

Saçımı elinden kurtarıp bir elimle de direksiyonu tutmaya çalışırken, "Kaçırsam seni mi kaçırırım be manyak?!" diye bağırdım.

 

Aynadan ona baktığımda bana dil çıkarınca, ben de ona dil çıkardım. "Annen seni arabada unutmuş, beni niye yoluyorsun yani? Git onu yol! Belli ananın kızı olduğun yelloz seni."

 

Aynadan ona kötü bir bakış attığımda bana resmen orta parmağını gösterip, "Al sana! Al! Al!" diye bağırdığında ağzım açık kaldı.

 

"Yavrum sana bunu hangi medeniyet abidesi büyüğün öğretti acaba???"

 

"Mikail abim öğretti, biri sana bağırırsa göster dedi!"

 

"Püü terbiyesizler, al birini vur ötekine." Dediğimde elleriyle ağzını kapatıp gülmeye başladı. Böyle bir anda bile gülümsedim. "Adın ne senin?"

 

"Beyim adim Nur, senin adın ne?" Kelimeleri öyle yavaş ve tatlı söylüyordu ki, şu an bile tutup mıncırasım geliyordu. Sanırım nihayet yıldızımız barışmıştı ama anasını mort ettiğimi bilse ne derdi acaba?

 

"Benim adım da Nalan, memnun oldum Nur. Peki Akın senin neyin oluyor?" diye sordum. Çocuktan mı korkarak sordum yoksa Akın'ın adını anmak mıydı beni bu hâle getiren hiç bilemedim.

 

"Akın benim amcam," dedi.

 

"Mantıklı, Akın amcan yani," dedim yalandan sırıtarak. "Büyük sıçtık desene."

 

"Sen peki? Akın senin neyin?" diye sordu meraklı çocuk.

 

"Hiçbir şeyim," dedim göğsümü gererek. "Çok şükür ki amcanın hiçbir şeyi değilim. Olmayacağım da."

 

"İhihihi" diye minik şeytan gibi gülünce bir merak ettim ve sordum tabii. "Neden güldün buna?"

 

"Akın amcam evleniyor, keşke senle evlense. Sen herkesten daha güzelsin."

 

Tabii ya... O hazırlıklar, müzikler, o kadar konuğa bir açıklama gerekiyordu tabii. Demek Akın bey evleniyormuş.

 

"Aman," dedim aynadan ona bakarak. "Aman kalsın." Bir de dün gece benimle aynı yatakta yattı, onu bilemem ama bu bile benim için ihanettir. Evleneceği kadının beni o evde zorla tuttuğundan haberi var mıdır acaba, sanmam.

 

Düşüncelere dalmıştım. Son anda gördüm. Yanımdan geçen bir araç biraz daha gittikten sonra önüme kırdı. Son anda frene bastım, aklıma çocuğun uçma ihtimali en son anda geldi. Ben de yana doğru uçup kollarımı onun vücuduna dolayarak ön cama uçmasını engelleyip, sıkıca bağrıma bastım.

 

Ben de o ani frenden nasibimi aldım ama aracın kapısının açılması ve kucağımdaki kız çocuğun söker gibi ellerimden alınması sadece birkaç saniye içinde gelişti. Şaşkınlık içerisinde öylece etrafa bakarken, Emin'in arabadan inip sakin adımlarla bana yaklaştığını gördüm. Açık kalan kapının iç tarafına geçip, hafif eğilerek bana baktığında, o bakışın altından çıkacak şeyleri sezdim.

 

"Sen bittin," dedi gözlerime baka baka. "Sen kendini bitirdin ama daha farkında değilsin."

 

Korkuyla başımı hızlıca iki yana salladım. "Hayır," kolumu tutup beni dışarıya çektiğinde, kendi isteğimle indim. Kolum sıyrıldığında alacağım o acıyı duymak istemiyordum. "Yapma Emin, söyleme ona lütfen! Benim başka çarem yoktu! Söyleme ne olur ya, hiç insafın yok mu?"

 

Önüme kırılan o aracın arka koltuğuna başım eğilerek apar topar sokulduğumda, Emin'in bu konuda ne kadar katı olabileceğini bir kez daha anladım. O işine duygusal yanaşmıyordu, ikna edilemezdi.

 

"Sen ne yaptığının farkında mısın? Mehmet abinin eşinden ne istedin? Çocuğunu niye kaçırdın?"

 

"İkisi de bilerek olmadı!"

 

Her şey bir kenara dursun, Akın Yiğit Akcan'ın yeğeni, Mehmet Akcan'ın kızını kaçırmakla suçlanacaktım bir de. İlaveten Mehmet Akcan'ın eşini bayıltmam ve şu an ayakkabılarını giyiyor olmam bile ölümcül bir sebepti.

 

Geri döndürülürsem o evden bir daha sağ çıkamayacağımı bile bile kaçmıştım. Ne yazık ki, hesapta olmayan şeyler vardı. Şimdi arka koltukta, Emin'le yan yana oturmuşken aracın geriye doğru döndüğünü gördüğüm an içimdeki korku ateşi harlandı. Keşke kaza yapıp ölseydim, belki daha az acı verici olabilirdi.

 

Bunu bana düşündüren şey, tek bir hata dâhi kaldıramayacak olan Akın Akcan'ın öfkesiydi. Zaten beni hırsız diye yanında tutuyordu, şimdi bunlara üç yeni sebep daha eklenmişti. Sicilim git gide kabarıyordu.

 

Alnımın kenarından süzülen ter damlalarını elimin tersiyle silip, solumda oturan Emin'e baktım. Dirseğini kapıya yaslamış, işaret parmağını dudaklarına sürüyordu. Yüz ifadesi resmen benden yardım dilenme diye haykırıyordu. Zaten onlardan her hangi birinin bana yardım etmeyeceğini ve etmemek içinde geçerli bir sebebe sahip olduklarını bugün görmüş oldum.

 

Dönüş yolunda Emin'in telefonu çaldı. Cebinden çıkarıp ekrana bir saniye kadar baktıktan sonra kulağına götürüp, "Efendim abi?" diye cevapladı. Soluklarım daha da hızlandı. Kim bilir nasıl öfkelenmiş, deliye dönmüştür şimdi. "Yanımdalar, dönüyoruz şu an. İki dakikaya oradayız." Deyip karşı tarafı dinledikten sonra telefonu kapattı.

 

Hemen üzerimdeki telaşla, "O mu? Farketti mi?" diye sordum. Bana öyle bir bakış attı ki, saçmalama der gibiydi.

 

"Sara hanımın kafasını yarmışsın, üstelik kızını da kaçırmışsın. Bunlara hiç girmesen, sadece kaçmış olsan bile ölmen için yeterliydi. Gerisini sen düşün."

 

Önüne döndüğünde, şoka girmiş bir ifadeyle önüme döndüm. "Ya benim ne suçum var?" İsyanım kendime inandırmaktan yana olacaktı. Belki faydasız olacaktı ama şu durumda susmayı da beceremezdim. "Çocuk zaten arabadaydı, farketmedim bile!"

 

"Ama kaçmış olduğunu ve Sara hanımın kafasını yardığını kabul ediyorsun yani?"

 

"Emin sen salak mısın? Şu durumda kaçmamdan doğal ne olabilir?"

 

"Ağzını topla."

 

"Sen de bana öyle saçma sapan şeyler söyleme o zaman! Ben çocuk hırsızı falan değilim! Hırsız da değilim, sizin gibi katil de! Bunların hepsi benim değil, sizin aleyhinize haberiniz olsun! Bir gün sizden kurtulacağım; ki bunun en yakın tarihte olacağından şüphem yok. O zaman sizinle görüşeceğiz, şimdi değil."

 

"Hadi her şeyi geçtim," dedi bana dönerek. "Kadının kafasını neden yardın? Ne durumda olduğunu ben bilmiyorum tabii, Mehmet abi diyor. Ancak dün ve bugünkü deliliklerine bakarsak yapmış olacağından hiç şüphem yok doğrusu."

 

Histerikçe gülüp bakışlarımı kaçırdım. Gözlerim dolunca saklama ihtiyacıyla diğer tarafa döndüm. Şu an ağlamak isteyeceğim son şey bile değildi. "Anlık bir şeydi, kaçmak için başka çarem yoktu. Sinirlendim, iki gündür aç ve susuzum. Kimse benim ne hissettiğimi önemsemiyor, sadece yaptıklarıma takılıyor ve yargılıyorsunuz. Keşke ne yaptığıma değil de, neden yaptığıma takılsanız."

 

Bir süre sessizlik oldu.

 

"Ben Nur'u bilerek kaçırmadığını söylerim," dedi. "Ama diğer şeyler için onu senin ikna etmen gerekecek."

 

Camdan bakmaya devam ederken, derin bir iç çektim. Parmak uçlarımla gözyaşlarımı gizlice silip atarken, sesini tekrar duydum.

 

"Akın abi sana bir şey yapmak isterse kendini koru, eli çok ağırdır. Sinirliyken nereye dokunsa kırar."

 

Döver mi beni gerçekten?

 

Hayır, öyle biri değildir. Buna inanmak istemiyorum.

 

"Mikail'in arkasında dur, Akın abiyi bir tek o tutabiliyor." Dedi ve az sonra araçla bahçe kapısından içeriye geçtik.

 

Gözlerim hemen Akın'ı aradı, ama ön bahçede göremedim. Arabayı park ettikten sonra Emin kapıyı açıp indi. Ön tarafta oturan koruma inip, benim için de kapı açtığında çaresizce inip bekledim. Bari Mikail burda olsaydı ama o da yoktu.

 

Evin kapısından çıkıp hışımla bize doğru gelen takım elbiseli, esmer bir adam gördüm. Yakınlaştıkça onu simsiyah alev saçan gözlerinden tanıdım, o, Mehmet Akcan idi. Keşke Akın'ı görseydim dedim, keşke o gelseydi böyle ama Mehmet bey değil.

 

Yanıma ulaştığı anda sağ elini kaldırıp sert bir tokadı yüzüme savurduğunda neye uğradığımı şaşırdım. Darbe öylesine sert geldi ki, güçsüz düşen bacaklarım saniyesinde kırıldı ve yere kapaklandım. Ağzımda garip, ekşi bir tat hissettim. Parmak ucumla dudağımın kenarından aldığım ıslaklığa baktığımda, kan olduğu gördüm.

 

"Abi ne yapıyorsun?" diye araya girdi Emin, ama artık çok geçti. Hak vermedim diyemem, karısına yaptığım çok daha beteriydi.

 

Öfkeli bir sesle esip gürlediğini duydum ama başımı kaldırıp da bakamadım.

"Karışma bana Emin, durduk yere benim karımın kafasını vurup, bir de kızımı kaçırmış! Tebrik mi edeyim, ne yapayım?"

 

"Ne oluyor bu-"

 

Tanıdık bir ses kulaklarımda çınladığında, başımı kaldırıp o yöne baktım. Beni bu hâlde görünce şaşkınlıkla lafını bölen Mikail'den başkası değildi. Ona yardım ister gibi baktım. Kaşları bir anda çatılmış, yüz ifadesi değişmişti. Onlarca korumanın önünde yerde yatıyor olmama az bile tepki veriyordu. "Ne yapıyorsunuz oğlum siz?" diye bağırarak birkaç kişiyi itip, aralarından geçerek hemen yanıma yaklaştı. Eğilip kollarımdan tutarak beni kaldırmaya çalıştığında, zerre kadar takatim olmadığını farkettim.

 

Lâkin Mehmet Akcan durmadı.

"Az bile yapıyoruz," deyip bacaklarıma tekmeyi geçirdiğinde, acıyla inledim. "Bu orospunun ne yaptığını biliyor musun sen?"

 

Mikail beni ayağa dikip sanki emanet verir gibi Emin'in kollarına bıraktı ve tekrar Mehmet Akcan'a doğru döndü.

"Abi? Sen hiç Akın abinin senin karına el kaldırdığını gördün mü?" diye sordu.

 

Dudağımın kenarından boynuma doğru akan kanımı elimin üstüyle silip, içeriye dolan kanı da yere tükürdüm. Mehmet Akcan ile bir anlık göz göze geldim.

 

"Hayır ama benim karım onun karısına bir zarar vermedi, evladını kaçırmadı anladın mı?"

 

"Böyle bir şey yapmış olsa bile onu cezalandıracak olan kişi sen değilsin," dedi Mikail. "Akın abi karar verir, sen ona dokunamazsın."

 

Mehmet Akcan diğer korumalara ve en son yine Mikail'e bakarken burnundan soluyor gibi görünüyordu. Benim yüzümden ona bir şey yapmasını da istemiyordum ama şu an yaşayıp yaşamayacağım bile belli değildi.

 

Tekrar bana baktı ve işaret parmağını üzerime salladı. "Seninle de görüşeceğiz, böyle bitti sanma sakın. Görüşeceğiz!"

 

Ağzıma dolan kanı gözlerinin içine bakarak yavaşça yere tükürdüğümde, bu hareketimle onu ne kadar önemsemediğimi anlamasını ve daha da öfkelenip, çekip gitmesini izledim.

 

Başım öylesine dönüyor ve şakaklarım öylesine şiddetli bir acıyla sancıyordu ki, buna gözlerimin yer yer kararması da eklenince daha fazla ayakta duramayıp, Emin'in üzerine yığıldım. Koltuk altlarımdan geçirdiği kollarıyla beni zorla ayakta tutuyordu. Bayılacak gibi olduğumu farkeden Mikail'in beni kucağına aldığını gördükten sonra gozlerim tamamen kapandı.

 

Açlık, sinir, stres ve daha fazlası... Kan şekerim düşmüş olmalıydı. Şimdi Leyla burada olsa tatlı bir şeyler verirdi bana ama o yok, kimse yok.

 

Ancak yine de konuşulanları duyabiliyordum. Bir yandan yürürken, bir yandan da Emin ve Necmi diye bir adamla konuşuyordu. "Söz yüzükleri takılıyor, herkes ön bahçede çabuk ol." Diyen Emin idi.

 

Demek Akın bey sözlendi.

 

"Nakliyat sırasında bir sorun olmuş," dedi Necmi diye bir adam. "Polis durdurmuş, biri satmış olmalı."

 

Ne nakliyesi bu acaba?

 

"Sizin yapacağınız işi sikeyim, çekil." diye söylendi Mikail.

 

Kapıdan içeriye girdiğini hissettim, daha serin ve kapalı bir yerdeydik. Merdivenlere doğru döndü ama durdu. Saçlarımda, daha sonra ise çenemde bir el hissettim. Yüzümü kendine doğru çevirip inceledikten sonra, "Kim yaptı bunu?" diye sordu, bu kişi ise Akın idi.

 

"Abi, Sara yengeyi bayıltıp arabasıyla kaçmış, Nur da yanındaymış," diye açıkladı Mikail.

 

"Nur'u kaçırmamış, arabayla kaçmak istemiş sadece," diye atıldı Emin. "Sara yenge Nur'u arabada unutmuş, Nalan'ın bir suçu yok. Ben kefilim."

 

Sözünü tuttu be, adamın dibi!

 

"Ne kadardır tanıyorsun da kefil oluyorsun?" Diye sordu Akın. Şu an Emin'e olan bakışlarını tahmin edebiliyorum. Emin'den ses çıkmayınca, yine Akın konuştu. "Neden bu hâlde? Kaza mı yaptı?"

 

"Evet," dedi Mikail. "İyi ya sadece bayılmış. Şimdi şöyle oluyor, ani fren yapınca ağzı direksiyona çarpmış."

 

Yok güneş çarptı hıamına.

 

Niye yalan söylüyorsun Mikail?

 

"Benim gitmem lazım, üçüncü kattaki odaya götür." Dedikten sonra uzaklaşan adımlarını işittim.

 

Gözlerimden birini aralayıp arkasından baktım. Çok şık siyah bir takım giyinmişti, lanet olsun ki bugün nişanlanıyordu.

 

Bana ne ya? Canı cehenneme!

 

Onu ilk defa şimdi görmüyorum ama ilk defa tanışıyoruz.

 

Akın'ın gittiğine emin olduktan sonra gözlerimi tamamen açıp beni yukarıya taşıyan Mikail'e baktım. Sadece kumral sakallı çenesini görüyordum. "Emin, Mikail seni korur dedi." Gözlerimi yeniden kapadım. "Ama sen lehime olan şeyleri saklayıp, aleyhime olan şeyleri söyledin."

 

Basamakları çıkmaya devam ediyordu. "İnan bana yenge, en iyisini yaptım. Akın abi Mehmet abiye senden sebep bir şey söylerse araları bozulur, bu arada da biz yanarız. Bu yüzden sakın söyleme. Bir şey biliyorum ki susuyorum değil mi?"

 

Öyle olsun bakalım. Şimdilik.

 

💲

 

Üçüncü katta, yine aynı odaya getirdi Mikail beni. Yatağın üzerine yatırdıktan sonra odadan çıkmıştı ve pek tabii kapıyı kilitlemeyi de unutmamıştı. Gözlerimi bıkkın ve acı çeker bir ifadeyle açtım. Doğrulup oturmaya çalıştım, aşağıdan hâlâ daha müzik sesi geliyordu. Sahi ya, beni getirdikleri bu oda arka bahçeye bakıyordu. Kırdığım camları da yaptırmışlardı. Yatağa yeni döşek, yastık ve yorgan serilmişti ama tekrar aynısını yapacağımı düşünerek lamba ve koltuk getirmemişlerdi.

 

Gözlerimi camdan ayırıp ayaklarıma baktım, hâlâ Sara'ya ait ayakkabılar duruyordu ayağımda. Bir ayağımın burnuyla diğerinin topuk kısmını sıyırıp ayağımı sallayarak çıkardım. Diğerini de çıkarırken yine aynısını yaptıktan sonra ikisini de yataktan aşağıya ittim. Yere düştüklerinde çıkan o tok ses başımı daha da ağrıtınca yüzümü buruşturdum.

 

"Allah rızası için bari bir bardak su verseydiniz ya, tabii kendi karnınız tok sırtınız pek olunca kimse umrunuzda olmuyor."

 

Söylenerek ayaklarımı yere sarkıttım. Yavaşça ayağa kalktım. Sol bacağımın bilek kısmında oluşan kızarıklıklar umarım morarmazdı, kötü görünüyordu. İnsan düşmanına böyle vurmazdı, ayakkabısının burnuyla geçirmişti, ezseymiş bir de.

 

Şakaklarımdaki sızıltıya ve göz kapaklarıma çöken ağırlığa rağmen balkon kapısına yanaştım. Evet aşağıda havuz başında gönlünce eğlenen insanlar buradan çok net görünüyordu. İnsanların arasından geçen Akın'ı gördüm. Parmaklarım hemen kapı kulpuna dolandı. Bakışlarımı ondan bir an bile ayırmadan kapıyı açıp soğuk zemine adımladım. Birkaç adım sonra balkon korkuluklarına tutundum ve pür dikkat onu, ne yaptığını izledim. Kırmızı elbise giyinmiş, kızıl saçlı, çok güzel bir kıza yanaştı. Kız, kızıl saçlarını süsleyen kırmızı taç ve kırmızı rujuyla âdeta bir prenses gibi görünüyordu. Akın doğrudan ona yanaştı ve belinden kavrayıp, alnını öptü. Kız öyle mutlu görünüyor, öyle güzel gülümsüyordu ki, bir an onun yerinde olmak istedim. Yüzüme buruk bir gülümseme kondu.

 

Gözaltı torbalarım, gıdım ve göbeğimle o kız olabilir miydim ben? Akın çok zevkliymiş ama, kızın dillere destan bir güzelliği vardı.

 

Akın, nişanlısının alnına uzun bir öpücük kondurduktan sonra kız sakallarını okşayıp ona hayran hayran baktı. Akın bu defa da kızın elini tutup yukarıya kaldırdı ve onu peri masallarındaki gibi döndürdü. Yüzümdeki o buruk gülümseme genişlerken, baş parmağımla avuç içimi ovuyordum. Göğsümde garip bir ağırlık vardı şimdi, sebebini çözemediğim.

 

Aslında biliyorsun değil mi Nalan? Şu an o kızın yerinde olmak, sevilmek, değer görmek isterdin. Özeniyorsun, kabul et hadi.

 

Ben sadece hayran hayran izliyordum ta ki, o kız beni farkedenedek. Sanırım Akın'a benim kim olduğumu sordu, yanlış anlamaması için gülümsememi genişlettim ve ona el salladım. Akın arkasını dönüp bana baktı ve kıza bir şeyler söyledi, bu an kız da gülümseyip bana el salladı.

 

Dikkatleri üzerimden çekilir çekilmez arkamı dönüp odaya girdim ve balkon kapısını sıkıca kapattım. Perdeleri de tamamen kapatıp odanın içini karanlığa gömdükten sonra yatağa döndüm. Yürümedim, süründüm âdeta. Zaten yılan olsam daha az sürünürdüm ben bu hayatta.

 

Kendimi yatağa yüz üstü bırakışım çocukluğumdan beri değişmemişti ama bunu ya çok yorgun, ya da üzgün olduğum anlarda yapardım. Bu defa yan dönüp bacaklarımı kendime çektim ve kollarımı kendime sararak gözlerimi kapattım.

 

💲

 

Burnuma mis gibi kokular geliyordu. Bahçede toprağı eşelerken daha fazla dayanamayacağımı farkettim. Çok acıkmıştım. Omzumun üzerinden dönüp mutfak penceresine baktım. Annem o güzel sesiyle evimizi şenlendiriyordu. Dudaklarım iki yana doğru kıvrıldı, dolgun yanaklarım kabardı. Ayağa kalkıp ellerimi birbirine çırparak topraktan temizlerken, bir yandan da yeni eşilmiş toprağın üzerinden koşarak pencereye yanaştım. Penceremiz biraz yüksekti ama boyum uzamıştı benim, geçen yıla nazaran bu yıl daha çok yetişebiliyor, içeriyi görebiliyordum. Annem üzerindeki beyaz, kırmızı çiçekli tül elbisesiyle yine melek gibi görünüyordu. Kömür karası saçlarını bir tokayla öylesine güzel tutturuyordu ki, aynısını yapmaya çalıştığımda hiçbir zaman sonuç alamıyordum.

 

Derin bir nefes daha aldım, tarhana çorbası kokuyordu buram buram. Sevdiğimi bilirdi annem, sık sık yapardı da. Kendisi de severdi. Bu yüzden benim için mi yoksa kendisi için mi yaptığını bilemezdim.

 

Kusursuz yüzü, mavi gözlerine hayranlıkla bakardım hep. İncecik beli ve onu takip eden kusursuz hatlarıyla o, benim büyüyünce olmak istediğim kişiydi.

 

Çorbanın altını kapattıktan sonra sandalyenin başına geçirdiği dışı bordo, içi lacivert rengindeki uzun kollu ceketini alıp omuzlarına attı ve beni çağırmak için dışarıya çıktı. Hemen koşarak yan tarafa geçtim. Kumlu ellerimi ve kıyafetlerimi görünce her zamanki gibi kızdı bana.

 

"Dur, böyle girme," diyerek elbisesinin eteğini dizlerinin arasında topladı ve eğilip dizlerimdeki toprağı temizledi. "Geç ellerini yıka sofraya gel," dedi. O güzel olduğu kadar otoriter de bir kadındı.

 

İçeriye girdim. Kapı kapandı.

 

Gözlerimi açtım.

 

Çatık kaşlarının altından beni izliyordu, güçlükle yutkundum. Doğrulup oturarak etrafa baktım. Nerede olduğumu kavrayınca bir kez daha hayal kırıklığına uğrayarak, bana bakan yemyeşil gözlere döndüm yine. Siyah kaşları çatılmış, siyah uzun kirpikleri neredeyse yeşil gözlerini örtmüştü.

 

"Yaranı temizle, bir şeyler ye. Ölmek için daha çok erken..."

 

O dedikten sonra farkettim komidinin üzerinde duran malzemeleri ve tepsiyi. İçinde biftek, salata, bir bardak su ve bir kase de tarhana çorbası vardı. Şaşkın bakışlarımı tekrar onun yüzüne çevirdiğimde, bir şey söylememe fırsat vermeden arkasını dönüp yanımdan uzaklaştı.

 

Hemen dizlerimin üzerine yükselip tepsiyi aldım ve önüme bırakıp kaseyi avuçlarıma aldım. Kaşığa ihtiyaç duymadan bir yudum aldığımda, onun dönüp bana baktığını gördüm. Öylece birkaç saniye hâlime baktı, sonra da önüne dönüp kapıyı kapattı ama kilitlemedi.

 

Avuçlarımın arasındaki kasenin içindeki tarhana çorbasını kokladım ve dolu gözlerle gülümsedim. "Anneciğim, bu beni doyurmaz aslında... Bir kase daha alabilir miyim?"

 

"Tamam kızım, ver kaseyi," diye taklit ettim onu gözlerim kapalı. Kaseyi kafama dikip hepsini içtikten sonra elimle dudaklarımı sildim. "Senin yaptığın gibi olmuyor anne, aynı tadı vermiyor... Hiçbir şey."

 

Bardağı elime alıp kafama diktim. Tam iki gündür ne yemek, ne su girmeyen midem şu an sevinç gözyaşları döküyordu. Tepsideki diğer yiyecekleri de mideye indirdikten sonra getirdiği malzemeleri aldım. Pamuğu tenterdüyotla ıslatıp yavaşça dudağımın kenarına bastırarak, ufak darbelerle temizlemeye çalıştım. Ayna da yoktu ki bakayım. Olduğu kadar deyip yatağın üzerindekileri toparladım. Kapıyı kilitlememişti Akın, belki de misafirleri gitmişti ve artık odada kalmam gerekmiyordu.

 

Ya da balkona çıktığımda yardım çığlıkları atmamış olmam bu güveni sağlamıştı. Ben de bunu istemiştim zaten.

 

Kapıyı sessizce aralayıp koridora baktım. Etrafta kimseyi göremeyince aralıktan sıvıştım. Çıplak ayaklarımla buz gibi parkelerin üzerinde tedirgin adımlarla ilerlemeye başladım. Klimalar sonuna kadar açılmıştı, resmen yaz günü soğuktan ürperdim. Bu ev bana şeytan üçgenini andırıyordu, sanki sadece benim için böyleydi. Girdim ya bir daha çıkamam, kaçmaya çalışırsam başladığım yere geri dönerim gibi.

 

Üst katta fazla kalmadım, merdivenleri bulup hızlıca birinci kata indim. Dış kapıya çaresiz bir bakış attım, bacağımdaki o ağrı gün yüzüne çıktı ve bana bu defa kırarlar, dedi. Sesli şekilde yutkunup salona doğru döndüm. Lacivert renkli uzun koltuğun üzerinde biri yatıyordu sanki, çıplak ayakları dışarıya fırlamıştı. Fazlasıyla büyük erkek ayaklarıydı. Siyah pantolonunun paçaları da görünüyordu.

 

Parmak uçlarımla salona girip koltuğa yaklaştım. Koltuğun arkasında durup baktığımda, ayakların sahibinin Akın Yiğit Akcan olduğunu gördüm. Bir koluyla gözlerinin üzerini kapatmış, belli ki yorgunluktan burada uyuya kalmıştı. Gömleği, ayakkabıları ve çorapları, her şeyi buradaydı. Bakışlarım bir anlık vücuduna dokunsa da hemen çekip, başka tarafa bakmaya çalıştım. O yaraları görmek istemiyorum.

 

Bakışlarım bu sefer sehpanın üzerinde duran telefona kaydı. Tekrar ona bakıp kontrol ettim, deliksiz uyuyordu. Parmak uçlarımda sehpaya yaklaşıp, bir yandan da onu kontrol ederek telefonu elime aldım. Ona arkamı dönüp telefonun yan düğmesine bastım ve sonra yukarıya kaydırdım. Telefonunda ekran kilidi bile yoktu. Afalladım bir an, ne yapacağımı bilemedim. Yakınlarımı mı, yoksa polisi mi aramalıydım?

 

Düşüne durayım, belimi saran bir el beni geriye doğru çektiğinde dengemi yitirip arkaya düştüm. Sanırım tam olarak bir dizinde oturuyordum. Omzumun üzerinden dönüp ona bakmak istediğimde, burun buruna gelmemizle beraber dona kaldım. Telefonunu elimden sertçe çekip aldı ve koltuğun diğer köşesine fırlattı. Boşta kalan ellerim korkuyla bükülürken, baygın bakan yeşil gözleri yüzümde geziniyordu.

 

"Ben sadece saate-" diye geveliyordum ki, beni birkaç kelimesiyle susturdu.

 

"Yalan söylemene gerek yok."

 

Beni bırakınca hemen kalktım ve arkamı dönüp ona baktım.

 

"Pekâlâ, o zaman konuşabiliriz diye düşünüyorum. Hâlâ bana bir cevap vermedin, beni neden burada tutuyorsun?"

 

"Ben sana cevabı verdim."

 

"Hayır vermedin, beni neden burada tutuyorsun? Niye? Buna hakkın yok. Sen bi' askersin, kanunları benden daha iyi bilirsin ve başına gelecekleri de çok iyi bildiğine eminim."

 

"Bu yüzden anlaşalım diyorum."

 

Ayağa kalktı ve o da benim karşımda dikildi. "Olayın birinci faili sensin, elimde yeterince kanıt var. Parmak izlerin, kamera kayıtları... Yani istersem seni içeri attıracak kadar delile sahibim. Sen suçsuz ol veya olma, seni mahvedecek yeterince delilim var."

 

Her bir kelimenin üzerine öyle bastırıyordu ki, bunların doğru olması kanıma dokunuyordu. Elinde delili olmasa zaten beni alıkoymaya cesaret edemezdi, işinden, itibarından olacağını çok iyi bildiğine eminim.

 

Histerik bir ifadeyle güldüm.

 

"Yani itiraz edersem beni içeri attırmakla tehdit ediyorsun, doğru mu anladım?"

 

Gayet rahat bir tavırla, "Kesinlikle hayır," dedi ama bu tamamen bir yalandan ibaretti. "Tehdit etmiyorum, uyarıyorum... Bugün yaptıkların ise tuzu biberi oldu Nalan Arga ve artık sadece benim dediklerim olacak. Aksi taktirde sadece hırsızlık değil, gasp ve yaralama suçundan da yargılanacaksın."

 

"Nefs-i müdafaamdır Akın Yiğit Akcan! Beni böyle suçlayamazsınız, susturup, bastıramazsınız!"

 

Söylediklerim onun aklına yatmamış gibi bir ifadeye büründü ve bana "ne saçmalıyorsun?" der gibi baktı. Büyük bir adımda burnumun dibine kadar girdiğinde ikimiz de gergindik ama o belli etmiyordu.

 

"Ben ne diyorsam onu yapacaksın," dedi üstüne basa basa, bu ifade ve ses tonu karşısında, onun nezdinde itirazın lafı bile olamazdı, "İnan bana içimdeki zâlimi görmek istemezsin. Benimle baş edemezsin..."

 

 

Loading...
0%