Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Bölüm.

@hadizade

Yorum yapan eller dolarla dolsun.

 

💲

 

Usulca ona yaklaşıp, gözlerimi kısarak, ''Koray nasıl oldu da bunu böyle kabullendi? Süt dökmüş kedi gibiydi resmen. En son hatırladığım, inkar ediyordu. Bir anda ne oldu da...'' Tam bu an yüzünde öyle bir ifade yarandı ki, şüphelerimde yanılmadığımı fark ettim. Ben de gülümsedim ve kollarımı boynuna dolayarak ona sıkıca sarıldım. ''Teşekkür ederim,'' diye fısıldadım kulağına. ''İyisiyle kötüsüyle, her an yanımda olduğun için teşekkür ederim.''

 

O da kollarını belime doladı ve beni sıkıca kendisine bastırdı. ''Teşekküre gerek yok, bu benim vazifem.'' dedi bir asker edasıyla.

 

Onun görmediği bir anda dolu gözlerle gülümsedim. ''Hayır, vazifen değil. Sen bunları o güzel kalbinden geldiği için yapıyorsun.'' Yanağına sımsıkı bir öpücük kondurdum, bu sırada kokusunu içime çekip soludum ve geri çekilince orman yeşili gözlerine kavuştum yine. ''Keşke kalbini öpebilsem.'' dedim.

 

''Benim daha iyi bir fikrim var güzeller güzelim.'' deyip bir anda dudaklarıma yapışınca, önce biraz yalpaladım ama hemen karşılık verdim. Ellerim kemikli yüzüne dokundu, bal gibi tatlı gelen dudakları, dudaklarımın arasında eriyip gitti.

 

Bir birimizden ayrılıp geri çekildiğimizde, sol elim elindeydi ve, ''Yüzüğünü hala bulamadın mı?'' diye sordu.

 

Yüzüm düştü, Boris'in yaptıklarını ve söylediklerini yeniden hatırladım. ''Maalesef, bulamadım.'' dedim üzgün bir ifadeyle.

 

Yüzümü avuçladı. ''Asma yüzünü, yeni bir tane almaya gidelim mi?''

 

Hafifçe gülümseyerek başımı aşağı yukarı salladım. Kol kola salondan çıktık. Dışarıya çıktığımızda herkes çoktan gitmişti. Akın ile beraber arabaya yerleştik ve ben, hareket etmeden önce, yolun karşı tarafında duran aracı fark ettim. Boris'in değil, baş yardımcısı Vilad'ın aracıydı. Asla vazgeçmeyeceğini, mutlu olmama izin vereceğini bildiğim halde hayaller kurmak da benim aptallığımdı işte.

 

Akın, ''Bir şey mi oldu?'' diye sorunca, kendimi toparladım.

 

Sahiden, daha ne kadar saklayabilirsin ki Nalan?

 

''Yok, ağır, yorucu bir gündü, yani duygusal olarak. Ama iyiyim, yeni bir yüzük almaya gidebiliriz.''

 

''Bak, her şey istediğimiz gibi gidiyor. Sana söylemiştim canını boş yere sıkıyorsun diye. Cezasını buldu, umarım Nisan'ın da içi rahatlamıştır.''

 

''Sen Mikail'in Nisan'a olan duygularından haberdar mıydın?''

 

''Evet, bana da bir şeyler anlatmıştı. Zaten Mikail duygularını hiç saklayamayan biri, belli olmuyor mu?''

 

''Oluyor... İkisi için de çok üzüldüm.''

 

''Nisan senin yakın arkadaşın, Mikail'e olan hislerinden bahsetti mi hiç sana?''

 

Hafızamı yokladım. "Flört ettiklerinde haberim vardı, kendisi söylemişti, ancak, Mikail'in bu kadar tutulacağını ben bile tahmin etmemiştim."

 

Tabii Nisanın Mikail ile niye flört ettiğini biliyordum ve ilk baştaki niyetini söylersem, bu da bir şekilde Mikail'in kulağına giderse, hiç iyi şeyler olmayacak. Rahat olabilirsin Nisan, bu sır benimle mezara kadar gidecek.

 

''Bu olayda da benim suçum var, Nisan'ı bu işe hiç bulaştırmamalıydım.'' diye mırıldandım kendi kendime. Hele bu ne ki? Ben iğrenç bir katilim, birden fazla kişinin katili hem de.

 

Elimin üzerinde bir sıcaklık hissettim. Akın elimi tutuyordu. Az sonra arabayı sağa çekip durdurdu ve dönüp gözlerimin içine baktı. ''Bir konuda anlaşalım mı Nalân?''

 

''Hangi konuda?''

 

''Kendini suçlamaktan vazgeçeceksin.''

 

''Bunu yapamayacağımı sen de çok iyi biliyorsun.''

 

Elimi daha sıkı tuttu ve biraz daha bana doğru eğildi. "Eğer bunu yaparsan ve bundan sonraki süretçe, tüm dikkatini sadece bana verirsen, beni dünyanın en mutlu adamı yapmış olursun."

 

Bu sözleri ve güzel bakışları, yüzümde gülümseme yarattı. "İşte böyle," dedi Yiğit, "sen hep gül."

 

Bir gün bizi bitirirler diye ödüm kopuyor. Nasıl bir adamın kızı olduğumu, vazifelerimi, yapmak zorunda olduğum şeyleri sana açıklayamıyorum.

 

Ben uzunca dalıp gidince, "Aç mısın?" diye sordu. "Vallahi ben kurt gibi açım."

 

"Acıktım, aslında kahvaltıda da pek bir şeyler yiyememiştim."

 

"Hadi çorba içelim," dedi ve arabayı tekrar çalıştırdı.

 

"Ciddi misin?"

 

"Evet? Bi' işkembe çorbası içmeyelim mi?"

 

Yüzümü iğrenir gibi buruşturdum. "Şaka yapıyorsun, değil mi? Asla içmem!"

 

"İçersin, içersin, iyi gelecek. Güç toplaman lazım, yarana da iyi gelecek, emin ol."

 

Yaramı sadece sen iyileştirebilirsin.

 

Neden bunu sadece içimden söylüyorum ki? Bence duymayı hak ediyor.

 

"Yaramı sadece sen iyileştirebilirsin." dediğim ân, yeşil gözlerini bana çevirdi ve gülümseyerek yeniden yola baktı. O bembeyaz, büyük dişlerini nadiren gösterirdi ve şimdi bu dediğim şeyin onu ne kadar mutlu ettiğini görebiliyordum.

 

Elimi eline alıp dudaklarına götürdü, bir sürü öpücük kondururken,

"Kurban olurum sana." dedi.

 

İstediğim bu değil.

 

Benim istediğim, kimsenin kimseye kurban olmaması.

 

Onu mutlu ve biraz da hüzünlü gözlerle süzüp önüme döndüm. Ne yazık ki, bu haksız dünyada, mutlu ânlar çabucak biter ve geride kalanlar birkaç mutlu kareden ibaretdir.

 

💲

 

 

 

"Belki sana garip gelebilir ama ben askerlik anıları dinlemeye bayılırım. Yani, bana anlatabilirsin. Tabii kanın gövdeyi götürdüğü değil de, daha çok komik anılarını anlatırsan sevinirim." Gülmeye açım. Koyu sohbetlere açım. Mutluluğa açım şu sıralar.

 

"Pekâlâ," dedi direksiyonu elinin içiyle çevirirken.

 

"Bir gün bölükteyim, tamam mı, bizim çocuklardan biri girdi içeriye. Tabii aynı kıyafetlerimiz filan, nereden bilsin çocuk. Gelip, 'Yeni mi geldin lan?' diyip enseme şaplak atmasın mı?"

 

O anı kafamda canlandırınca, Akın'ın o anki yüz ifadesi büyük bir kahkaha patlatmama sebep oldu.

 

"Ay ne yapsın çocuk? Sen de çok genç komutan olmuşsun!"

 

"O da öyle sandı zaten ama dönüp bir baktım," derken aynalardan yola bakıyordu, "çocuk omzuma baktı, yüzüme baktı, bir arkadaşlarına baktı, bir bana baktı... Sonunda anlayıp sırıttı."

 

"Ee sen ne yaptın peki?"

 

"Ne yapacağım? Yüz şınav, yüz mekik, on dakika ördek yürüyüşü de, yetti de arttı bence."

 

"Çok acımasızsın ya, çocuk nereden bilsin? Demek tek bana zulüm etmiyormuşsun, ay içim ferahladı resmen. Bu doğal hâlinmiş, bana özgü değilmiş!" diye maytap geçtim.

 

"Çok komik bir kızsın, sana demiştim ya senin ölümün şu komedyenliğinden olacak diye."

 

"Senin elinde ölmeyeyim de, nasıl öldüğüm hiç önemli değil!" diyip, trip atar gibi yüzümü cama doğru çevirdim. Pekalâ dizlerimi de diğer tarafa eğmeyi ihmâl etmemiştim.

 

Ancak az sonra parmaklarıyla omzumu hafiften dürttü. Güldüm ama ona belli etmedim.

 

"Şşhh, küstün mü?"

 

"Hee küstüm, ne olacak?"

 

"Durduk yere?"

 

"Bilmem, belki birikmişlik vardır."

 

Derin bir nefes alıp, sertçe soludu. "Tamam, madem küstün geri dönelim o zaman."

 

"Hayır!" diye bağırarak hemen ona doğru döndüğümde, gülümseyerek baygın baygın yola bakıyordu. "Açım! Çok açım! Midem gurulduyor, bak," diyip elimi karnımın üzerine koydum. "Nasıl da gurulduyor."

 

Bana yandan bir bakış atıp, "Orası miden mi?" diye sordu, alaycı bir sesle.

 

"Hee, yani evet midem..."

 

Gülümseyerek başını yavaşça iki yana salladı. "Orası karın, mide biraz daha üstte." diyip elini uzattı ve parmaklarının üstüyle mideme dokundu.

 

Hemen elini ittim.

"İyi ki söyledin ya... İyi ki söylediniz sayın Ordiyarnus Profesör Akın Bey hazretleri. Ben orada böbreğim var sanıyordum..."

 

"Aman efendim, rica ederim," diye ayak uydurdu bana.

 

Ona öldürecekmiş gibi attığım bakışlarıma karşın, hoşuna gitmiş gibi baktı. Kollarımı göğsümde bağlayıp, başımı koltuğa yasladım ve yol boyunca onu izledim...

 

💲

 

Ciddiymiş. Bir çorbacının önünde park edip indik ve Akın, yaklaşıp mekânın kapısını açtıktan sonra geçmemi bekledi. Elbette ben böyle salaş yerleri seven ve sürekli gelen biriydim ama koskoca Akın Yiğit Akcan beyefendi gelmez diye düşünmüştüm.

 

Cam kenarındaki bir masaya yerleştik ve az sonra Akın bize iki işkembe söyledi. Yüzümü buruşturmuş, oturmuştum öylece. Bu hâlimi görünce, "Abarttığın kadar kötü değil," dedi kaşlarını çatarak.

 

Çorbalarımızı içerken yan masadaki adamın bana baktığını fark ettim, hem de beni bayağı göz hapsinde tutuyordu. Bir yandan çayını içerken, diğer yandan da rahatsız edici bakışlarını bakacaklarıma dikip durdu. Sinirli bir soluk verip Akın'a baktım.

 

Akın, rahatsız olduğumu fark etti. Omzunun üzerinden geriye dönüp baktı. Adam çaprazdaki masada oturuyordu ve yönü bana doğruydu. Akın ona bakarken, o ara sıra hâlâ bana bakıyor, bakınca da odaklanıyordu. Akın tamamen yan dönüp, dirseğini sandalyenin koluna yasladı ve o kişiye seslendi. "Kardeşim, sen hayırdır?"

 

Adam kaşlarını çatarak Akın'a baktı. "Asıl sen hayırdır?" demesin mi? Dedi vallahi.

 

Akın, masanın üzerindeki elinin parmaklarını gergince, belli bir ritimle oynatıyor, sanki sabır çekiyordu.

 

Bu sefer de adama, "Nereye bakıyorsun sen öyle deminden beri?" diye sordu.

 

Adam geniş geniş sırtına yaslanıp, "Sana hesap mı vereceğim ben?" dedi.

 

"La havle," çekti Akın.

 

"Sakin ol," diyerek elini tuttuğumda, dönüp bana ve ellerimize baktı. Çehresi bir anda yumuşadı. Hemen elimi geri çekip, koyacak yer bulamayarak masadan indirip kucağıma koydum. "Lütfen, tatsızlık çıksın istemiyorum."

 

Gözlerime bakarak, öfkeli fakat kısık bir sesle, "Ama seni rahatsız ediyordu," dedi.

 

"Sorun değil, çorbaları içip kalkalım." dedim. "Rica ediyorum."

 

Sadece kafasını sallayıp önüne baktı ancak çok az sonra kafenin sahibi gelip adama neler olduğunu sorduğunda, adamın özgüveninin nereden geldiğini anladım.

 

"Hayırdır kuzen, bir sorun mu var?"

 

"Yok ya, dingilin teki işte."

 

"Sen keyfine bak, bir şey olursa buradayım."

 

Soğuk bir savaş vardı şimdi.

 

"Keyfime bakıyorum zaten," dedi oturan adam, "Manzaram da süper." diyerek tekrar bana, hemen ardından bacaklarıma baktı.

 

Bir anda masanın titrediğini hissettim. Hayır masa değil, Akın'ın elleri titriyordu. İki elimle masayı tutarak, masadaki bir noktaya diktiği yeşil gözlerine baktım. Göğsü körük gibi inip kalkmaya başlamıştı.

 

"Akın yapm-" cümlemi bitiremeden, ona bir şey söylememe izin vermeden masadan kalktığında, ben de arkasından ayağa kalkıp, onu tutmak için gittim.

 

Akın ellerini büyük bir gürültüyle masanın üzerine vurduğunda, masanın üzerindeki her şey birer kere zıplayıp yüksek bir ses çıkardı. Adam irkilerek sırtına yaslanıp, Akın'a dehşete düşmüş gibi baktı.

 

"Ulan şerefsiz pezevenk! Mekân akrabanın yeri diye, bir kadını rahatsız etme hakkına mı sahip oluyorsun?"

 

Adam resmen arı kovanına çomak sokmakla eşdeğer bir tavır ve sözler savurdu, Akın'ın yüzüne.

"Rahatsızsa gelsin kendi söylesin! Çok da rahatsız görünmüyordu! Böyle çıplak dışarıya çıkarıyorsun da, biz bakınca niye zoruna gidiyor?"

 

"Ne diyorsun ulan sen?" diyerek ellerini adamın gömleğinin yakalarına sardı ve onu çocuk kaldırır gibi ayağa kaldırıp, tüm gücüyle sarstı.

 

Genç adam hemen bağırmaya başladı: "Kerim! Ulan neredesiniz?"

 

"Seni yedi sülalen gelse elimden alamayacak," dedi ve kafasını adamın burnuna öyle bir geçirdi ki, çıkan kırılma sesiyle dudaklarım o şeklini aldı.

 

Deminki adam geri geldi, bayağı da yapılı bir adamdı. Akın'ın arkasından yaklaştığını görünce onu uyarmak istedim ama Akın, benden daha önce fark etmiş gibi geriye doğru attığı bir tekmeyle adamı bir çırpıda yere serdi.

 

Garsonlar dört bir yandan onu tutmaya, sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Elbette onların bir suçu yoktu ve Akın'a saldırmadıkları için, Akın da onlara bir şey yapmadı. Kollarını yukarıya kaldırıp, "Tamam, bırakın gerek yok." dedi ve garsonlar onu bırakınca, yerde yatan adamlara baktı. Biri neredeyse kafenin diğer ucuna kadar gitmişti.

 

"Değmezdi" dedim içimden. Bu duyulursa Akın için hiç iyi olmaz. O bir asker, böyle yapmaması gerekiyordu. Yine öfkesine yenik düşmüştü.

 

Yeşil gözleri beni bulduğunda, hemen yanıma geldi. Ona üzgünce bakmamın başka nedenleri vardı lâkin o sadece korktuğumu düşündü. Hemen masadaki çantamı ve ceketlerimizi alıp, masaya iki yüzlük banknotu fırlattıktan sonra yanıma gelip, koluyla sırtımı sardı ve beni çıkışa doğru yönlendirdi.

 

Beraber kafeden çıkıp, hızlıca arabaya yerleştik. Daha doğrusu Akın beni aceleyle arabaya bindirdi. Sanki bana bir şey olmasından korkuyor gibi anaç bir tavrı vardı. Kendini tutmaya çalıştığını da görmüştüm ancak bu pek uzun sürmemişti. Öfke, gücün kontrolsüzce kullanılmasına neden olan bir duyguydu ve genelde sonradan pişman olacağımız şeyleri yapmamıza neden olurdu.

 

Arabada konuşmadık. Ta ki, o aracı sahilde durdurup inene dek. Onun ardından ben de inip, ceketimi giydim ve arabanın önünde duran Akın'ın önüne geçip durdum. Bir sigara yakıp, hızlıca dudaklarının arasına bıraktı ve denize diktiği bakışlarını gözlerime indirdi. Öyle bir baktı ki, dertli bakmak bu olsa demekti.

 

"Kötü mü olacak?" diye sordum, duyacaklarımdan korkarcasına. "Seni işten atacaklar mı?"

 

Sigara henüz ağzında iken boğuk bir sesle yanıtladı: "Elbette hayır, sen bunları kafana takma. Değmez..."

 

Başımı önüme eğip kendi eteğime baktım. İnsanların zihniyetini değişemeyeceğimizi düşününce, boşver diyordum içimden. Şimdiye kadar dediğim tüm boşverleri peş peşe dizsem buradan Edirne'ye yol olurdu.

 

"Şşhh," diyerek işaret parmağıyla çenemi hafifçe yukarıya kaldırdı. "Neye üzülüyorsun? Gerçekten sinirleniyorum. Gidip onların analarından emdikleri sütü burunlarından getirmemi istemiyorsan, bence üzülmeyi kesmelisin."

 

İşaret parmağı çenemin altından yanağıma doğru süzüldü ve yanağımı iki parmağının arasına sıkıştırıp, küçük bir makas alarak yeniden gülümsememi sağladı.

 

"Ha şöyle," diyip sigarasını yeniden dudaklarının arasına bıraktı.

 

"Söndürür müsün şunu? Kokusu rahatsız ediyor." Dediğim ân sigarasını çöp kovasına fırlattı.

 

Marlboro içiyordu ve favori sigarasının bu olduğunu biliyordum. Çok içmezdi, sadece gergin ya da üzgün hissettiğinde içiyordu.

 

Sanırım onu biraz fazla biliyorum diyecek kadar inceledim.

 

"Seni bilemem," dedi, "ama ben doymadım daha. Köfte sever misin?"

 

Baktığı yöne bakınca, sahilde seyyar bir köfte arabasının durduğunu gördüm. Tekrar ona doğru dönüp, "Evet köfte severim," dedim, "ama kırmızı mercimek çorbası kadar değil." Deyip göz kırptım. Hafiften bir gülümseyerek başını önüne eğdi ve bir kolunu girmem için kıvırdı.

 

Kolumu benim için yarattığı boşluktan geçirip, ona köfte arabasının yanına kadar eşlik ettim.

 

Birer acılı köfte ekmek aldık ve küçük taburelere yerleştik. Biraz sıcakladım ve ceketimi çıkarıp bacaklarımın üzerine serdim. Akın'a baktığımda, yeşil gözlerini kısmış bana garipser gibi bir ifade ile bakıyordu.

 

"Ne oldu?" dedim köfte ekmeğimden bir ısırık almadan hemen önce.

 

"Neden örttün bacaklarını?" Diye sordu.

 

Denizden gelen rüzgârla yüzüme dolanan bir saç tutamımı alıp kulağımın arkasına iliştirdim ve ağzı dolu şekilde, "Düşündüğün anlamda değil," diye mırıldandım.

 

"Hmm, ne anlamda peki?"

 

"Yanında bana bir şey olmayacağını biliyorum," dedim.

 

Başını önüne eğdi koca adam.

Ve gülümsedi sonra.

 

"Çünkü şimdiye kadar, sen hariç hiç kimsenin bana zarar vermesine izin vermedim," dedim.

 

Önce yüzü asıldı, ardından başını kaldırıp, paramparça bir ifade ile gözlerime baktı.

 

"Öyle bakma bana," diye sitem ettim gülümseyerek, "sana katlanabilen tek kadınım ben. Kendimle gururluyum."

 

Bu sefer genişçe gülümseyip bakışlarını önüne indirdi ve o köfte ekmekten büyük bir ısırık alırken, ben onun her hareketini izlediğim gibi izledim yine.

 

İkimiz de biraz suçluyuz aslında.

 

Ben kötü biriyim, o da öyle.

 

Işıldayan gözlerini gözlerime dikip, benimle karşılıklı yemek yerken, hiçbir şeyi umursamayışını sevdim. Her şeye rağmen gülüşünü, beni anlayışını, her türlü deliliğimi kabullenişini sevdim.

 

Benim gözlerimin de tıpkı onunkiler gibi parladığını biliyordum.

 

"Biliyor musun," dedi orman yeşili gözlerini gözlerime çevirmeden hemen önce, "Ormanı sapasağlam ayakta tutan topraktır."

 

"Hayır... Buna katılmıyorum, bence yağmur daha önemli bir etken."

 

"Çam ağacı düşün," dedi.

 

"Düşündüm," dedim.

 

"İhtiyacı olan tek şey nedir?"

 

Çam ağaçları hep yeşildir ve suya ihtiyaç duymaz, yabandır. Derin bir nefes aldım ve, "Toprak," dedim.

 

"Düşmeme izin verme," dedi ve soluğumu bir anda kesti. "Yaşamaya devam etmek için ihtiyacım olan tek şeysin."

 

Yanaklarımın ısındığını hissettim. Başımı önüme eğip, alt dudağımı tüm gücümle ısırdım. Ben gerektiğinde kendine bile acımayan biriydim, ama o da öyleydi. Zararsız biri değil biliyorum ama ben de masum değilim. Hem de hiç. Ve o, bunun farkında.

 

"Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu, dilenir gibi bir sesle. Elbette bunu sadece ben hissettim, başka biri olsa o konuşunca emir verdiğini düşünürdü.

 

Kafamı kaldırıp nihayet konuşabildim. "Çok yorgunum, eve gidelim mi?"

 

''Nalan sana son zamanlarda ne oluyor böyle? Elimi tutmak bile sana zor geliyor, üstelik beni öpmekte, hislerini dile getirmekte artık eskisi gibi cesaretli görmüyorum seni.''

 

Çünkü olmayacağını biliyorum. Ben lanetli biriyim. Vebalini aldığım kişilerin laneti, ömrüm boyunca peşimi bırakmayacak, biliyorum.

 

''Gidelim mi?''

 

''Hayır,'' dedi ve gayet kararlı bir ifadeyle köfte ekmeğini masaya bırakıp gözlerimin içine baktı. ''Bana tam şu an cevap vermeni istiyorum Nalan, çünkü, biliyorsun nişanımıza az kaldı... Ben emin olmak istiyorum... Beni seviyor musun?''

 

Bir anda kal geldi. Böyle bir soru beklemiyordum. Dolasıyla da bu zor soruya cevap vermek istemiyordum ancak, belki de bu bir fırsattı. Ondan, onun için gitmem lazımdı. Bu bana sunulmuş bir fırsattı.

 

Tam bu an telefonuma bir bildirim geldi ve cebimden çıkarıp ekranı açtım. Şifreyi girdikten sonra mesaj kutusuna tıkladım. Bay B.-den bir mesaj vardı.

 

B.: ''Eğer tam şu an onu terk etmezsen, gerçek yüzünü, kim olduğunu öğrenecek ve sen buna engel olamayacaksın. Hazır bu salak adam sana aşık olmuşken onu terk et, aksi takdirde gitmene izin vereceğini sanmıyorum... Ha bir de, konseyi ikna ettim ama tek bir şartım var tabii. Benimle evlenmeyeceksen, onunla da evlenmeyeceksin.''

 

Mesaj ben okuduktan sonra kayboldu ve ben başımı kaldırıp önümde oturan, benden bir cevap bekleyen orman yeşili gözlü adama baktım.

 

''İyi misin Nalan, sarardın bir an... Kimdi o mesaj atan?'' diye sordu yüzüme dikkatle bakarken.

 

''Şey... Kübra, yani kuzenim, biliyorsun zaten. Biraz morali bozuk da, yarın benimle buluşmak istediğini yazmış.''

 

''Anladım,'' dedi ve maalesef kaldığımız yerden devam ettik. ''Evet, soruma hala bir cevap bekliyorum.''

 

Boris'e bir mesajla cevap verdim. ''Lütfen bana biraz süre ver, dediğini yapacağım.''

 

Başımı kaldırıp yeniden onun yemyeşil gözlerine baktım ve bir mesaj daha geldi.

 

''Sadece yirmi dört saatin var Nalan.''

 

Mesajlaşmamızı silip telefonu kapattıktan sonra yeniden cebime koydum ve Akın'ın sorusunu cevaplamadan önce hafifçe öksürerek boğazımı temizledim. Ona, aşinası olduğum yüzüne bakarak az sonra söyleyeceklerimi nasıl söyleyeceğimi ve bu söyleyeceklerimin ona ne hissettirdiğini düşündüm önce. Sonra zaten başka şansım kalmadığını fark ettim ve döküldüm ona olan yalan yanlış hislerimi.

 

''Ben seni evlenecek kadar sevmiyorum Akın, çok özür dilerim.'' Ve masadan ayrılıp arabaya doğru yürüdüm. Bundan sonra beni ilk günlerde olduğu gibi de tutabilir, dilediği işkenceyi yapabilir, ya da tamamen bırakabilirdi. Çünkü bunların hepsini hak ettim, tabii... Onun tarafından bakılınca...

 

 

Loading...
0%