Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm.

@hadizade

💲

 

Ne varsa dilimdeydi, duyunca delirdi.

Ama bu umrumda bile değildi.

 

Göğsü tıpkı benim gibi hızla inip kalkıyor, yüzündeki her bir mimik kıpırdıyordu. Ancak kirpikleri ağır ağır açılıp kapanırken, bana öylece bakmaya devam etti. Ettiğim hakaretler karşısında yaptığı tek şey buydu.

 

"Askerliğime laf etme," dedi dingin bir sesle, "sen benim bu vatan için neler yaptığımı bilemezsin."

 

Arkasını dönüp büyük adımlarla salondan, sonra da evden çıktığında, bulunduğum yerde donup kaldım.

 

Ama sadece birkaç saniye sonra öfkeden delirerek masanın üzerindeki her şeyi yere fırlattım.

 

1 saat önce...

 

Çenemde hissettiğim bir basınçla açtım gözlerimi. Başımın üzerinde Azrail gibi dikilmiş, bana aldığım nefesi bile haram edecek bakışlarla bakıyordu.

 

"Kalk!" diye emir kipiyle fısıldamasıyla beraber çekti elini. Üzerimden çekilir çekilmez doğrulup oturdum. Yalvardım içimden. Ne olur polisler gelmeden mevzuya uyanmasın, ama her ânlamda çoktan uyanmıştı.

 

Duru uyuyordu. Odadan çıktığında mecburen peşine takıldım. Salona indiğimizde koltuğa bıraktığı krem rengi bir kazağı alıp bana fırlattı. "Giy şunu."

 

Kazağa ve tekrar ona bakıp, "Neden?" diye sordum tedirginlikle.

 

Bir anlık gözlerini elindeki telefonun ekranından ayırıp bana baktı ve ölümcül bir bakış attı.

"Giy ve otur şuraya." Emir kipiyle konuşmasına rağmen bağırmıyordu ve bağırsa, bundan daha az tedirgin olabilirdim.

 

Hemen hızlı adımlarla mutfağa geçip üzerimdeki yırtık tişörtü çıkardım ve kazağı giydim. Geri dönüp dediği gibi koltuğa yerleştim. Karşımda sehpanın üzerine oturdu ve telefonunda bir şey açıp, yan çevirerek bana gösterdi.

 

Bir videoydu. Evden çıkan teyzem Sümeyye ve kuzenim Kübra vardı videoda. Sümeyye teyze pazara giderken, Kübra ondan ayrılıp başka tarafa gidiyordu. Videoyu çeken kişi ikisini de net bir görüntüyle çektikten sonra Kübra'nın peşine takılınca elim ayağım titredi.

 

Akın'a baktım bir an. "Hayır, bir şey yapmış olamazsın. O daha çok küçük! Yapamazsın!" Dolu gözlerle başımı iki yana sallayıp, tekrar ekrana baktım. Adam Kübra'yı her adımda takip ediyordu ve her saniyesini kameraya almıştı. Hızlandırılmış görüntüde Kübra'nın gün içinde uğradığı her yer ve herkes vardı.

 

"Beni ihbar etmişsin," dedi Akın, tedirgin bakışlarımı gözlerine çevirdim. Başını hafif yana eğmiş, bana yaktın kendini der gibi bakıyordu. "Hem de benim telefonumla..."

 

"Özür dilerim," dedim kasılarak. "Özür dilerim. Bir daha olmayacak. Lütfen! Lütfen onlara bir şey yapma!"

 

Bir anda ayağa kalktığında geriye doğru çekildim. Elini olağanüstü bir hızla ensemden saçlarımın arasına geçirip başımı geriye yatırdıktan sonra dizini koltuğa yaslayıp yüzüme eğildi. "Bir daha olmayacak mı? Birazdan polisler burada olacak zaten. Yaptığın bu şeyi temizleyeceksin, ben hiçbir şey yapmayacağım. Onları buradan sen göndereceksin."

 

Soğukkanlı bir ifadeyle düşünceli hâlde birkaç adım sağa ve birkaç adım da sola gitti. "Böyle bir şey yapmak istemezdim," derken başını hayıflanır gibi iki yana salladı, "beni buna sen mecbur ettin. Akcanların evine ilk defa polis gelecek ve buna sen sebep oldun."

 

Suçlayıcı bakışları beni buldu.

"Arkadaşın Nisan ve Leyla, onlara zarar gelmesini hiç istemem. Hele ki, Kübra." Dedi sakince. "Daha on altı yaşında bir kız, yazık olur."

 

Bu soğukkanlılığı ve öngörücü zekâsı onu bu gecelik kurtaracaktı ama sadece bu gecelik.

 

Öylece gözlerine bakıyordum. Öfkeyi görünmez bir perdeyle kapayan ve baygın bakan o orman yeşili gözlerin altında ezileceğimden korktum bir an. "Onlara erkek arkadaşın olduğumu, benim evimde kalmanın doğal olduğunu söyle ve gönder, aksi taktirde olacakların sorumlusu ben olmayacağım."

 

Öyle çaresiz bir andı ki... Hayattaki yegane akrabalarımın, yıllardır arkadaştan öte ailem olan insanların yok yere zarar gördüğünü düşündüm bir an. Tüm bunlar olurken ben sahiden hayatıma devam edebilir miydim?

 

Hayır, ben vicdansız değilim.

 

"İtiraz etme hakkım var sanki," dedim.

 

"Aferin sana," diye fısıldadı memnun bir ifadeyle. Başım, sanki o hâlâ tutuyormuş gibi koltuğun tepesine yaslı şekilde kalmışken, şakaklarıma doğru süzülen birer damla saç diplerime karıştı.

 

Yoktu.

 

Ne yazık ki, bu bitmeyen gecemizde bana, ona teslim olmaktan başka çare bırakmamıştı.

 

💲

 

4 Ağustos

13.13

 

Kaşığı sabırsızca çorbaya daldırıp her seferinde yaptığım gibi daha çok doldurmak istedim bu sefer de. Doyamıyordum. Gözüm doymuyordu. Ağzıma yayılan o müthiş tat her seferinde gözlerimi kapatmama sebep oluyordu. Mırıltılarım onu hemen rahatsız etti.

 

"Sessizce ye şunu."

 

"Tamam," deyip daha sakin yemeye çalıştım. Ara sıra başımı kaldırıp mavinin en güzel tonundaki gözlerine ve kömür karası saçlarına bakmayı da ihmal etmiyordum hani. Göz göze geldiğimiz bir an bile yoktu ki, yüzümde güller açmasın. Ama onun somurtkan yüzü ve daima çattığı ince siyah kaşları o gülümsememi hemencik solduruyordu.

 

Uzun bir sessizliğin ardından kendimi tutamayıp sordum. "Anne, babam gelmeyecek mi? Neden onu beklemedik?"

 

Salataya daldırdığı çatalıyla aldığı sebzeleri tabağına alırken bana donuk bir bakış attı. Bıçakla çataldan sıyırdığı domates ve marula diktim gözümü. Bıçak çataldan iç gıdıklayıcı bir metal sesi çıkarıyordu.

 

"Hayır," dedi net bir tutumla. "Yemeğini ye, sonra da ders çalışacaksın. Yeter dışarıda boşa vakit harcadığın. Notların kötü gelirse ne olacağını biliyorsun."

 

Tabağıyla uğraşırken gözlerime bile bakmadan sarf ettiği sözlerin esaretine alındım. Yavaşça yutkunup önüme baktım.

 

"Yoksa bilmiyor musun?" diye sordu teyit etmek için.

 

Başımı onaylar anlamda salladım.

 

"Sesli."

 

"Biliyorum."

 

"İyi. O zaman lüzumsuz sorular sormayı kes ve yemeğine devam et. On dakikan var."

 

"Tamam anne."

 

"Birazdan bir misafirim gelecek, odanın içinden çıkmayacaksın."

 

Kaşığımı çorbanın içinde gezdirirken, "Peki," dedim dudak altından. "Çıkmam."

 

Tarhana çorbasından bir kaşık daha almak istemiştim ki, kapı çaldı. Annemin, "Hadi, bırak. Kalk git içeriye." demesiyle öyle irkildim ki, elimdeki kaşık devrildi ve çorba her yere sıçradı.

 

"Beceriksiz! Yalatacağım orayı sana! Hemen odana!" Bu sefer öfkesinde haklıydı. Hata yapmamaya uğraşırken daha fazla hata yapan bir çocuktum ben. Onun gibi bir anneye layık görmüyordum hiç kendimi. Hemen sandalyeden inip odama koştum ve kapıyı ardımdan kapattım.

 

Gözlerimi açıp etrafa baktım. Şimdi yabancı bir yerdeyim. Neresi olduğunu tam kavrayamadım. Doğrulup oturdum ve etrafıma baktım. Üzerimdekilere, etrafa, camdan dışarıya, sağ tarafı boş olan yatağa... Burada ağlayarak uykuya daldığımı hatırladım. Çaresizliğin içime içime aktığı o hazin dakikaları anımsadım ve öfkenin bedenimde yeniden kol gezmeye başlaması sadece birkaç saniye sürdü.

 

Elbette bu inat çatışmamızda canlar yanacak ve sadece bizim canımız değil, belki de herkesin.

 

Üzerimdeki örtüyü kaldırdım, üzerimi örtmeyi de ihmal etmemişti. Sanki beni çok düşünürmüş gibi.

 

Üzerimde sadece durunun getirdiği koyu mavi renk kot pantolon ve siyah sütyen vardı. Otururken yatağın ayak ucuna bırakılmış birkaç parça giysiyi gördüm. Büyük ihtimalle Duru getirmişti. Bedenlerimiz aynı olmasa da, büyük beden kıyafetlerini benimle paylaşmayı unutmamıştı.

 

Onları alıp banyoya geçtim. Üzerime ter ve kanla yapışmış giysileri çıkardıktan sonra mentâl bir rahatlama geldi. Sanki ağır bir yükten kurtulmuşum gibi hissettim. Soğuk suyla kollarımı, bacaklarımı, elimi- yüzümü yıkadıktan sonra kurulanıp, Duru'nun getirdiği temiz iç çamaşırlarını, bol gri eşofman altını ve krem rengi, yakası iki düğmeli tişörtü giydim.

 

Bu bir rahatsızlık mı, hastalık mı bilmiyorum ama en yakınım ölse, yine temiz olmak ve oraya temiz gitmek için uğraşırdım. Kirli hissettiğim an bir ölüden farksızdım. Akın'ın bu huyumdan haberi olup olmadığını bilmiyorum ama bana duş yasağı koymamıştı, ve Duru'nun bana hoş davranıp, eşyalarını benimle bölüşmesi, sanırım bu evdeki en güzel şey idi.

 

Yaklaşık yarım saat sonra banyodaki işlerimi halledip çıktığımda, birinin şarkı söylediğini duydum. Sesi çok az duyabiliyordum ama bu ses bana çok tanıdıktı. Bir an hayal mi, yanılsama mı diye düşünmeden edemedim, fakat sesi takip ederek üçüncü katın salonuna açılan balkona çıktım. Korkuluklara tutunarak aşağıya ve yan tarafa baktım. Evet, ses oradan geliyordu. Akın'ın annesi Seray Hanım çiçekleri suluyor, şarkı söylüyordu. Sesi beni öyle büyüledi ki, korkuluklara dirseklenerek dinledim.

 

"Dəydi saçlarıma bahar küləyi, nazəndə sevdiyim yadıma düşdü... Hər ərin bəxdinə, bir gözəl düşər... Sən de tək mənim yadıma düşdün... Nazəndə sevdiyim yadıma düşdün..."

 

Kollarımı korkuluklardan ayırıp içeriye geçtim ve hızlı adımlarla aşağıya inip bahçeye çıktım. Çıplak ayaklarla ıslak çimenlere basarak ona arkadan yaklaştım. Ben son ana dek farketmedi ancak farkedince irkildi.

 

"Ah, kızım." diyince bir anlık içim gitti ve gülümsedim.

 

"Günaydın, susmasaydınız keşke. Çok güzel söylüyordunuz."

 

"Uyandırdım mı seni? Kusura bakma kızım." dedi nahif bir sesle. Seray Hanım'a baktıkça, Duru'nun kime benzediğini anlayabiliyordum.

 

"Yok, zaten uyanmıştım. Ama sesinizle uyansam, çok daha mutlu olurdum." dedim.

 

Gülümsedi ve mavi gözleri kısıldı. Göz çevresindeki tüm kırışıklıkların sebebi şimdi belliydi, o gözler gülünce haddinden fazla kısılıyordu. Duru da çok güzel gülüyordu.

 

Hortumun ucunu güllerin dibine bıraktıktan sonra vanayı kapadı ve bahçe makasını alarak yanıma döndü. Beyaz güllerden birini kesip bana doğru yaklaştı ve gülü bana uzattı. "Benim için mi? Teşekkür ederim." diyip gülü aldım ve kokladım.

 

"Ama bi' anlamı var," dedi.

 

"Sahi mi? Nedir?"

 

"Ailemizin bi' âdetidir, bahçemizden koparılmış beyaz bir gülü verdiğin kişi artık aileye kabul görmüş demektir."

 

"Ya aileden birine verince ne ânlama geliyor?" diye sordum, çünkü Duru'nun odasındaki vazoda gördüğüme emindim.

 

"Uğursuzluk getirir, hoş olmaz." dedi ve yanımdan geçip gitti.

 

Elimle gülün etrafını sararken öyle dalgın bir hâldeydim ki, yanlışlıkla parmaklarımdan birine diken battı ve hemen çekmek isterken, kanım gülün beyaz yapraklarına bulaştı. Diken batan yeri dudaklarıma bastırırken, kana bulanmış güle ve sonra da Seray Hanım'ın arkasından baktım.

 

Normalde böyle şeylere inanmam ama bu defa tuttu diyelim. Kadın beni Duru'nun arkadaşı, ya da Akın'ın sevgilisi sanarak beni ona yakıştırıp bu gülü verdi. Maalesef gerçeği bilmiyordu. Söylesem de iki dakika sonra unutacaktı zaten.

 

Mikail'in bahçeye çıkıp etrafa baktığını gördüm. Beni gördü ve hemen yanıma geldi. Elinde bir kutu vardı. Kutuyu görür görmez dudaklarımı yaladım.

 

"Günaydın yengelerin en güzeli, en asabisi, en delisi, en manyağı günaydın!" diyerek yanıma yaklaştı.

 

"Günaydın korumaların en gevşeği," diyerek karşılık verdim. "Yenge kadar başına taş düşsün e mi?"

 

"E yenge e," diyip kutuyu açtı, "bakalım bunları gördükten sonra fikrin değişecek mi?"

 

Kutuda çeşit çeşit ekler vardı ve tabii ki, hemen çikolatalısını seçip büyük bir ısırık aldım. Ağzı dolu hâlde, "Sen beni şişmanlatmaya mı çalışıyorsun?" diye mırıldandım. "Yuh! Çok iyi!"

 

"Evet," dedi dürüstçe. Üzeri fındıklı olanı alıp tek seferde ağzına attı ve o da bana ağzı dolu hâlde cevap verdi. "Hepiniz şişmanlarsanız aranızda en şişman ben olmam, bu da beni mutlu eder."

 

"Şişman değilsin Mikail, irisin iri. N'aptın Oburiks, iksir bidonuna mı düştün?"

 

Ellerini gururla iki yana açıp, "Karşında çok yemek yediği için evden kovulan biri var yenge, daha n'olsun?"

 

"Şaka yapıyorsun değil mi?" diye garipsedim ve Mikail başını iki yana sallayıp, kaşlarını saldırdı.

 

Emin, "Vay anam babam be, bensiz ekler yersiniz ha?" diyerek yanımıza gelip, elini kutunun içine atınca, Mikail hemen kutuyu kapattı.

 

"Sen tatlı adamı değilsin ki, oğlum neyin tribindesin? Güya alsak yiyecek ha!" Kutuyu benim kucağıma tutuşturup, elini Emin'n omzuna attı. "Gidip döner ayran gömelim."

 

"Çok cimrisin," diye sitem etti Emin.

 

"Öyle deme lan, güzel bi' dönerci biliyorum."

 

Yanımdan uzaklaştıkları sırada, "Bana da!" diyerek atıldım ve ikisinin arasına girdim. "Beni de götürün n'olur ya! Çok sıkıldım, çok bunaldım, damarlarımı enine dikine kesmek üzereyim."

 

Emin Mikail'e uyaran bir bakış attı: "Götüremeyiz, biliyorsun değil mi?"

 

"Evet, Akın ağzımıza sıçar." dedi Mikail.

 

"Kesin emri var, hayatta olmaz."

 

"Olur, olur, bal gibi olur hem de. Nereden bilecek ki? O gelene kadar döneriz zaten." diyerek akıllarına girmeye çalıştım.

 

Mikail bana acıyıp Emin'e bakarak, "Biz ikimiz yanında olacaksak sorun olmaz bence, ne o kendine güvenmiyor musun?" diyerek sanırım Emin'in damarına bastı.

 

"Hadi gidelim," dedi Emin, " ama bi' sorun çıkarsa sorumluluk almam."

 

"Yes be!" diyerek Mikail'in omzuna vurdum, "Çok sağol!" tabii hiç tesir etmedi.

 

Beraber ön bahçeye geçtik, Mikail aracını getirmelerini söyledi. Gri bir BMW geldi, içinden çıkan korumadan sonra Mikail yerleşti. Emin'e başıyla bir işaret edince Emin açtığı ön kapıyı kapattı ve arka kapıyı açıp yanıma oturdu. Kapılar kapandıktan hemen sonra Mikail kapıları kilitledi. Olası bir intihar girişimi ihtimâlime bile baştan müdahale ediyorlardı. Bundan ötesi yoktu zaten.

 

Aslında anlaşmıştık ama ben bu anlaşmayı bozdum ve sonra o da bana haddini aşan bir tehditle geldi. Böylece olaylar daha da içinden çıkılmaz bir hâl aldı.

 

"Merak etme," dedim aynadan Mikail'in mavi gözlerine bakarak. "Kendimi aşağıya atmayacağım. O kadar aptal değilim. Ayrıca ölmeye meyilli de değilim, önce görülecek hesaplarım var."

 

"Müthiş bi' rahatlama geldi." dedi Emin.

 

"Çok garip değil mi?" diye atıldı Mikail. "Suçu vardır diye şüphelendiğimiz için tutuyoruz, bâzen ölümle, yakınlarının ölümüyle tehit ediliyor, zorunda kalıyoruz. Ama aynı zamanda tırnağının ucuna zarar gelecek diye ödümüz kopuyor."

 

"Nalan," dedi aynadan bana bakarak, "sana bir şey olursa koruyamadım diye kendimi affetmem, bana emanetsin. Lütfen yanlış bir şey yapma."

 

"Yanlış bir şey yaparsam n'olur Mikail, şunu bi' açıklar mısın?" Bir ona, bir de yanımda bir buz kalıbı gibi oturan Emin'e baktım. "N'aparsınız yani? Suçlu olup olmadığından emin bile olmadığınız birini öldürür müsünüz?"

 

"Burada suçsuz değilsin, deliller var." dedi Mikail. Hemen sert bakışlarını uçuk mavi gözlerine çevirdim ve kaşlarımı çattım. O ise sözlerine şöyle devam etti: "Akın seni buldu, çok da rahat buldu ama asıl bulmak istediği kişi sen değildin, sana bunu yaptıranlardı. Ve eğer bilmek istiyorsan, hâlâ daha aynı fikirde."

 

"Ne söylesem sizin için bir şey farketmeyecek," dedim hazin bir kabullenmişlikle, "o yüzden kendimi daha fazla yormayacağım. Sadece tek bir şey söyleyebilirim... Çok pişman olacaksınız. Hem de öyle pişman olacaksınız ki, benimle geçirdiğiniz şu sakin dakikalar ve o âna dek nefes aldığınız her dakika yanınıza kâr kalacak."

 

"Senin bu yaptığın aba altından sopa göstermek, apaçık tehdit. N'apacaksın? Bizi polise mi şikâyet edeceksin?" dedi Emin. Hemen yanıma dönüp ona baktım. Siyah gözleri gözlerimi buldu. "Bundan korkacak olsak, böyle bir şeye kalkışır mıydık? Az mantıklı düşün."

 

"Mantığı ben senden mi öğreneceğim? Hayırdır mamanı mı az verdik de havlamaya başladın?"

 

"Bana bak..."

 

Mikail araya girip ortamı yumuşatmaya çalıştı fakat ikimiz de birbirimize öldürmek ister gibi bakmaya devam ettik.

"Hey! Sakin olun gençler! Relax, gerginliğe gerek yok!"

 

"Bu bana köpek diyor, suç bende mi?"

 

"Ben öyle bir şey demedim."

 

"Dedi, geçen de puşt dedi."

 

"Az demişim..."

 

"Bak, kabul etti!"

 

"Beni Mikail'e mi şikâyet ediyorsun? Seni Akın'a söyleyeyim de gör!"

 

"Ne söyleyeceksin acaba, çok merak ettim. Ne yaptım acaba?"

 

"Bana yavşadı derim."

 

"Ben öyle bir şey yapmadım!"

 

"Yaptığına inandırırım, kendimi döver Emin yaptı derim."

 

"Siker valla," dedi Mikail. "Emin! Kolla götü kanka."

 

"Sen ne şeytan çıktın be, tamam bi' şey demedik!" Diyip diğer tarafa döndü. "Tövbe, tövbe, Allah kuru iftiradan saklasın."

 

"Akın inanmaz bu arada," dedi Mikail, "Emin öyle bi' çocuk değil, hani sallayacaksan da usturuplu salla bari."

 

"Sen niye eşeğin kulağına karpuz kabuğu kaçırıyorsun?" diye kızdı Emin.

 

"Puşt demekte haklıymışım."

 

Emin, "Kendimi döveceğim, erkek olsaydı da dalsaydım bi' güzel. Sinirlerim bozuldu." diyerek cama doğru döndü ve bana hiç bakmamaya, muhattap bile olmamaya çalıştı.

 

Canım o işler hiç belli olmaz.

 

"Çok cinsiyetçi bir yaklaşım," diye homurdandım, "seni bir kadın olarak da pataklayabilirim, bu yüzden bence susmayı denemelisin."

 

"La havle," çekmeyi de unutmadı ama bana bakmadı. Günahtan kaçmaya çalışan dindar bir erkek gibiydi.

 

Bense kimsenin bilmediği günahların kadınıydım. Onların bile bilmediği çok şeyim vardı. Onlar beni tanıdıklarını sanıyorlardı. Kimlikte yazandan bahsetmiyorum, içten, özden, özümden bahsediyorum. Ah, Akın, ah...

 

💲

 

Kadıköy sahilinde bir usta dürümcünün önünde, küçük masalardan birinin etrafında, küçücük taburelerin üzerinde zarzor oturmuş iki dev gibi adama bakıyordum. Bu halleri oldukça komikti. Emin memnuniyetsiz bir ifadeyle omzunun üzerinden Mikail'e bakınca, Mikail göz kırpıp ne var? der gibi kafasını salladı.

 

"Bu kadar da bekletilmez, ben gidip alıp geliyorum." diyerek ayağa kalkan Emin karavanın oraya giderken, Mikail'in gözleri bir yere ilişti ve hemen ayağa kalkıp oraya gitti.

 

Dönüp nere gittiğine baktığımda, seyyar dondurma satan bir adamın yanına gittiğini gördüm. Üç tane dondurma aldı ve küçük kaplara koydurdu. Bir iki yüzlük çıkarıp verdikten sonra elinde üç kap dondurmayla geri döndü. Üçünü de masanın ortasına bıraktı.

 

"Sağ ol ya, çok severim." Diye sevindim.

 

"Sana almadım ki," deyince yüzümü buruşturdum. "Dürümleri gömüyoruz, ilk bitiren hepsini yer."

 

Emin arkadan yaklaşırken, "O zaman bizim hiç sansımız yok." dedi ve dürümleri tepsiyle beraber getirip masaya bıraktı.

 

Dürümleri sayıp, "Burda niye yedi tane dürüm var?" diye sordum.

 

Emin hemen atılıp, "İkisini biz seninle yiyeceğiz, kalanını da tıkınacak." diyip gülerek Mikail'e baktı. Mikail ona vay şerefsiz der gibi baktı.

 

Dürümlerden birini seçip aldıktan sonra onlar da birer tane aldı. "Ama ayran yok," dedim, "kuru kuruya gitmez şimdi."

 

Emin ayağa kalkıp, "Unuttum, hemen geliyorum." diyerek gitti ve az sonra elinde dört ayranla geriye döndü. İkisini Mikail'in önüne doğru iterken sırıtıyordu, Mikail ise yanakları dolu hâlde ona vay piç der gibi baktı.

 

Ben daha bir iki ısırık almıştım ki, onlar birinciyi bitirmiş, ikinciye geçmenin hazırlıklarını yapıyorlardı. "Akın sizi böyle görse var ya... Yakında tosuna dönersiniz siz." diyip başımı hayıflanarak iki yana salladım.

 

"Yemiyim mi? Öleyim mi n'apayım yengee?" diye çıkıştı Mikail. "İt gibi çalıştırıyor beni, aşk olsun yani, lokmalarımı mı sayıyorsun?"

 

"Sayamıyoruz ki," dedi Emin, "matematik henüz o kadar gelişmedi."

 

Mikail Emin'e omzuyla şakasına vurunca, Emin'in taburesi sallandı ve yana doğru düştü. Mikail yemeğe devam ederken, Emin kalkıp üstünü temizledi ve tabureyi düzeltip ciddi bir ifadeyle geri oturdu.

 

Hemen yanıma bir tabure koyulduğunu işittim ve omzumun üzerinden yana bakınca, yüzüm soldu. Akın hemen yanımda oturuyordu, öyle ki, omzu benim omzuma değecek kadar yakın. Tüm iştahım bir anda kesildi ve sanki o gelince güneş battı.

 

Önüme dönüp Mikail ve Emin'e bakınca, yüzümdeki o keskin ifade dağıldı. Çünkü ikisi de ağzı dolu hâlde dona kalmış, suç işlerken yakalanan iki çocuk gibi şaşkın ve bir o kadar da mahçup bir ifadeyle Akın'a bakıyorlardı.

 

"Evimi kimlere emanet ediyorum," dedi Akın, ona hiç bakamadım. Mikail ve Emin de başlarını önlerine eğdiler. "Ben her şeye dikkat ederken siz onu buraya getiriyorsunuz. Diyelim ki, bir kurşun atıldı, elinizle mi tutacaksınız? Kendinizi siper mi edeceksiniz? Bu muydu planlı, programlı hareket etmek? Ben size böyle mi öğrettim?"

 

"Onlara kızma," dedim hemen. Bana baktığını hissedince, ben de ona doğru dönüp, güneş vurunca yeşilliklerin arasındaki parlak bir orman gölü gibi görünen gözlerine baktım. "Onlar senin izin vermediğini defalarca kez söylediler, sebebini de biliyorum ama çok ısrar ettim. Sadece bi' dürüm yemek, sahile bakmak ve bu kokuyu içime çekmek istedim. Yeniden insan gibi hissetmek istedim."

 

"Zamanı var Nalan," dedi yüzüme doğru eğilerek, "her şeyin doğru bi' zamanı vardır. Ve ben düzensizliğe katlanamam."

 

"N'oldu yani şu an? Öldüm mü? Vuruldum mu? Neden korkuyorum, neden kaçıyoruz anlamıyorum ki! Keşke bilsem, keşke sana hak verebilsem!"

 

"İyiliğin, iyiliğimiz için. Anladın mı? Sen kafana estiği gibi yaşıyor olabilirsin, sen bugüne kadar zaten özgürdün ama bu, benim hayatımın da böyle olduğu anlamına gelmiyor."

 

"Ne varmış senin hayatında? Hem niye sabahın köründe kalkıp işe gidiyorsun ki? Baban sana koskoca bi' servet bırakmış, abin de o servete servet katmaya devam ediyor. Bırak, çalışma, paranı ye. Kasma bu kadar..." diyip önüme döndüm ve dürümden büyük bir ısırık aldım.

 

Peki söylediğin şeyi sen yapabiliyor musun? Yapamıyorsun değil mi?

 

Ama bende durumlar farklı.

 

"İşimi severek yapıyor olmam sana niye batıyor?" diye sorunca, ona yandan bir bakış attım. "Param var diye boş gezenin boş kalfası olmak zorunda değilim. Boş durursam ölürüm, anlıyorsun değil mi?"

 

"Ama sen boş durmayınca da biz ölüyoruz, lütfen biraz boş dur da nefes alalım." diyip sinir etmek ister gibi göz devirerek önüme döndüm.

 

"Burası güvenli değil," diyerek ayağa kalkınca, Mikail ve Emin de ayağa kalktı.

 

"Ya nereye? Daha yeni geldik, ben hiç bir yere gitmiyorum. Daha dondurma yiyeceğim."

 

"Nalan, başka bir yerde yeriz. Böyle açık bir alanda değil... Siz de bir daha böyle yerlere gelmeyin, onu da getirmeyin. Duydunuz mu?"

 

Emin ve Mikail başlarını sallayarak onaylarken, onlara kötü kötü baktım.

 

"Sahili özledim, olamaz mı? Neden kapalı kapılar ardında kalayım?" diyerek ayaklandım ve ona doğru döndüm. "Açıkla bana. De ki, Nalan şu sebepten dolayı, bundan ötürü, ama bana bir şey söyle artık."

 

Bağırmadım çünkü bağırırsam benimle konuşmayacağını biliyordum.

 

"B'azen az şey bilmek daha iyidir, hayatta kalmanı sağlar." Dedi ve ben nedense bu cümlenin ardında belli bir yaşanmışlık olduğunu sezdim.

 

Yine de bu beni sinirlendirdi. Onunla bir konuşmaya girmek gerçekten sabır istiyordu çünkü ondan istediğiniz cevabı almak bayağı dil dökmeniz gerekebilirdi ve bunun sonucunda cevapsız da kalabilirdiniz.

 

"Ben dürümümü ve dondurmamı bitirene kadar hiç bir yere gitmiyorum." dedim ve geri oturdum. Dürümümü yerken Akın tam arkama geçti. Ne olduğunu anlamasam da tepki vermedim ancak Mikail ve Emin de önümü kapatıp, sadece deniz tarafı açık bırakınca ne olduğunu anladım. Bedenlerini bana siper etmişlerdi. Arkamda dağ gibi duran o adamı hissediyordum.

 

Canları bu kadar mı değersizdi? Kendilerini benim önüme siper edecek kadar... Üstelik bunu ilk yapan, dün gece beni tehdit eden adamdı. Onun tarafından bakıp, empati yapmaya çalıştım. Benim bilmediğim düşmanları vardı ve beni şirkete sokan kişinin onlardan biri olduğunu düşünüyordu. Üstelik bir piyonu - yani beni harcayacaklarını düşündüğü için zabtediyor, aynı zamanda da koruyordu. Doğrusu, hiç bir şey düşündüğü gibi değildi.

 

Planım başarısız olmuştu. Kaçmayı ya da O'na bir haber uçurmayı başaramamıştım. Akın, bizi sanki üzerimize takip cihazı yerleştirip, eliyle koymuş gibi bulmuştu ve bir kez daha ondan kolayca kaçamayacağımı beynime kazımıştı...

 

 

Loading...
0%