@hadizade
|
💲
"Suç sende Nalan," diye söyleniyordum kendi kendime. Salondan geçip merdivenlere yöneldim. "Suç sende... Onda değil. Adam seni suçluyor ama öpünce aklın başından gidiyor. Ona bu cesareti sen veriyorsun! Ah, ah... Şartlar eşit olsaydı ona nasıl davranacağımı bilirdim ben!"
Merdivenleri koşar adımlarla tırmanırken, yine onun sesini duydum.
"Nalân!"
Sesi çok kızgın geliyordu. Tamam inatlaşıyorduk ama böyle bağırmasını hak edecek bir şey yapmamıştım.
Ama bu defa durmadım ve merdivenleri daha hızlı çıkmaya çalıştım. Peşimden geldiğini duyuyordum ama tek isteğim şu an odama kapanmak ve uyumaktı. İkinci kattan üçüncü kata çıkacağım sırada koluma sarılan bir el beni geriye doğru âdeta savurdu.
Yine düşecektim ki, korkuyla minik bir çığlık attım. Ancak eliyle ağzımı kapatarak, beni sağdaki odalardan birinin önüne getirdi. Sırtımı göğsüne yaslamış, koca eliyle ağzımı burnumu kapatmıştı. Çırpınarak ağzımdaki elini açmaya çalışıyor, yürümemek için direniyordum ama o, diğer eliyle belimden tutarak beni havaya kaldırdığında, ona karşı direnemeyeceğimi farkettim. İnsafına kalmış gibiydim. Ayaklarım havadaydı. Çırpınıyor, "Bırak beni!" diye bağırıyordum ama sesim avucunun içinde boğuluyordu.
Ne yapacaktı bana?
Bunun korkusu, dehşeti sarmıştı içimi. Ne yapacağımı düşünüyordum. Ne yapabilirdim? Nasıl kurtulabilirdim ki elinden? Ben onu biliyorum, elinden sağ kurtulan bir kişi bile olmamış ve şimdi o listeye benim adım da eklenebilir. Ya da çok başka şeyler olabilir...
Ayaklarımı kapının girişine dayadım ve girmemek için direndim. Bir yandan da ağzıma kapadığı elini açmaya çalışıyordum ama bu fazla uzun sürmedi. Bir eliyle belimden tutarken, diğer eliyle pervaza yasladığım ayaklarımı çekip, hızlıca içeriye soktu ve kapıyı kapattıktan sonra sırtımı duvara yasladı. Ancak ağzımı tutmaya devam ediyordu. Karanlığa alışan gözlerimle onu görmeye başladım.
"Sessiz ol!" diye fısıldarken, kapıya bakıyor, dinliyor gibiydi. Ne yaptığına anlam veremiyordum.
Ve tam o anda bir ses yükseldi. Mehmet Akcan avaz avaz bağırıyordu.
"Nerede o orospu?!"
Gözlerim dehşete düşmüşçesine büyüdü. Akın gözlerime baktığında, "Varmış değil mi bir bildiğim?" deyince, başımı aşağı yukarı salladım.
Ağzımdaki elini çekmeden cebinden telefonunu çıkarıp birini aradı ve telefonu kulağına götürdü. Telefonu ilk çalışta açıldı. "Dinle... Hemen evin sağ tarafına gel, hemen!" Fısıltıyla bile bağırabilmek gibi bir yeteneğe sahipti. Kiminle konuşuyordu? Ne oluyordu böyle?
Ağzıma yasladığı elini aşağıya çektiğimde bu defa tutmadı ve telefonu kapatıp, sessize aldıktan sonra cebine attı.
"Nerede lan?!" diye bağırıyordu hâlâ Mehmet Akcan. "Nereye sakladınız? Bulamaz mıyım? Ben istersem bulamaz mıyım onu?!"
"Yürü!" diye fısıldayarak kolumdan tutup çekiştirdi beni Akın. "Ne oluyor, Akın? Beni mi arıyor? Benden mi bahsediyor? Ne oldu?"
Önce perdeyi açtı, sonra da pencereyi. Dönüp gözlerime baktığında, "Sara hayatını kaybetti," dedi. "Seni burada tutamam artık. Hadi atla."
"Ne?" içime öyle büyük bir acı oturdu ki, olduğum yerde tamamen buz gibi oldum. Ben yanlışlıkla da olsa birini öldürdüm, bir adamdan eşini, bir kız çocuğundan annesini çaldım.
"Şaşırmanın sırası değil, atla şuradan!" dedi Akın.
"Saçmalama!" diye fısıldadım, elinden kurtulmaya çalışarak. "Yükseklik korkum var benim, atlayamam!"
"Akın!" diye bağırıyordu Mehmet Akcan. Sesi bu defa çok yakından geliyordu. İkimizde omzumuzun üzerinden geriye baktık. "Onu bana ver Akın! Ben sana yirmi milyon veririm! Sen onu bana ver! O, orospunun on bin bile değeri yok! Hadi!"
Sözleri yüreğime hançer gibi saplanmıştı, zihnime küçük ve keskin iğneler batarak, Akın'a baktım. Yeşil gözlerinden biri dışarısının ışığıyla aydınlanmıştı. "Versene beni ona," dedim, deli bir cesaretle. "Hak ediyorum nasıl olsa... İyi düşün, yirmi milyon dolar diyor. Güzel para..."
Başını hızla iki yana salladı ve sert bir soluk verdi. Bir anda eğilip kollarını bacaklarımın etrafına doladı ve beni olağandışı bir hızla omzunun üzerine atıp, ayağa kalktı. "Sakın bağırma," dedi bana. İki elimle ağzımı kapattım. Ve Akın, tam o ân beni pencereden aşağıya bıraktı. Gözlerimi kapadım ve attığım çığlık avuçlarımın arasında boğuldu.
Sarsılan bedenim sert bir yerle temas etti ama evet, yerin kolları yoktu öyle değil mi? Gözlerimi açıp nerede olduğuma baktım. Evet, bu harika. Mikail beni çocuk gibi kucağında tutuyordu. Hemen bırakması için debelenmeye başladım. "Beni yere bırak!"
"Onu kulenin oraya götür," dedi Akın. İkimiz de yukarıya baktık. Mikail onu onayladıktan sonra içeriye girip camı kapadı ve perdeyi çekti.
"Yenge gel!" dedi Mikail. Beraber evin ön tarafına doğru koştuk. Bir yandan cebindeki anahtarı çıkarıp, daha biz oraya varmadan siyah BMW-nin kapılarını açtı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ensemde bir el vardı sanki, dokunacak ve ben düşecekmişim gibi. Deli gibi koştuk ardımıza bakmadan. Aynı anda ön koltuklara yerleştik ve arkaya bile bakmadan bahçeden geri geri çıkardı arabayı. Bahçenin çıkışında âni bir manevra yaptı ve sağa döndü. Asfalttan çıkan çığlık ve motorun sesi yeri göğü inletmişti.
Tam kurtulduk derken silah sesi yükseldi, hem de hemen hemen yakınlarımızdan. Ses fazlaca yüksekti. Omzumun üzerinden sakince arkamı dönüp baktım ve tam da Mikail ile göz göze geldiğim zaman, bana olan garip bakışlarını yakaladım. Garipser bir ifadeyle mavi gözlerini kaçırınca, koltukta eski hâlime geldim. Bir süre sessiz kaldık ve ilk ben konuştum.
"Neden öyle baktın bana?"
Yüzümü yana çevirip profiline baktım. Eliyle sarı saçlarını dağıtırken, "Neden korkmadın?" diye sordu. "Nasıl bu kadar sakinsin? Oysaki Akın'ın yanında ürkek bir ceylan gibi davranıyordun..."
Önüme dönüp güldüm. "Silah sesinin hangi uzaklıktan geldiğini ve buraya kadar yetişip yetişemeyeceğini hesaplayabiliyorum. O kadar da aptal değilim."
"Yoo," dediğinde, ona yandan bir bakış attım. Gözleri ortadaki aynadaydı. "Ben bile irkildim ve aynaya baktım, acaba yakınlaştılar mı diye. Garip geldi..."
Sert bir soluk verdim. "Muhtemelen şu an belindeki silahını alıp sana doğrultacağımı ve arabadan aşağıya atacağımı filan düşünüyorsundur." diye dalga geçtim.
"Yok, o öyle kolay değil." dedi. "Bileğini kırıp, o silahın namlusunu sana çevirmeyi hiç istemem." dediğinde, omzumun üzerinden ona döndüm. Yüzünde belirsizlik vardı ve sadece yola bakıyordu.
"Bu harika." Diyip önüme döndüm. "Ben de bir ara gerçekten aptallık yapıp bana yardım edeceğini filan düşünmüştüm."
"Sen nelere sebep olduğunun farkında mısın?" diye sorunca tekrar ona döndüm ve kaşlarımı çatarak sorgular ifadeyle baktım. "Para olayını geçtim. O olay için daha araştırmalar devam ediyor, emin değiliz ve bu yüzden bu evde tutuyorduk seni. Bu hırsızlık işini yaptığını düşünen sadece Akın değildi. Mehmet abi de biliyor her şeyi, hatta ilk o öğrendi ve Akın'a haber verdi. Akın, sırf bu iş için dağdan geldi biliyor musun? Koskoca Akcan ailesinden para çalınmış... Akın'ın parası hem de. Garip olan yanı şu ki, Mehmet abinin değil, doğrudan Akın'ın parası çalınmış. Mehmet abinin eline geçsen seni yaşatır mıydı sanıyorsun? O, Akın kadar sabırlı davranmazdı. Emin ol... Ve adamın karısını öldürdün..."
Avucumu torpidoya sertçe vurup, bir hışımla döndüm ona. "Bilerek yapmadım! Beni bu duruma siz düşürdünüz! Madem kesin değildi suçum, neden tıktınız beni o eve? Başka birinin yaptığını öğrenirseniz, beni o evde tuttuğunuz günlerin hesabını kim verecek?!"
"Bilerek veya değil, sonuçta yaptın mı, yapmadın mı? Akın'ın ne düşündüğünü bilemem ama Mehmet abi seni gördüğü yerde kafanı parçalayacak, inan bana onun gazabına gelmeyi istemezsin."
Histerikçe gülerek elimi yukarıya kaldırdım ve atletimi aşağıya çekip, göğsümdeki yarayı açığa çıkardım. "Bak!" dediğim anda dönüp önce yüzüme, sonra da yarama baktı ve önüne döndü. Yutkunduğunda inip kalkan Âdem elmasını kısık ışıkta bile seçebildim. "Uğramadım mı sanıyorsun o gazaba? Ağzımı burnumu dağıttı, tam buraya sapladı bıçağı ama ben tuttum. Direndim."
Çünkü ölmeye niyetim yok, Mikail. Bu ülkede tek başına ayakta durmayı başaran birini ölümle korkutamazsın. Bu ölüm kalım yarışında, hayatta kalmak istiyorsan, dikkatli ve hızlı olman gerekir. Yanlış atılan her adımın altında bir mayın vardır.
"Ama bir dahaki sefere Akın yanında olmayabilir," derken aynı anda birbirimize baktık ve ben onun gözlerinde buz gibi saklı ölümü gördüm.
"Akın, zaten yanımda değildi," dedim, yüzüme sahte bir gülümseme oturtarak. "Beş kişi üzerime çullanmazsa, elbette ben de kendimi koruyabilirim ama sizi iyi eğitmiş, çok sadıksınız." dedim imayla.
Göz kapakları aşağıya indi, mavi gözleri keskin bir buz parçasına dönüşünce, sinirinden zevk alırcasına gülümseyerek önüme döndüm. Ben o kadını ölsün diye itmedim ama ölüme ittim, Akın beni bıraksa bile Mehmet Akcan sağ bırakmayacak. Ya o, ya ben bundan sonra. İkimizden biri.
"Nereye gidiyoruz?"
"Gidince görürsün."
Gidince görürsünmüş. Gıcık herif. Sanki ben bilmiyorum bunu. Ama hepinize sıra gelecek. Hiç merak etmeyin.
💲
Akın'ın "kulenin ora" diye bahsettiği ve benim Mikail tarafından getirildiğim yer, Üsküdar'da yerleşen "White Bell" oteliymiş. Arabadan indiğimiz anda Mikail yanıma gelip, elimi aldı ve kendi koluna dolayıp kolumu vücuduna bastırdı. Bu kimsenin farkedemeyeceği bir baskıydı, psikolojik bir baskı. Beraber döner kapıdan geçip, şık lobiden geçtik. Kimse bir şey sormamış, söylememişti. Tahmin ettiğim gibi, burası onlara ait idi.
Asansörün önünde durduk. Mikail tuşa bastıktan sonra beklemeye başladık. "Yeni hapishanem burası demek," dedim acı bir tebessüm eşliğinde. Bakıştık. "Ne? Neden öyle bakıyorsun? Bunlar gerçekler."
"Bir şey demiyorum artık," diyip önüne baktı. Asansörün kapısı açıldığı gibi içeriye girince, ben de peşinden sürüklendim. Bakışlarım duvardaki tuşlarda gezindi. Bina 30 katlıydı ve gözlerim tuşlar arasında gezinirken bir şeye dikkat ettim. Tuşlar 12-den 14-e geçiyordu, 13.tuş yoktu.
Tam bunu ona sormak üzereydim ki, cebinden bir kart çıkarıp tuşların yanındaki ekrana okuttu. Ekranda yeşil renkte 13 rakamı çıktığında, o rakamın üzerine tıkladı ve az sonra rakam kaybolurken, "Kata çıkılıyor." yazılırıp, aynı zamanda kalın bir erkek sesiyle de seslendirildi.
Mikail ile yine göz göze geldik ama bu sefer bir şey sormadım. Kafamdaki tüm sorularıma acımasız cevaplar alıyordum.
Asansör çalışmıyor gibiydi, muhtemelen dışarıdan bakılınca da öyle görünüyordu ama biz yukarı çıkıyorduk. Kısa bir süre sonra asansör durdu ve kapılar açıldı. Mikail hiç beklemeden asansörden çıkınca, ben yine peşinden sürüklendim. Hızlı adımlarla ona yetişmeye çalışıyordum. Asansörün tam karşısında, koridorun sonunda siyah bir demir kapı vardı. Siyah döşemeli, duvarları beyaza boyanmış koridorda etrafa bakınarak yürürken, katın sessizliği ürkmeme neden oldu. Gerçek ânlamda...
Mikail kapının önünde durup beni serbest bıraktıktan sonra cüzdanını çıkardı ve içindeki kartları bir süre karıştırdıktan sonra altın rengi bir kart buldu. Kapıyı o kartla açtıktan sonra eliyle içeriyi işaret ederek beni buyur etti.
"Buyur, geç bakalım yenge."
"Kes şunu," diyip, yüzümü buruşturarak içeriye girdim.
"Neden buraya geldik ve neden bu kata geldik diye sormayacağım, biliyorum ancak..." içeriye girip kısaca etrafa göz gezdirdikten sonra arkamı dönüp Mikail'e baktım. Mavi gözleriyle beklenti içinde bakıyordu gözlerime. "Burada ne kadar güvendeyim? Mehmet Akcan isterse beni burada bulamaz mı sanki?"
"Bulamaz." dedi eminlikle. Elindeki kartı cüzdanına yerleştirirken, "Gördüğün gibi, bu kat sadece Akın'ın olduğu için, özel ve gizli, burayı kimse bilmiyor." Dedi. "Akın veya ben istemedikçe de buraya kimse gelemez. İstanbul'da Mehmet Akcan'ın giremeyeceği tek yer diyebilirim. Akın isterse ben de giremem."
Başımı bir kez eğerek anladığımı belirttikten sonra ceketini çıkardığını görünce gerildim. Üzerime doğru gelirken ki bakışları oldukça ürkütücüydü. Benden dört tane birleştirsen, anca bir Mikail ederdi. Sanırım ondan korkmakta sonuna kadar haklıydım. Üç polis ona diz çöktüremiyordu ve ben bu sahneye şahit olmuş biri olarak, şimdi onunla kimsenin girip çıkamayacağı bu katta yapayalnız kaldığım için korkuyordum.
Yanıma yaklaştığında, ondan korktuğumu belli etmemek için kıpırdamamıştım bile. Çıkardığı ceketini L koltuğun üzerine atarken, mavi gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmamıştı. Kravatını da gevşetip açtı. Sertçe yutkundum ama yine hiçbir şey yapmadan durmaya devam ettim. Bu defa da kol düğmelerini açmaya başladığında, ayaklarım benden izinsiz gerilemeye başladı. Gözleriyle aynı renk gömleğinin kollarını yukarıya doğru sıvarken, olduğu yerde durmuş beni dikkatle süzüyordu. Arkamdaki koltuğa oturup, kollarımı kolçakların üzerine yaydım. Arkasını döndüğü an bakışlarım belindeki silaha kaydı, takımı gibi gri renkte parlayan yüzeyli bir silahtı. Sanki bakışlarımı orada hissetmiş gibi silahı çıkarıp sehpanın üzerine bıraktı ve sehpanın üzerindeki viski şişesini eline alıp, bana bakarak kapağını açtı. Şişeyi doldururken, "Sen de ister misin?" diye sordu.
"Yenge demedin?" Deyiverdim.
"Dediğimde kızıyorsun ya," dedi koltuğa otururken, aramızda bayağı mesafe olmasına rağmen kendimi boğuluyormuş gibi hissediyordum. Silahının namlusu beni gösteriyordu. Herkesten her ân her şeyi bekliyordum.
"Sanki dediğim her şeyi yapıyormuş gibi..." diyip gözlerimi kaçırdım. Benden çok fazla şüphelenmeye başlamıştı ve söylemleriyle de beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu.
İçimdeki savunmasız ceylan, sadece o dereden birazcık su içmek istemişti ama sanki... kafası koparılmak üzereydi. Tehlikeyi farkediyordu ama o suyu içmezse, yine ölürdü.
"Sen... Burada, benimle mi kalacaksın?"
"Evet, Akın abi gelene kadar."
"Gelecek yani?"
"Gelmeye çalışacak. Malum başına açtığın işi temizliyordur şimdi. Hem yarın cenaze işlemleri falan olacak, ben de gitmek zorundayım. Sen yalnız kalacaksın ama korkma, dediğim gibi, buraya sadece biz girebiliyoruz."
Bir de bilerek yapmışım gibi davranmıyorlar mı, delirtiyorlar insanı!
Bilerek yapmadın ama sonuçta yaptın Nalan.
Nur'un yüzüne nasıl bakacağım?
Hoş, bakacak mıyım, bakabilecek miyim orası da muamma. Bir daha onunla, onlarla aynı ortamda bulunabilecek kadar uzum yaşar mıyım onu da bilemiyorum.
Gerçekten de yaz günü olmasına rağmen üşümeye başlamıştım. Ancak oturduğum koltukta ölü gibi yaslanıp oturmuş, karşımdaki koltukta telefonuyla uğraşan Mikail'i izlemekten başka bir şey yapmıyordum. Bir anda arama gelince, telefonu açıp kulağına götürdü.
"Efendim abi?.. Evet... Tamamdır, geliyorum." Telefonu kapattıktan hemen sonra ayaklanıp, ceketini de alınca, "Hayırdır, nereye?" diye sordum, ayaklanarak.
"Hayrı mı kaldı yenge? Akın abi aradı, Mehmet abi ortalığı birbirine katmış. Galiba hastaneye yatıracaklar." diyince dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Vallahi çok seviyordu Sara yengeyi, severek evlenmişti onlar. Yazık oldu." dedi hayıflanarak.
Ben olduğum yerde çivi gibi çakılıp kalmıştım. Sebep olduğum şeyler beni günü gününe tüketeceğinin sinyallerini bu gece vermişti.
Mikail karşıma geçip omuzlarımdan tuttu. "Zamanı geriye alamayız, korkma tamam mı? Kimse sana bir şey yapamaz burada."
Dolu gözlerle başımı kaldırıp üzgün bakan gökyüzü gibi masmavi gözlerine baktım. "Ben korktuğumdan üzülmüyorum Mikail, ben sebep olduğum şeylerin kahrını çekiyorum. Sadece bir hareket yaptım, yapmayabilirdim ama kahretsin ki, yaptım ve bir aileyi paramparça ettim. Nur'un annesini öldürdüm. Yetmezmiş gibi bir de babasız bıraktım. İzninle ben bir süre burada yaşarken öleceğim." dedim ve arkamdaki koltuğa oturdum.
Mikail'in elleri omuzlarımdan sıyrılıp yanına düştü ve o da beni yalnız bırakması gerektiğini anlayıp, sessizce daireden çıktı. Kapı kapanınca, gözlerim de kapandı ve sol gözümden bir damla aktı. Kalbim unufak oluyor gibi hissediyordum. Ömür boyu gölgem olacak bir günahı daha kelepçe diye bileğime taktım, haklıyken haksız konumuna düştüm ben.
Perdeleri aralayıp dışarıya bakınca anladım Akın'ın buraya neden "kulenin ora" dediğini. Kız kulesi tüm güzelliğiyle karşımdaydı. O, denizin ortasında yapayalnızdı, ben de burada.
Parmaklarım yanaklarımda gezindi; yalnızlığın ve pişmanlığın izlerini silmeye çalıştım. İğneli tellerle çevrelenmişti boynum, yutkunmaya çalıştığım ân tenime saplanıyor, yakıyordu canımı. Aklıma geldikçe başım önüme düşüyor, gözlerim acının tatlı tebessümüyle kapanıyor ve iki damla gözyaşı süzülürdü o ân. Sanki ağlasak her şeyi değişeceğiz. Bir fayda etmeyecek.
Gözyaşlarından bir okyanus yaratsak bile toprağın altına giren kişi bir daha çıkmayacak.
Rüzgâr esince kayalıklara çırpınan bir dalgayım; sesim güzel, acım büyük.
Sen ol dünyanın sahibi, ne faydası var ki, sevdiklerinin naaşını kucakladıysan?
Unut kirli düşüncelerini, onlar köreltir. Kör eder, boşver şimdi sırası değil.
Bir nebze umudun varsa bile geleceğe, işte ona tutunarak kanar, yaşarsın bir şekilde.
Daima ileri bak, çünkü geriye bakarken kör olursun geleceğe, ister misin yaşayasın, ölesin, alelacele?
💲
"Anne, babam gelmeyecek mi? Neden onu beklemedik?"
Salataya daldırdığı çatalıyla aldığı sebzeleri tabağına alırken bana donuk bir bakış attı. Bıçakla çataldan sıyırdığı domates ve marula diktim gözümü. Bıçak çataldan iç gıdıklayıcı bir metal sesi çıkarıyordu.
"Hayır," dedi net bir tutumla. "Yemeğini ye, sonra da ders çalışacaksın. Yeter dışarıda boşa vakit harcadığın. Notların kötü gelirse ne olacağını biliyorsun."
Tabağıyla uğraşırken gözlerime bile bakmadan sarf ettiği sözlerin esaretine alındım. Yavaşça yutkunup önüme baktım.
"Yoksa bilmiyor musun?" diye sordu teyit etmek için.
Başımı onaylar anlamda salladım.
"Sesli."
"Biliyorum."
"İyi. O zaman lüzumsuz sorular sormayı kes ve yemeğine devam et. On dakikan var."
"Tamam anne."
"Birazdan bir misafirim gelecek, odanın içinden çıkmayacaksın."
Kaşığımı çorbanın içinde gezdirirken, "Peki," dedim dudak altından. "Çıkmam."
Tarhana çorbasından bir kaşık daha almak istemiştim ki, kapı çaldı. Annemin, "Hadi, bırak. Kalk git içeriye." demesiyle öyle irkildim ki, elimdeki kaşık devrildi ve çorba her yere sıçradı.
"Beceriksiz! Yalatacağım orayı sana! Hemen odana!" Bu sefer öfkesinde haklıydı. Hata yapmamaya uğraşırken daha fazla hata yapan bir çocuktum ben. Onun gibi bir anneye layık görmüyordum hiç kendimi.
Hemen sandalyeden inip odama koştum ve kapıyı ardımdan kapattım. Kapının arkasında duruyordum, kilit deliğinden salonu izliyordum. Belki de yapmamalıyım pişmanlığı vardı içimde ama babam da gelmiş olabilir diye bakıyordum ben. Başka bir şey için değil. Annem salondan çıktı ve koridora geçti. Kapı hâlâ daha çalmaya devam ediyordu. Kapı açıldı ve yabancı bir erkek sesiyle doldu ev. Korku bürüdü içimi. Keşke babam şimdi gelseydi, evde olsaydı. Bizi korurdu.
Ama yoktu.
Yüzünü göremediğim bir adam salona girdi. Üzerindeki siyah ceketi çıkarıp anneme uzattı, sonra da şapkasını. Kaşlarımı çattım. Bu adam kimdi acaba?
Sonra koltuğa yerleşince yüzünü gördüm, orta boylu, annemden biraz uzun, kapkara gözleri olan bir adamdı. Kirli sakallarını okşarken anneme gülümseyerek attığı o bakışa karşılık yüzümü buruşturdum. Annem ona yaklaşınca kolundan tutup kucağına çektiğinde, hemen kapıdan uzaklaştım. Ellerimle ağzımı kapadım. Sonra o eller kulaklarımın üzerine kaydı. Sıkıca bastırdım duymamak için.
Çünkü ihaneti bilecek yaştaydım.
03.30
Tiz bir ses yankı yapıyordu sanki dışarıda değil, beynimin içinde. Gözlerimi güçlükle aralayıp etrafa bakındım. Evde olmadığımı tam da o an farkedip, sıçrayarak kalktım. Kıvrılıp yattığım koltuk bizim değildi, bulunduğum yer bir hayli yabancıydı. Gözlerim etrafı taradı. Duvar dibinde üç çekmeceli ahşap bir dolap vardı, üzerindeki beyaz renk ev telefonu çalıyordu. Hemen ayağa kalkıp sehpaya takılmamaya dikkat ederek oraya koştum ve telefonu elime alıp, açtım.
"Efendim?"
"Nalân..."
Akın'ın sesiydi.
"Efendim, Akın?" Sesimde pişmanlığın izleri vardı. Biraz daha konuşsun da, ne hissettiğini bileyim istedim.
"Korkuyor musun?"
Nefes alamadım.
"Hayır, korkmuyorum."
Korkuyorum aslında ama umrunda mı gerçekten?
"Gelmemi ister misin?"
Yavaşça yutkundum. Dudaklarım birbirine tutkalla yapışmış gibi kalakalmıştım. Ne söylemeliydim ki? Yarın öldürdüğüm yengesinin cenazesi var.
"Hayır, ben iyiyim. Cenazen var, orada kalman gerek."
"Tamam."
"Akın... Kapatma..."
"Dinliyorum."
"Özür dilerim, ben... Ben bunu bilerek yapmadım, ben katil değilim. Biliyorsun değil mi? Niyetim o değildi."
"Biliyorum. Olacakla öleceğe çare yok, böyle olması gerekiyormuş."
Bunu en iyi ben bilirim.
"Ama yarın gece gel," dedim güçlükle.
"Geleceğim, sen aç kalma mutfakta her şey var."
Arkamda kalan dolaba yaslandım. Cevap veremedim. Biraz sonra telefon yüzüme kapanınca, bir süre o sesi dinledim ben. Sonra telefonu yerine bırakıp, yavaş adımlarla camın oraya gittim ve kız kulesinin oraya baktım.
"Dengesizsin Akın. Ben de dengesizim ama dengim değilsin. Hâlâ beni düşünüyorsun. Paranı çaldığımı düşündüğün ve yengeni öldürdüğüm hâlde..."
Zaten sevmediğin biri sana zarar verdikçe bu seni yakmaz, asıl can yakan hiç şey beklemediğin kişilerin, can bildiklerinin canını yakması olur. Bu ihanettir ve ihanetin affı yoktur.
💲
7 Ağustos akşamı.
Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp kirli sepetine attıktan sonra aynadan kendime, çıplak vücuduma baktım. Elim göğsümün ortasına gitti. Oradaki bıçak yarası, orası delikti. "Belki de geçmişe gidip senden intikam aldım, Mehmet." dedim, yansımama bakarak. Yüzümde parmaklarının izi hâlâ daha duruyordu. "Elbet bana bir şey yapacaktın, en azından o ân bana bunları yapmak için bir neden verebildim sana. Yoksa neyi bahane edecektin, bıçağı bağrıma sokmak için?"
Hayat adil oynuyor, bizim sağlayamadığımız adaleti hayat sağlıyor. İşlediğimiz suçların cezasını ya geçmişte zaten çekmişizdir, ya da görecek günlerimiz vardır ileride. Ben yaşadım, siz de yaşayın. Ama herkes kalbine göre yaşasın.
Düşünüyorum, iyi bir hayata layık olup olmadığımı. Siz de düşünün.
Yemeden, içmeden kesildim. Dün akşam yemeğinden bu yana 26 saat geçti. Bir gün içinde bin yıl geçmiş de yaşlanmışım gibi ağarmıştı saçım ve de çökmüştü yanaklarım. Zihnimdeki hezeyana bir dur-durak yoktu. Gözlerim her açılıp kapandığında anılarım gözkapaklarımda canlanıyordu.
Vücudum o kadar üşüyordu ki... İçimdeki buzlar da cabası. Kendimi sıcak duşun altına bırakmıştım. Suyu omuzlarıma ve sırtıma akıttım. Göğsüme dokunmaması için dikkat ettim. Yaram sızlıyordu hâlâ. Buna rağmen yaram kanamaya başladı. Bornozu giydikten sonra banyo dolaplarını karıştırmaya başladım. Hiçbir şey bulamayınca, kâğıt peçeteyi elime birkaç kez dolayıp göğsümün ortasına bastırdım.
Yüzümü o sızıyla buruşturarak kendimi izlerken, dış kapının sesini duydum. Mikail'in tüm söylediklerine rağmen içimi derin bir korku bürüdü. Eşini katlettiğim bir adamla yüz yüze gelebilir miyim, karşısında durabilir miyim bilmiyorum. Ne derim? Ne yaparım? Bir şey demeye veya yapmaya vaktim kalır mı?
Yürürken yerde bıraktığım ıslak ayak izleriyle bir yol çizdim. Banyodan çıktığım an bakışlarımı karanlık koridora diktim. Olduğum yerde dikilmiş, gergin bir bekleyişle avucumdaki kâğıt peçeteyi göğsümün ortasına bastırıyordum. Ayak sesleri geldi, çok az sonra karanlıktan çıkıp bana baktı. Darmadağın yüzü ve saçları, çökmüş gözaltlarıyla karşımdaydı. Gözlerinin feri sönmüştü sanki. Ölü gibiydi.
Göçüp gidene mi öldü demeli, yoksa kalana mı? Kalanların durumu daha vâhim.
Göğsümün ortasına bastırdığım elimi aşağıya indirip avucumdaki peçeteyi buruşturup, elimi yumruk yaptım. Garip bakıyordu gözlerime. Hem üzgün, hem de derin bir öfkeyle. Bakışlarıyla beni baştan aşağıya süzdükten sonra tekrar gözlerime baktığında, bu defa göz kapakları yeşil gözlerinin üzerini örtmüştü.
Üzerindeki ceketi çıkarıp koltuğa fırlatırken bana doğru gelmeye başladığında, kaçacak yer arar gibi oldum ama o, sadece saniyeler içinde önümdeydi. Sırtımı duvara yasladım, göğsümün ortasından akan bir damla kan aşağıya doğru süzüldü.
"Çok öfkeliyim," diye itiraf etti. Üstten bakışlarının altında ezilecek gibiydim. Bir elini yanağıma koyduğunda, buz gibi olan eli tenimi ürpertti. Parmakları aşağıya doğru kayıp enseme ulaştı ve oradan saçlarımın arasına geçti. Sonum gelmiş gibiydi. Yüzüme doğru eğilip dudaklarımın üzerine, "Ve bu öfkemi geçirmezsen, bugün birini daha toprağa gömmek zorunda kalacağım." dediğinde, sertçe yutkundum.
"Benden daha ne istiyorsun?" diye sordum, suçumun altında o kadar eziliyordum ki, sesim çıkmıyordu bile.
"Karşılık vermeni." dedi ve baygın bakan yeşil gözleri dudaklarıma düştü.
Hayır, hayır şimdi değil!
"Sen karar ver," dedi ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Yumuşacık dolgun dudaklarıyla buluşan dudaklarım kıpırdamadı ancak içimden bir ses, şu an öfkenin sırası değil diyordu. Yangına körükle gidilmezdi. Kimi kandırıyordum ki? O dudakları gördüğümde öpmek istemiştim. Hem de her defasında...
Dudaklarımı kıpırdattığım an cesaret buldu. Alt dudağımı emmeye başladığında, ellerim boynuna dolandı. Acıtmıyor, ondan beklemediğim kadar nazikçe öpüyordu. Bedenim, yüreğime düşen o ateşle yandı. Dudaklarımız söyleyemediğimiz her şeye tercüman oldu. Nefesler kesildi. Zaman durdu.
Tırnaklarımı ensesine geçirmiştim farkında olmadan. Ağzımın içine inleyerek iki elini birden kalçama bastırıp sıktığında, bu defa inleyen taraf bendim. Güçlükle kendimi geriye çekip omuzlarımı duvara yasladığımda, ellerim yavaşça omuzlarından aşağıya doğru kaydı. Elleri hâlâ kalçalarımdaydı ve okşayıp sıkarken, bana alev saçan gözleriyle bakıyordu.
"Durmamız lazım," dedim. Zira devam edersek, bizi biz bile tutamayız.
Gözlerimdeki tutkuyu görüyordu ve bu onu daha da delirtiyordu. Eğilip bacaklarımı ikiye ayırarak beline dolayıp doğrulduğunda, her ne kadar düşürmeyeceğini bilsem de omuzlarına tutundum. Bacaklarım beline sıkıca dolandığı an kendini bana yaslayınca, sertliğini hissettim ve bu dilimi damağımı kuruttu.
"Bu kimin umrunda?" dedi yanan bir sesle. "Durmak istediğim filan yok."
Tekrar dudaklarını ve kendini bana bastırdığında, duvarla onun arasında sıkışıp kalmıştım. Kalçamı okşayan eli, dudaklarımı hunharca öpen dudakları, vücudunun bana dokunan her yeri aklımı başımdan alıyordu. Aldığı sert soluklar, hatta kokusu bile onu bırakmama engel oluyordu.
Sırtımı duvardan ayırdı ancak dudaklarımız hâlâ daha ayrılmamıştı. Dilini ağzıma ittiğinde, dengem şaştı ve az sonra sırtım yatağa serildi. Bacaklarımın arasında dizlerinin üzerinde oturmuş, gözlerime bakarak siyah gömleğinin düğmelerini çözüyordu. Dirseklerimin üzerine yükselmiş ona bakıyordum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, sanki sesi tüm odayı doldurmuştu.
Gömleği geniş omuzlarından sıyırıp üzerinden çıkardığında, kusursuz ve iri vücudu gözlerimin önüne serildi. Bakışlarım pantolonuna, kemerinin hemen altına kaydı ve oradaki şişkinlik dudaklarımı uçuklattı.
Yutkunarak tekrar gözlerine baktığımda, gömleğini sertçe yere atarken ki yüz ifadesi bünyemi altüst etti. Tekrar üzerime uzandığında, bu defa çıplak tenine değen ellerim titriyordu. Yüzünü yana eğerek dudaklarını dudaklarıma değdirdi ama öpmedi, dilini dudaklarımın üzerinde sakince gezdirip, sonra kendi dudağını yaladığında altında küle dönmüş haldeydim. Kendini şu an üzerime bıraksa, ağırlığı altında boğulup ölebilirdim.
"Akın," dedim omuzlarına tutunarak. "Dur, istemiyorum."
Gözlerini açıp gözlerime baktı. "İstiyorsun, onu biliyorum ama sebep ne? Neden birlikte olmamıza izin vermiyorsun?"
"Çünkü," bunu söylemek zorundaydım, yoksa durmayacaktı ve bir süre sonra ben de duramayacaktım.
"Çünkü ne?" dedi kaşlarını çatarak.
Gözlerimi sıkıca kapatıp, bir anda, "Çünkü ben daha önce biriyle yatmadım ve böyle olmasını istemiyorum." deyiverdim.
Bir şey söylemedi, duymadım ama az sonra üzerimden kalktı ve adım seslerini duydum. Doğrulup dirseklerimin üzerine yükseleyerek arkasından baktım. Banyoya girdi ve kapıyı kapattı. Sanırım kendi kendine bir icabına bakacaktı. En azından ısrar etmemişti.
Oturur hâle geldikten sonra alt dudağımı emmeye başladım. Tadı dudaklarımdaydı hâlâ ve bu garip bir histi. Kokusu üzerime sinmişti. Ellerini hâla üzerimde hissediyordum. Ellerimi saçlarıma geçirip sert bir soluk verdim. Adam nefesimi tüketti resmen.
Bacak aramdaki ıslaklığı saymıyorum bile. Bu kadar yakından hissettikten sonra bu kadar isterken durdurmak çok zordu. En azından onu durdurabildim diye düşündüm. Söylemeseydim bunu bilmeyecekti ve devam edecekti. Sonrasında pişmanlık yaşamak da, yaşatmak da istemiyorum. Hele ki, onunla...
Kasıklarımdaki sızıyla daha fazla baş edemeyeceğimi anlayıp, yatağa uzandım. Orta ve yüzük parmağımı ağzıma götürdüm. Emerek bırakırken bacaklarımı iki yana açıp gözlerimi kapattım. Parmaklarımı oraya bastırdığım an ne kadar ıslak olduğumun bir kez daha farkına vardım. Kolay kolay böyle olmazdım ben. Şimdi deli gibi istiyordum. Parmaklarımla dairesel hareketler yaparken, az önce olanları, onun vücudunu, sert dokunuşlarını, delici bakışlarını düşünüyordum; geniş omuzlarını, kabarık köprücük kemiklerini, geniş ve sert göğsünü, oldukça belirgin olan karın kaslarını... Saniye saniye tırmandığım doruklara ulaşırken, belim yay gibi gerilmişti. Başımı arkaya attım ve elimle ağzımı kapatarak, çığlıklarımı boğmaya çalıştım. Sarsılarak boşaldığım an nefes nefese kalmıştım.
Gözlerimi açıp soluklanmaya çalışırken yan tarafımda bir kıpırtı hissettim. Yatak çöktü ve Akın sağ elimi tuttu. İrkilerek ona baktığımda, belinde havluyla yanımda oturuyordu. Islak siyah saçlarından süzülen damlalar yüzünden çizgiler halinden aşağıya damlarken, birbirine yapışan siyah kirpiklerinin arasından parlayan orman yeşili gözleri gözlerimdeydi. Birbirine bastırdığım bacaklarımı bornozla kapatmaya çalışıyordum. Utancımın zirvesindeydim ama bunu görmüş olmak ona büyük bir haz vermiş gibi bakıyordu gözlerime. Elimi yüzüne doğru götürdüğünde, elimi ne kadar çeksem de vermedi. İşaret ve orta parmağımı önce yaladı, sonra ağzına alarak emdi. Onu izlerken nefesim kesildi. Emerek bıraktığı parmaklarımı hemen geri çektiğimde, "En azından böyle alabildim tadını," dedi keyifle. "Düğüne kadar bununla idare edeceğim..."
"Düğün?" Dedim şaşkınlıkla, "Ne düğünü? Kimin düğünü?"
Bakışları yeniden dudaklarıma düştü ama kendini tutmak ister gibi beni yatakta döndürüp, sırtımı göğsüne yasladı ve kolunu belimin etrafına sararak, yüzünü boynuma gömdü. Dudaklarını boynuma bastırıp aynı anda kokumu içine çekerken nefesimi tutup gözlerimi kapadım.
💲
8 Ağustos, 07.07
İstanbul, Üsküdar
White Bell otel
"Anne hayır! Yapma anne... Anne." Gözlerimi açıp tavana bakınca, derin bir nefes aldım. Soluk soluğa, tedirgin ve bir o kadar yorgundum. Doğrulup oturmak istedim, ancak karnımın üzerinde bir ağırlık hissedince, otuz derecelik bir açıda kalakaldım. Üzerimdeki yorganı kaldırıp karnıma baktım, sonra da yanıma. Akın, hemen yanımda yüz üstü şekilde uyuyordu ve koluyla beni sarmıştı. Kolunu yavaşça kaldırıp kendi yanına koydum ve yataktan çıktım. Ama çıkar çıkmaz dönüp baktığımda, yatakta kara bir delik gibi yayılmış kanımı gördüm. Hemen kendimi kontrol ettim. Dün gece olanların sebebi de buydu zaten. Gel de Akın'a bunu anlat şimdi...
Yorganla orayı kapattıktan sonra hızlı adımlarla banyoya girdim. Ne yapacağımı hiç bilmiyordum ki, böyle de duramazdım. Onu uyandırmam gerekiyordu. Yoksa her yer kanrevan olacaktı. Üzerimdeki bornozu çıkarıp kirli sepetine attıktan sonra temizlenip, onun kahverengi büyük bornozunu giydim. Üzerimde emanet duruyordu. Aynada birkaç saniye kendime baktım. Hava daha tam olarak aydınlanmamıştı, sabahın körüydü ama onu uyandırmam lazımdı.
Bornoza sıkı sıkı sarılarak içeri dönüp yatağa yaklaştım. Kafamda yaşadığım kararsızlığı ezip, eğildim ve işaret parmağımla omzuna dokundu. Aniden kalkıp, yastığın altından çıkardığı silahını bana doğrulttuğunda, şaşkın şekilde silahın namlusunun ucuna ve yeşil gözlerine baktım. Benim olduğumu farkedince silahını aşağıya indirip yastığın altına geri soktu ve parmak uçlarıyla gözlerini ovuşturduktan sonra, ayağa kalkıp bana baktı.
"Bir şey mi oldu?"
Ben hâlâ o namlunun ucunda gibi hissediyordum kendimi.
"Ne yapıyorsun sen, Akın? Vuracak mıydın beni?" Sesimde yersiz bir kırgınlık ve tedirginlik vardı.
Başını iki yana sallayarak biraz daha yaklaşınca, hafiften geriye çektim kendimi. "Hayır," dedi. "Seni değil... Yemin ederim. Sadece refleks olarak. Alışkanlık." diye anlatmaya çalıştı kendini.
Ancak ben yutkunamıyordum bile. Biraz daha bekleseydim kanım yere akacaktı. "Regl oldum," dedim. "Pede ihtiyacım var, iki paket ve hemen."
Birkaç saniye gözlerime baktıktan sonra başını aşağı yukarı salladı. Dönüp yatağın ucundaki siyah gömleğini aldı ve üzerine geçirirken, beni hızlıca baştan aşağıya süzdü. Çok fazla bakmamaya çalışıyor gibiydi, telefonunu ve cüzdanını aldıktan sonra hızlı adımlarla koridora geçti. Kapının sesini duyunca, bakışlarım yastığın üzerine kaydı. Yaklaşıp yastığı kaldırdım ve altındaki silaha baktım. O, silahı kendini korumak için tutmuyor burada. Öyle olsa giderken silahını da götürürdü.
Yastığı bırakıp, düşünceli hâlde cama yaklaştım. Normalde bu saatte havanın daha aydınlık olması gerekiyordu ama gökyüzünde kara bulutlar vardı. Gerçi son zamanlarda o kara bulut Akın olmuştu benim için. Sürekli başımın üzerinde geziniyor, en güzel günlerime gölge salıyordu.
Yaklaşık yirmi dakika sonra kapının sesini duydum yine. Sanırım reglim bana bu süre için şans tanımış, durmuştu. Arkamı dönüp ona baktım. Elinde iki büyük paket vardı. Yaklaşıp paketin birini bana uzatınca, garip bakışlar eşliğinde paketi açıp içine baktım. İçinde her markadan ped vardı. Başımı kaldırıp ona anlamaz bir bakış atınca, "Hangisini kullandığını ben nereden bileyim?" dedi huysuzca, uykulu sesiyle.
O paketi bırakıp diğerini aldım. Akın, yanımdan geçip koltuğa otururken, ben diğer paketin içine baktım. O, bayağı ağırdı. İçinde kavanozda çikolata, ilave olarak paket çikolatalar da vardı. Başımı kaldırıp ona baktım. Telefonundaki bildirimlere bakıyordu. Yanakları şişmiş, çekik gözleri biraz daha kısılmıştı. Gizlice gülümseyerek, "Teşekkür ederim," dedim.
"Bir şey değil."
"Aslında teşekkür etmemeliyim, beni buraya kapatmamış olsan ben kendime her şeyi alırdım zaten. Sana da muhtaç kaldık ya..." dediğimde, sadece irislerini hareket ettirerek bana ölümcül bir bakış atınca, gözlerimi devirip arkamı döndüm ve banyoya gittim.
Umarım dün gece olanları ciddiye almazdı. Regl zamanı kendimde olmuyorum. Gerçi o da sinirliydi ve kendinde değil gibiydi. Umarım konusu bile açılmaz.
Onca yaptığından sonra ona âşık olacağımı, onunla birlikte olacağımı filan düşünmüyordur umarım. Bir de düğüne kadar beklerim filan dedi, o düğün olmayacak. Bu iş nişana kadar çözülmezse kendimi keserim.
Bu işe karışmama izin vermiyor ki. Oturup adam gibi baştan sonra konuşsak, detayları değerlendirsek belki bir sonuca varabiliriz. Ama bana inanmıyor. Her şeyin en iyisini o biliyor ya, kendisi halledebilirmiş. Burada olayın baş faili yerine koyulan benim ifadem daha önemli değil mi?
Burada çok büyük bir oyun dönüyor ve bu oyun Akın'ın üzerinde dönüyor. Bence farkında zaten ve şüphelendiği birileri de var. Sadece, o şüphelendiği kişinin adamı olduğumu düşünüyor ve bir açığımı yakalarsa, hemen soluğumu kesebilmek için yanında tutuyor.
💲
Banyodan çıktığımda, Akın dairede yoktu. Kurutma makinesinden aldığım tişörtümü ve eşofmanımı giyindim. Boy aynasına bakarak giyinirken kapının sesini duyup, hemen arkamı döndüm. Mikail, kendisi ve Akın hariç buraya kimsenin giremeyeceğini söylese de, her seferinde bir ihtimale karşılık tedirgin oluyordum. Hemen yatağa yaklaşıp yastığın altındaki silahı aldım ve elimi arkaya görürürken, baş parmağımla silahın emniyetini açtım. Koridordaki siyah gölge aydınlığa çıkınca tanıdık bir yüz rahatlamama sebep oldu. Silahı tekrar boş alıp yastığın altına koyduğum sırada, yeşil gözleri her hareketimi izliyordu.
"Aferin," deyince, yine sinirli bir bakış attım ona. Bu kelimeden nefret ettiğimi bile bile üstüne basıyordu. Sakin adımlarla yatağın etrafından dolanıp yanıma yaklaştı ve ellerini belime koydu. "İyi misin şimdi? Ağrın var mı?" diye sordu, gözlerime bakarak.
Ellerini belimden iterek indirdikten sonra kendimi geriye çektim yine. "İyiyim, yok bir şeyim." diyip gözlerimi kaçırdım.
İki adım yana gidip baktığım yerde durunca, yeniden göz göze geldik. "Nedenini anlıyorum," deyince, merakla baktım ona. "Dün gece olanlar için kusuruma bakma. Bir daha asla böyle bir şey olmayacak."
Başımı önüme eğip, kollarımı önümde bağladım. "Sorun değil, zaten zorla yapmadın ama işte, benimki de reglden dolayı. Yoksa, bir daha olmaz bende de."
"Niye? Bir daha regl olmayacak mısın?" diye sorunca, başımı kaldırıp gözlerine baktım. "Sanırım her ay regl olunca dudaklarıma yapışacaksın, bana uyar."
"Kapatsak mı artık şu regl konusunu? Zaten midem bulanıyor." diyip yüzümü buruşturdum.
"Bir şeyler yemediğin içindir, hadi aşağıya inip kahvaltı edelim. Sonra zaten eve gideceğiz, burada kalmayacaksın."
Arkasını dönüp uzaklaştığında, arkasından ters ters baktım. "Ben de bibloyum zaten, ordan getir buraya koy, buradan götür oraya koy."
"Biblo değilsin," derken telefonuna bakıyordu. "Kum saati gibisin." Deyince, gözlerim fal taşı gibi açıldı.
Yeşil gözlerini gözlerime dikti. "Görüntünün yanı sıra, gözlerine her baktığımda bana sayılı vaktim kaldığını hatırlatıyorsun."
"Bu doğru," diyerek ona doğru adımladım. Beraber koridora doğru ilerlemeye başladık. "Bana bu yaptığın şey bir gün bitecek. Hele ki, benim bir alâkam olmadığını anladığın an, yüzünün alacağı ifadeyi çok merak ediyorum."
Kapıyı açıp geçmem için beklerken, "Bunu ben de istiyorum," dedi. "Yanılmış olmayı. Aksi takdirde sana kıymak, benim için epeyce zor olacak..."
Hiçbir şey söylemedim. Sadece yüzümde acı bir tebessüm oluştu ve başımı iki yana sallayarak yanından geçip, daireden çıktım.
"Hayret bir şey," diye söylenirken, bir yandan da gülüyordum kendime. Asansöre doğru yürüyorduk.
"Bir şey mi dedin?" diye sordu.
"Yok," dedim. "Bir şey demedim ama merak ettiğim bir şey var..."
"Neymiş?" Durduk ve asansörün düğmesine bastı.
"Dün abinin eşi öldü, buna sebep olan kişi benim. İstemeden de olsa onu öldürdüm, sonra abin delirdi ve Mikail'in dediğine göre onu hastaneye yatırtmışsın. Sen bana karşı neden bu kadar sakinsin? Beni de Sara'nın yanına gömmen gerekiyordu..."
Asansörün kapıları açıldı ve girip, aynı anda arkamızı döndük. Kartını okuttu ve düğmeye bastı. Her hareketini zihnime kazımak gibi bir meslek edinmiştim kendime. Her şeyi ezberlerim, bir gün belki lazım olur diye.
Asansör harekete geçmişti. "Çünkü Sara'yı öldürmek için itmediğinin farkındayım. Aranızda geçen konuşmayı da biliyorum. Öyle olmasa, elbette bu kadar sakin kalamazdım. Sara'nın cinayetinin faili sadece sen değilsin. Attığın her adımdan haberim var ama bu oyunun kurucusu benim." dediğinde, omzumun üzerinden ona baktım. Bana öyle soğukkanlı bir bakış attı ki, tüylerim ürperdi. Önüme dönüp nefes almaya çalıştım.
Sağ tarafta geniş bir restoran vardı ama şu an restoran bomboştu. Masalardan birine yerleştik. Camdan dışarıya baktım. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu ancak yağmur yağıyordu. Sanki İstanbul'da değil de Ankara'da yaşıyormuşuz gibi sürekli kasvet vardı havada. İki gün yaz, iki gün sonbahar - kışa bürünüyordu.
İki genç erkek ve kadın, kırmızı yelek, siyah etek-pantolon ve beyaz gömlekleriyle yanımıza geldiler. Erkek garsonun getirdiği servis arabasının üzerindeki kahvaltılıkları beraber, hızlıca masaya dizmeye başladılar. Onlar gittikten sonra, "Sanırım müşteri kaybın var, burası bomboş." dedim etrafa bakarak.
"Hayır," dedi. Ona dönüp yeşil gözlerine baktım. Çayından bir yudum aldı. "Demin aşağıya inip müşterileri, bizi baş başa bırakmaları için ikna ettim."
"Ne bu? Kıskançlık mı?" dedim umursamaz bir ifadeyle.
"Yok, değil. Üzerimizdeki kıyafetlerle uyuduk, öyle indik aşağıya. Ayrıca şu an - her ne kadar belli etmesem de - sinirlerim bozuk ve bizi böyle görsünler istemiyorum..."
Dudaklarımı kıvırarak hayretle başımı salladım. "Karşında eşofmanla oturduğum için şikayetçi misin? Hani buraya pencereden aşağıya atılarak, silahla kovalanarak geldim ya, ondan yanıma bir şeyler alamadım. Kusura bakma olur mu?"
Küfür etkisi yaratan bir bakış atınca, zevkle gülümseyerek önüme döndüm.
"Senin için düşündüğüm çok güzel bir ceza var," deyince, çay boğazıma takıldı ve birkaç kez öksürdüm. Ah, bu his iğrenç bir şeydi. "Cezan, evde seni bekliyor."
|
0% |