@hadizade
|
💲
CLANN, I hold you

💲
Ayaklarımın arkası yatağa değdi ve yavaşça oturdum. O iri gövdesi ile tam karşımdaydı ve bana gölge salıyordu. Bir eli ensemde, saçlarımın arasındaydı, diğer eli omzuma indi. Dokunduğu her yerde ondan bir iz kaldığının acaba farkında mıydı...
Bakışlarım yavaşça yukarıya tırmandı. Gözlerinin eşi vardı belki ama bakışlarının eşi olamazdı. Bana hiç kimse böyle bakmadı, ya da ben, biri bana nasıl bakıyor diye bakmadım.
Elini çenemin altına getirdi ve iki parmağı ile çenemi yukarıya doğru itti. "Niye bu kadar tanıdıksın?" diye sordu, "Beynim seni tanıyor, kalbim kabullenmek istemiyor."
"Ben de öyle hissediyorum," diye itiraf ettim, "Ama büyük ihtimalle, sadece burada baş başa kaldığımız için ve hayat bizi bir arada tuttuğu için, beraber kafayı yiyoruz."
Diliyle dudaklarını ıslattı. "Kal desem, kalır mısın sanki?" diye sordu, beklentisi yüksek bakışları gözlerimde idi.
"Kalmam," dedim, "bıraktığın anda gideceğim ve arkama bakmayacağım bile."
Çenemi avucunun içine aldı ve gülümsedi sadece. Sanki zihninden geçen her şeyi bu gülümseme ile okudum.
"İşte bu yüzden bırakmıyorum."
O, bana ayırdığı bu odayı terk etti. Bense onun bıraktığı boşlukta kala kaldım. Birbaşına, yapayalnız olduğumu bir kez daha hissedince, iliklerime kadar üşüdüm.
Aklımda kalan sorularla beraber uyudum. Belki bu soruları ona yarın soracak cesareti kendimde bulabilirim diye düşündüm.
Belki bir itirafta da bulunabilirim...
💲
"Aşk ne demek Baba?"
"Aşk, göremediğine, dokunamadığına da duyulan bir tür hayranlıktır, bağdır, sadakattir." Bunu söylerken bakışları uzaklara daldı, oltasını biraz daha saldı göle. "Aşk özlemektir, çok özlüyorsan âşıksındır."
Ben de bana verdiği küçük oltasının ucunu tıpkı onun yaptığı gibi biraz daha boş bıraktım ve ona doğru döndüm. Güneş daha yeni yeni doğuyordu. İkimizin de yanaklarında Güneş'in öpücükleri vardı. Ona olan hayran bakışlarımı farketti ve gülümseyerek yanağımdan makas aldı.
"Sen anneme âşık mısın Baba?"
"Hem de çok," dedi, "Bak buraya geldik, hemen özlemeye başladım."
İçim kıpır kıpır oldu yine. Acaba bir gün, bir adam da, Baba'mın anneme âşık olduğu gibi bana âşık olacak mıydı?
Aynada kendime bakarken, o ânlar gözlerimin önünde canlandı. Yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Devamını düşünmek istemedim, çünkü zihnimizi çok fazla kurcalarsak, önümüze beş anı sunacak olsa, bunlardan sadece biri iyi olurdu. Tarih nasıl kötü sonları yazıyorsa, insan zihni de kötüyü hapseder. İyi ânlar belli belirsizdir, ama kötü ânılar can yakıcı şekilde net canlanıverir.
Üzerime kahverengi , ince askılı, mini bir elbise giydim, makyajımı ona uygun yaptım. Kahverengi saçlarımı yukarıda toplayıp, önündeki perçemlerimi bıraktım. Ayağıma spor ayakkabılarımı giymek istedim ancak bir his beni topuklu ayakkabılarıma yöneltti. Sivri burun, kahverengi topuklu ayakkabılarımı giydikten sonra telefonumu alıp odadan çıktım.
Salına salına aşağıya inerken, ben de kendimi sorguluyordum. "Kime süsleniyorsun Nalan?"
Akın'ın odasının kapısı açıktı ve içeride değildi. Saat daha çok erkendi, her zaman olduğu gibi erken kalkmıştı. Belki de hiç uyumuyordur adam, bilemem.
Salondan bahçeye açılan cam kapı açıktı, perdeler uşuşuyordu. Doğrudan oraya yöneldim ve dışarıya baktım. Akın koltuk takımının orada tek başına oturmuştu ve bir boşluğa dalıp gitmişti. Sehpanın üzerinde kahve vardı. Akın'ın parmaklarının arasında da bir dal sigara. Sabah kahvaltısını böyle yapıyordu demek ki.
Üzerinde üniformasının pantolonu, siyah tişört ve ayağında da asker postalları vardı. O böyle uzaklara dalmış halde oturup sigara içerken sanırım ben onu saatler boyunca bıkmadan seyredebilirdim.
Cesaretimi toplayıp bahçeye bir adım attım, usulca yürürken o beni farketti ve sadece kafasını bir robot gibi çevirerek bana baktı. O bakışları ile beni tepeden tırnağa süzdü ve en son gözlerimde takılıp kaldı.
"Hayırdır, bir yere mi gidiyorsun?" diye sordu.
"Sana da günaydın," diyerek geçip yandaki koltuğa oturdum.
"Sabah sabah yine tribi yedik." diye mırıldandı kendi kendine.
"Dün gece olanlar gerçek miydi?" diye sorduğumda, kal gelmiş gibi durup yüzüme baktı. "Rüya görmedim, öyle değil mi?" bileklerimi iç tarafını açıp ona gösterdim. "Bu izleri sen yaptın, değil mi?"
Bileklerimi ve tekrar gözlerime bakarak sigarasından bir duman daha çekti içine. Gri dumanı burnundan salarken, "Kanıtı var zaten, neden sorguluyorsun?" dedi.
"Sen de kanıtı olan şeyleri sorguluyorsun, ben yapınca neden garip geliyor?"
"Neymiş o kanıtı olan şeyler?"
"Biliyorsun."
"Bilmiyorum."
Sıkıntılı bir soluk verdim. "Çok paran var Akın, babandan kalan koskoca bir servet var. Duru, Mehmet ve sen, bu servet üçünüzün. Çocuklarınıza, hatta torunlarınıza bile yetecek paranız var..."
Sözümü kesti.
"Ben normalde burda yaşamıyorum ki," dedi, anlam veremedim, "Ben bu arabaları kullanmıyorum, bu evde yaşamıyorum, bu görkemli hayatı reddettim."
Ne tesadüf Akın, ben de.
"Asker olmak istedim, çocukluğumdan beri bu benim tek hayalimdi ve dünyalar benim oldu. Dağda geçirdiğim sürede her şeyin kıymetini anladım, tabakta kalan o son pirinç tanesinin, mataramın dibindeki son bir yudum suyun bile ne kadar değerli olduğunu anladım. Sıcak yatağımın, annemin..." sustu bir an, yutkundu ve sonra devam etti. "Annemin sıcak koynunun değerini anladım."
Ne diyeceğimi bilemeyip, sadece gülümsemek ile yetindim. Annem beni hiç sarmadı, Akın, annem beni hiç sevmedi sanırım.
"Babamı özledim," dedi ve bana baktı, gözlerimin en derinine. "Onu çok özledim Nalan."
Şimdi o sabah sigarasının anlamını öğrenmiş oldum.
"Bi' derdin olduğunu anladım biliyor musun?" dedim gülümseyerek, "Çünkü uzaktan bakınca farkediliyor."
Farkettirmiyorum Akın, ben hepsini gülümsemenin ardına saklayıp, bir anda bomboş bir şeye patlıyorum.
"Seni böyle görmek ne kötü, sen benim tanıdığım en güçlü adamsın."
Bu dediklerime hayret ediyordu sanki, benden bunları duymayı beklemiyor gibiydi.
"Öyle mi düşünüyorsun gerçekten?" diye sordu, ben de başımı sallayarak onayladım.
"Toparlan, hayat devam ediyor."
Babasını çocukken kaybetmiş ve onun acısını biliyorum, bir ebeveynin seni erken bırakıp gitmesinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum.
"Bugün işin var mı?" diye sordum.
"Gündüz var, neden sordun?"
"Peki, akşam kaç gibi müsait olursun?" diye sordu.
"Yedi sekiz gibi eve geleceğim, neden soruyorsun Nalan?"
"Gel beni al," dedim, inanamadı önce, koltuktan sarkan elini tuttum. Benim elim onun iki parmağını anca sarıyordu. "Beraber benim arkadaşlarımı, teyzemi ziyaret edelim."
Durup düşündü ve elini tutan elime, sonra tekrar gözlerime baktı. Kirpiklerini ağır ağır kapatıp açarak onay verdi. Ayağa kalkıp ona doğru eğildim ve sol yanağını öptüm. Doğrulup gözlerine baktığımda, alttan alttan bakan yeşil gözlerinde ateşi gördüm. Keyiflenerek onun yanından uzaklaştım.
💲
Ben: Akşam Akın'ı da alıp bizim eve geleceğim, hazırlıklı olun.
Layla: Ne bu? Arkadaş ziyareti filan mı? Akın bunu nasıl kabul etti?
Ben: Nişandan önce sizi tanıştırmak istiyorum, doğrusu böyle.
Layla: İyi bakalım, gelin.
Ben: Nisan, orda mısın? Akşam sekizde Leyla'ya git. Akın'la oraya gideceğiz."
Nissan: Ne?
Nissan: Ben onu hiç sevmiyorum, güvenmiyorum biliyorsun değil mi? Sakın bana gelip de ona âşık olduğunu filan söyleme hayatta inanmam.
Nissan: Bu sefer neyle tehdit etti seni?
Ben: Evet, beni arkadaşlarınla tanıştırmazsan kendimi keserim dedi, ben de mecburen kabul ettim!
Nissan: O itten her şeyi bekliyorum.
Ben: Bizim aramız iyi, o da şu andan itibaren arkadaşının sevgilisi. O yüzden düzgün konuşmayı dene.
Nissan: Ben o mesaj olayını hâlâ unutmadım.
Nissan: Bu adam seni üzer Nalan, bak Nisan demişti dersin.
Ben: Neyse Nisan, ben haber vermek istedim. Gelip gelmemek sana kalmış.
💲
Akşam olmasını sabırsızlıkla beklediğim sırada, tahminen beş sularında Akın'ın annesi Seray Hanım geldi. Eve girince onu karşılayıp yanaklarını öptüm ve o ilk gün tanıdığım ân hasta olduğunu anladığım ve daima sık sık unutan kadın, ellerimi tutup yüzüme bakınca beni tanıdı.
"Nalan, nasılsın kızım?" diye sorunca, "İyiyim efendim, siz nasılsınız?" diye sordum.
Beraber salona geçtik. "Ben de iyiyim, ne olsun? Ömür geçiyor bir şekilde."
Salondaki koltuklara yerleştikten sonra, "Ben size kahve yapayım, nasıl içersiniz?" diye sordum.
O ise, "Kızım zahmet etme sen, yardımcılardan birine söyle, o yapıverir. Sen misafirsin bu evde." diyince, fazla misafirperver davrandığımın farkına vardım.
"Tabii, haklısınız." dedim ve yüzüm bariz bir şekilde düştü. "Ben misafirim sonuçta."
"Öyle demek istemedim kızım," diyerek yeniden elimi tuttuğunda, yaşlı eline ve gözlüğünün ardından görünen mavi gözlerine baktım. "Geç otur, seninle konuşalım bir. Sonra gideceğim zaten, geceyi burda kalmayacağım."
Beni çekince mecbur koltuğa oturdum. Elimi bırakmıyordu da. Anne şefkati ne güzel şeymiş, eminim onlar da babadan yarım oldukları için üzgünlerdir, ancak, anne sevgisi bir başkadır bana göre. Belki de hiç tatmadığım için.
Nesrin Hanım'ı çağırıp, bize iki orta türk kahvesi yapmalarını istedi ve yeniden tüm dikkatini bana verdi. Aklı bir gidip bir gelse de çok tatlı bir kadındı ve oldukça kibar. Üstelik, sürekli başa döneceğimizi sanmıştım ama o beni hatırlamıştı.
"De bakalım, nasıl gidiyor? Akın oğlum üzüyor mu seni?"
Sevgi gören aciz bedenim titrememek için direniyordu. Garip bakışlar attığımın ve fazlası ile garip tepki verdiğimin ben de farkında olmama rağmen, buna engel olamadım.
"Yok," dedim, gülümsemeye çalışarak. "Üzmüyor Seray teyzeciğim."
"Teyze mi?" dedi bozulmuş gibi. "Anne desene kızım, neden teyze diyorsun?"
"Şey," mırıldandım ama ne diyeceğimi bilemedim.
"Tamam, tamam, sen sıkma canını. Şimdilik nasıl rahat ediyorsan öyle deyiver. Zamanla düzelir her şey, kendi rayına oturur da anlamazsın bile ne zaman oldu, nasıl oldu diye."
Gülümseyerek başımı sallamakla yetindim. Yanlış bir şey söylemekten korkuyordum aslında, pot kırarsam Akın da beni kırar.
Kahvelerimiz geldi, birkaç yudum aldıktan sonra Seray Hanım, soru bombardmanına kaldığı yerden devam etti.
"Anlat bakalım hele kızım, nerelisin, kimlerdensin? Annen baban nerede?"
"İkisi de sizlere ömür," deyiverdim, halime üzülüp hemen başımı okşadı. Bu nedensizce içimi ısıttı. Zavallıymışım ben, sevgi kırıntısına bile muhtaçmışım.
"Kardeşim de yok, arkadaşlarımla yaşıyordum. İşte Akın şirkete Mehmet'i ziyaret etmeye gelirken beni görmüş, beğenmiş, gelip söyledi, öyle tanıştık yani."
Umarım Akın başka bir şey anlatmamıştır.
''Ne güzel, iyi etmişsiniz güzel kızım benim.'' diyip saçlarımı severken, sadece o anne şefkatini hissetmeye baktım. Başka bir şey umrumda bile olmadı.
''Biliyor musun Akın küçükken de hiç yaramaz bir çocuk değildi.''
''Bilmez miyim, şu ân da öyle zaten.''
At yalanı, seveyim inananı.
''Bak Mehmet için aynı şeyi söylemeyeceğim, çok yaramazdı. Sadece kendi istediğini yerdi, giyerdi ama Akın'ımın önüne ne koysan yer, teşekkür eder, şükür ederdi. Bilmiyorum, belki de bu yüzden onunla daha az ilgilendim. Sonra Duru doğdu, Duru o kadar nazlı, şımarık bir kızdı ki,'' anlatırken şikâyet etmiyor, aksine keyifleniyordu. ''Üç tane dadı tuttuk, hepsine pes dedirtti.''
''Siz büyütmediniz mi Duru'yu?'' diye sordum.
''Yok, ben çalışıyordum o zamanlar. Bir yerlere gitmem gerekiyordu, Duru'nun yanında pek olamadım.''
''Ama ben Duru'yu size benzetiyorum, içi dışı bir ve bu yüzüne yansımış sanki... Nasıl istiyorsa öyle yaşıyor, sonuçta bir tane ömrümüz var. Öyle değil mi?''
''Değil kızım,'' dedi, şaşırdım, ''bazılarımız ikinci hayatını yaşıyor olabilir.'' Bunu söylerken gözlerime öyle dikkatli baktı ki, bir ân içimi okudu sandım, kendimi ele verdim sandım.
Saçlarımı, yüzümü seven o pamuk gibi elleri, tenim gibi ruhumu da beraberinde okşadı. ''Seninle konuşmak bana çok iyi geldi, bunlar bana sadece ilaç veriyorlar... Oysaki, ben sadece özlüyorum, ama, acı olan yanı şu ki, ben, neyi özlediğimi bile bilmiyorum.''
Keşke ben de unutsam her şeyi.
Çünkü , güçlü bir hafıza, insana verilmiş en büyük ceza.
''Ben gideyim artık, geç oldu. Kendi evimde daha rahat ediyorum ama sen de beni ziyarete gel, olur mu?''
''Tabii ki, gelirim Seray Teyze. Kendinize cok iyi bakın.''
Onu kapıya kadar geçirdim ama gitmeden evvel bana dönüp bakarak son bir şeyler söyledi.
''Bu devirde bir ilişki bulmak çok kolay, tıpkı elindekinin kıymetini bilmeyip onu kaybetmek gibi... Eğer benim oğlum kötü biri olsaydı, senin gibi iyi ve güzel bir kıza, onu sevmeyi revâ görmezdim. Bunu unutma ve acele etme kızım. Zaman her şeyi hall yoluna koyar. Sen acele etme yeter ki.''
O gitti ve ben sadece düşünceli bakışlarla onun gidişini izledim. Sanki içimi okuyor gibiydi, anneler hisseder. Hele ki, biri onun evladini sevmiyorsa, bunu co6k daha çabuk farkeder. Bence farketti, sadece söyleyemedi.
💲
''Benim biraz işim var, misafirlerim gelince yine selam verip odana gideceksin. Başını kaldırıp gözlerine bakmak yok, soru sormak yok.''
''Tamam anne.''
''Yürü git de çayı koy, bir işe yara bari.''
Başımı onaylar anlamda sallayıp hemen mutfağa geçtim. Çaydanlık masanın üzerinde idi ve zaten kaynar idi, ancak yine de altını hafif açıp sıcakta bekletmemi istiyordu hep. Babam da dumanı tütmeyen çaya dokunmazdı bile.
Gazı açıp kibriti yaktım, ilk denememde başaramasam da ikincide yaktım ve çaydanlığı almak için masanın yanına gittim. Kulpunu iki elimle kavrayıp kendime doğru çektim. Masadan alıp ocağa doğru taşırken, birkaç damlası çıplak ayağıma döküldü ve ondan sonra dengem şaştı. Ayağım kayınca yere kapaklandım. Ne kendimi tutabildim, ne de çaydanlığı. Belimde ve ayaklarımda yoğun bir acı hissettim. ''Anne!'' diye haykırarak ona seslendim, bu acı her şeyden daha kötüydü.
Çok az sonra o, imdadıma yetişti. ''Allah senin belanı versin! Kalk!'' diyerek kolumdan tutup ayağa kaldırdı ve hemen üzerimdeki tişörtü çekip çıkardı. Çığlıklarım arttıkça, onun daha da sinirlendiğine şahit oldum. Yanık acısı çeken birinin saçını yolmak, acmasızlığın kim bilir kaçıncı raddesi idi. ''Baban öldürecek beni,'' diye söylenerek, beni salona getirdi. Sayıklıyordu hâlâ; ''Tufan gebertecek beni, Allah senin belanı versin! Beceriksiz, bir işi de becer ya!''
Her zaman söylediği bu sözler umrumda bile değildi, artık bünyem alışık idi, hissettiğim tek şey yoğun bir acıydı. Belimin sol tarafı ve ayaklarımın üzeri sanki sıcak buharla hâlâ daha kavruluyordu. Çığlık atmaktan yorulmuş katılarak, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Belime krem sürdüğü sırada kapı çaldı, o ise beni aceleyle odama getirdi. Kremi elime tutuşturup, ''Bunu ayaklarına sür, hiç bir şey de giyme.'' dedi. Kapıyı yüzüme kapatmadan evvel durup, işaret parmağını kaldırdı. ''Babana bir şey söylersen, seni gebertirim.'' Başımı hızla iki yana salladım.
Çıkıp kapıyı yüzüme kapattı. Ben ise hemen yatağıma oturup ayaklarımı kendime çektim ve kremi sürüp, acımın dinmesini umut ettim. Sessiz ağlamak zorundaydım, misafirlerinin sesimi duyması demek, iyi bir dayağı hak ettim demekti.
Acım tamamen dinmese de azaldı, bu bayağı uzun sürmüştü. Kapının kilit deliğinden salona baktım. Annem kartlarını masaya seriyor, yanında oturan iki sarışın kadına bir şeyler anlatıyordu. Fısıldaşıyorlardı. Ne dediklerini duyamıyordum. Ancak kadınlar anneme çokça para veriyorlardı, hem de yeşil olanlardan. Annem bu paraları önce sayıp, sonra da sütyeninin içine koyuyordu. Onları yolcu ettikten hemen sonra bir kadın daha geldi. Kadın, annemin aksine pantolon ve ceket giymişti, böyle kadınları sadece televizyonda görüyordum. Başka bir dünyadan gelmiş gibiydi. Kadın, içeri topuklu ayakkabıları ile girdi, elinde büyük bir çantası da vardı. Boynunda, ellerinde parlayan taşlar vardı. Siyah, uzun, dümdüz saçlara sahipti, gözleri mavi ile yeşil arasında değişiyordu. Onu izlerken karar veremedim. Annem, uzun, çiçekli eteği ile salınarak onun önüne geçti ve koltuğa buyur etti. Kadın masanın üzerine baktı ve sonra gülerek anneme doğru döndü.
''Ahmet'in senin gibi cahil biriyle ne işi olur, anlamıyorum.'' dedi. Annem sadece başını önüne eğmiş dinliyordu. ''Söylesene, kocamı nasıl ayarttın? Dul da değilsin, kocan var, bir kızın var. Onlara yazık değil mi? Ya da ben şimdi kocamdan boşanırsam, ki zaten boşanacağım, benim çocuklarıma yazık değil mi? Neden senin gibi ucuz bir kadın için benim çocuklarım babasız büyüsün? Bunları hiç düşünmedin mi? Ya da düşündün ama işine gelmedi mi?''
"Beni yanlış tanıyorsunuz," dedi annem, güldü kadın.
"Bence çok doğru tanıyorum, senin gibileri iyi bilirim. Kocası var ama gözü doymaz, evladı var ama gözü doymaz, yuvası var, aşı var, ama yine gözü doymaz. Zaten bu nimetler, neden sizin gibi nankör kadınlara verilir, hiç bilmem."
Annem buna cevap vermedi, o da tıpkı benim suçluyken yaptığım gibi başını önüne eğip bekledi.
Kadın konuşmaya devam etti. "Allah'tan korkmuyorsun, bari kocandan kork. Tufan gibi birini aldatmaya, nasıl cesaret ediyorsun?"
Annem yine cevap vermedi.
"Bu iş iyi bitmeyecek, haberin olsun. Ben boşanır giderim, sen bu halta devam edersin. Bana bir şey olmaz ama senin sonun karanlık. Ben seni son defa uyarmaya geldim. Şimdi ne yapacağın sana kalmış."
Kadın ayaklandı ve Annem de onunla birlikte. Kadın evden çıkınca Annem de kapıyı kilitledi, salona geçip ellerini yüzüne vurmaya başladı. Sinirli olunca böyle yapıyor, sonra da ağlıyordu. Vurdu, vurdu ve yine vurdu. Dudağından kan gelmeye başladı, yüzü kıpkırmızı oldu.
Sonra telefonu aldı eline, birini aradı. Ağlayarak, "Ahmet, karın geldi. Dövdü beni, bıktım bu durumdan. Ne zaman gelip alacaksın beni?" deyince, elimle ağzımı kapattım.
Ama Kadın onu dövmedi ki?
Bizi bırakıp gitmek mi istiyor?
"Anlamıyorsun, daha fazla dayanamayacağım diyorum. Gel al beni!" diyip telefonu âniden kapattı ve kendine vurmaya devam etti. Canı yansa da devam etti.
Akşam babam eve gelince, mecbur üzerime bir şeyler giydim. Hemen odamdan çıkıp onun yanına koştum. Kucağına almak istedi ama belim acıyordu, istemedim. Yanaklarımı öpüp, cebinden çıkardığı çikolatalı gofreti bana verdikten sonra anneme baktı. Annem başını tutarak oturmuş, alnına da eşarp bağlamıştı.
Bana doğru dönüp, "Sümeyye teyzen seni çağırıyor, gelsin Kübra ile oynasın dedi. Sen git biraz oyna, ben gelip seni alırım." dedi.
Sümeyye teyzem beni çok seviyordu, annemin aksine çok iyi davranıyordu. Onun bebeği Kübra ile oynamayı da çok seviyordum. O iş yaparken ben de Kübra'ya bakmaya çalışıyordum. Kıskanmıyor değildim, çünkü, Kübra'yı çok seven bir annesi vardı. Her şeye rağmen, günümün en güzel saatleri ve bazen de dakikaları, onların evinde geçirdiğim vakitler oluyordu.
"Üzerine bir şey giy, üşüme." dedi babam. Sonbahar soğuğu vardı dışarıda, yağmur yağmaya başlamıştı.
"Tamam Baba," diyip, girişteki şişme montumu alıp giydim. Botlarımı giydiğim sırada ayaklarım acıdı ancak o acıyı boğmaya çalıştım, babama söylemesem de, Sümeyye teyzeye derdimi anlatabilirdim.
Evden çıkıp koşarak yakınlıkta oturan teyzemin evine gittim. Kapıyı çalınca, beni yüzler yüzü ile karşıladı yine. "Hoş geldin, geç hadi." diyip beni içeri buyur etti.
Botlarımı ve montumu orada bırakıp mutfağa geçtim. Çünkü Kübra hemen orda oluyordu. Onu orda göremeyince dönüp Sümeyye teyzeme baktım. "Salona gel, Kübra salonda." dedi gülerek.
Koridorda durup ona derdimi anlattım. "Dur bi' bakayım," diyip benimle annemin ilgilendiğinden daha fazla ilgilendi. "Fena olmuş, benim de elim yanmıştı, doktor krem verdi. Bekle getireyim."
"Annem krem sürdü," dedim.
"Böyle olmaz ki," dedi o da, "sürüp sarması lazımdı, neden sarmadı yaralarını? Böyle geçmez izleri, kalır."
Haklıydı, annemin o günkü telaşesinin bendeki telafisi hiç olmayacaktı.
Kocası evde değildi. Salonda üstümü ve çoraplarımı çıkardı, hatta pantolonumu da. Her yerimi yokladı, yanık olan yerlere krem sürüp sargı beziyle sardı. Yaralarım sarıldı. Ama yine annem tarafından değil. Sümeyye teyze benim için anne yarısı değildi - hani teyze, anne yarısı derler ya - o benim için anneden daha fazlası oldu.
Kübra ile oynarken, sehpanın üzerinde duran tabaklardaki börek ve kurabiyelere bakıyordum. Annem böyle şeyleri yapmazdı benim için, yani yapardı ama sadece o adam bize geldiği günler. Sümeyye teyze, kesinlikle ondan daha güzel kurabiyeler ve yemekler yapıyordu.
"Oy kuzum benim," diyip saçlarımı sevdiğinde hemen önüme döndüm. "Neden öyle bakıyorsun ki? Alıp yesene."
Ben uzanmadım, annemin dediği gibi hiç bir şey talep etmeyip, tokum, dedim. Ancak inanamadı yine. Annemin beni öyle tembihlediğini biliyordu çünkü. Bir tabağa kek ve kurabiye koydu, bir bardak da meyve suyu ile yanıma bırakıp işlerini halletmek için mutfağa gitti. O gider gitmez saldırdım ve hepsini yiyip, meyve suyunu içtim. Her zamanki gibi tadı çok güzeldi.
Annemin o son hali gözümde canlanınca, sen ne kötü bir evlatsın, dedim kendi kendime. Annenin dediği gibisin, Nalan. O, orada ağlıyor, sinirleniyor ve belki yine babanla kavga ediyor, sen ise burda yemek yiyorsun. Neden mutlusun Nalan? Annen üzgün, sen de üzgün olmalısın.
Sümeyye teyze içeri dönünce, "Teşekkür ederim," dedim. Her zamanki gibi, güler yüzüyle, "Afiyet olsun, yarasın." dedi. "Bunlardan anneme de götürebilir miyim?" diye sordum.
"Sen rahat ye, ben annene ayırdım. Giderken veririm götürürsün." dedi, içim rahatladı.
"Babam gelecek beni almaya, o gelince gideceğim. Ne zaman gelir bilmiyorum." dedim.
Durup, ciddi bir ifadeyle, "Yine kavga mı ediyorlardı?" diye sordu.
"Yok," dedim, "annem bir kadınla konuştu, sonra yüzüne vurdu, sonra da ağladı. Babam bir şey yapmadı."
Durup düşündü ve başıyla sessizce onaylayıp yeniden mutfağa gitti. Önüme dönüp Kübra'nın yuvarlak, yumuşak yanaklarını parmaklarımın arasına aldım. Onları sıkarken, bir yandan da ağzımdan ses çıkarıyordum, bu onu tatlı tatlı gülümsetiyordu.
Akşam, Sümeyye teyzenin kocası Nazım enişte geldi. Bana, "N'aber fıstık?" diyip saçlarımı karıştırdı.
"Dokunma çocuklara, git ellerini yıka önce." diye kızdı hemen teyzem. Çok temiz, titiz bir kadındı. Evi de, kendisi de hep tertemizdi. Eniştem onun dediğini yapıp ellerini yıkamaya gitti, o sıra kapı çaldı.
"Babam gelmiştir," diyerek ayaklanıp kapıya koştum. Kapıyı hemen açtım ama Sümeyye teyzem de gelip arkamda durdu. Babamın yüzünü, gözlerini gördüm ve üşüdüm. Çok soğuktu. Evet, hava.
"Giyin hadi, eve götürmeye geldim." dedi.
Ben montumu ve botlarımı giyinirken, o da teyzem ile sohbet ediyordu.
"Hayırdır Tufan, beti benzin atmış. Bir şey mi oldu?"
"Yok bir şey," dedi babam. Başka bir şey de demedi.
"İyi," dedi teyzem, "öyle olsun." Elindeki poşeti babamın eline tutuşturdu, "tatlı yaptım, kardeşime verirsin."
Babam bir şey söylemeden poşeti aldı ve aynı düzlükle omzumdan tutup beni dışarıya çıkardı. Beraber eve giderken, elini tuttum. Ben ona bakıyordum, o da karşıya. Yollar çamurluydu, küçük dereler oluşmuştu. Babam siyah şapkasını takmıştı, ben de mor beremi.
"Annem niye ağlıyordu Baba?" diye sordum.
"Bilmiyorum."
"Ama sen her şeyi bilirsin."
"Her şeyi bilen tek Allah vardır, ben her şeyi değil, öğrenebildiğim kadarını bilirim."
"Allah, annemin neden ağladığını biliyor mu?"
"Biliyor tabii."
"O zaman neden bize söylemiyor."
"Çünkü Allah herkesi duyar ve görür. Biz ise onu duyamaz ve göremeyiz. Sana bahsettiğim aşk bu işte, sonsuz sadakat bu."
Sesi her zamankinden daha kısıktı, o gür sesini duymak istiyordum ancak, kelimeleri güçlükle söylüyordu. Yorgundu sanki.
"Çok mu yoruldun Baba?"
"Yoruldum kızım, yoruldum Nalan."
"Babalar da yorulur mu?"
"Yorulur kızım."
Yorulurmuş demek ki. Yorgun olmasa, beni kucağına al, derdim. Alırdı. Ayaklarımın acısına biraz daha dayanabilirdim.
Kirpiklerimi kırpıştırırken, görüş açım bulanıklaşmaya başladı. Elimle ağzımı kapatıp sessizce ağladım.
Hiç kimse duymasın, görmesin, bilmesin derdimi. Çünkü, isanlar sever yara deşmeği.
Bakışlarım saate kaydı, akşam sekizde olmuş. Hatta on üç dakika geçmiş, Akın hâlâ gelmedi. Bir Tufan Arga değil ki, verdiği sözü tutabilsin.
Mesajlara baktım.
Nissan: "Leyla'nın evindeyim. Geliyorsunuz değil mi?"
Nissan: Kübra'yı da çağırdım. Sümeyye teyze gelmek istemedi.
Telefonu kenara atıp koltuğa uzandım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. Vücudum kıpırdadı, gözyaşlarım aktı ama sesim çıkmadı yine.
Yaralar sardım, yaram sarılmaz. Sözler verilir, ancak tutulmaz.
Yarayı açan candansa, unut. Kabuk tutmaz, bağlamaz. Kanar, kanar ve kanar.
Durmaz kızım.
Ben susarım, o susmaz.
|
0% |