Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. Bölüm ~ 1.kitap finali.

@hadizade

Taylor Swift, Cardigan

 

💲

 

''Fedakarlık aptallık mıdır sence?'' diye sordum.

 

Bana bakmadan cevapladı. ''Evet, ama bazıları bu fedakarlıkları keyfinden yapar ve mecbur kaldım diye yalan atar.''

 

Sertçe yutkundum. Hayır, benimki öyle bir şey değil ama ya düşündüğüm şeyi isterse benden? Ona istediği şeyi verebilecek miyim?

 

Acaba O'ndan yardım mı istesem?

 

Saçmalama Nalan! Yardım eder mi sanıyorsun?

 

Beni ellere muhtaç bıraktın... Sen beni ellere bıraktın. Yazık, ne yazık sana, bana, bize.

 

''Daldın.''

 

''Ha? Yok, iyiyim, yok bir şeyim.''

 

''Nasılsın diye sormadım Nalan, zaten düşünceli olmasan böyle bir cevap vermezsin. Bana bak... Sen aşık mısın ona hala?''

 

''Bir günde bitebilir mi aşk? Zaman gerekmez mi Leyla? Ben mi yanlış biliyorum? Bana biraz zaman ver ve bu konuyu açma lütfen. Hatırlatma ne olursun...''

 

''Tamam, kusura bakma... Hadi kahvaltımızı yapalım, sonra bir iş görüşmem var. Sen odana çıkıp dinlen, hiçbir şeye dokunma tamam mı?''

 

''Tamam anne, öyle yaparım.'' dedim alaycı bir sesle ve o da bana eşlik etti. ''Aferin evladım.''

 

Beraber kahvaltımızı yapmaya başladık. ''Menemen her zamanki gibi çok güzel olmuş, ellerine sağlık.'' diyerek camın önündeki zambaklarıma baktım. ''Zambaklarıma çok iyi bakmışsın, çiçeklerden anlamadığını sanıyordum.''

 

''Eh, sen yokken öğrendim, yani öğrenmek zorunda kaldım desem daha doğru olur. Düşündüm ki, zambakları solarsa Nalan beni kesin öldürür.''

 

Gülümsedim. ''Eh, doğru düşünmüşsün. Ama artık buradayım, onlarla kendim ilgileneceğim.''

 

Dönüp her baktığımda onu görüyorum. Bembeyaz zambaklarla dolu bahçesinde gezinen o kadının, çiçekli eteği dallara takılıyor. Durup yavaşça çekiyor eteğini, şarkı söylemeye ve çiçeklerini sulamaya kaldığı yerden devam ediyor ve ben büyülenmiş halde onu izliyorum. ''Bu güzelliğinden, bu hoş sesinden niye biraz da bana miras bırakmadın?'' diye sitem ediyorum yer yer. Sonrası malum, büyüsü yeniden beni esaretine alıyor ve ondan başka hiç bir şey düşünmeyen o aciz bedenimi ele geçiriveriyor yeniden.

 

💲

 

Kahvaltıdan sonra Leyla üzerini değiştirmek için yukarıya çıktı ve ben de o sırada cüzdanımdan kredi kartımı çıkardım. Sonra, bu kartı Leyla'ya verirsem, para çekerken hesabımdaki yüklü meblağı göreceğini farkedince geri koydum. Cüzdanımda kalan iki yüzlük ve yüzlük iki banknotu alıp, onun çantasına koyup mutfağa geri döndüm. Biraz sonra Leyla aşağıya inip yanıma geldi. Siyah kumaş takım içine beyaz bir gömlek giyinmiş, saçlarını sıkı bir balerin topuzu yapmış, hafif bir makyajla da yanaklarını ve dudaklarını renklendirmişti. ''Nasıl olmuşum?'' dediğinde, onu beğeniyle süzüyordum.

 

''Fazlasıyla prezentabl görünüyorsun.''

 

''Teşekkür ederim,'' diyerek eğilip yanağımı öptü ve, ''Bana şans dile diyerek.'' evden telaşla çıktı.

 

O gittikten sonra birkaç dakika dalıp gittim uzaklara. Telefonum titrediğinde, kendime gelip, hemen cebimden çıkardım.

 

1 Yeni mesaj;

 

B. : "Evdeyim, seni bekliyorum."

 

Ben: "Geliyorum."

 

Ekranı kapatıp ayağa kalktım. Önce bir yarama bakmalıydım. Kendime hiç dikkat etmiyordum ve bu gidişle hiç iyileşemeyecektim.

Banyonun yolunu tuttum. Üzerimdekini çıkarıp sütyen ile kalarak aynada kendime ve yarama baktım. Kanamamıştı. Ama bantları değiştirmem gerekiyordu. Dolabı karıştırdım ama hiçbir şey yoktu. Burası Akın'ın evi değil tabii, adam alt üst tüm banyolara ilk yardım malzemeleri, ağrıkesiciler hatta hijyenik pedler bile yerleştirmişti. Ömrümde bu kadar tam teşekküllü bir adam görmedim.

 

Hayır yani evde her gün biri mi yaralanıyor diye düşünüyor insan. Belki de bu yaralı olduğu günlerden kalma bir alışkanlıktır.

 

Banyoda rutin işlerimi halledip, yaramı ıslatmadan temizlendikten sonra bir havluyla vücudumu sarıp odama geçtim. Leyla bavulları buraya kadar taşımıştı. Nedense bu bile içimde bir burukluğa yol açtı. Odanın köşesine yatak halde koyduğu bavulların fermuarlarını açıp, kapaklarını kaldırdım. Belimi bükmeden kıyafet seçmeye çalışıyordum ve bu işkence gibi bir şeydi. Ağrılar beni robot gibi gezmeye zorluyordu.

 

Pencereden dışarıya baktığımda havanın kapalı, hatta rüzgârlı olduğunu gördüm. Artık sonbahar gelmişti ve sevmeme rağmen bu mevsim beni hüzünlendiriyordu. Garip bir hüzün ve de huzur kaplıyordu içimi. Dökülen sararmış yapraklar, gri bulutların arkasına saklanan Güneş ve çiseleyen yağmur beni benden alıyor, başka birinin yanına götürüyordu. Fiziken gidemeyeceğim yerlere...

 

Bavuldan çıkardığım kahverengi, ince triko elbiseyi üzerime tutarak aynada baktım ve karar kıldım. Siyah iç çamaşırlarımı ve elbiseyi giyinip, üzerime giymek için siyah deri ceketimi ve siyah botlarımı alıp, yatağın ucuna bıraktım. Saçlarımı fönle düzleştirip, saçlarımı salaş bir şekilde sırtıma saldıktan sonra kahve tonlarında hafif bir makyaj yaptım. Özellikle göz altlarım öyle çökmüştü ki... Yüzümde ruhsuz bir ifade vardı ama zaten makyaj yapmak benim için rahatlatıcı bir şeydi. Normalde müzik açarak yapardım ama şimdi hiç o hâlde değildim.

 

İki ay öncesine dönmek için bir böbreğimden geçebilirdim...

 

Makyajım da bittikten sonra kahverengi rujumun üzerinden bir kat daha geçip, parfüm sıktım. Kokulara karşı hassastım ama onun kokusu... Kendi teninin kokusundan bahsediyorum. Duş aldıktan sonra üzerine sinen parfüm kokusundan arındığında teni güven kokuyordu. Sanki yıllardır dokunduğum o tenmiş gibi, hiç yabancı, yeni tanıştığım biri değilmiş gibi...

 

Adını, sesini, tenini de unutacağım belki ama kokusu kalacak, acı vermek için kalacak.

 

Üzerime ne giyersem giyeyim, ben onun gibi kokuyorum. Kendimi kokladığımda bile onun kokusunu alıyorum.

 

Garip değil aslında, ona çokça ve doya doya sarıldım. Boynunu öptüm; boynunu dudaklarından daha fazla öptüm çünkü gıdık alıyordu ve gıdıklandığında, o koca adam küçük bir çocuk gibi gülüyor, kaçmaya çalışıyordu.

 

O anları hatırlarken parfüm havada öylece durmuş, gülümseyerek aynada kendime bakıyordum. Bunu fark ettim ve hemen kendimi toplayıp ayağa kalktım.

 

Telefon ve cüzdanı çantama atıp, siyah gözlüklerimi taktım ve evden çıktım. Kapı önünde beni bir taksi bekliyordu. Ona ait bir taksi ve bu çok daha az şüphe çekiyordu. Gözlüğümün arkasından etrafa çaktırmadan bakındıktan sonra geçip oturdum. Taksici arabayı çalıştırdı her zamanki gibi - sevdiğim gibi sahil taraftan gitti. Denizi seyretmeyi çok sevdiğimi biliyordu.

 

Ara sıra orta aynaya baktığımda, taksicinin bana baktığını görüyordum ve bu birkaç kere daha tekrarlandıktan sonra artık kendimi tutamadım.

"Bana bak," dediğim an sanki beni yarım saattir dikizleyen kendisi değilmiş gibi kayıtsız bir bakış attı. "Gözlerini üzerimden çek, oyarım."

 

"Size bakmıyorum ki, arkayı kontrol ediyordum hanımefendi."

 

Kaşlarımı kaldırdım ama o görmedi tabii.

"Ya, demek öyle... Oymak konusunda ciddiyim. Bakalım beyefendi bunu öğrenince ne diyecek?.."

 

"Özür dilerim. Kusura bakmayın." deyip aynanın yönünü değişti.

 

Sabır çekerek tekrar cama doğru döndüm. Yol hiç bitmeyecek gibi geliyordu ama şimdi varmak üzereydik. Dış kapının orada bekleyen iki korumadan biri taksiyi görünce, iri demir kapıların açılması için işaret verdi ve yakasındaki mikrofona doğru yaklaşarak haber verdi. Taksici arabayı evin önünde durdurunca, korumalardan biri kapıyı açtı. İnip doğrudan merdivenleri çıktım ve açık olan kapıdan içeriye girip, beni bekleyen hizmetli kadına yaklaştım.

 

"Hoş geldiniz, Nalan Hanım."

 

"Beyefendi nerede?"

 

"Bahçedeler, sizi bekliyorlar. Buyurun." diyerek bana bahçeye çıkana kadar eşlik etti ve daha sonra geri döndü. Gözlüğümü çıkarıp büyük çantamın içine gelişigüzel bıraktıktan sonra sanki hiç ağrıdan ölüp bitmiyormuş gibi çenem dik bir şekilde bahçeye çıktım.

 

Hemen birkaç metre önümdeydi, koltukta oturmuş, bastonunu koltuğun yan tarafına yaslamıştı. Yer yer kırlaşmış olsa da hâlâ siyahlarla dolu olan saçlarını arkadan görmek bile, benim üzerimde müthiş bir etki yaratıyordu. Yavaşça adımladım. Önce yan tarafına daha sonra ise karşısına geçip, krem rengi tekli koltuğa oturdum. Çantamı yere bırakırken, henüz gözlerine bakamamıştım ama o yaşlı sesiyle konuştuğunda bakmak zorunda kaldım.

 

"Hoş geldin ... kızım."

 

Bakışlarımı ayaklarından başlayarak milim milim gözlerine çıkardım. Beyaz çizgili siyah takımının içine beyaz bir gömlek giyinmişti yine. Sadece yeleğini giymişti ve başındaki şapkası kaşlarının üzerini neredeyse örtmüştü. Şişmiş ve çilli parmaklarını bezeyen o her biri servet değerinde olan antika yüzükleri, her zamanki gibi yerindeydi.

 

Kırışıklıklarla dolan yüzünde güneşin öpücükleri vardı, tıpkı benim gibi. Göz kapakları çok az sarkmış, gözlerinin üzerini örtmüştü. Çabuk yaşayıp, çabuk yaşlanmıştı sanki. O, artık elleri titreyen biriydi, henüz altmış iki yaşında olmasına rağmen. Acaba o ellerle hayatımı mahvettiği için olabilir miydi? Öyleyse hayat adaleti sağlamak için bu kadar beklememeliydi. Artık çok geç. Ölse de, yaşasa da bir şey değişmez.

 

"Hoş bulduk... Baba."

 

Babam değil, sadece bir Baba işte. Sonuç olarak ona Baba diyen tek kişi ben değilim, öyle değil mi?

 

"Hangi rüzgâr attı seni buraya?"

 

Orman rüzgârı Baba.

 

"Ne istediğimi Boris'e söyledim ve o da eve gelmemi istedi. Seni görmek için geldim diyemem, işim düşmedikçe gelmediğimi bilirsin."

 

Hafifçe öksürerek sesini temizledi.

"Şimdiye kadar başının çaresine hep baktın... Şimdi ne oldu da buraya geldin?"

 

"Sadece... bir arkadaşım işten atılmış ve ona iş ayarlamasını isteyecektim."

 

Tıpkı onun gibi gözleri kısıldı.

"Hangi arkadaşınmış o?"

 

"Leyla, ev arkadaşım."

 

Sadece onun istediği biriyle evlenmemi istiyordu, durup da ona Akın meselesini anlatamazdım.

 

Omzunun üzerinden hafif arkaya dönüp hizmetli kadına seslendi. "Aynur, kızım, Boris'i çağır bakalım."

 

Aynur, "Peki efendim," diyerek uzaklaştığında, eteklerim tutuşmaya başladı. Ya Boris'e sorarsa? Ya o da Akın için geldiğimi söylerse? Biterim!

 

Gergince bekliyordum. Tam şuan anksiyetem çığlık atacaktı, elim ayağım titremek istiyordu ama hem ayağımı hem de ellerimi sabitleyerek bunu kamufle etmeye çalıştım.

 

Karşısında titremek eski bir alışkanlık.

 

Çok geçmeden Boris Pavlov geldi ve ikimize de baktıktan sonra bana yaklaştı. Ayağa kalkıp ona sarılıyormuş gibi yaparken, kulağına fısıldadım. "Akın için geldiğimi söyleme."

 

Güçlü ve iri kollarıyla beni uzunca sarıp sarmaladı ve boynumdan derin bir nefes aldığını, kokumu içine çektiğini hissettim. Geri çekilip gözlerine baktığımda sadece kirpiklerini ağır ağır kapayıp açarak onayladı ve ben derin bir nefes aldım. Geçip yanımdaki koltuğa oturdu ve Tufan Bey'in sorgusu başladı.

 

"Sen iş ayarladın mı bunun arkadaşına?"

 

"Henüz değil ama ayarlayacağım," dedi aksanlı sesiyle, Boris.

 

"Hangi arkadaşıymış?" diye sordu bu defa ihtiyar sesiyle. Kurcalamadan edemezdi çünkü.

 

O an gerilerek Boris'e baktım ama Boris düşünmeden cevaplayınca, kalbim bir anlığına durdu.

 

"Leyla, ev arkadaşı. Başka birini torpille işe almak için kızı haksız yere çıkartmışlar." diyerek bana baktı ve tek gözünü kırptı. "Ben her şeyi halledeceğim."

 

Sertçe yutkundum ve önüme döndüm. Midem ağzıma geldi bir an, çünkü , onun hayatımı bu kadar çok bilmesi ve mukabilinde karşılıksız hiçbir şey yapmayacağını bilmek gerilmeme yetiyordu.

 

"İyi bakalım," dedi Tufan Arga. Baba, nihayet ikna olmuşa benziyordu, ancak önemli olan zaten bundan sonrasıydı.

 

"Pekâlâ," dEyip ayağa kalktığımda, Boris de benimle birlikte kalktı.

"Burada kalmayacak mısın? Hemen gitme, biraz kendi evinde de kal." dedi Baba.

 

Boris'in elini belimde, yaramın üzerinde hissedince omzumun üzerinden ona baktım. "Ne gitmesi, bana bizimle en az üç gün kalacağına söz verdi. Öyle değil mi Nalan?" Deyince, gözlerim kocaman açıldı.

 

Birbirimize işimiz düştüğünde yalancı bir samimiyetle yaklaşmamız çok kolaydı ama şu yaralı halimle onları hiç çekemezdim.

 

"Leyla'nın bana ihtiyacı var," dedim Tufan Arga'ya doğru dönerek. "Daha sonra söz, gelip kalırım."

 

Boris'in eli sıkılaştı ve o büyük eliyle yaramın üzerine bastırarak beni uyardı. Yaramın yerini bile santimi santimine biliyor olması korkutucuydu. Beni âdeta kendine doğru çekti ve bedenlerimiz birbirine temas etti.

"Odanı sen geliyorsun diye hazırlattım, bence arkadaşın üç gün boyunca babanın evinde kalmana bir şey demez." dedi uyarıcı bir sesle. Bu sessizliğinin ve sözde kibarlığının altında yatan tehditleri bir tek ben anlıyordum.

 

Şuan gitsem başka, kalsam başka bir eziyet olacağını bildiğim hâlde çaresizce kabullendim. Baba bilirse, bu sefer Akın, İstanbul'da dâhi barınamazdı. Ona benim yüzümden bir şey olsun istemiyorum. Uzak olsak da mutlu olsun istiyorum. Neden bunu istediğimi de bilmiyorum.

 

"Pekâlâ," dedim Boris'in buz mavisi gözlerine bakarak. Ciddiyyetinden ödün vermeden dudağının kenarıyla memnun bir ifadeyle gülümsedi.

 

"Sizi mi kıracağım, kalayım bari." dedim ikimizin de sahte olduğunu bildiğimiz bir gülümseme eşliğinde.

 

"Gel sana yeni odanı göstereyim," deyip beni yönlendirerek eve soktu ve salonun ortasına gelince, belimdeki elini ittim.

 

"Bir kere şaşırt ya!" diyerek ona doğru dönüp yaklaştım. "İyi ki, bir şey istedim. Hemen tehdit, şantaj, ne ararsan gırla! Bir iyilik yaptın diye kölen olacak değilim, özellikle bu evde çok sevdiğim babamla kalmaya tahammülüm yok!"

 

Rahat bir ifadeyle ellerini koyu mavi pantolonunun ceplerine koydu ve soğuk bakışlarına hiç umursamıyormuş gibi bir tavır takındı. "İki seçenek sunuyorum," dedi o aksanlı fakat türkçeye hâkim olan sesiyle. "Ya burada babanın evinde bir ay kalırsın, karşılığında Komutan Akcan'ı eski işine geri döndürürüm. Ya da benim evime gideriz ve benimle üç gün geçirirsin, karşılığında hem Komutan'ın, hem de Leyla'nın işini hallederim ve Tufan babanın bundan haberi olmaz. Seç birini."

 

Bir anda sinirle doldum. Resmen bu anımdan faydalanmaya çalışıyordu. Ona itaat etmem zaten onun için büyük bir zevkti, çünkü daha önce bu hissi çok tatmak istemiş fakat asla tadamamıştı. Aramızdaki çekişmenin intikamını almak için eline bir koz düşmüştü ve eminim ki, bunu sonuna kadar da kullanacaktı.

 

"İkinci seçenek, kabul..."

 

 

Loading...
0%