@hadizade
|
Çok ince bir çizgi vardır orada;
Ölüm ve yaşam arasında.
İşte ben o çizgiyi aştım.
Aslında tutunmayı en çok istediğin zaman düşersin. Elini attığın tüm dallar kırılır ve o gün tabiat bile aleyhine kararlar almaktadır.
Tükendiğin yerden yeniden umut bulacaksın, belki yine de tükeneceksin. Tükeneceğiz. Biliyorum.
Bu döngü biz son nefesimizi verene kadar devam edecek.
"Ne?"
"Duydun işte, paranı ben çaldım."
Yutkundu, bakışlarım kabarık gırtlağına indi ve tekrar gözlerine baktım. Orman yeşili gözlerinin üzerindeki ince siyah kaşları yavaşça çatıldı, alnının ortasında sinir anında yaranan o çizgi belirdi yine. Yüzünde yaranan o öfkeli ifade görülmeğe değerdi, nefes kesiciydi.
Sağ elimi yukarıya kaldırdım, sol kolumdaki yara olmasa onu da kaldıracaktım. "Teslim oluyorum," dedim, "beni polise götürebilirsin, Akın Yiğit Akcan. Adına yakıştığı gibi davran, sözünün üstünde dur. Ya öldür, ya da polise teslim et."
Açtığı kapıyı sertçe geri kapattı ve yavaşça bana yaklaştı. İki büyük adım sonra burnumun dibine kadar girmiş, bana üstten öldürücü bakışlarıyla bakıyordu. Gözleri iyice kısıldı, simsiyah kirpikleri yeşil ormanlara perde saldı.
"Çok aptalsın," dedi sessizce. "Hâlâ seni neden tuttuğumu anlamıyorsun..."
Nevrim döndü. "Neden?!" diye bağırdım. "Neden beni esir tutuyorsun?"
Başını yavaşça iki yana salladı. "Seni esir tutmuyorum Nalan, seni yanımda tutuyorum, senin yanında kalıyorum. İkisi farklı, niyetler çok farklı."
Derin bir es verdi, sıcak nefesi yüzümde dağıldı. "Bu yüzden uzatma, canını yakmak istemiyorum," derken parmakları sağ bileğime dolandı ve yavaşça aşağıya inerek elimi tuttu.
Elimi ateşe değmiş gibi çektim ve yüzümü iğrentiyle buruşturdum. "Senden tiksiniyorum, sakın dokunma bana."
Bakışları gibi dümdüz bir sesle, "tamam," dedi sadece.
"Kim bilir Ulvi'yi neyle tehdit ettin de bana yardım etmekten vazgeçti." İşaret parmağımı kalbinin üzerine koydum. Nefret dolu gözlerime, nefret sözcüklerim de eşlik etti. "Senden her pisliği bekliyorum, çünkü sen pislik ve zavallı bir adamsın!"
Yüzünde mimik bile kıpırdamadı. Bünyesi alışıktı demek ki, bu tavırlarıyla çok duymuştur böyle sözler.
"Ve seninle geliyorsam, emirlerine uymayı, seni istediğimden değil. Sadece aileme zarar verme ihtimalin olduğu için. Düşün... o kadar pisliksin ki..." başımı iki yana salladım, bıkmıştım gerçekten, "Seni geçtim, gün geçtikçe sana itaât ettiğim için kendimden iğrenmeye başladım. Kim sever ki senin gibi bir adamı? Kim katlanır sana?" sesim git gide kısıldı ve sözlerim bir yerde son buldu, "Sana acıyorum gerçekten." dedim ve onun bana bir daha dokunmaması için, kendim geçip arabaya yerleştim.
Onu izledim. Bir süre orada öylece boş boş durdu.
Ve sonra yerden çantamı alıp arka koltuğa koydu. Sürücü koltuğuna yerleştiğini farkettiğim an yüzümü aksi yönde çevirdim. Ölüm sessizliğinin refakat ettiği yolculuğumuz boyunca onun tarafına bir kere bile bakmadım. Öyle ki, boynum tutulmuştu. Tek bir kelime etmemişti. Arabayı oldukça kontrollü kullanıyordu. Dışım sakin görünse de, durmadan salladığım bacağıma bakılırsa ne kadar gergin olduğum görülebilirdi.
Hayatıma şu sözlerle devam etmiştim: "Baştan başlamaktan korkma, bu defa tecrübelerin sana ışık tutacak ve daha başarılı olacaksın." Hastaneden çıkarken "yine başa döndük" düşüncesi vardı içimde ama şimdi, "belki de aynı olmaz, bir şeyler değişir" diye düşünmeye başlamıştım.
Şile tabelasını gördüğüm an itibariyle yine Bermuda üçgenine girdiğimi anladım. Başımın arkasını sinirle koltuğa vurdum ve o da bunu fark edip bir anlık bana baktı. Sinirden dolan gözlerimi saklamak için tekrar cama doğru döndüm ve sessizce akan gözyaşlarımı omzuma sildim.
Evin bahçesine girerken sağ bacağım titremeye başlamıştı. Bacağımı hızla kıpırdatarak onu kamufle etmeye çalıştım. Şakağımdan usulca süzülen bir ter damlası yanağımı yalayarak boynuma indi. Parmaklarım alnımda dolandı. Stresten her an kalbim durabilirdi.
Bahçede Mikail ve Emin'i gördüm. Normalde bahçe kapısının oradaki kulübede oturan Ali de arkamızdan geliyordu. Bu ev, bu bahçe, bu insanlar, sanki her şey ve de herkes üstüme üstüme geliyordu. Akın arabayı evin önünde durdurduğu an Mikail kapıyı benim için açtı. Göz göze geldik ve arabadan indim. Kolumu görünce içi burkulmuş gibi baktı. "Geçmiş olsun yenge."
Yanından geçip gidecektim ama dayanamayıp durdum ve gözlerine baktım. "Yengeni de, seni de si-"
"Nalan!" diyen Akın, sert sesiyle lafımı bölünce, Mikail'e sözlerimi tamamlayacak bir bakış attıktan sonra Akın'a doğru hiç bakmadan hızlı adımlarla eve girdim.
Ancak son anda Mikail'in, "Abi sana bir şey söylemem gerek," dediğini duyar gibi oldum. Fakat buna ehemiyet vermedim. Dünya başlarına yıkılsa ve bu benim zerre kadar umrumda olsa, namerdim.
Merdivenleri çıkarken sağ elimle tırabzanlara tutunmaya çalıştım. Ağladıkça başım dönüyor, gözlerim kararıyordu. Şimdiye kadar hiç bir sağlık sorunum olmamıştı. Ta ki, bu eve gelene kadar...
Odama girince hemen kapı önünde duran Hayri mırıldanarak ayaklarıma sürtünmeye başladı. Eğilip onu kucağıma aldım ve yem - su kaplarına baktım. İkisi de doluydu. Onun için öyle endişeliydim ki. Eminim Mikail ve Emin ona ben gelene kadar dikkat etmişlerdir. Yine de bu evde iki yılan var ve ben tedirgin olmakta haklıyım.
Yatağıma oturup Hayri'yi dizlerimin üzerine yatırdım ve onunla oynamaya başladım. Yüzümde sadece onun yarattığı bir gülümseme vardı fakat buruktu.
Birden bire kapı açıldı ve ben, içeriye dan diye giren Akın'ın yüzüne öfkeyle baktım. Ne var? der gibi çatmıştım kaşlarımı ama tek kelime bile konuşmak gelmiyordu içimden.
"Yanına birkaç günlük eşya al, yarım saat kadar sonra çıkacağız." dedi.
Hayri'yi yatağa bırakıp ayağa kalktım ve tam konuşacakken, "Öyle olması gerekiyor," dedi itiraz istemeyen bir ses ve ifadeyle. "Kolundan tutup götürmek zorunda bırakma beni. Eşyalarını alıp hazırlanmak için yarım saatin var."
Hislerimi, düşüncelerimi umursamasını beklemiyordum zaten. Nitekim lafını söyleyip odadan çıktığında ve kapıyı bana olan öfkesini bildirmek ister gibi çarptığında bir daha anladım.
"Bu nasıl bir umarsızlık ya, insan bi' düşünür bu kız tek koluyla nasıl hazırlanacak, bir de üstüne bavul hazırlayacak diye."
Kolumda kurşun yarası olduğunu ve daha dün yaralandığımın farkında mıydı? Beni kendisi gibi sanıyor herhalde. O vücutta kurşunlar kaybolur da haberi olmaz be!
Az sonra birisi kapımı çaldı. Hemen kendimi toparlayıp, "Gelebilirsin." dedim.
Ben Duru sandım önce ama içeriye giren baş yardımcı Nesrin hanımın kızı Pervin'di. Annesi gibi sarışın, uzun boylu bir kızdı. Ve annesinin aksine güler yüzüyle içeriye girip, "Beni Akın bey yolladı, size yardım etmem için." deyince bir kez daha mahcup oldum.
Aklıma o kadar şüpheler düşürüyorsun ki Akın. Aslında kim olduğunu çok merak ediyorum. Bir herkesin bildiği Akın var; bordoberelilerin komutanı Akın. Bir insanlara gösterdiğin Akın var; ölmesi imkânsız, öldürmekten çekinmeyen, katı, despot ve narsist. Bir de herkesten gizlediğin bir Akın var; ben o Akın'ın nasıl biri olduğunu o kadar merak ediyorum ki.
Herkesin içinde birden fazla yüz vardır ve ne kadar saklamaya çalışsak da, üzüntü, öfke, hayalkırıklığı yaşadığımız anlarda o yüzlerden biri ortaya çıkıyor.
Pervin bavulumu topladı, Hayri ile koklaşıp vedalaştım. Nasıl bir yere gideceğimi daha ben bilmezken onu yanıma almak mantıklı gelmedi. Kolumdaki yara sızlamaya başlıyordu, hatta ağrım git gide şiddetleniyordu. Öyle ki, alnımdan soğuk terler akmaya başlamıştı. Aynaya baktığımda yüzümde en ufak bir mimik bile oynamadığını, acıya ne kadar dayanıklı olduğumu bir kez daha farkettim. Akın, benden şüphelenmekte haklı.
Kolumu fazlaca kullanmış olmalıyım ki yaram kanıyordu. Uzun kollu ince siyah bir tişört ve altına siyah pileli eteğimi giydim. Siyahlı beyazlı spor ayakkabılarımı giyinirken, kapı bir anda açıldı. Başını kaldırıp içeriye giren Mikail'in yüzüne baktım. Normalde üzerimi değiştiğimi göz önünde bulundurarak kapıyı çalması gerekiyordu, yani Mikail normalde öyle biriydi. Ancak şu an yüzünde öyle gergin bir ifade vardı ki, göz çevreleri kızarmıştı ve mavi gözlerinin etrafındaki kılcal damarlar kıpkırmızı şekilde ortaya çıkmıştı.
Ayağa kalkıp, "Ne oldu?" dedim hemen.
"Yenge- eee yani Nalan kusura bakma kapıyı çalmadan girdim ama kafam dolu olduğundan." diye açıkladı kendini. "Akın aşağıda seni bekliyor da beni yolladı, bir an önce çıksanız iyi olacak."
"Tamam da ne oldu? Bana bir şey söylemeyecek misiniz? Ben Akın'ın keyfine göre sürekli ordan oraya sürüklenmek zorunda mıyım yani?"
"Nalan, bunu sana o anlatacaktır zaten. Şimdi bir an önce çıkmanız gerek." dedi ve sonra kapının yanına koyduğumuz bavulları gördü. "Hıh bavullar da buradaymış, hadi çıkalım artık." diyip davrandı ve bavulları alıp kapıdan çıktı. Bir süre arkasından öylece boşluğa baktım. Yine ne oluyor acaba? Ne haltlar yediniz çok merak ediyorum.
Telefonumu aldıktan sonra odadan çıkıp aşağıya indim. Hava bayağı sıcaktı ve ben uzun kolluyla sıcaktan bayılmazsam iyiydi. Sadece kolumdaki yarayı saklamak istedim; Akın'ın benimle doktorculuk oynamasına hatta bana dokunmasına bile en ufak bir tahammülüm kalmadı.
Evin hemen önünde bekleyen aracın arka kapısı açıktı, diğer tarafta oturan Akın'ı gördüm. Mikail bavulları bagaja koyup kapattı ve arka kapının yanında durup, güneş nedeniyle kıstığı gözleriyle bana baktı. Hadi der gibiydi. Sert bir soluk verdikten sonra tekrar harekete geçtim ve aracın arka koltuğuna yerleştim. Mikail kapıyı kapattıktan sonra ön yolcu koltuğuna oturdu. Sürücü koltuğunda şoför Rıza bey vardı.
"Gidebiliriz," dedi Mikail. Araç harekete geçince arkamızdan bir aracın daha harekete geçtiğini fark ettim. Arka camdan geriye baktım. Evet, bir araba da peşimizden geliyordu. Sanırım durum düşündüğümden daha vahim.
"Ne oluyor? Nereye gidiyoruz? Akın, bir şey söylemeyecek misin?"
Mikail'in üzerindeki o garip etki onda da vardı ve ben tam şu an bana bir şey söylenmezse delirecektim.
Öyle bir ah etti ki Akın içindeki tüm yükü üzerime yığdı ve sonra yine o suçlayıcı bakışları gözlerimi bulduğunda, "Bir süreliğine Fransa'ya gidiyoruz, nişana kadar orada kalacağız." dedi.
Beynimden vurulmuşa döndüm. "Ne? Akın, ne diyorsun sen? Ne Fransası ben hiç bir yere gitmiyorum!"
Yine o itiraz istemeyen ses tonu ve bakışla, "Gidelim mi demedim, gidiyoruz dedim."
"Neden?"
Bence haklı bir soru neden? Bunun hesabını vermesi gerekiyor.
"Bunu bilmeye hakkım var."
"Öyle olması gerekiyor."
Elimi alnıma vurdum. "Harika, gel Nalan, git Nalan, otur Nalan, kalk Nalan. Bıktım, yemin ederim bıktım. Senden de, bu saçma emrivakilerinden de, gizemli işlerinden de, her şeyden bıktım."
Evet, Rıza ve Mikail'in bizi duyması umrumda bile değildi. Akın'a tüm dünyanın önünde de sövebilirdim.
"Biraz sabırlı olsan, söz dinlesen ölür müsün Nalan?"
"Evet, başka soru?"
"Şimdilik yok ama olursa söylerim."
Sustum. O zaten konuşmaya pek meyilli değildi ve benden de susmamı istiyordu. Ant olsun ki, hayatta tek bir sevdiğim bile olmasa, ona bir dakika bile tahammül etmezdim. Ancak o beni sevdiklerimi öldürmekle tehdit edecek kadar ahlâksız biriydi.
💲
Hava alanına ulaştığımızda bizi özel uçak bekliyordu, ben normal bir yolcu uçağıyla gideceğimizi düşünmüştüm. Ancak Akın beyin incileri dökülürdü, business class bile ona dar gelirdi.
Akın ile uçağın hemen yan tarafındaydık, bir sigara yaktı. Mikail ve Rıza bavullarımızı içeri taşırken aşağıda yalnız kaldık.
"İçmesene şu zehri, ne faydası var sana?" dedim ona ters ters bakarak. Biraz üşümüştüm, kollarımı kendime sardım.
"Sence Nalan? Sence neden içiyorum?" dedi, suçlayıcı bakışlarını yüzüme dikmeden hemen önce.
Mehmet'in hayatını mahvettim. Sara'yı öldürdüm, Nur'u öksüz bıraktım. Hepsini biliyorum.
Bunun yanı sıra hırsızlığım da cabası, öyle değil mi? Evet, evet, hepsini biliyorum.
Uzanıp sigarayı iki parmağımla dudaklarının arasından aldım ve yere atıp ayağımın altında ezdim. Şaşkın ve bir o kadar da kızgın bir ifadeyle bakıyordu yüzüme.
"Üşüdüm ben." diye itiraf ettim. Burası gerçekten de soğuktu. Güneş yoktu, hava bulutluydu. Bir anda mevsim değişmiş gibi hissettim.
Akın elini omzuma koyup beni uçağa yönlendirirken dudağının altında bir şeyler mırıldandı. Anladığım şuydu: "Bir an önce buradan gidelim de, sonrasını sonra düşünürüz." Yanlış duymuş veya yanlış anlamış da olabilirim ama bu duyduğum şeyi ne sebepten söylediğini düşünmeye başladım.
Tehlikeyi seziyorum, Ama yönü bana belli değil.
Beraber uçağa bindik ve karşılıklı iki koltuğa yerleştik. Uçak çok geçmeden kalktı ve ben pencereden dışarıya bakarken, yeni bir soru yönelttim Akın'a. Şu şartlar altında konuşmadan duramazdım da zaten.
"Ne kadar kalacağız orada? Yani nişana kadar dedin ama-"
"Ne dediysem o, nişana kadar dediysem, nişana kadar Nalan."
Tam on saniye boyunca kirpiklerimizi bile oynatmadan bakıştık. Her zaman meydan okuyan iki çift göz vardı. Orman yeşili ve toprak kahvesi iki çift göz.
Yağmur yağdıkça, toprak ıslandıkça yeşerir yeşiller, güller, çiçekler.
Bir taraf yükseldikçe, çöker öbür taraf.
Ve bu adaletsiz terazimizde, ben ağır bastıkça o yükselecek, ben yükseldikçe o dibe çökecek. Hiçbir zaman aynı yolda yürüyemeyeceğiz.
💲
Sadece gözlerimi dinlendirmek için indirdiğim göz kapaklarımı kaldırdığımda sanki hem bir iki dakika, hem de altı saat geçmiş gibi hissettim. Üstelik önümdeki koltuk da boştu. Gözlerimi ovarak etrafa bakındım, sonra da camdan dışarıya. İniş yapmıştık. Açıkcası Fransa'ya ilk gelişimdi ve şu an hangi şehirde olduğumuzu bilmiyordum fakat bir gün bu şekilde geleceğimi hiç düşünmemiştim.
Ayağa kalkıp etrafa bakınarak yürümeye başladım fakat çok geçmeden içeriye giren Akın ile göz göze geldim.
"Uyandın mı? Ben de seni taşımak için geliyordum." dedi ukala bir ifadeyle.
"Aman kalsın, gerek yok." diye tersledim. Benimkisi şeytanla oynama, ya da taşlama. Bilemiyorum.
"Hadi iniyoruz," deyip arkasını dönünce mecburen peşine takıldım.
Kaçmama rağmen bana kızmaması garipti. Açıkcası yaralı olduğum için bana dokunmuyor diye düşünüyorum. Şayet şu an tamamen sağlıklı olsaydım, başıma gelecekleri düşünmek bile istemiyorum. Onun bana bir şey yapmasındansa, vücuduma birkaç kurşun daha kabul edebilirim.
Uçaktan iner inmez tam karşıda bizi bekleyen siyah bir limuzini görünce dudaklarım uçukladı. Her zaman sadelikten hoşlanan biriydim ve bu adam benim tam zıttıma gidiyordu.
Onu gizliden gizliye süzüyordum. Onu bu kadar tedirgin eden şeyi veya kimseyi o kadar merak ediyordum ki... Sorsam söylemezdi nitekim sordum, söylemedi de. Benden daha gergin olduğu kesindi.
Limuzinin en arkasında yan yanaydık, Mikail de bizimleydi ve onun dışında, ön tarafta şoför ve bir de koruma vardı. Akın'a doğru dönüp baktım bir süre, o da camdan dışarıyı izliyordu fakat elindeki telefonunu haber bekliyormuşcasına oynatıyordu. Sol bacağını belli bir ritimle kıpırdatıyor, ara sıra da kolundaki saate bakıyordu.
Arkada yabancı biri yoktu, bu yüzden rahatça konuştum.
"Akın," seslendiğim an daldığı düşüncelerden sıyrılır gibi bir halde bana doğru dönünce, "Neler oluyor?" diye sordum. Dümdüz bir ifadesi var diyemezdim. Yani yüzünde bir belirti yoktu ancak gözleri çok şey anlatıyor gibiydi.
"Endişe etmeni gerektirecek bir şey yok," dedi gözlerimin içine bakarken. "Benim buradaki evimde kalacağız ve merak etme sadece nişana kadar. Nişana bir hafta kala hazırlıklar için geri döneceğiz. Bunu ön balayı gibi düşün."
Histerik bir gülümsemeyle, "Balayı mı?" yana doğru kayıp ona biraz daha yaklaştım. Daha kısık bir sesle, "Dalga geçiyor olmalısın," diye fısıldadım, "Biz gerçek anlamda eş olmayacağımız için böyle zırvalıklara gerek yok ve fazlası da olmayacak zaten."
"Sadece o son dediğine katılıyorum," dediğinde şaşkınlıkla kendimi hafif geri çektim. "Nişan olsun, polisin gözü üzerimizden çekilsin, ailen inansın, o zamana kadar da bu iş çözülür ve birkaç ay nişanlı kalırız, anlaşamadık bitirdik deriz olur biter."
"Buna inanmak istiyorum," dedim.
"İnan," dedi. "Sana zorla nikâh kıydırmayacağım ve sana zorla dokunmayacağımdan emin olabilirsin. Benim sözüm sözdür, Nalan."
Kendimi geriye çekerken öyle hafiflemiş hissettim ki, tamam ona pek de güvendiğim söylenemez hatta hiç güvenmiyorum ama şu dediğine inanmak istiyorum. Ben, artık bana zorla bir şeyler yaptırmayacağına inanmak istiyorum. Ben, tüm bunların geçerli bir sebebi olduğuna inanmak istiyorum...
Yolculuğumuz boyunca etrafı izledim. Paris'e gelmişiz. Sokaklarında garip bir huzur vardı, belki de tüm geçmişimi geride bıraktığım içindi bu huzur. Kaçtığımı düşündüğüm an bileğime dolanan o görünmez eli hissediyorum. İnsan önce kendi içindeki hesaplaşmayı bitirmeli, yoksa ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın içindekileri de beraberinde götürdüğü için yine yakalanacaktır.
Kafada bitirmek. Bunun ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu kelimelerle izah edemem. Lakin şu an vücudunuza yük ettiğiniz tüm endişelerin, kaygıların, stresin, önüne geçemediğiniz düşüncelerin bir anda bedeninizi terk ettiğini düşünün. Bu çok hafifletici olmaz mıydı? Her şey kafada başlıyor ve kafada bitiyor.
💲
Merkezi bir yerde Eyfel kulesini gören lüks bir otelin, on üçüncü katında, üç yüz otuz üç numaralı odadaydık. İçerisi otel gibi değil, ev gibiydi ve gerçekten de bir daireydi. Daire geniş bir yatak odası, salon ve salona bakan amerikan mutfağının yanı sıra, ferah bir banyoya da sahipti. Sürekli bir eve tıkılma mevzusu beni canımdan bıktırmış haldeydi. Bu lüksle gözümü boyamaya mı çalışıyordu? Kafam rahat olmadıktan sonra bu konforun ne anlamı vardı?
Salondaki pencereden dışarıya bakarken, "Demek yeni altın kafesim burası," diye dalga geçtim. Arkamı dönüp ona baktığımda, öylece durmuş beni seyrediyordu. Kıstığı bakışları ve çattığı kaşlarıyla yine sinirlenmişe benziyordu. Onu daha da kızdırmak ister gibi gülümsedim. "Bilmez misin, Bülbül'ü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş."
"Sen Bülbül olmadığına göre bir sorun yok demektir."
Kısa ve öz. Evet bu adam beni çıldırtıyor.
"Ay keşke olsaydım, bir kuş olsaydım da uçup gitseydim, kurtulsaydım senden!" dedim ve sinirle arkamı dönüp, kollarımı göğsümün altında bağladım.
"Yine bir fayda etmezdi, Nalan. Ateş ederdim, kanadın kırılırdı ve sen yine avucuma düşerdin."
Kalbimin teklediğini hissettim. İçimde karmakarışık olan duyguların birini diğerinden ayırt edemedim ki, tepki vereyim. Uzaklaşan adımlarını işittim ve sessizce yutkundum. Söylediği şeyin ağırlığını sindirebilmek istedim lakin düşündükçe daha da ağırlaşıyordu.
💲
Türkiye'de bir şeyler oldu, biliyorum. Bu yüzden buraya kaçmış olduk. Gelmedik, kaçtık. Akın, beni bunun aksine inandıramaz. O bir duş alıp yatak odasındaki geniş yatakta uyudu, ben de bir yastık ve battaniye alıp salondaki koltuğa geçtim. Kolumdan dolayı duş almak pek iç açıcı bir fikir gibi gelmemişti. Ağrım yoktu. Başımı pencereden dışarıyı görecek şekilde koyarak uzandım. Ay'ın önünden peşi sıra geçen bulutları seyrediyorken, bir telefon sesiyle doldu kulaklarım. Hemen yan tarafımdaki sehpanın üzerinde duran telefon titreşimle beraber hareket ediyordu. O, Akın'ın telefonuydu.
Üzerimdeki battaniyeyi kaldırıp çıplak ayaklarımı zemine bastım. Sanki kötü bir haber verecekti o telefon, öyle bir ağırlık çöktü içime. Eğilip telefonu aldım ve ekranına baktım. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Nefesim bir anlık kesildi.
Abi arıyor...
O değildir. Abi demek için kan bağına gerek yok Nalan, saçmalama. Kesin saygı duyduğu biri arıyordur.
"Ne yapıyorsun sen orada?"
İrkilerek hemen ayağa kalktım. Öyle ki, elimdeki telefon neredeyse yeri boylayacaktı. Akın girişte durmuş, yüzündeki uykulu ifadesiyle bana bakıyordu.
"Ben... Ben sadece baktım." diye gevelerken, hızlı adımlarla yanıma gelip telefonu elimden çekip aldı. Malum, telefonla ilgili kötü bir anımız vardı. Yine birilerini aradığımı düşünmüş olması bile feci sonuçlar doğurabilirdi.
Telefonu kendine çevirip ekrana baktı, arama çoktan kapanmıştı. Siyah kaşlarının örttüğü yeşil gözleri tekrar gözlerimi bulduğunda, "Bir daha sakın," dedi itiraz istemeyen bir ses ve ifadeyle, "Sakın."
Başımı aşağı yukarı salladım ve yüzümü yana çevirip bakışlarının esaretinden kaçmak istedim.
"Bir anlaşma yaptık," dedi, "O anlaşmaya uy ki, kimsenin canı yanmasın. Sen sabırlı olduğun kadar sabırlı olacağım."
"Biliyorum," dedim artık bıkkınlıkla, "Tekrar etmene gerek yok, hafızam çok iyidir."
"Ona ne şüphe." deyince, hemen ona baktım. O ise arkasını dönüp içeriye geçti. Hâlâ benden şüpheleniyor.
Neler olduğunu bilmeye hakkım vardı. Bu yüzden birkaç saniye içinde ben de parmak uçlarımda peşinden gittim. Odanın kapısına kulak verdim. Ancak ses gelmiyordu. Ya konuşmuyordu, ya da yalıtım çok iyiydi. Biraz daha bekledim, kapıyı tam şu an açsa kalpten gidecektim.
Bir süre orada bekledim ancak ses duyamadığım için salona döndüm. Tam koltuğa uzanmış üzerimi örtmüştüm ki, bir anda koltuğun arkasında dikilmiş bana bakmakta olan Akın'ı görünce korkudan aklımı yitirdim. Baş parmağımla üst dişlerimi yukarıya doğru itip, "Senin bana kastın mı var?" diye söylendim, "İnsan bi' gelip giderken ses yapar, ödümü koparıyorsun sürekli."
"Yapma ya," dedi üzerimdeki battaniyeyi çekiştirirken, "Sen çok haber ediyorsun da, bir de benden talep ediyorsun."
"Ya bıraksana battaniyemi," ben de çektim. İkimiz de çekiştiriyorduk battaniyeyi. "Bari uyurken rahat ver!"
"Kalk gel yanımda yat," deyince gözlerim kocaman açıldı.
"Sen bu işi yanlış anlamışsın, bu öyle bir şey değil. Ben seninle uyuyacağıma Damn'le öpüşürüm bak çok net söylüyorum!"
Battaniyemi sertçe çekip yere attığında, koltuğun üstünde sinirle ayağa kalkıp ona yaklaştım. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Bi' rahat ver artık! Bi' git! Sal beni ya! İstemiyorum seni görmek de duymak da!"
"Ben sanki bayılıyorum senin şu cırtlak sesinle miyavlamana!"
"Asıl sen kendi sesine bak, borazan gibi! Hatta korna, ama itici bir korna. İğrenç!"
"Biraz daha böyle konuşmaya devam edersen keseceğim o dilini!"
"Sen önce kendi sesini kes, bak o zaman hiçbir sorunumuz kalmayacak!"
"Nalan!"
"Ne var?!"
"Beraber uyuyacağız, ben gözümün önünden ayırmam seni!"
"Kaçmayacağım merak etme!"
"Çok aptalsın." dedi ve sert bir soluk verdi.
Uzanıp elimi tutmaya çalışırken, "İn aşağıya," dedi ama ben ondan kaçıp aşağıya indim.
"Asıl sensin aptal, önde gidenisin bayrak sallayanı hem de."
"O konuşmana dikkat et, Nalan."
"Ya bunu sen mi söylüyorsun? İlk sen başlattın!"
"Çocuk musun?"
"Evet! İçimdeki çocuğu yaşatıyorum. Ne yapacaksın? Onu da mı öldüreceksin?"
"İkinizi de," dedi başını aşağı yukarı sallayarak. "İkinizi de öldüreceğim şimdi, asabımı bozuyorsun gece gece."
"Evet tek sende asap var, tek seninki bozuluyor zaten. Lan burda haftalardır asabı sikilen benim!"
Bu sefer bir şey söylemedi, boğa gibi burnundan soluyarak koltuğun üzerinden bu tarafa atladığını gördüğümde kaçtım. Daire şeklindeki masanın bir tarafında ben, diğer tarafında o vardı. Bir sağa, bir sola gidiyorduk. O kovaladıkça ben kaçıyordum.
"Kaç, zaten ne kadar ve nereye kaçabileceksin ki?"
"Sen yorulana kadar beyefendi! Sen yorulana kadar!"
"Ben yorulmam, benim enerjim bol sen hiç merak etme."
"Benimki de bol, ben de yorulmam." dedim hemen.
"Nalan, kaçtıkça cezan artıyor bak benden söylemesi!"
"Yakalanmazsam bir sorun olmaz gibi ha ne dersin?" diye güldüğümde, daha da sinirlenerek masanın üzerine çıktı.
Bunu görür görmez arkamı dönüp koşmaya başladım. Adım seslerimiz birbine karışmıştı. Evet, kaçacak pek de çok yerim yoktu.
"Nalan! Bak kötü olacak!" diye bağırdı arkamdan.
Kendimi odaya atıp tam kapıyı kapattım derken, kapının arasına bir şeyin sıkıştığını farkettim. Başımı aşağıya indirdiğimde onun ayağını gördüm. Yukarıdan içeriye giren eliyle de destek alarak kapıyı içeriye doğru iterken, ben de aksi yönde itiyordum ama gücü karşısında ayaklarım geriye doğru kaydı ve çok geçmeden içeriye girmeyi başardı.
Göz göze geldiğimizde zafer ifadesi vardı yüzünde, ayaklarım geri geri gidiyordu. O, hızlı adımlarla bana doğru gelirken, ben de aynı hızla geriye çekildim. Yanıma ulaştı ve belime dolanan elleriyle beni arkamızda kalan yatağa yatırdı. Üzerimdeki bedeniyle ağırlığını vermeden durmuş, gözlerimin içine bakıyordu. Sanki hipnotize olmuş gibiydim ve kıpırdayamıyordum da. Kıpırdasam bile fayda olmayacağına ikna olmuş gibi. Ellerimi yavaşça aldı ve önce sol, sonra da sağ elimi başımın üzerine getirip yatağa bastırdı. Bakışları dudaklarıma düştüğü anda yutkundum ve dudaklarım aralandı. Yaklaşıyordu. Nefesimi tutup gözlerimi kapattım. Az sonra dudaklarının sıcaklığı tenime yayıldı.
O ısı sol yanağımı kaplamıştı, sadece oraya dokunmuştu dudakları. Gözlerimi yavaşça açtım. Dudaklarını, nefesini bu sefer de kulağımın üzerinde hissettim.
"Yanımda yatmanı istiyorum çünkü sana zarar gelecek olsa kendimi siper etmeye hazırım."
"Neden?"
Yüzümü yavaşça yukarıya çevirip gözlerine baktım.
"Neden Akın? Neden önüme siper oluyorsun? Ben bunu istemiyorum! Beni korumanı filan istemiyorum! Hiçbir zaman kanatlarının altına sığınmak istemedim, beni koru demedim."
"Korumanı istediğin için değil," dedi, "Korumak istediğim için koruyorum."
"Ben bir erkeğin kanatlarının altına sığınacak bir kadın değilim. Benim kanatlarım var zaten."
Yutkundu.
"Sen hayatıma girene kadar zarar görmedim. Kimse bana dokunmadı. Ama şimdi her gün işkence çekiyorum, görmüyor musun?"
"Görmüyorum sanıyorsun."
"Körsün."
"Kör olduğumu sanıyorsun, öyle değil anlamıyorsun."
"Anlatmıyorsun."
"Dinlemek istemedin hiç. Sen de herkes gibi dinlemeden yargılamayı tercih ettin."
"Dinlesem ne değişecekti?"
"Pek çok şey... Ama artık çok geç."
Yavaşça geriye çekildi. Ellerimi serbest bıraktı ve kendini yatağın diğer tarafına attı. İkimiz de yan yana, tavana bakarak geçirdik o geceyi. Bir an sabah olmayacak sanmıştım ama sancılı bir gecenin aydınlığa kavuşmasını saniye saniye izlemiştim. Yan tarafımda bir kıpırtı hissettim ve evet, o da uyumamıştı. Bunu soluklarından ve sıkça kırptığı siyah uzun kirpiklerinden anladım.
15 Ağustos sabahı idi.
Saat takriben 05.30 suları.
"Neden uyumadın?" diye sordum.
"Sen neden uyumadıysan, ben de ondan."
"Uykumuzu kaçıran şeyin aynı olduğundan pek emin değilim."
Ben ona bakarak konuşuyordum yattığım yerde, onun gözleri hâlâ kapalıydı ve sırt üstü yatarken ellerini başının altına koymuştu.
"Bazen şeytan uyumaya izin vermez, aklını yiyip bitirir. Bazen de pişmanlıktır uykunu kaçıran."
Bu sefer daha bir merakla, "Peki sende hangisi?" diye sordum.
O ise, "Her ikisi," diyerek kaçtı yine. Net bir cevap vermemek her zaman kaçmaktı, uzatmaları oynamaktı ve o da bunu yaparak onu merak etmemi, dolaylı yoldan onu düşünmemi sağlıyordu.
"Ya sen?" bu defa sorgulama sırası ona gelmişti. "Seni uyutmayan hangisiydi?"
"Şeytan," dedim. Gözlerini açtı ve yüzünü bana doğru çevirdi. Göz göze geldiğimizde, "Çünkü benim bir pişmanlığım yok." dedim kendimden emin şekilde.
Bu defa ben yüzümü tavana çevirdim, onun hâlâ bana baktığını biliyordum. Yavaşça yataktan çıkıp banyoya girdim. Bu geceyi ikimiz de tamamen uykusuz geçirmiş olduk; ki bu hiç iyi bir şey değil. İnsan uyuyarak dinlenir, yemek yiyerek enerji toplar. Biz kendi kendimizi bitiriyoruz.
Elimi yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçalamaya başladım. Bu sırada Akın banyoya girdi, tabii kapıyı çalma zahmetinde de bulunmamıştı. Duşakabine doğru gittiğini gördüm. Duş alacağını anlayınca, hemen ağzımı çalkalayıp aynadan ona kötü bakışlar attıktan sonra banyodan çıktım.
"Bu adam neden kocammış gibi davranıyor? Şaka gibi gerçekten!"
Yine Akın'ın telefonu çalıyordu, hatta biraz sonra benim telefonuma da bir bildirim düştü. Akın dün gece her ne kadar beni sert şekilde uyarmış olsa da, en azından tanıdık biridir diye uzaktan ekrana baktım. Mikail'in ismini görünce açabileceğimi düşündüm. Bunu da sorun etmezdi herhalde.
"Efendim."
"Yen- Nalan, sen misin? Sonunda kestin mi abiyi?"
"Haha çok komik! Akın duşta, acil bir şeyse haber vereyim diye açtım."
"Duşta mı? Demek gece mercimeği fırına verdiniz. Aferin size..."
"Mikail bu senin rüyanda bile görmeyeceğin türden bir şey. Senin abine hiçbir kadın beş dakika katlanamaz, aynı odada olmamız bile işkence. Kaldı ki... Ben neyin açıklamasını yapıyorum ya? Sana ne kardeşim? Sana mı soracağız?"
"Yenge ne kızıyorsun ya?"
"Yenge kadar başına taş düşsün Mikail! Yengeler götürsün de getirmesinler seni!"
"Ayıp oluyor yenge ama cık cık cık, hiç yakıştıramadım sana beddua filan..."
"Dağ gibi adamsın, bedduadan mı korkuyorsun?"
"Bunun dağla tepeyle ne alâkası var yenge! Tutar-mutar mazallah!"
Bu defa gerçekten güldüm.
"Kiminle konuşuyorsun sen?" diye bir ses geldi arkamdan. Yüzüm soldu yine. Arkamı dönmeye kalmadan telefonu elimden çekip aldı. "Bi' de gülerek..."
Sinirle arkamı dönüp yüzüne baktım. Yine o çattığı kaşlarıyla, huysuz ifadesiyle gelmişti bana. Telefonun ekranına baktı ve sonra kulağına götürdü. Islak saçlarından birkaç damla süzüldü. Eliyle siyah saçlarını yana yatırırken Mikail'e cevap verdi.
"Dinliyorum."
Mikail'in gür sesi dışa vuruyordu zaten. Akın bunu farkedince uzaklaştı. Belli ki, duymamı istemediği bir haber vardı.
Ama ben peşine takıldım ve sessiz adımlarla onu takip etmeye başladım. Salona geçmiş yürümeye devam ediyor, Mikail'in söylediklerini dinliyordu ancak ben pek bir şey duyamıyordum. Bir anda arkasını dönünce buz gibi kaskatı kesildim ve yalandan gülümsedim.
"Bir dakika bekle," dedi Mikail'e ve sonra aramayı beklemeye alıp bana baktı. "Hayırdır, bir şey mi diyeceksin?"
"E... aslında evet, Hayri'yi görmek istiyorum, Mikail döndüyse yani evdeyse bir göstersin bana da iyi olduğunu görüp rahatlayayım."
Dudağının iç tarafını kemirirken yeşil gözlerini kısarak bana bakması oldukça garip hissettiriyordu.
Telefonu kulağına götürüp, "Nalan, kedisini görmek istiyor," deyince şaşırdım ve biraz da sevindim. Yine bir bahaneyle itiraz eder diye düşünmüştüm.
Az sonra görüntülü aramaya geçtik ve Mikail kucağına aldığı Hayri ile birlikte aramayı yanıtladı. Hayri onun kucağındayken hiç huysuzluk etmiyor aksine onunla oynuyordu. Telefonu hemen elime alıp, dolan gözlerimle beraber gülümseyerek ona seslendim.
"Hayri, oğlum..." sesimi duyar duymaz ekrana baktı ve miyavlamaya başladı. Bu sesi biliyordum ben, özlemişti daha şimdiden. Son zamanlar onunla pek ilgilenemiyordum. "Oy canım benim, bebeğim..." o masum ifadesi bana kafayı yedirtiyordu, sanki eziyet ediliyormuş gibi... düşüncesi bile çok korkunç!
"Teşekkür ederim Mikail, ona çok iyi bakın olur mu? Mamasını suyunu eksik bırakmayın, bir rahatsızlığı olursa da veterinere götürün lütfen."
"Yenge sen merak etme, o iş bende ya sen niye sıkıyorsun ki canını?"
"Ben yine bir testi kırılmadan lafımı edeyim dedim, bak sana emanet. Ona bir şey olursa kendi kendini imha et, çıkma karşıma!"
"Tamamdır yengelerin en asabisi, en delikanlısı, en güzeli..."
Akın öksürerek Mikail'in lafını boğazına dizince ona garipser bir bakış attım. Yoksa beni Mikail'e mi kıskanıyor? Daha neler!
"Bu kadar yeter," deyip yine telefonu elimden çekince bıkmış yorulmuşcasına bir bakış attım ona.
"Çok kabasın!"
Fakat verdiği imalı yanıt daha da kabaydı. "Ha sen sanki çok naziksin!"
"Sinirsin ha, sinirsin yemin ederim!"
O tam yanıt verecekken Mikail bağırarak araya girmiş oldu. Bunu uzaktayken de yapabiliyordu!
"Kavganızı balla bölüyorum ama... acaba telefonu kapattıktan sonra mı devam etseniz? Abi bir emrin var mı bana?"
"Yok, sen dediklerimi yap yeterli." diyip telefonu yüzüne kapadı.
Hayatımda gördüğüm en kaba insan. Bağırıp-çağırmıyor, sakin de biri ama hali tavrı, dokunuşları öyle kaba ki!
Arkasını dönüp yine uzaklaşacakken bir cesaretle kolunu tuttum. Arkasını dönüp yüzüme bakınca, "Bana bir açıklama borçlusun." dedim, "Neler olduğunu bilmeye hakkım var. Getirdin tıktın beni buraya eyvallah bir arıza çıkartmadım ama en azından niye geldiğimizi - gerçekte niye geldiğimizi - bilmeye hakkım var diye düşünüyorum."
Vücudunu tamamen bana doğru çevirip koluna tutunan elime bakınca, elimi yavaşça çekip yanıma attım. Sanki söyleyeceği şeyi hem duymak istiyor, hem de beni daha da tedirgin edeceği için duymak istemiyordum. O sert soluğunun ardından, sıkıntılı bir ifadeyle kıpırdattı dudaklarını ve dudaklarından dökülen kelimeler beynimde şok etkisi yarattı.
"Seni oradan uzaklaştırmak zorundaydım çünkü abim ile senin aranda bir seçim yapmak istemiyorum."
"Anlamadım?"
"Mehmet klinikten kaçmış ve her yerde seni arıyor."
|
0% |