Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm.

@hadizade

 

 

Acı çekmeyi seçmiş birine, kimse doğru yolda olmadığını ıspat edemez. Bu yüzden insanların inadını kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur. Misal, Albert Einstein de, ön yargılar için aynı şeyi söylemiştir. Hiçbirimiz özgür değiliz. Ön yargılarımızın kölesi, inadımızın esiriyiz.

 

Akrep ve yelkovan birbirini kovalıyordu, ben ise içimde kovaladığım o kötü düşüncelerin, beni her sustuğumda yeniden ağlatmasına karşı koyamıyordum. Günler, haftalar, hatta aylar ve belki de yıllardır içimde tuttuklarımı bir şekilde boşaltmazsam, sanırım şişerek koskocaman bir buluta dönüşecek ve sonra yağıp, tamamen kaybolacaktım.

 

Evin dış kapısından yükselen o açılma ve kapanma sesi, beynimin içinde yankılandı. Hıçkırıklarımı, elimi ağzıma kapatarak susturdum. Elimden gelen sadece bu oldu. Adım seslerini duydum, onun botlarının sesini tanıyordum. Saate baktım, gecenin on biri olmuş. O, daha yeni gelmiş.

 

Doğrulup oturduğumda, o da koltuğun etrafından dolanıp önüme geçti. Gözlerim acıyordu, kirpiklerimi aralarken bile zorlanıyor, başıma giren şiddetli sancı yüzünden yüzümü buruşturuyordum. Onu gördüm, sonra da yeşil gözlerini. "Nalan?" diyerek hemen önümde, sehpanın üzerine oturdu ve ellerini yanaklarıma koydu. Baş parmaklarıyla yanaklarımı silip, "Ben geciktim diye mi bu gözyaşları?"

 

Başımı onaylar anlamda salladım ve yine ağlamaya başladım. Sadece bu değil tabii. Beni kendine çekip sarılmadan evvel yanıma oturdu. Küçücük bir çocuk gibi ellerimle yüzümü kapatıp hıçkıra hıçkıra ağladım, nedenini, niyesini kendime bile itiraf edemediğim bu gözyaşlarının müsebbibi belki de sadece bendim. Bir elini dizlerimin altından geçirip beni kaldırarak dizlerinin üzerine oturttu ve sırtını geriye yaslayıp, kollarını beni sararak birleştirdi. "Ah Nalan."

 

Hıçkırıklarım durdu ve onu dikkatle diledim.

"Benim gibi bir adam için, tek bir gözyaşına bile değer mi sence?"

 

Ellerimi yüzümden çektim, başımı göğsünden kaldırıp yeşil gözlerine baktım. O ağlamıyordu belki, ama öyle bir ifade ile bakıyordu ki, ağlasa daha iyiydi. "Değer," dedim, sanki benden bunu beklemiyormuş gibi kaşları kıpırdadı. "Hangimiz mükemmeliz ki? Hangimiz tamamen masumuz? Senin için gözyaşıma değmez ise, benim için üzülmene de değmesin o zaman."

 

Saatlerdir ağlamama rağmen, sesim zerre kadar titremeden, gayet net bir ses ve temiz kafayla söyledim bunu. Onun cevabı fazla gecikmedi.

 

"Ama sen beni üzmüyorsun, seni üzen, kıran, bazen de çok daha ileriye giden benim."

 

Umrumda bile olmadı, duydum sadece, işte o kadar.

 

"Neden gelmedin Akın? Bana sunacak mantıklı bir mazeretin var mı?"

 

Durup düşündü, ya da seadece gözlerimin içine öylece baktıktan sonra, "Yok," dedi.

 

İki elimle tişörtünün yakasına yapıştım.

"Hani diyordun ya, beni dinlemeye, anlamaya çalışmıyorsun diye. Hatırlıyor musun Akın? Bak dinliyorum, ben seni dinliyorum!" Onu sarstıkça ben de sarsılıyordum, ancak her hangi bir tepki vermiyor, sadece gözlerime bakıyordu. "Susma Akın, anlat diyorum! Derdin her neyse anlat, çözelim beraber diyorum!"

 

Sustu, kılını bile kıpırdatmadı ve ben daha fazla dayanamadım. Başımı hayıflanarak iki yana sallayıp onun kucağından kalktım ama gitmedim, ona söyleyecek bir iki çift lafım daha vardı. Bu yüzden durup yüzüne baktım. "Madem şu ân susuyorsun, o zaman hep sus Akın. Çünkü ben senin bu belirsizliğinden çok sıkıldım. Sabah başkasın, akşam başka. Bir görünüyorsun, sonra üç gün kayboluyorsun. Sen kimsin Akın? Bak ben seni tanımıyorum, sen de beni. Seni tanımak istedim, ben bu sabah uyanınca, bize bir şans vermek istedim. Sen de her korkak erkek gibi kaçtın, beni yüz üstü bıraktın. Şaşırmadım, sadece üzüldüm biraz. O da geçer uyuyunca. İyi geceler."

 

Salondan hızlı adımlarla çıkarken nihayet onun sesini duydum.

 

"İyi geceler, Nalan."

 

Sinir ve üzüntü ile karmakarışık bir halde odama çıktım. Kapıyı çarptığım gibi hemen telefonumu elime alıp, son çare olarak gördüğüm kırmızı tuşa bastım. Bu tuş benim için Boris Pavlov'dan başkası değildi.

 

Telefonu kulağıma götürmüştüm ki, merdivenlerden yükselen ayak seslerini duyunca hemen kapatıp yatağın üzerine fırlattım. Çok az sona odamın kapısı açıldı ve Duru içeriye boylandı, "Nalan, Akın abi eve geldi mi?"

 

"Bana niye soruyorsun? Aşağıda işte, odasına girmiştir, ya salonda, ya da mutfaktadır." Diyip yatağıma oturdum.

 

"Tamam da, benimle neden böyle konuşuyorsun? Ben seni partiye Akın getirecek sanıyordum."

 

Kaşlarımı çattım, "Anlamadım, ne partisi?"

 

İçeriye girip bana yaklaştı, üzerinde şık bir mini gece elbisesi vardı. Tabii vazgeçilmez topuklu ayakkabıları ve ışıltılı makyajı ile yine çok güzel görünüyordu.

 

"Akın abinin doğum günü partisi işte. Senin haberin yok muydu?"

 

Başımı iki yana salladım. "Yok, biz birbirimize doğum günümüzü söylemedik... Akın partiye bensiz gitti yani?"

 

"Ya abimi o yüzden arıyorum ya işte, kendisi de gelmedi, seni de getirmedi. Hep aynı terane, gitti canım parti." diyip ofladı.

 

"Ha kendisi de gelmedi yani..." Buna niye bu kadar sevindiysem. "Adam sevmiyor belli ki, koskoca adama zorla doğum günü partisi yapılır mı hiç?"

 

"Aslında haklısın, benim şu yirmi yılda çözemediğim abimi sen bir ayda çözmüşsün. Yine de bir umudum vardı, ay o kadar da uğraştım yani. Hepsi boşa gitti. Neyse canım, ben kaçıyorum. Akın yok ama parti vaaar, chao!" diyerek bana öpücük atıp odamdan çıktığında, öylece boşluğa takılıp kaldım.

 

Demek sabah o yüzden duygulanmıştı, belki de her doğum gününde o da benim gibi geçmişi yad ediyordu.

 

Bir saat sonra doğum günü bitiyor. Şu saatten sonra ne yapsam yetişmez, kafamı atıp yatsam mı?

 

Duramadım ve banyoda elimi yüzümü yıkadıktan sonra aşağıya indim. Doğum gününün bitmesine yarım saat kala, mutfakta bulduğum küçük bir çikolatalı kekin üzerine minik bir mum diktim ve yanına çerez, cips ve patlamış mısır tabaklarını da alıp, salondaki sehpanın üzerine dizdim. Onun için vişne, kendim için de portakal suyu doldurup, onu da sehpanın üzerine bıraktıktan sonra televizyonu açıp internetten bir film buldum. Filmi başında durdurup, hemen bir battaniye aramaya koyuldum. Onu da koltuğun üzerine koyduğumda dönüp saatime baktım. Tüm bunlar on beş dakikadan fazla vaktimi almıştı, bu yüzden çizgi filmlerinde koşarken arkasında hız çizgileri bırakan kaarakterler misali Akın'ın odasına koştum. Girmeden evvel kapıyı çalmam gerektiğini biliyordum ama şu ân zamanla yarışıyordum. Kapıyı açıp içeriye daldığımda, Akın yatağında oturmuş, üstünü çıkarıp, siyah bir eşofman altı giymişti ve uyumaya hazırlanıyordu. O, başını kaldırıp bana baktığında, ben de koluna dolanan Damn'i farkettim.

 

"Akın," dedim uzatarak, "su meymenetsiz hayvanı kafesine sokar mısın?"

 

"Hayırdır, bir şey mi oldu?" diye sordu.

 

"Dediğimi yapsan konuşabilirim belki ama şu ân tüm vücudum kaşınıyor." diyerek elimi boynuma götürdüm. Aslında tamamen boğuluyor gibi hissediyordum.

 

Ayağa kalkıp Damn'i kafesine götürdüğü sırada, "Biraz acele et," diye uyardım, bakışlarım duvardaki saate kaydı. Tamı tamına on dakikam kalmıştı.

 

"Senin bu tavırların hiç hayra alamet değil."

 

"Ya hadisene!"

 

Nihayet yalanını kafese koyup yanıma döndü ve ben onun yürürken kıpırdayan kol, göğüs ve karın kaslarına bakıp, "Maşallah," diye iç geçirdim. Bir anda gülümseyince, bunu sesli söylediğimi fark edip kızardım. "Şey diyorum, yılanının boyu bayağı uzamış, maşallah."

 

Karşıma dikildiğinde, üstten yeşil gözleriyle bana bakarken, "Tabii, sen geldikten sonra epeyi büyüdü." dedi.

 

"Farkındayım," diyip sırıtarak onu dışarıya çektim, direnmeden peşime takıldı.

 

Beraber odadan çıktık, kolunu tutmuştum ama o, kolunu yukarıya doğru çekip elimi tuttu ve ben onde sırıtarak yürürken, o da arkamdan geldi.

 

Onu getirip koltuğa iterek oturttuktan sonra çakmağı ve keki alıp kendim de onun yanına oturdum. Mumu yakıp keki ona dogru uzattığımda, bana şaşkın gözlerle bakıyordu. "Yok öyle küsüp gitmek, bir dilek tutulacak, bu mum illa ki üflenecek."

 

Gözleri mum ışığının altında parladı ve gözlerimin içine bakarak mumu tek seferde hızla üfleyip söndürdü. "Tuttun mu dilek?" diye sordum.

 

"Tuttum," dedi.

 

"Ne tuttun?" diye sordum, meraklı bakışlar eşliğinde.

 

"Söyleyemem," dedi.

 

"Aman neyse, yetiştik ya, o da yeter." diyip kekin üzerindeki mumu çıkardım ve keki elime aldım. "Şimdi Türkiye'nin sayılı zenginlerinden biri olarak bu muhteşem beş katlı pastandan tadma zamanı. A yap bakalım, A de, aaa..." Ağzını açtı ve ben sinsi bakışlar eşliğinde, kekin tamamını ağzına sokuşturdum. Başını geriye çekse de, "Ayıp günah, hepsini yemen lazım."

 

Yana doğru yattı ama bu beni durdurmadı tabii, üzerine çıkıp elimle ağzını kapattım. "Çıkarma sakın, nimet bu nimet!" Bana ağzı dolu sincap gibi bakıyor ve çiğnemeye çalışıyordu. "Afferim, ye işte böyle!"

 

Bedel ödendi.

 

Ağzındakinin tamamını yiyip bitirince üzerinden kalktım ve hemen filmi açıp, battaniyeyi üzerimize serdim. Ancak Akın, "Dur koltuğu açalım," dedi. "Ama ben nasıl açıldığını bilmiyorum, ellerinden öper." diyip kenarda bekledim.

 

O, koltuğu açarken, ben de kenardan ona baktım. Allah'ım boş vaktinde özene bezene mi yarattın? Bu nedir? Taş mıdır, meteor mudur, ne bu? İnsan degil gibi. İnsan mısın lan sen?

 

Koltuğu açtıktan sonra dönüp bana baktığında, kendimi toparladım. "Hadi, gel." dediğinde, bu davete kayıtsız kalamadım. Koltuğun üzerine zıplayıp tüm yastıkları topladım ve köşeme kuruldum. Az sonra o da yanıma gelip uzandı ve üzerimize battaniyeyi çekti. İntro çoktan bitmişti, "E cips filan?" dediğimde, "Film izlerken ses duymaktan, bir şeyler yemekten hoşlanmam." dedi. "Hem belki uyuyakalırız burada, kırıntı dökülmesi iyi olmaz."

 

Ne kadan da mümin bir beyefendi.

 

Kollarını kıvırıp, ellerini başının arkasında birleştirerek uzanmıştı ve ekrana bakıyordu. Ben de ona. Ben televizyona baktığımda o bana bakıyordu, ben ona baktığımda da televizyona.

 

Filmin daha ortasına gelmeden beni uyku bastırınca aşağıya doğru kaydım ve başımı onun omzuna koydum. Ben mırıldanarak ona sokulurken, o da kolunu yavaşça yukarıya kaldırıp bana sararak beni göğsüne doğru çekti. Mırıltı sesleri çıkararak derin bir nefes alıp verdim ve yüzümü onun çıplak göğsüne sürttüm. Çok az sonra başımın üzerinde bir baskı hissettim. Öptü...

 

"Yiğit," diye mırıldandım.

 

"Akın," diye düzeltti.

 

"Yiğit, Yiğit, Yiğit."

 

"Kaşınma, uyu."

 

"Tamam Yiğitciğim."

 

"Nalan..."

 

"Yiğit?"

 

"Of kızım, uyu hadi."

 

Başımı hızla göğsünden kaldırıp, kocaman açtığım gözlerle ona baktım. "Emredersiniz babacığım ama daha sütümü içmedim, izninizle!" diyip hemen meme ucuna yumuldum, dudaklarımla çekiştirerek emdiğim sırada gülerek başını iki yana salladı.

 

Ama ısırdığımda, hemen iki parmağı ile yanaklarımı tutup sıktı ve ben inleyerek meme ucunu bırakınca, dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

 

Yüzümü saran iri eli ve dudaklarımı öpen dolgun dudakları, çekilmeme fırsat bile tanımadı ama çekilmek de istemiyordum. O yumuşacık dudakları ancak bu kadar tutkuyla dudaklarımı ezebilir ve aklımı ancak bu denli uçurabilirdi. Ruhum onunla beraber kanat çırpan bir anka kuşu misali havalandı ve göğün yedi kat üstüne ulaştı. Belki, hayat boyunca aradığı o amacı, dirilik suyunu onun dudaklarının arasında buldu. Kimi zaman bir kelime, kimi zaman da birkaç öpücükte...

 

Ellerim onun yanaklarını, saçlarını tanıyordu sanki.

Tenim tenini tanıyordu.

Genzim kokusunu hapsetmişti.

Gözlerim şu ân olduğu gibi o orman yeşili gözlerine yine bakmıştı.

Alışıktım ona, tanıdıktı bana.

 

Ama, bir o kadar da uzaktı, bir o kadar da yabancı ve gizemli.

 

Parmaklarım yanaklarındayken, gözlerim onun gözlerinde bir şeyler arıyordu. Orada bizi birbirimize bağlayan bazı ânılar vardı ama hiçbiri net değildi. Dolayısıyla, yine cevapsız sorular kaldı bana.

 

"Sadece baş komiser ve diğerleri bizden şüphelendi diye mi nişanlanıyoruz?" diye fısıldadım. Nefesim onun yüzüne çarptı, bir o kadar yakındık.

 

"Hayır desem, bir şey değişecek mi?"

 

Dudaklarımın ucuna tebessüm kondu. "Pek çok şey," diye fısıldadım, onun gibi.

 

"O zaman cevap veriyorum," dedi.

 

"Seni dinliyorum," dedim.

 

Onun parmakları benim sırtıma dökülen saçlarımda geziniyor, bir buklesini alıp parmağına doluyor, bırakıyor ve bunu sürekli tekrarlıyordu. Durdu. Düşündü. Yutkundu ve o güzel dudaklarını araladı.

 

"Hiç bir zorunluluk, beni, istemediğim bir kadınla evliliğe itemez. Gözümün gördüğü hiçbir şey beni korkutmaz. Nefsimin hâkimi benim, o benim hâkimim değil. Ne istediğimi bilirim, öyle hareket ederim. İstiyorsam, alırım... Ve, bundan sonra, bir ordu gelse bile, seni elimden kimse alamaz."

 

Düşündürücü. Korkutucu. Aynı zamanda midemin kasılmasına neden oluyor, heyecanla dolduruyor tüm bedenimi. Hâlimden hiç şikâyetçi değilim.

 

Gülümseyerek baş parmağımı elmacık kemiğinde gezdirdim ve yanağını okşadım. "O ordu geldiğinde, seninle beraber savaşmaya hazırım."

 

O da gülümsedi ve bir kez daha dudaklarımı öptü.

 

İçime akıttım tüm gözyaşlarımı. Çünkü biliyorum, istediğimiz gibi gitmeyecek, sonsuza dek mutlu olamaz kimse. Hele ki, ben.

 

Hüzün saçıyorum.

 

Onun alnının sol köşesi, benim alnımın sol köşesine yaslıydı. "Seni üzmek istemiyorum," dedim, "benim yüzümden sana bir şey olsun istemiyorum." Ve bunu neden sesli söyledim, onu da bilmiyorum.

 

"Sen beni üzmezsin," dedi ve dudaklarını yanağıma bastırdı, "ayrıca kimse bana bir şey yapamaz, merak etme."

 

Beni kendine çekip sarıldığında, kollarımı ona sıkıca doladım. "İyi ki, doğmuşsun," dedim, onun duyabileceği bir sesle, "İyi ki, varsın."

 

Daha sıkı sardı beni, yüzünü omzuma gömdü ve derin bir nefes çekti içine. Gözlerimi kapattım ve yıllar öncesine gittim. Beni en son kim mi böyle sarmıştı? Tabii ki, biricik babam. Parmaklarımla tenini delmek ister gibi sarıldım, bazen sarılmak yetmezdi hani, öyle bir histi. Tırnaklarımı sakladım, ben tırnaklarımı ona batıramazdım.

 

Artık yavaş yavaş uykum geliyordu ve ona son bir şeyler söylemek istedim. "Lütfen sabah uyandığımda yanımda ol, kalkıp gitme, kaçma hemen."

 

Hafifçe güldüğünü işittim.

"Tamam Nalan."

 

Yüzümü boynuna doğru çevirip, yan tarafını öptüm. Bu ân gerilerek uzaklaştı. "Yoksa gıdıklanıyor musun?" Cevap vermedi. Bunu aklıma kazıyıp başımı tekrar omzuna koydum.

 

💲

 

Mırıldanarak yattığım yerde dönüp yana doğru devrilince, elim sert bir şeye çarptı. Yokladım. Tek gözümü açtım ve bakınca, elimin Akın'ın karın kaslarında olduğunu gördüm. Başımı yavaşça kaldırıp ona baktığımda, o da beni izliyordu.

 

"Günaydın." dedim gülümseyerek.

 

"Gün aydı," dedi ve uzanıp dudaklarıma minicik bir öpücük kondurup, beni mest ettikten sonra geri çekilip hiçbir şey olmamış gibi uzandı.

 

Ben de ona bakmaktan kaçınıp önümüzdeki kocaman bahçeye ve ilerideki ormanlık alana bakmayı denedim. Bahçeye açılan sürgülü kapı açıktı, içeriye temiz hava doluyordu ama soğuktu. Üzerimdeki battaniyeye sarılarak biraz daha ona sokuldum. Saat daha çok erkendi. Sırtımı iyice örttüğünden emin olduktan sonra bir koluyla beni sarıp sarmaladı.

 

Yüreğim hop oturup, hop kalkıyordu. Dün gece sarhoş da değildik, bayağı ayıktık ikimiz de ve şu an da öyleyiz. Öyleyse itiraf ettik, itiraz yok bundan sonra. Bir kontrol etmek için başımı göğsünden kaldırıp ona baktım, upuzun siyah kirpiklerini kıparak yeşil gözleriyle dışarıya bakıyordu. Ben ona baktığımda, sadece irislerini kıpırdatarak bana baktı. Ben uzun uzun bakınca, tek gözünü kırpıp yüzünü iki yana sallayarak sorguladı.

 

"Yok bir şey," diyip başımı tekrar sıcacık göğsüne koydum. Bu ân hiç bitmesin istiyordum, hep böyle kalalım. Hayatımın her ânı kaostan geçilmiyordu, kaçacak bir delik, saklanacak bir koy aradım hep. O, bana böyle hissettiriyor. Güvenli bir yer gibi. Ev değil. Ev her insan için güvenli bir sığınak değil. Benim için hiç öyle olmadı mesela. Benim evim olmadı hiç. Benim sevdiğim, beni seven bir insan vardı. Onun yanı, benim için en güzel yerdi ama ev değildi yine. Ev, benim için kapandan başka bir şey değildi. Girdim, çıkamadım. Çıktım, girmedim bir daha. Akıllandım zamanla.

 

Hayri'yi gördüm, ayak ucumuzda kıvrılıp uyumuş. Kalkıp onu aldım ve ikimizin üzerinde tuttum. "Oğluşum, bak Akın amca ile barıştık. Sen ne diyorsun bu konuya? Olmaz dersen küseriz yine."

 

"Amca neden oluyormuşum? Onun amcası Mehmet, Duru da halası oluyor."

 

"Yapma ya? Sen nesi oluyorsun acaba?" diyerek ona yan bir bakış attım.

 

"Babası," dedi büyük bir özgüvenle.

 

"Hayri neredeyse benimle yaşıt, biliyor musun? Lafın gelişi oğlum diyorum yani."

 

"Kaç yaşında?" diye sordu.

 

"On beş galiba, bir de ömürlerinin en fazla yirmi yıl olduğunu bilmek... Of, hatırladım yine."

 

"Ne biliyoruz? Belki Hayri kazık çakmak ister, hem baksana daha saçı sakalı beyazlamamış."

 

Bu defa güldüm. "Şapşal, şuna baksana iyice götü göbeği saldı."

 

"Bana mı dedin şapşal?"

 

Ona doğru baktım ve ciddi bir ifadeyle, "Evet, sana dedim. Bir sorun mu var?" diye sordum. Sonra içimdeki kadını susturup, gülümseyerek dil çıkardım ve onun yanından kalkıp, "Ben biraz acıktım ama önce Hayri'nin yemeğini vereceğim." diyerek salondan çıktım.

 

Aşağıda takındığım tatlı kız ifadesinden kurtulup, çenemi okşadım. Bu gülümsemeler çenemi fazla yoruyor, hiç alışkın değilim.

 

Odama girip Hayri'nin yemek kabının boş olduğunu gördüm. Son kalan mamasını da kabına koyduktan sonra üzerimi değişip siyah eşofman altımı ve tişörtümü giydim. Sabahları burası bayağı soğuk oluyordu çünkü.

 

Banyodaki rutin işlerimi hallettikten sonra, mamanın boş paketini alıp aşağıya indim. Birini bulup bu mamadan aldırmam gerekiyordu, yoksa Hayri ayak parmaklarımı kemirmeye başlayacaktı.

 

Yüzümdeki dümdüz ifade, zemin kata indiğimde Akın'ı görmemle birlikte değişti ve gülerek ona yaklaştım. "Şey, Hayri'nin maması bitmiş ama bundan sadece bir yerde var. Gidip alabilir miyim? Şimdi yanlış alırlar filan."

 

Elimdeki paketi alıp baktı, "Sen niye zahmet ediyorsun ki? Bizim çocuklar alır." diyip kapıya doğru döndü ve ben de onun arkasından taklidini yaptım. "Sön nöyö zöhmöt ödöyörsön bödö bödö, aman hiç hava da almayalım."

 

Durup arkasını döndü ve bana baktı. "Bana bir şey mi dedin?"

 

Hemen gülümseyerek ellerimi arkamda bağladım ve sağa sola sallanırken, "Yok, ne kadar da yakışıklı bir bey, diye sesli düşünüyordum da..." dudaklarında oluşan o tebessümle beraber başını iki yana sallayarak önüne döndü ve kapıya doğru gitti.

 

Şu boya posa endama bak, yürü de diğerleri peşinden yürüsün.

 

Kapıyı açıp dışarıya çıktığında, ben de çıkıp yanında durdum. İki parmağını ağzına sokup, güçlü bir ıslık çaldığında bahçedeki herkesin dikkatini üzerine çekmeyi başardı ama o, Ali'ye buraya gelmesi için işaret etti. Ali koşa koşa yanımıza gelip durdu, mavi gözleri ile bize tatlı tatlı bakarak, "Günaydın abi, günaydın," deyince içim bir hoş oldu. Tabii yenge lafı ilk defa kulağıma güzel geldi.

 

"Buyur abi," demeye kalmadan, Akın boş mama paketini eline tutuşturdu. Durup paketi inceledi.

 

"Bundan al, aynısından almazsan geri götürürsün."

 

"Ne kadar alayım?"

 

"Dükkanda kaç paket varsa işte," diyip omzunun üzerinden dönüp bana baktı, göz göze geldik. "Nasıl olsa, Nalan ve kedisi daha uzun bir süre burda olacak."

 

Dün geceden sonra bu sözler benim kulağıma şiir gibi geliyor. Şair de gözüme pek yakışıklı gelmeye başladı zaten.

 

Ali emri aldıktan sonra uzaklaşınca, temiz havada esneyerek Akın'a doğru döndüm ve onu da esnetmeyi başardım. İkimizin de bir anlık gözlerimiz doldu ve bu bizi gülümsetti. "Kahvaltı yapmak istiyorum, burada temiz hava beni çok acıktırıyor." diyerek içeriye girip mutfağın yolunu tuttum, Akın da peşimden içeriye girip beni takip etti.

 

Beraber mutfağa girdiğimizde dolabın yolunu tuttum. Ben kahvaltılıkları çıkartırken, Akın da çay suyu koymaya yöneldi. Nesrin Hanım ve kızı Pervin bugün izinliydi, bir şeyler hazırlayıp yemekten aciz değildik tabii. Ancak Akın'ın yapabildiği tek yemek mercimek çorbası olunca, aç kalmamak için bugün bir şeyler pişirmek zorunda olduğumun farkına vardım. Zaten uzun yıllar çalıştığım için eve geldiğimde ya Leyla'nın yaptığı yemekleri yiyor, ya da gelirken dışarıdan yemek alıp geliyordum. Ancak küçüklüğümden beri neredeyse tüm yemekleri yapmayı öğrenmiştim, hepsini bana annem öğretmişti.

 

Aslında, bir ebeveynin çocuğuna yapabileceği en iyi şey onun bir görev üstlenmesini sağlamak ve hatalar yaparak öğrenmeye çalıştığı sırada ona kızmak, el kaldırmak yerine daha da teşvik etmeye çalışmasıdır. Eğer ki, tüm insanlar bunun önemini kavrasaydı, hiç kimse "beceriksiz çocuk" olmazdı.

 

Hatalar insanlar için vardır ve hatalar tecrübedir.

 

Hiçbir hata dünyanın sonu değildir.

 

"Daldın," dedi Akın, "ne düşünüyorsun?"

 

Farkında olmadan salatalık doğrarken dünyanın en ciddi insanına bürünmüş olmalıydım. O hemen yanımdaydı ve benim için taze portakal suyu sıkıyordu.

 

"Farkında bile değilim," dedim, "galiba hiçbir şey düşünmüyordum ama sen sorunca şu ân aklıma bir şey geldi ve eğer tadımızı kaçırmayacaksa, şu para olayı ile ilgili bir şeyler sormak istiyorum."

 

"Sor tabii."

 

"Hani sadece senin paran çalınmıştı ya, Mehmet'in odasındaki kasada her ikinizin parası mı vardı? Ve senin paran niye onun kasasında?.. Tabii aklıma takılan bir başka soru da, paranın neden banka yerine Mehmet'in kasasında duruyor olması."

 

"Hepsi mantıklı sorular ama benim, sadece ikisine cevabım var... Evet kasa duvarın içinde, gizli ve büyük bir kasa, kasanın orada olduğunu Mehmet, ben, Duru ve Sara biliyordu sadece. Paramı bankadan daha güvenli bir yere bıraktım aslında, o para benim kendi kazancım değil, ben o kadar kazanmıyorum, o, bana babamdan kalan nakit mirasın bir kısmı idi. Dağdan döndükten sonra hayır işlerine kullanmak için ayırıp oraya koymuştum, yani o paranın gidecek bi' yeri vardı zaten. Bu yüzden o kasada duruyordu. Kalan para, yani babamdan kalan mirasın öteki kısmı bankada duruyor..." durup sert bir soluk verdi, gözleri bir yere dikilip kaldı ve ben bunun ne olduğunu, nasıl hissettirdiğini biliyordum. "Neden benim param çalındı, sorusuna gelirsek," diyerek dönüp gözlerime baktı. "Ben de bu soruya bi' cevap arıyorum zaten."

 

Hiçbir şey diyemedim. O konuşmaya devam etti.

 

"Bir ay oldu Nalan, gözümün önünden ayırmadım seni. Ama içimdeki sesi, hırsı, öfkeyi bastırmak için direniyorum. Her sabah, her akşam, her gözlerine baktığımda ve her sesini duyduğumda."

 

Sustum ve ona işlemediğim bir suçun cezasını bile kabullenen gözlerle baktım.

 

"Ama Yiğit sana kıyamıyor," dedi kısık bir sesle.

 

Dolu gözlerle gülümsedim ve geçip kollarımı onun beline dolayıp, yanağımı sırtına yasladım. "İçindeki merhameti biliyorum," dedim, "gözlerine baktığımda görüyorum."

 

Kirpiklerim birbirinden aralandı ve bir zamanlar gözlerinde ve de sözlerinde merameti gördüğüm o adamı anımsadım. Merhameti kıyafet gibi üzerine giyerdi.

 

Ateşe değmiş gibi ondan uzaklaştım. Acaba o, gözlerimi her kapattığımda gördüğümde kâbuslarımdan haberdar mıydı? Kimseye açmadım ki içimi, o nereden bilecek?

 

Her seferinde mutluluğun bana haram kılındığı o geceye yolculuk yapıyor ruhum, bu sırada bedenim kansız, kesiksiz ve deliksiz bir acı yaşıyor. Yine silkinip kendime gelmeye çalışıyor, her zamanki gibi hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum.

 

Sofrayı kurup beraber oturduk, birer bardak taze demlenmiş tavşan kanı çay ve taze sıkılmış portakal suyu eşliğinde muhabbet ediyoruz. Akın, durup durup işini ne kadar sevdiğinden ve askerlik ânılarından bahsediyor, heyecanlı görünüyor ve bu oldukça hoşuma gidiyor. Hatta ilk defa bir erkeğin askerlik ânılarını dinlemek beni sıkmıyor çünkü onun namını biliyorum, yapmadığı bir şeyleri yaptı gibi anlatmaya ihtiyacı da yok. Zaten dillere pelesenk olmuş hikâyelerin baş kahramanı.

 

Bugünü bana ayırdığını söylüyor, tüm haftasonunu benimle geçirecek olmasına sevinmedim diyemem. "Öyle ise akşam seni bizimkilerle tanıştırabilirim," dedim hemen. Bunu sorar gibi söyleyip meraklı bakışlarla ona baktığım sırada, kafasını salladı.

 

"Gideriz Nalan, ama bugün öncelikli başka planlarımız var."

 

Merakla ne olduğunu sordum hemen, ancak ser verip sır vermedi.

 

💲

 

Beraber güzel bir alışveriş merkezine geldik. Erkek ve kadın mağazalarına girdik. Ben ihtiyacım olan bir şeyler aldım, tabii bankadaki bütçeme göre. Sonbahar geliyordu ve benim giyecek hiç bir şeyin yoktu. Belki bir ay sonra yeniden alışverişe çıkmam gerekebileceğini söyledim, o da, Duru'nun bu konuda bana zevkle yardım edeceğini söyledi. Bundan hiç şüphem yoktu. Kasada küçük bir münakaşa yaşıyoruz ama sonuç olarak Akın kendi kartı ile ödüyor ve ben de kibarca teşekkür ediyorum.

 

Alışveriş merkezinin en üst katındaki restoranda güzel bir yemek yiyoruz. Ara sıra havadan sudan bahsediyoruz ama ben, genellikle bir ay sonra sosyalleşmiş olmanın tadını çıkarıyorum. Etrafa, insanlara bakıyorum, bu gürültüyü bu kadar özlemiş olmam inanılmaz bir şey.

 

Sonra Akın ile göz göze geliyorum ve yeşil gözleri, yüzündeki tebessümü beni de gülümsetiyor. Beraber çekolettalı tatlılarımızı ve Mokka'larımızı içiyoruz. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum ve bu, ilk yeniden doğuşum değil gibi.

 

Akın'ın tam arkasında, on metre kadar ileride bir masada tanıdık birini görüyorum. Yüzüm hemen soluyor, çünkü geçmişin peşimi asla bırakmayacağının farkına varıyorum.

 

💲

 

Sinemaya gidiyoruz, bir savaş filmine. Ben ağlayarak çıkıyorum ama Akın'a hiçbiri şey olmamış. Son ânda şehit düşen asker için üzülüyorum, etkisinden çıkamıyorum.

 

"Taş mısın?" diyerek Akın'ın göğsüne elimi vuruyorum.

 

"Bilmem," diyor ukala bir tavırla, "sence öyle miyim?"

 

"O ânlamda söylemedim. Böyle bir filmde nasıl duygulanmazsın diyorum!"

 

"Duygulanmak illa ağlamakla mı oluyor?"

 

"Hayır ama mimik bile kıpırdatmayınca, ne bileyim..."

 

Gülümseyerek elini omzuma atıyor, beraber sahildeki bir bankta oturuyoruz. Henüz güneş batmamış ama battı batacak. Başımı onun göğsüne yaslıyorum, beraber gün batımını izliyoruz. Boğazın kokusunu içime çekiyorum, gün batımından çok kız kulesine bakıyorum. Yavaş yavaş hava kararıyor, şehrin tüm ışıkları yanıyor yeniden. Ve bir gün daha bitiyor böylece.

 

💲

 

Beraber önce Leyla'nın evine gittik. Kapıyı açıp beni ve yanımda Akın'ı görünce şaşırdı. Elbette dün geceden sonra hiç gelmeyeceğimizi düşünmüş de olabilirdi. Onu şaşırtan da buydu. İçeriye geçip onu öpüp sarıldım. Bizi salona buyur etti. Salona girdiğimde, Nisan hemen ayaklandı. Bana güzel güzel bakıp kollarını açtıktan hemen sonra Akın'ı gördü ve suratı asıldı, "Ay bunu da mı getirdin?" dedi, sanki köpekten bahsediyor gibi.

 

"Nisancığım," dedim uyaran gözlerle. Ona sarılırken bir yandan da dürtüp çimdikledim. "Hoş geldin enişte," dedi hemen, sahte durmasına özen gösterdiği gülümsemesi ve sesiyle. "Geldi meymenetsiz." dedi dudak altından ama eminim ki Akın bunu duydu.

 

Nisan'ı itip kakarak koltuğa oturttum. Akın da tekli koltuğa oturdu. Leyla gelip yanıma oturunca, Akın'a, "Sen tek biz üçümüz," der gibi oldu.

 

"Biliyorsunuz," diyerek lafa girdim, "biz on üç eylülde nişanlanıyoruz, ondan önce şöyle hep beraber oturalım dedim."

 

"Sen tek geleceksin sanıyordum, kız kıza bir organizasyon düzenlemiştim." dedi Nisan.

 

"Ne organizasyonu, biz evde oturup tanışıp, konuşacaktık işte." dedim.

 

"Ben ayarladım işte, diyorum ya, sen tek gelirsin, üçümüz takılırız diye düşünmüştüm."

 

"Nasıl bir şey?" diye sordu Akın.

 

Nisan hemen, "Ay sana ne-" derken, dirseğimi böğrüne geçirdim. "Ormanda beraber kamp yapma hayalimiz vardı, gerekli her şeyi alıp gelmiştim ama kısmet olmadı." diyip iç geçirdi.

 

"Bana uyar," dedi Akın, "tabii tek başınıza değil de, ben de sizinle gelirsem olabilir." Bakışlarını Nisan'a çevirdi. "Mikail ile Emin'i de çağırırım, tabii isterseniz."

 

"O zaman olur," diye atıldı Nisan, ona "vaay, öyle mi?" der gibi baktım. Şimdi halinden daha memnun gibi görünüyordu.

 

Leyla'ya baktım, o Nisan kadar kapris yapmayıp ayak uyduruyordu. "Bana da uyar," dedi o da.

 

"O zaman gidiyoruz bu akşam, ama nereye?" diyerek dönüp Akın'a baktım.

 

"Bana bırakın," dedi, diğer yandan da telefonuyla birilerine mesaj çekiyordu. Sanırım Mikail ve Emin'e yazdı. Başını kaldırıp bana baktığında, "Onlara haber verdim," dedi, "çadırları alıp gelecekler."

 

"Ben çadırımı getirdim, bir hayli büyük." dedi Nisan hava atar gibi. "Üç kişi rahat sığarız, umarım siz de sizin çadıra sığarsınız."

 

💲

 

Ormanın içinde düz bir açıklık alan bulmuş, çadırları kurmaya başlamıştık. Nisan, Leyla ve ben kendi çadırımızı kuruyorduk. Akın kendine tek bir çadır kurmuş, Emin ve Mikail de beraber tartışarak kendi çadırlarını kuruyorlardı.

 

"Oğlum oraya değil, babanı dinle." dedi Mikail.

 

"Hassiktir ordan," dedi Emin.

 

Onlar ve bizimkiler çadırlarla boğuşurken, kendi çadırından çıkan Akın'ın yanına gittim. Ellerimi arkadan bağlayıp, cilve yaparak yanaştım. "Çadırın çok güzelmiş, yeşil yeşil, gözlerin gibi."

 

O da bana yanaştı.

"Evet, hem de iki kişilik."

 

"Seninle aynı çadırda kalacak olursam, Nisan kafamı yarar." dedim sırıtarak.

 

"Ben de zaten bizimkilerin dilinden kurtulamam," dedi.

 

Aynı ânda dönüp onlara baktık.

 

Mikail çadırın içinde idi, Emin de girdi ve kavga etmeye başladıklarında, çadır başlarına çöktü. Emin başını çıkardı, hemen sonra da Mikail çıkıp, "İmdat ya, salak bu ya. Seni dinlediğim günün doğumunu sikeyim."

 

"Ben de o günün şafağını," diyen Emin ona trip atar gibi yüzünü başka tarafa çevirdi. İkisi de kan ter içinde kalmışlardı.

 

Akın ile gülerek birbirimize baktık ve göz göze gelince dudaklarımızı birbirine bastırıp öylece durduk. Hayır öpüşmedik, sadece gülümsemelerimizi durdurmaya çalıştık. Akın elini saçlarına götürerek bakışlarını kaçırdı, ben de bizimkilere yardım etme bahanesi ile oradan kaçtım.

 

Arkamdan, "Çadırı kuramazsanız yanımda yer var," dedi, "ama sadece tek kişilik."

 

Sırıtarak bizimkilerin yanına gittim. Dakikalarca verilen uğraştan sonra çadırlar kuruldu. Küçük ve kurulumu basit çadırlardan almış olsalar, bu kadar uğraşmazdılar. Misal, Akın'ın çadırı üçgen şeklinde, abartısız, asker yeşili bir çadırdı. Ama diğerleri sanki ormana çadırdan villa dikmeye çabalıyorlardı.

 

Akın ateş yaktı. Hepimiz ateş başında toplandık. Bir kız, bir erkek şeklinde oturmuştuk. Leya Emin'in yanındaydı, onlar ne konuşuyor, ne de birbirlerine bakıyorlardı. Ama Mikal ve Nisan birbirlerini bulmuş gibi durmadan konuşuyor, gülüşüyorlardı.

 

Ben ince bir yeşil battaniyeye sarıldım, Akın da bana. Başımı omzuna koyup, sıcak çaydan birkaç yudum alarak buz gibi soğuk olan ellerimi fincanın etrafına doladım. Akın saçlarımı öptü ve bir ânda herkes durup bize baktı.

 

Mikail, "Olan var olmayan var," dedi.

 

Bunu duyan Nisan, "Ben önce inanmıyordum ama şu ân inandım, baksana şu kumrulara." diyerek çenesiyle bizi gösterdi.

 

Emin ve Leyla sessizce gülümsüyorlar, bir bize, bir de ateşe bakarak sıcak çikolata içiyorlardı. İkisi birbirinin karşı cins versiyonu gibiydi ama şu ân başka başka kişileri düşündüklerine o kadar emindim ki.

 

Birden bir ses duyduk, bir de fener ışığı.

"Ay bu ne ya, cehenneme gitseydiniz burası biraz yakın olmuş." diye söylenerek yanımıza gelen kişi Duru'dan başkası değildi. "Merhabalar, iyi akşamlar. Demek bensiz kamp yapmaya geldiniz, ben size bunun hesabını sorarım." diyerek topuklu ayakkabılarıyla zar zor yürüyerek etrafımızda dolandı ve tam olarak Leyla ile Emin'in arasına otururken, "Ay şuraya sıkışayım ben." diyip, nihayet yerleşmeyi başardı.

 

Emin'in uzerindeki âni değişimi görmemek için kör olmak lazımdı. Ya da ben böyle bir şeyden şüphelendiğim için bu kadar dikkat ediyor da olabilirdim. Duru'ya yer açıp, "Hoş geldin," dedi. Duru da, "Hoş buldum," diyip kızıl saçlarını Leyla'ya doğru savurdu. Leyla, Duru'nun saçlarını fincanın içinden çıkarırken, sabır diler gibi bir hâli vardı.

 

"Hoş geldin," dedim, "vallahi anlık oldu, yoksa sensiz olur mu hiç?"

 

Duru yeşil gözlerini bana çevirip, bana öpücük yolladı. "Canım yengem ya, şaka yapıyorum tabii ki. Ben kırılmam böyle şeylere, ortama dan diye dalar hemen uyum sağlarım."

 

Duru'nun ses eğitimi varmış, gitar da çalıyormuş. Bize şarkı söylemeye başladı, Emin 'in ona olan bakışlarını tek ben mi farkediyordum acaba? Ellerini geriye doğru yaslamış, doğrudan Duru'ya bakıyordu. Duru doksanlar şarkıları soylerken, hepimiz el çırparak ona eşlik ediyorduk.

 

Mikail ve Nisan ayağa kalkıp dans etemeye başladıklarında, yaptıkları saçmasapan dansa kahkaha atıyorduk. Mikail o iri cüssesi ile nasıl bu kadar kıvrak olabiliyordu?

 

Duru bu defa daha sakin bir şarkı söylemeye başladı. Akın ayağa kalkıp elini bana uzattı. Dans davetini kabul edip, elimi avucunun icine bıraktım. Bu defa biraz kenarda, baş başa dans ettik. Duru, "Seni seviyorum, bu gece ah, gir kollarıma..." dediği yerde birbirimize sarıldık. "Yaşanan o duygularla, öp beni, ah, bu gece... bu gece öp beni..." dediği yerde ise, Akın yavaşça yüzüme eğildi, gözlerimiz kapandı, dudaklarımız birbirine dokundu. Uzunca öptü, uzunca öptüm. Öpüştük.

 

Bir ânda alkış koptu. Utanarak yüzümü Akın'ın göğsüne gömdüm, sağa sola dans etmeye devam ettik. Mikail'in ıslık çalarak, "bravo" diye bağırdığını ve Nisan'ın ona eşlik ettiğini duyabiliyordum. Bu yüzden yüzümü gömdüğüm yerden çıkarmak istemedim.

 

Akın kollarını bana öyle bir sarmıştı ki, tek bedende iki can gibiydik. Hareketlerimiz durdu ama bir süre daha orada sarılarak durmaya devam ettik. Aradan bir kaç dakika sonra hepimiz ateş başındaydık, kadehler tokuşturuldu. Mikail boş şişeye bakıp durdu ve aklına bir oyun geldiğini söyledi. Böylece şişe çevirmece oynamaya başladık. Oturma pozisyonumuza şöyle bir baktım da, gece daha yeni başlıyor gibiydi.

 

Daha ilk çevirmede Nisan'ın Akın'a bir soru yönelteceği kesinleşince, gerilmeye başladım bile. Hemen, elime düştün, der gibi ellerini birbirine sürttü.

 

"Doğruluk mu, cesaret mi?"

 

"Doğruluk," dedi Akın.

 

"Nalan'ı hiç aldattın mı?" diye sordu doğrudan.

 

"Ne gerek var böyle saçma sorulara? Gecemizi ziyan etmeyelim, rica ediyorum." dedim.

 

Akın, "Sorun değil," dedikten sonra detaylıca cevap verdi. "Dün otuz yaşıma bastım ve şu yaşıma kadar, Nalan'dan daha güzel bir kadın görmedim. Tek ona dokundum, tek onu öptüm ve ben hayatımda ilk defa, ona âşık oldum. Sadece güzel olduğu için değil, ben anlatmadan da beni anlayabilecek kadar zeki ve anlayışlı olduğu için."

 

Ona gözlerimden kalp çıkarak bakıyordum. O ise gayet ciddi bir ifade ile cevapladı bu soruyu. Nisan aldığı cevaba pek de inanmamış gibi bir ifadeyle, neyse, diyip şişeyi bir kez daha çevirdi. Bu defa şişenin bir ucu beni, diğer ucu da Mikail'i gösteriyordu.

 

"Doğruluk mu, cesaret mi?" diye sordum.

 

"Cesaret tabii ki, benim doğrulukla ne işim olur? İki lafımdan biri yalan."

 

"Ay ne kadar da bensin," dedi Nisan, cilveli bir sesle.

 

"Demek öyle..." diyip biraz düşündüm, Nisan bana yalvarır gibi bakıyordu. Ne istediğini biliyordum ve istediğini ona vermekle hükümlü idim. "O zaman şu ân Nisan'ı bi' güzel öp ve biz de seyredelim."

 

Şurada oturan yedi kişi içerisinde, bu öpüşmenin gerçekleşecek olmasından hiç kimse şikâyetçi değildi. Mikail Nisan'a doğru döndü, Nisan gerileyerek dikleşti. Elbette Mikail'den romantik bir şey beklemiyordum ama bu kadarını da beklemiyordum. Ellerini Nisan'ın yanaklarına koydu ve öyle bir yumuldu ki, Nisan Emin'e doğru eğildi.

 

Emin, "Şöyle çekilelim de, bu bizi de götürmesin." diyerek Duru'yu da alarak kenara çekildi.

 

Mikail öpmeye devam ediyordu, kızın dudaklarını yedi bitirdi. "Lan yuh, çüş, oha. Dürüm değil o!" Yerdeki boş demir fincanı alıp kafasına fırlattım.

 

Kafasına değince iki metal birbirine değmiş gibi bir ses çıktı. Elini kafasına tutarak geri çekilip bana baktı. "Yenge öp dedin öptüm işte, kafamı yardın ya!"

 

"Ben sana öp dedim, ye demedim!"

 

Nisan'ın ruju ikisinin de ağzına yüzüne bulaşmıştı.

"Sen bi' güzel öp dedin, ben de bi' güzel öpeyim dedim."

 

"Aşk olsun," dedi Nisan, "sadece oyun için mi öptün yani!"

 

"Ne alakası var?" dedi Mikail, "İstediğim için öptüm zaten," Nisan'ın yüzü tekrar güldü.

 

"Misal, Emin'i öp dese, daha az öperdim ama Akın olsa, biraz daha uzun olabilirdi."

 

İki elimle ağzımı kapatıp Akın'a baktım. Akın, "Sana şimdi küfür etmeyeceğim Allah'ın cezası, çıkışa gel." dedi.

 

Emin, başını hayıflanır gibi iki yana salladı. "Ulan tüm yaşadıklarımız yalan mıydı?"

 

"İftira atma be! Ne yaşamışız biz seninle?" diye çıkıştı Mikail, hemen de tufaya düşüyordu.

 

"Ulan hani otuz beşe kadar birini bulamazsak beraber evlenecektik," dedi Emin, "Seviştikten hemen sonra söylemiştin, hatırlamıyor musun? Ben unutmadım çünkü."

 

"Allah kuru iftiradan saklasın!" diyerek Nisan'a doğru döndü, o da gülüyordu. "Vallahi yalan, ben bakireyim!"

 

"Vallahi yalan," dedi Emin, "beraber az gitmedik çapkınlığa."

 

"Öyle mi?" diye araya girdi Duru. Emin'in tüm ateşi bir ânda söndü. "Hayır tabii ki, çapkınlık ne demek onu bile bilmiyorum ben, bi' filmden aklımda kalmış."

 

"Hıh, iyi," dedi Duru.

 

Leyla hemen Akın'ın yanında oturmuştu ve fazla sessizdi. Kendisini dışlanmış gibi hissetmesini istemedim. "Hadi Leyla, bu sefer sen çevir şişeyi."

 

Leyla şişeyi alıp yere bıraktı ve çevirdi. Şişenin bir ucu Nisan'a, diğer ucu da kendisine geldi.

 

"Doğruluk mu, cesaret mi?"

 

"Dogruluk."

 

"Nalan'a ihanet ettin mi?"

 

Şaşkınlıkla başımı Akın'ın omzundan kaldırdım. İkisi arasında yoğun bir bakışma geçti. Nisan, "Sen ne diyorsun be?" diye çıkıştı.

 

Sessiz kalarak dikkatle izlemeyi seçtim. Leyla, "Sadece bi' soru, neden gerildin ki?" diye sordu. Nisan daha da öfkelendi. "Saçma bi' soru olduğu için sinirlendim, gerilmedim ve sen benim sinirimi iyi bilirsin."

 

"Yapma ya? İnsanların içinde bana hava mı atıyorsun sen? Bi' bok yapamayacağını ikimiz de çok iyi biliyoruz."

 

"Leyla bak saçmasapan konuşma!" diye ayaklandı Nisan. "Ya da ne hâlin varsa gör ya, ben gidiyorum."

 

Nisan çekip gitti, Mikail de onu yalnız bırakmamak için arkasından. Bir anda beş kişi kaldık. Leyla'ya bakarak, "Neden böyle yaptın?" diye sordum.

 

"O Akın'a sorunca bi' sorun yok da, ben aynı soruyu kendisine sorunca niye böyle büyük bir tepki verdiğini anlamış değilim doğrusu." Umursamaz bir ifadeyle omzunu silkti ve ayağa kalkıp bize iyi geceler diledikten sonra çadırına gitti.

 

Şimdi ateşin bir tarafında Duru ve Emin, diğer tarafında da Akın ve ben kalmıştık. Duru, "Benim de uykum geldi," diyerek ayaklandı.

 

O da uyumak için kızlar çadırına gittikten sonra Akın Emin'e bakarak, başıyla işaret etti. "Ne bekliyorsun, karpuz mu?"

 

Emin de ayağa kalkıp, bize iyi geceler diledikten sonra, Mikail ile kurduğu çadıra gitti. Mikail ve Nisan gerçekten de gitmiştiler.

 

Şimdi ateş başında yalnızdık, başım onun omzuna yaslıydı, bir koluyla beni sarmıştı ve beraber közlenmek üzere olan ateşe bakıyorduk. Öylece kim bilir kaç dakika oturduk, belki otuz, belki de kırk beş dakika. Ateşin son kıvılcımı sönene kadar, küle dönene kadar bekledik. Sonra ise Akın elimi tuttu, beraber onun çadırına girip uzandık.

 

Üzerimizi bir battaniye ile örttükten sonra yanıma uzanıp beni göğsüne çekti. Kolumu ona doladım, o da iki kolu ile beni sıkı sıkıya sarıp, alnımın bir köşesine bir buse kondurdu. Gözlerim huzurla kapandı, hiçbir şey düşünmemek ve sadece anın tadını çıkarmak için kendimi zorladım. Benim için, bizim için her şey güzeldi. Onun göğsünde, kokusunu alarak uyumak en güzeliydi.

 

💲

 

Sabah birkaç ses duydum, demir kab kacak sesi. Gözlerimi açtığımda önce nerede olduğumu kavrayamasam da, daha sonra dün geceyi anımsadım. Ormanın ortasında, Akın'ın çadırının içindeydim ve biz, iki gece boyunca birbirimize sarılarak uyumuştuk... Ve ben, bu iki gecede kabus görmedim. Sanki kendimi onun kollarındayken korunuyor gibi hissediyorum. Hayır, hayır, beni değil! O, küçük ve savunmasız olan Nalan'ı koruyor.

 

Kalkıp çadırdan çıkıyorum, o yeşil çadır dünyanın en iyi eviymiş gibi ve içerisi, dışarısından daha korunaklı, güvenli gibi hissediyorum bir kez daha. Temiz havayı içime çekiyorum, sonra kollarımı iki yana açarak esniyorum. Akın az ilerde yaktığı ateşin iki tarafına taş koymuş, üzerinde çay kaynatıyor. Gülümsüyorum. Onu gördükçe huzur buluyorum.

 

Onun yanına gitmeden evvel şöyle bir etrafa bakıyorum. Ne Emin çıkmış çadırından, ne de bizim kızlar. Onun yanına yaklaşıp eğiliyor ve yanağını öpüp, "Günaydın," diyorum. O da aynı şekilde karşılık veriyor, sesindeki huzuru kokluyorum, nefis bir şey. "Herkesten sonra uyuyup, önce uyanmayı nasıl başarıyorsun?" diye sormadan edemiyorum.

 

"İki saat bana yetiyor, ayrıca uyuyarak zaman kaybediyorum sanki. Tesadüfen bir yerlerde uyuya kalıyorum ve dünyanın en iyi uykusunu çekiyorum. Garip gelebilir ama gerçek bu."

 

"Hayır," diyip gülümsedim ona, yanına çömelip buz kesen ellerimi ateşe tutarak ısınnmaları için çabaladım, "galiba senin garipliklerine alıştım, artık ne dersen de bana garip gelmeyecek."

 

Güldüğünü işittim, gülümsemesini görmek için ona baktım ve hafızama kazıdım.

 

💲

 

Bir başka gün beraber yüzük almaya gittik. Büyük bir kuyumcuya girdik, Akın ile kendimize yüzükler baktık. Henüz bir evlilik teklifi yapmamıştı ama nişana daha bir hafta kalmasına rağmen şimdiden yüzükleri alıp takmak istiyordu. Bu fikir benim de hoşuma gitti.

 

Ben sade bir alyans seçtim, şu altın ve abartısız olanlardan. Akın için de aynısından seçtik. Ellerimizi yan yana tutup baktık, sonra da birbirimizin gözlerine. Eğilip yanağımı öptü, ben de onun yanağını.

 

Ordan bir parka gittik. Göl kenarında güzel bir parktı ve gölün yanında loş bir mekân vardı. Biraz yürüyüş yaptıktan sonra kafede bir masaya yerleştik. Akın, "Seni buraya bir şey anlatmak için getirdim." dedi. Meraklanarak masanın üzerindeki ellerini tuttum ve onu dinlediğimi söyledim. "Nişanımıza bir hafta kaldı, biliyorum her şey çabuk gelişti, sadece bir buçuk ay kadar geçti ama nişanı ertelemek de istemiyorum. Yanlış anlama, hâlâ aynı fikirdeyim, seninle önce nişanlanmak, sonra da evlenmek istiyorum."

 

"Öyle ise sorun ne?" diye sordum.

 

Yüzündeki ifade beni korkutuyordu. Sanki kötü bir şey söyleyecekmiş gibi görünüyordu.

 

Ellerimi sıkıca tutarken, baş parmaklarıyla ellerimin üzerini okşuyordu. "Nalan, ben, nişandan sonra dağa gideceğim."

 

Sanki içimdeki tüm mutluluk bir anda uçup gitti. Bunca zaman yaşadığımız her şeyden şüphe duyar oldum. Sahiden, beni hiç mi düşünmüyordu?

 

"Ben bunun için doğmuş gibi hissediyorum, Nalan. Bunca yıl kendimi geliştirdi isem, bunun içindi, savaşmak için."

 

Bir şey diyemedim, sadece ona dolu gözlerle bakarken, kirpiklerimi ağır ağır kapayıp açmak ile yetindim. Ara sıra yutkundum ama sanki boğazımda tıkanıp kaldı. Sindiremedim.

 

"Sana bunu şimdi anlatıyorum çünkü sana bir seçim şansı sunmalıyım. Ben kesin gideceğim ama sen beni beklemek zorunda değilsin. Eğer ki, ayrılmak istersen, anlayışla karşılarım."

 

Yine bir şey diyemedim. O devam etti.

 

"Sağ kalıp kalmayacağım belli değil, şehit olabilirim, sana cansız olarak döne de bilirim." Parmağı parmağımdaki yüzüğü okşadı. "Bu nişaneyi o yüzden taktım, şu ân çıkarıp önüme bırakıp gidersen, söz veriyorum darılmayacağım."

 

Ellerimi elinden çekip aldım, sol gözümden süzülen damla yanağımı ıslattı. Bir anlık tüm vücudum ürperdi ve ben burnumu çekerken, o ân ağladığımı farkettim. Hıçkırarak değil, sessizce.

 

Elimi onun elinden çekip aldığımda, hiçbir tepki vermedi ama yüzüğüme dokunduğumda, gözlerinin içinde bir şeylerin kırıldığını farkettim. Ben de kırıldım. Beraber kırıldık...

 

 

Loading...
0%