Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm.

@hadizade

Derin bir boşluk oluştu içimde, boşaldı elim, kolum, bacağım. Üzerimdeki ağırlık kalktı bir an, vazgeçti sandım. Yapmayacak sandım. Bileklerini tutan ellerim titreyerek üzerime düştü. Kulaklarım bir takım boğuşma sesleriyle uğuldamaya başladı. Geriye doğru sürünüp sırtımı komodine yaslayarak ileri baktım. Yoktu. Yana baktım. Karanlık gölgelerini görebiliyordum. Biri onu sürüklüyordu.

 

Göğsümde yaban bir acı vardı, ama bana yabancı değildi. Tanıdıktı. Kendimde değildim. Emekleyerek kapıya yanaştım, pervazlara tutunarak dışarıya çıktım. Birileri daha geldi sonra. Işık açıldı. Mehmet Akcan'ın göğsünde oturup, onu hırpalayan kişinin Akın Yiğit Akcan olduğunu gördüm.

 

"Yapmayacaktın," dedi ve bir yumruk indirdi kana boyadığı yüze. "Ben yapmadım, sen de yapmayacaktın."

 

Duru yanıma yanaşıp bana bir şeyler söyledi ama şuan onu dinlemiyordum. Sadece Akın'ı duyuyordum. Emin onu tutmaya çalıştı ama Emin'i bir hareketiyle savurup, Mehmet'in boynunu kıracak şiddetde bir yumruk daha savurdu. Kan bir metre ileriye kadar sıçradı.

 

"Abi yapma!" diye bağırarak ağlıyordu Duru, ama Akın'a şuan yaklaşmaya korkuyordu. Mikail'in koşarak geldiğini gördüm. Öyle bir atladı ki olaya... Akın'ın beline doladığı kollarıyla onu tek hamlede çekip kenara fırlatması bir oldu. Öyle ki, öfkeden gözü dönen Akın ve onun iyiliğini düşünen Mikail burun buruna geldi. Mikail, Akın'ın karşısında yıkılmaz bir duvar gibi dikilecek kadar cesaretliydi. Akın öyle hızlı nefes alıyordu ki, çıplak göğsüne ve inip kalkan kollarına bakarak da şuanki öfkesini görebiliyordum.

 

"Çekil." dedi sakin bir sesle. Mikail başını olumsuz anlamda salladı ve kollarını iki yana açtı. Akın bu defa, "Çekil!" diye bağırdığında, Mikail başını eğip yana çekildi ama Akın artık daha sakindi. Solukları dinmeye başlamıştı.

 

"Ambulans çağırıyorum," dedi Duru. Emin onun elinden telefonu çekip aldığında, "Ne yapıyorsun sen?" diye bağırdı ona. "Ver telefonumu!"Emin duygusuz bir ifadeyle telefonu cebine atıp, öylece gözlerine baktı Duru'nun. Elbette polisi karıştırmayacaklardı ama adamı hastaneye de mi götürmeyeceklerdi?

 

Olanları kapının yanındaki duvara yaslanmış hâlde izliyordum. Hiç karışmak istemedim. Ne yaparlarsa yapsınlar, öldürsünler birbirlerini umrumda bile değildi.

 

Akın, ne yaptığını daha yeni farkediyormuş gibi bir ifade ve davranış içinde, "Derin'i ara," dedi Mikail'e. "Çabuk ol, hadi!" Sesi evi inletince gözlerimi bir anlık kapatıp açtım. Mikail, zaten komutu duyar duymaz telefonunu cebinden çıkartmıştı.

 

Elimi göğsümün ortasında bastırıp, o yarayla beraber canımın acısını bastırmaya çalıştım. Birbirine sıktığım dudaklarım titredi. Akın ile göz göze geldiğimde yine, bu defa hızla bana doğru gelince ne yapacağını bilmediğim için tedirginlikle kendimi geriye çektim ama o, yanıma ulaştığı gibi kolumdan tutup beni merdivenlere doğru çekiştirdi. Ellerim, ayaklarım hâlâ daha titriyordu. Etkisindeydim o an'ın, Akın titrememi fark eder etmez eğilip bir kolunu dizlerimin altından geçirdi. Diğer koluyla da sırtımı sararak kucağına aldığında, sadece omuzlarına sonra ise boynuna tutunup, yüzümü çıplak göğsüne gömdüm.

 

Merdivenleri inerken, "Nefes al," dedi bana. "Geçti, nefes al."

 

O söyledikten sonra farkedip derin nefesler almaya çalıştım. Ancak böyle sakinleşirdim ama hâlâ daha boynumdaki ve göğsümün ortasındaki acı tazeydi. Kol ve bacaklarımın zangır zangır titremesine neden olan tek şey korku değildi, gösterdiğim direnç sırasında vücudumdaki tüm gücü tüketmiştim. Alnımdan soğuk terler akıyordu. Ensesine dolayıp güç almaya çalıştığım yerde elimin tiremesini ve onun bunu hissetmesini istemiyordum lakin kendimde değildim ve şimdi buna engel olacak gücüm de yoktu.

 

"Ben bir şey yapmadım," diye fısıldadım. Duydu mu bilmedim. Bir şey söylemeden merdivenleri inmeye devam ediyordu.

 

Zemin kata indiğimizi görüp yüzümü tekrar tenine gömdüm. Odasına girip, bir dizini yatağa koyarak beni yavaşça yatağa yatırdı. Elimi göğsüme götürecektim ki, havada yakalayıp, "Dur," dedi. Hâlâ daha titreyen ellerimi yatağa attım. Sadece derin nefesler almaya çalışarak bakışlarımı tavana diktim. Tavandaki aynada kendimi gördüm. Morarmak üzere olan boynumu, kan dolan göğüs oluğumu gördüm. Uzanınca o kan boynuma kadar süzüldü ve sıkça solurken boyun girintimde yaranan o çukura doldu.

 

Işığı yakıp yanıma döndü. Tişörtün yakası yarayı kapatıyordu. Bunu gördükten sonra komodinin çekmecesini açıp bıçağını alınca, "Hayır!" deyip bileğini tuttum. "Yapma!"

 

Öylece durup bir süre gözlerime baktı. Bileğine tutunan ve ona dur işareti yapan elime baktı, ne kadar korkmuş olduğumu görünce, "Sakin ol," dedi yine, sakince. Boşta kalan eliyle havada asılı duran elimi aşağıya doğru indirdi. "Yarana bakmam lazım, korkma benden."

 

"Hayır," deyip güçlükle yutkundum.

 

"Bana güveniyor musun?" Diye sordu.

 

Başımı iki yana salladım.

"Hayır..." ona dürüst olacaktım.

 

"Güzel," diye kesti sözümü ve bıçağı tişörtün yakasına getirdi. "O zaman kendi iyiliğin için kıpırdama." Kıpırdamadım da. Bıçakla tişörtün yakasını göğüslerimin arasına kadar kesip açtıktan sonra yaraya baktı. "Bir şey yok, merak etme. Çok derine inmemiş." Dedi gayet rahat bir tavırla, sanırsın her gün yara inceliyordu.

 

"Ama inebilirdi," dediğimde bakışlarını yaramdan ayırıp gözlerime baktı. Siyah sisle kaplı ormanda dolanan bir adam görüyordum o gözlerde. Siyah, ufacık bir nokta gibi, donmamak için öfkeyi palto diye sırtına giymişti. Bir çıkış yolu arar gibiydi, ancak dönüp dolaşıp geleceği yer yine aynı yerdi.

 

"Ben kendimi korudum," dedim. Kaşlarımı çattım ve imalı bir tonlamayla şöyle ekledim. "Peki siz neden bu kadar geç kaldınız?"

 

"Geç kaldığımı da nereden çıkardın?"

 

Geç mi kaldın, geç mi geldin bilemem.

 

"Az daha öbür tarafı boyluyordum ve geç kalmadım diyorsun." Olmuyor, susturamam kendimi.

 

İçimden geçenler hep dilimde, belki bu yüzden onlara göre kötü biriyim ben.

 

"Uyuyordum Nalan, sen üçüncü kattasın, bense zemin katta, şuan yattığın yerde yatıyordum ve çok yorgundum. Olamaz mı? Benim uyumaya hakkım yok mu?"

 

Oturur pozisyona geldim. O ise tam karşımda ayakta duruyordu.

"Var tabii ki, ben duymaman imkânsız diyorum. Bana inandırıcı gelmiyor diyorum... Abinin beni öldürmesini mi bekliyordun?"

 

Bir süre yeşil gözlerini açıp kapadı ve beni öylece izledi. Az sonra ellerinin üzerini bana gösterdi. Yumruklarının üzeri kanlı ve kesiklerle doluydu. "Bu kimin kanı sence?" diye sordu sakin bir sesle.

 

Ellerine ve yeniden gözlerine baktım. Ellerinde abisinin kanı vardı. Göz bebeklerinin etrafı kızarıklıklarla doluydu. Sanki daha yeni uyumuş ve dehşetli bir çığlıkla uyanmış, küfrederek yataktan fırlamış gibiydi. Bana olan bakışları tüm bunları telepati yoluyla zihnime yolladı ve ben sustum.

 

"İyiyim ben," diyip yana doğru çekildim ve yataktan indim. "Kendim bakarım yarama, gerek yok."

 

Yanından geçip banyoya gitmek için yöneldim. Bu sırada göğsümün tam ortasından süzülen kan karnıma doğru yol alınca, bedenim ürperdi. Banyoya girip büyük aynada kendime baktım. Berbatın da ötesi bir kelime varsa, onun vücut bulmuş hâliydim. Belki göğsümdeki yara daha derin diye orayla ilgilenmek istemişti, ancak yüzümdeki yaralar es geçilemezdi. Dudaklarımın her ikisi patlamış, sağ kaşım açılmıştı. Üstelik burnumun sol deliğinden akan kan, görünürde bir şey olmadığından sebep beni korkutuyordu.

 

Aynaya yansıyan aksi ile göz göze geldim. O da tıpkı benim gibi yaralarıma baktı ancak bana, benden daha ilgiliydi. "Zaten doktor çağırdım, senin bir şey yapmana gerek yok. Derin gelene kadar yaralarına pansuman yapmama izin ver."

 

Dudaklarımın ucunda belli belirsiz bir tebessüm oturdu. "Sen benim yaralarıma merhem olamazsın ki."

 

"Belki olurum," dedi, "ne biliyorsun?"

 

Aslında sadece isteyip, istememekle alâkalı olabilir. İstemiyorum. Birinin yarama merhem olmasını istemiyorum, o ânları çoktan atlattım ve bir daha aynı konuma düşemem. Hele ki, yaralarımı kendim sardıktan sonra...

 

"İyiyim," diye direttim, "ilk yardım malzemeleri nerede?" Musluğu açıp avuçlarımı suyla doldurdum, el ve kol kaslarımı fazlaca zorladığım için geçici bir titreme yaşıyordum.

 

"İyi görünmüyorsun."

 

"Benden daha iyi bilmeyeceksin, öyle değil mi?" Aynadaki orman yeşili gözlerinin aksine baktım. "Malzemeler nerede?"

 

Söylemedi ancak hemen yan tarafıma geçti ve üstteki beyaz dolap kapağını kaldırıp, içerisindeki malzemelerden birkaçını lavabo tezgâhının üzerine dizdi. Bana bırakmadan bir parça pamuk aldı ve tenterdüyotla ıslattıktan sonra bana yaklaşıp, âniden dudağımın kenarına bastırdı. Düşündüğünün aksine bir tepki vermedim ve bu tepkisizliğim onu da hayrete düşürdü.

 

"Niye?" diye sordu sakince, "Ben seni aklamaya çalışırken, bunu niye yaptın Nalan?"

 

Sözlerin tükendiği yerdeydim, ne diyeceğimi bilemiyordum. Yaram parmaklarının altında sızlıyordu. Tüm yaralarım sızlıyor, kalbim acıyordu çünkü bana çok tanıdık gelen biri gibi bakıyordu, öyle konuşuyordu.

 

"İstemeden oldu," dedim.

 

"İstemeden bir kadının kafasından tutup alnını duvara çarptın, öyle mi? Buna inanmamı mı bekliyorsun?"

 

"Şuan inanıp inanmaman zerre kadar umrumda değil, bana inanmayı tercih etsen zaten burada olmazdım, öyle değil mi?"

 

Pamuğu yaramın üzerinden çekti ve bir parça daha pamuk alıp onu da ıslattı ve bu defa göğsümün ortasındaki yaraya bastırınca, istemsizce geriye gittim ama sırtım kapının girişindeki pervaza yaslandı. Bir kolunu da boynuma bastırarak hareketlerimi kısıtladı. Göğsümün ortasına tarifi zor bir sızı bahşetmeyi de unutmamıştı.

 

"Kaçmayacaksın Nalan, kaçarsan iyi olmayacaksın. Durup yüzleşeceksin, işte o zaman iyileşebilirsin."

 

"Biliyorum," dedim nefes nefese, "ama elimde değil, aykırı bir zihnim var. Zorla tutulduğum yerlere ihanet edesim var, kaçasım var."

 

Kolunu boynumdan çekti ama avucundaki pamuğu göğsümün ortasına bastırarak, beni tabiri câizse sıkıştırmaya devam etti.

 

"Zorla tutmayacağım dediğim hâlde kaçmaya çalıştın, n'oldu Nalan? Sonucu iyi mi oldu?"

 

"Sürekli bunu söyleyeceksin değil mi? Para işinden aklansam bile bununla yargılanacağımı biliyorum. Maalesef biliyorum..."

 

"Hayır, öyle değil."

 

"Öyle ama ölmesini hiç istemiyorum. Katil olmak istemiyorum. Anlatabiliyor muyum?"

 

"Anlatıyorsun, anlıyorum. Bunu istemeden yaptığına inanmak istiyorum. Sana bu konuda müsamaha gösteriyorsam, nefs-i müdafaa saydığım için. Beni dinleseydin, sabretseydin böyle olmayacaktı."

 

"Zamanı geriye alamam ama alabilsem yine aynı şeyi yapardım. Minicik bir umut, bir ihtimâle tutundum. Hata yaptığımı düşünmüyorum ama bana zararı olmayan birine zarar verdiğim için pişman mıyım? Çok pişmanım."

 

Sesim git gide bir fısıltıya dönüştü. Sert bir soluk verip gözlerimi kapatarak acımı yaşamaya çalıştım. Ertelediğim tüm acılara inat, tam şuan yaşamalıydım ve bitirmeliydim.

 

Göğsümün ortasından elini çektiğinde derin nefesler aldım. Gözlerimi açıp ona baktım. Bir parça daha pamuğu tenterdüyotla ıslatıp tekrar yanıma geldi ve bu defa kaşıma bastırdı. Tepkisizliğim onu bana daha da çekiyordu. Bu yüzden yalandan yüzümü buruşturup, "Biraz yavaş!" diye sızlandım.

 

"Tamam, al sen yap o zaman." dedi ve pamuğu elime tutuşturup banyodan çıktı. Arkasından öylece baktım. Bu adamın bir ânı, bir ânını tutmuyordu. Garip biriydi ama ondan normal olmasını beklemek zaten hataydı.

 

Aynada kendi aksime bakarak yaralarımı temizlerken, Mehmet'in bağırışlarını, küfürlerini duydum. Tam arkamda duran o bir çift mavi gözün sahibi bana yine aynı gözlerle bakıyordu. Onu görünce gülümsedim ve bakışlarımı bir anlık kaçırmamdan fırsat bulup, yine beni yalnız bıraktı. Başımı iki yana sallarken, ıslak pamuğu dudaklarımın üzerinde gezdirdim. Kanlı su damlalarının süzüldüğü dudaklarım sızlayarak aralandı: "Tarih tekerrür ediyor, yine birinin annesini elinden almaya çalışıyorsun."

 

Dakikalar birbirini kovaladı. Akın'ın odasındaki koltukta suçlu bir çocuk oturmuştu. Suçunu kabullenmiş ve pişman bir çocuk. İçeriye girip orman yeşili gözleriyle, o çocuğun toprak kahvesi gözlerine, onların içindeki pişmanlığa baktı.

 

"Doktor geldi, birazdan aşağıya inecek."

 

"Demek ilk yaralayanı, sonra yaralıyı ziyaret edecek," dedin histerikçe gülümseyerek, "enteresan."

 

"Niye? Sen sütten çıkma ak kaşıksın da, benim mi haberim yok?"

 

"Farkındaysan suçsuz olduğumu söylemedim, yaralı ve yaralayan dedim. Sara Akcan'ı kurtulmak için yaraladım, öldürmek için değil ama abin Mehmet Akcan canıma kastetti. Haklı mı görüyorsun? Senin gibi kahraman bi' askere hiç yakıştıramadım."

 

"Adalet açısından düşünürsek haklı bulmuyorum ama diğer yandan kendimi onun yerine koyuyorum ve diyorum ki, severek evlendiğim, çocuğumun annesi olan bir kadına biri zarar verse, sanırım ellerini kesip önüne koyar, yemeye zorlar, yerken keyifle izlerdim."

 

"Ben bundan çok daha kötüsünü yapabilirdim," dedim hiç çekinmeden, bu onun yüzünde garipseyen bir ifade tekrarlayınca ekledim, "fakat bunu yapmadan evvel birinin vicdanımı bedenimden çekip alması gerekirdi, ben geceleri bana zehir eden bir vicdana sahibim bayım. Peki ya siz? Sizin vicdanınız var mı?"

 

Ellerini arkada bağlamış, "rahat ol"da bekleyen bir asker gibi durmuştu. Başı dik, yüzü sert, gözleri üzerimdeydi. "Sence?" diye sordu. "Vicdanım olsaydı, şu an hayatta olmazdım."

 

Hafifçe gülümsedim ve onun yeşil gözleri bir anlık dudaklarımdaki tebessüme inip, yeniden gözlerime çıktı. Koltuğa yaslanmış hâlde oturmaya devam ederken ellerimi omuz hizamda yukarıya kaldırdım ve onu zarifçe alkışladım. "Bu vatan senin gibi yiğitlere emanet," dedim, "seni yakından görmek bile bi' gurur benim için."

 

Uzun siyah kirpikleri kapanıp açıldı. Sanki bu söylediklerim ona kötü ânılarını hatırlattı ve yüzü bariz biçimde düşdükten sonra gözlerini kaçırdı. Arkasını dönüp çıktı ve beni yeni bilinmezliklerin içine atıp, merakta bırakarak gitti.

 

Kim olduğunu bir de ondan dinlemek vardı şimdi. Gerçek Akın Yiğit Akcan'ın kim olduğunu, bir de ona sormak ve cevap almak vardı ama sorsam bile cevap alabileceğimi sanmıyorum. İşine, ailesine sadık ve sadece onlara vakit ayıran bir adam. Öyle sanıyorum. Öyle görünüyor.

 

Odadan çıkıp salona baktım. Bahçe kapısı açıktı ve o, salonda değildi. Karanlık geceye açılmış o kapının üzerine düşen tül perdeler rüzgârda âhenkle salınıyordu. Belki de biraz havaya ihtiyacı vardı, oysaki onu havasız bırakacak bir şey de söylememiştim.

 

Merdivenlerden bir ses duyunca bakışlarımı o tarafa çevirdim. Zayıf, gözlüklü, uzun boylu, hantal ve omuzları dar bir adam, elinde siyah bir çantayla aşağıya inip bana yaklaştı. "Merhaba, sanırım hasta siz oluyorsunuz?" diye sorarken, bir yandan da garipser bakışlarıyla yüzümü, boynumu ve göğüs oluğumdaki yarayı süzdü.

 

"Evet, hastayım."

 

El sıkıştık.

"Ben Derin, aile hekimiyim."

 

"Ben de Nalan, ailenin delisiyim."

 

Bu dediğime gülerek, "Estağfurullah, buyurun salona geçelim." diyerek beni salona yönlendirdi.

 

Beraber salona geçtik ve koltuğa oturdum. Doktor Derin çantasını açtı, yaralarıma baktı. Bense açık kapıda salınan perdelerin ardındaki karanlığa bakmaya devam ettim. Görünür yaralarım küçük bantlarla kapandı, yüzümdeki morluklara tutmam için bir buz torbasını elime tutuşturdu. Bir bacağımı sehpanın üzerine koydum ve pantolonu yukarıya sıyırdım. Bacağımda Mehmet'in attığı tekmenin morluğu duruyordu. Derin getirdiği buz torbalarından birini de o morluğun üzerine bıraktı.

 

Aslında şu an vücudumdaki yaralar Mehmet'i darp suçundan içeriye attırmaya yeterdi, ancak bunu yapmak için gidersem benim de kurtuluşum yoktu. Hem hırsızın delillerle ıspatlı ben olduğum konusunda, hem de Sara Akcan olayı yüzünden yargılanmaktan kaçamayacağımı elbette biliyordum. Beni tutan şey de bunları biliyor olmamdı zaten.

 

"Şu ilaçlardan birer tane alabilirsin, bunlar seni sabaha kadar uyutacaktır."

 

Doktor Derin'i duydum, onayladım fakat dikkatim hâlâ karanlığın ardındaki bedende idi. Göremiyor olsam da orada olduğuna emindim.

 

"İyi geceler Nalan Hanım," diyen Derin Bey'i yolcu ettim. Tekrar koltuğa oturdum, bıraktığı ilaçları içtim ve koltuğa uzanıp bakışlarımı tavana diktim. Gözlerim ağır ağır kapanırken, yine o sesi duydum.

 

"Nerede o? Nereye sakladığınız o kaltağı?!"

 

Salona hışımla giren Mehmet beni gördüğünde, yattığım yerde kendimi bir yılan gibi hissettim ve o, tam şu an kuyruğuma basmak için geliyordu. Bana yeniden saldırmasına, zarar vermesine izin vermekten başka şansım yoktu.

 

Oturur pozisyona gelmiştim ki, eli boynuma dolandı ve beni geri yatırdı.

 

"Abi!" diye bağıran Akın Akcan, onun dikkatini üzerine çekti ve az sonra Mehmet Akcan'ın omuzlarından tutarak üzerimden çekti. Nefes nefese öksürerek elimi boynuma sarıp, koltuğun köşesine kadar çekildim.

 

"Ne istiyorsun benden? İstemeden oldu! Bilerek yapmadım!" diye bağırdım.

 

Akın, ikimizin arasına etten kemikten bir duvar örmüştü. "O bana lazım, biliyorsun değil mi?" dedi Mehmet'e. "Bir daha böyle böyle bir şey yaparsan, külâhları değişiriz. Hemen toparlanıp diğer eve geç, ikinizi bir dakika bile aynı evde tutamam."

 

"Hiçbir yere gitmiyorum!"

 

"Benim işim gücüm var, iki saat sonra işe gideceğim ve sizin yüzünüzden bir gram uyku uyumadım!"

 

"Benim yüzümden değil, bunun yüzünden!" diyerek suçlayıcı işaret parmağını üzerime çevirdi. "Onun yüzünden! Ben uyku uyuyabiliyor muyum sanıyorsun? Benim uyuyamadığım gecede sebep olan kimse rahat uyuyamaz. İzin vermem!"

 

"Senden izin istemedim. Burası benim evim ve benim kurallarım geçerli. Çık git diyorum!"

 

Mehmet Akcan bir bana, bir de ona baktı. Öfkeden gözü dönmüş gibi görünüyor, göğsü körük gibi inip kalkıyordu. "Öyle olsun," dedi Akın'a bakarak, "ama bu kadın başına bela açtığında pişman olacaksın!" Sonra bana baktı ve muhattabı değişti, "Sakın unuturum sanma, bunun acısını senden elbet çıkaracağım. O gün geldiğinde bu sözlerimi hatırla ve hiç şaşırma!"

 

Bir hışımla dönüp gittiğinde, kısılıp kaldığım yerde öylece arkasından baktım. O sözlerin altı boş olmadığını çok iyi biliyordum. Hele ki, Sara Akcan yaşam müsadelesini kaybederse... Bunu düşünmek bile berbat hissettiriyor.

 

Bakışlarım yeniden Akın'ın gözlerine çevrildiğinde, usul adımlarla yanıma yaklaştı ve eğilip yüzüme, boynuma baktı. "Boynun morarmış, merhem silinmiştir. Yenisini getireyim."

 

Doğrulup yanımdan geçerek salondan çıktığında, bu defa da onun arkasından baktım. Abi ve kardeş olarak nasıl bu kadar zıt olabildiklerini aklım almıyordu. Görünüşçe birbirlerine benziyorlardı. Mehmet biraz bronz tenliydi, Akın ise daha açık tenli. Mehmet'in gözleri kömür gibi siyah ken, Akın'ın gözleri orman yeşiliydi. Elbette Akın asker olduğu için vücudunda kas kütlesi epeyi çoktu, Mehmet ondan daha zayıf olsa da, kalıplı bir adamdı. Ancak karakter olarak iki zıt kutup gibiydiler. Mehmet Akcan'ın bariz şekilde öfke kontrol problemi var gibi geliyordu. Ya da karısını yaralayıp, kızını kaçırdığım için normal bir tepki veriyor.

 

Her ne yapmış olursam olayım, bu sinsice eldiven takıp odama girerek beni öldürmeye çalıştığı gerçeğini değiştirmiyor. Elimde kalacak ve haberi yok.

 

Az sonra Akın geri döndü ve tekrar yanıma oturdu. Elindeki kremin kapağını açıp, parmaklarının ucuna bolca sıktıktan sonra, "Başını geriye yatır," dedi.

 

Kinayeyle, "Emredersiniz Akın Bey, hemen!" diyerek başımı geriye yatırdım ve boynumu huzuruna sundum.

 

Parmaklarının ucundaki kremi boynumdaki o izlerin üzerine sürüp, daha sonra dairesel hareketlerle masaj yaparak yedirirken gözlerimi kapatmış, bam telime dokunması sebebiyle kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Sakin ol, bir şey yok, bir şey yok!

 

Boyun çok hassas bir yerdi, evet ama doktor dokunduğunda hiçbir şey hissetmemişken, o dokunduğunda böyle hissetmem hiç hayra alamet değildi. Büyüleyici bir his, sis gibi etrafımı sardı ve tüm vücudum dokunuşlarıyla daha da ürperdi.

 

Nihayet parmaklarını çektiğinde gözlerimi açıp başımı kaldırdım ve bir anda burun buruna geldik. Bir elini koltuğun tepesine koymuş, üzerime eğilmişti. "Sol bacağının iç kısmı titriyor, kalp atışların dokunduğumdan itibaren hızlanmaya başladı, kesik kesik soluyorsun, kirpiklerini normalden iki kat daha hızlı kırpıyorsun. Bir şey mi isteyeceksin?" diye sordu.

 

Hem de bunu öyle bir ses ve bakışla sordu ki, yaptığı imanın ne olduğunu anlamak, şu durumdayken pek zor değildi. Beni bu kadar kolay çözmesi ve bu denli dikkatli olması sinirbozucuydu. Sorun şu ki, haklıydı. Tam şu an canım yaramazlık yapmak istiyordu ve o da bunu farketmişti.

 

 

Loading...
0%