@hadizade
|
Dedubliman, Belki
Batuhan Kordel, Sicak sarap

💲
Yıkımın getirdiği gözyaşları idi bu, başımızdan aşağıya yağmura karışarak yağdı ve biz hariç, kimse fark etmedi. Hava değişti, güneş gitti, bizim için gün burada bitti, tıpkı mutlu anlarımızın bittiği gibi.
Yanımdaki çantaya yapıştı elim, ayağa kalkıp topuklu ayakkabılarımın çıkardığı o tok sesler eşliğinde, tahta zeminin üzerinde koşar adımlarla oradan uzaklaştım. Sadece gözyaşlarımı kimse görmesin diye kaçtım ve onu peşimde bıraktım.
"Nalan!"
Bir ağacın altına sığındım, gök gürlüyordu, yağmur şiddetleniyordu git gide. Üzerimde bir son bahar elbisesi ile hiç çekinmeden o ağacın dibine oturdum ve kollarımı bacaklarımın etrafına dolayıp, yağmurun gözyaşlarımı kamufle etmesine izin verdim.
Onun ayaklarını gördüm, geldi ve tam önümde durup eğildi. Göz göze geldik, yeşil irisleri bana üzüntü ile bakıyordu şimdi. Yüzüğü hâlâ parmağımda idi, kıyamadım, çıkaramadım.
"Veremem," dedim gözyaşları içinde başımı iki yana sallayarak, "Ben sana yüzüğü geri veremem, Akın."
Ellerini yüzüme koydu, ıslanmayı umursamadan, baş parmaklarının içi ile yanaklarımı sildi. Sanki az sonra tekrar ıslanmayacağız gibi, sildi ve tekrar ıslandı yanaklarım. İnsanlar kaçışıyordu ama biz, kıpırdamadan sessizce konuşuyorduk birbirimizle.
"Geri vermeni istemiyorum ki," dedi, "sana geri gelemem diye dedim, ne olur ben de bilmiyorum."
"Gitmesen... Çok mu bencilim Akın? Gitmeni istemiyorum, ben çok mu bencilim?"
Hafifçe gülümsedi ve başını iki yana salladı. "Değilsin."
"Madem öyle, gitme o zaman. Bak aklım durur benim, sen orda iken duramam burda. Gideceksen beni de götür o zaman." Bunu en son birine de söylemiştin Nalan.
"Benimle gelemezsin, o zaman benim de aklım sende kalacak."
O da böyle demiş ve gitmiş, dönmemişti.
Bunun farkındaydım zaten ama kabullenmek istemiyordum.
"Benim evimde yaşamanı istiyorum, annem de seninle kalacak, Duru da."
Burnumu çektim, "Ne zaman geri geleceksin peki?"
Başını iki yana salladı ve, "Bilmiyorum," dedi. Dayanamayıp boynuna sarıldım, bu defa hıçkırarak ağladım, kana kana, kanayarak.
Sende uzun zamandır aradığım o şeyi buldum ve sen de gideceğim, diyorsun. Söyle revâ mı bu bana?
"Sakinleş... Sakinleş... Daha gitmiyorum, kesin değil. Bak burdayım, yanındayım," diyerek saçlarımı seviyor, sırtımı okşuyordu.
Sanki o, bir sakinleştirme uzmanı idi, beni nasıl anında rahatlatabileceğini biliyordu. Ben usulca sakinleştim ama öyle ıslanmıştım ki, çok üşüyordum. Akın beni kucağına alıp hemen yakında park ettiği arabasına kadar taşıdı. Ön kapıyı açıp beni yan koltuğa oturttu ve çantamı da arka koltuğa attı. Sürücü koltuğuna yerleştiğinde, "İyi görünmüyorsun, doktora götürmemi ister misin?" diye sordu.
"Hayır," diye mırıldandım, "Ama çok üşüyorum."
Tek başıma her şeyi halledebilirim ama çocukluğumdan beri, ne zaman biraz üşütecek olsam, ölmekten beter olurum. Ama sen bunu bilmiyorsun, varsın bildiğin gibi bilmeye devam et beni.
"Sen bakarsın bana," dedim ona bakarak. Yüzüne yayılan tebessümü gördüm ve içim ısındı.
Ona alışmak zaten benim için pek kolay olmamıştı, şimdi bir de yokluğuna mı alışmam gerekiyordu? Hayat cok gariptir, bir zamanlar kaçmak istediğiniz kişiye bir zaman sonra bağımlı olabilirsiniz. Kokusunu, sesini, size bakan güzel gözlerini özleyebilirsiniz.
''Yüzüğü çıkartmadın,'' dedi, ''bu, beni beklemek istediğin anlamına geliyor sanırım.''
''Tabii ki... Kaybetmenin ve yerine birilerini koymanın çok kolay olduğu bir zamanda, ben seni hiç kimsenin inemediği bir derinliğe hapsettim. Seni istesem bile oradan söküp atamam.''
Yola bakıyordu ama benden yana olan eli yanağımı okşadı, geri çekmeden evvel bileğini öptüm. Üzerinde kalıcı çizgiler, yara izleri olan o bileğini. İnsan mimikleri ile değil, göz bebekleri ile güler ya hani, öyle baktı bana ve öyle bir bakış ki, bin ömüre bedel. Kazıdım bunu da derin bir yerlere.
💲
Bahçeye girdiğimizde, Akın arabayı evin önünde durdurup indi. Hâlâ daha halsiz hissediyordum ama klimayı köklediği için ısınmıştım. Sanırım bu âni mevsim değişimleri beni hasta ediyordu ve bünyem virüse karşı dirençsizdi. Hatta bir kaç kurşuna olduğundan daha dirençsiz.
Akın arabadan inip önden dolaştı ve kapıyı açtı. ''İyiyim,'' diyerek beni kucağına almasına izin vermeden kendim indim, ''ancak sıcak bir kâse kırmızı mercimek çorbası içersem, anca kendime gelebilirim,'' diye laf atıp, bir de iç çektim peşinden.
''Anlaşıldı,'' dedi ve elimi alıp kendi koluna geçirdi, beraber eve girdik. ''Nane limon filan da ister misin?''
''Hani başka bir şey yapmayı bilmiyordun?'' diye sordum hemen.
''Nane limon kaynatırken, içine keçi ayağı atacak değiliz ya. Adı üstünde, nane limon.''
Güldüm. ''Delisin.''
''Sen çok akıllısın sanki.''
''O zaman sen yallah mutfağa, ben de sıcak bir duş alıp geliyorum,'' diyip yanağını öptüm ve kolundan çıkıp merdivenlere yöneldim.
''Sen mi beni karın yapacaksın, ben mi seni... Ben bu işten hiç bir şey anlamadım,'' diye söylenerek mutfağa gitti.
Ben de tırabzanlardan sarkıp sırıtarak onu izledim. Ancak sonra gerçekler yüzüme bir tokat gibi çarptı ve yüzüm soldu. ''Kim olduğumu bilsen, beni ister misin, onu bile bilmiyorum,'' diyerek basamakları âdeta bir ölü gibi çıkmaya devam ettim.
Kendi odama girip yatağımda uyuyan Hayri'yi gördüm ve benim sesim yine çocuk sesine döndü. ''Hayri, oğluşum,'' hemen uyanıp miyavlayarak bana koştu, eğilip onu kucağıma aldım ve başının üzerini öpüp sarıldım. ''Acıktın mı sen? Annen sana mama versin mi?'' diyerek mama ve su kabının oraya gittim. Tabii yemeğinin bir kısmı kabında duruyordu ama muhtemelen kokusu çıktığı için yemeyecekti. Ben de üzerine biraz ilave edip onu yere bıraktım, tahmin ettiğim gibi yeni mama kokusuna karşı koyamadı.
Üzerim ıslaktı ve sıcak bir duşa ihtiyacım vardı. Banyoda sıcak bir duş aldım, içim ısındı. Bornozla, saçlarımı bir havlu ile kurutarak odama geçtiğimde, telefonumun çaldığını duydum. Havluyu boynuma serip yatağın üzerindeki çantamı kurcaladım ve elime alıp ekrana baktım.
B. arıyor...
Telefonu tamamen kapatıp yatağa attım ve üzerimi değişip aşağıya indim. Şu ân değil sesini duymak, varlığını bile hatırlamak istemiyordum. Ne onun, ne de köpekliğini yaptığı adamın.
Bu ev bir kale, öyle değil mi? Bir tek buraya giremiyorsun.
Öyle ise, burada kalmak, senden kaçmak için güzel bir yer olmalı.
Salona, ordan da mutfağa geçtim. Akın sırtı bana dönük hâlde tezgâhın başındaydı ve benim için çorba hazırlıyordu, yapabildiği tek yemek olan mercimek çorbasını. Bir süre sessizce oturup onu izledim ve elbette bir bordo bereli olarak beni farketti.
''Saçlarını iyice kuruttun mu?''
Saç uçlarıma dokundum. Oldukça gür saçlarım vardı ve son zamanlarda kestirmediğim için uzunluğu belime kadar geliyordu, önleri de göğüslerimin altına kadar. Uçları kurumamıştı, onları geriye attım ve, ''Kuruttum,'' dedim, ''baksana!''
''Sana inanıyorum.''
Yüzüme buruk bir tebessüm yayıldı. Keşke inanmasan, sorgulasan yine beni. Bir süre daha hırpalasan, açılıp dökülür, itiraf ederim belki bir şeyleri, rahatlatır belki beni.
''Başka çaren mi var sanki,'' dedim gülerek, ''nerde benim çorbam, yarım saattir n'apiyorsun sen orda?''
Kestiği portakalları makineye koyup sıktı ve taze sıkılmış portakal suyunu bir bardağa koyup arkasını dönerek bana baktı. ''Önce bolca c vitamini alacaksın ki, iyi olasın.''
Bardağı önüme bıraktığında alıp, ''Haklısın,'' dedim, ''sonuçta işin ucunda yaptığın çorbadan zehirlenmek var.''
Bana yalandan bir öfkeli bakış atınca sırıttım. Gerdan kırarak, ''Şaka,'' dedim, ''ironi...''
Başını ''ben sana yapacağımı bilirim'' der gibi salladı ve yeniden çorbanın yanına döndü.
Bana sırtını döndüğün ân, sen beni mutlu gör diye yüzüme yerleştirdiğim tüm gülücüklerin kırık parçaları tenime saplanıyor.
Yardım etsene bana, duymuyor musun yoksa?
Ah, doğru ya, konuşmuyorum.
''Akın.''
''Efendim güzeller güzeli?''
İçim bir hoş oldu, gülümsedim ve biraz da şımardım.
''Ne diyeceğimi unuttum... Ha, dur! Hatırladım... Annen neden burada kalmıyor? Ben Seray Hanım'ı çok sevdim, keşke hep burda kalsa.''
''Kadının kendi evi var, zorla burada tutamam ki, kendisi gitmek istiyor. Hem, bizim bu gürültülü evimize pek de dayanabileceğini sanmıyorum.''
''Ne gürültüsü? Alt tarafı... Mehmet Akcan gördüğü her yerde gırtlağıma çöküyor, Duru sabah akşam rock müzik açıp bağıra çağıra söylerken tepiniyor, sen beni Damn'la kovalıyorsun, o ara önümüzden koşarak Mikail geçiyor, peşinden Emin gidiyor, yakalayıp ağzına bir şeyler tıkıştırıyor, ara sıra Hayri ve Damn birbirine giriyor, sen kızını kenara çekiyorsun ben oğlumu, bir şekilde hallediyoruz sonuçta ne var bunda?''
Bir kase çorbayı önüme bırakıp, yanına peçete ve kaşık da koydu. ''Çok konuşma, iç hadi.''
''Tamam Yiğitciğim, içeyim bari,'' diyip yalandan burun kıvırır gibi kaşığı elime alıp çorbaya daldırdım.
Bana doğru eğilip parmak salladı. ''Son kez uyarıyorum, bana bir daha Yiğit dersen sonuçlarına katlanırsın.''
''Ya niye geriliyorsun şimdi? Bi' tas çorba yaptın ya, hemen burnumdan getir! Yemiyorum!'' diyip kaşığı bıraktım ve sırtıma yaslanıp kollarımı önümde çapraz bağladım.
Ama o durur mu? Tabii ki, hayır! Kaşığı alıp çorba ile doldurdu, ''Tamam, hadi iç şunu, boşuna mı yaptım ben bunu?'' diyerek dudaklarıma yaklaştırdı.
''Dur bi' yakma beni,'' diyip çorbayı üfledim.
''Sen yakarken iyiydi ama...''
Şımarık bir kiz gibi saçlarımı savurup gülerek gözlerimi deviresim geldi ama onun yemyeşil gözlerine bakarak yaptığı çorbayı tatmayı denedm. Bakışları dudaklarıma düştü ve ben yuttuktan sonra, ''Aferin,'' dedi. Bu lafa gıcık olurdum ama şu ân yükselmiş olabilirim.
''Çok,'' diyip sustum, o bu kadar yakından bana bakarken dilim tutulmuştu, ''güzel olmuş, ellerine sağlık.''
''Teşekkür ederim ama karşılığında bir isteğim olacak.''
''O zaman ben bi' kaşıktan fazla almayayım,'' diyerek ayağa kalktım, ''size afiyet olsun,'' diyip geri geri gittim. ''Benim çok nemli işlerim var, bir ihaleye katılmam gerekiyor da...''
Gülümseyerek başını iki yana salladı ve hemen iki adımda bana yaklaşıp belimden kavradı. Sırtımı bir ânda duvara yaşlanmış hâlde buldum, o ise tam karşımdaydı ve bana kışkırtıcı gözlerle bakıyordu. ''Nereye kaçıyorsun? Neden hep aklın o noktalara gidiyor Nalan? Belki başka bir şey isteyecektim senden?''
''Ne alâkası var? Benim ağzımdan öyle bir kelime çıktı mı?''
''Zaten bu gidişle ağzından çıkan değil, ağzına giren bir şey olacak,'' dediğinde, susup gözlerimi kocaman açtım.
Ellerimi yavaşça yukarıya kaldırıp, ''Tamam, burdayım. Bir yere kaçtığım yok Yi- yani Akın Beyciğim,'' dedim ve o da, ''Aferin,'' diyerek dudaklarıma baktı ancak benim de aklımda bir şeyler vardı ve onu uyguladım. Tam dudaklarımı öpmek üzere iken, yukarıya kaldırdığım ellerimi bir ânda boyun girintisine soktum ve onu gıdıklamaya başladım. Elbette bu bir risk idi, ne kadar etki edip etmeyeceğini bilmiyordum ama işe yaradı ve Akın gıdık alarak beni bırakıp, gulerek uzaklaştı. ''Dur Nalan, yapma!'' derken, bir yandan da o kalın sesi ile attığı kahkahalar evin duvarlarında yankılanıyordu.
''Sen misin beni sıkıştıran, durur muyum hiç?''
''Nalân, bak fena olur!''
Elbette durmadım ve bu sefer onunla yer değişmiştik, onu dolabın üzerine sıkıştırmış, boynuna soktuğum ellerimi çıkarmasına izin vermiyordum. Gıdıklanınca gülmekten sanki gücü çekiliyordu, normalde olsa beni burdan kaldırıp bahçeye fırlatacak kadar gücü vardı ama şimdi güç bendeydi.
Âniden hiç beklemediğim bir şey yaptı ve göğsümün sol tarafını avuçladı. Bu harketiyle tüm vücudum darmaduman oldu ve geriye giderek elini üzerimden ittim. Bana zafer kazanmış gibi bakıyordu.
''Çok kötüsün!''
''Sen de öyle!''
"Oynamıyorum ben!" Diyip mutfaktan kaçtım.
Ama kandıramadım elbette. "Buraya gel, kaçamazsın!"
Ben koşarak salona geçtiğimde bahçe kapısından koşarak içeriye giren Mikail ile çarpıştık ve aynı ânda söyledik.
"Nalân beni kurtar!"
"Mikail beni kurtar!"
Bahçe kapısından içeriye giren ve bize kötü bakışları ile yaklaşan Emin, diğer yanda da beni yakalarsa fena yapacak gibi görünen Akın. Birbirimize tutunduk. Emin ve Akın iki yanımızda iki metre ötede durmuş, biz de ortada kalmıştık.
"Hadi ben bir şekilde Akın'ı kızdırdım da sen ne yaptın?" diye sordum ona.
"Ben bir şey yapmadım," dedi.
"İçeceğime şap koymuş!" dedi Emin.
"Ne var bunda?" dedi Mikail, "Değil mi yingeh?"
"E-evet," dedim, "Emin sen bazen abartıyorsun," dönüp Akın'a baktım, "aynı Yiğit gibi."
Akın, "Bittin sen," dedi sakin bir sesle gülümseyerek, "Ben seni uyarmıştım."
"Eyvaaah..."
"Hayır yani ben senin iyiliğin için koydum o hapı, aman yani şapı," dedi Mikail.
"Ulan ne iyiliği?" diye delirdi Emin. "Senin yüzünden rezil oldum kıza!"
"Hangi kıza?" diye sordu Akın.
Mikail, "Aklıma bir şey geldi," diyerek cebinden telefonunu çıkardı ve bir şarkı açtı. Kendimizi tutamadık ve onların arasında, "Hap koydum, şap koydum, içine de şap koydum!" diye göbek atmaya başladık. Mikail ile kalçalarımızı tokuşturduk, eliyle bir ses çıkarıyordu, ben de ona eşlik ediyordum. "Hap koyduk, şap koyduk, içine de şap koyduk, Emin'in adını da kuyruklu yılan koyduk," Bir öne, bir arkaya, "oh, oh, oh..."
"Ah, ah da diyeceksiniz," dedi Akın.
Omzumu silktim, koltuğa oturup kollarını yaydı ve bizi gülümseyerek izlemeye başladı.
Mikail'e doğru bayıldım, Mikail cebinden cüzdanını çıkarıp içindeki ellilik banknotlardan birini alnıma yapıştırıp, diğerlerini de üzerime yağdırırken, "Yaşa Mikail abim be, yağdırasın paracıkları!" diye bağırdım.
"Şugar barosun be! Yağdırasın," dedim ama Mikail, "Param bitti, benlik bu kadar," dedi.
"Fakirsin," dedim, "Fuck you fakirsin hem de."
"Pek anlamadım yenge ama eminim çok güzel bir şey söyledin, cansın."
Akın'ı gördüm elinde üç deste dolarla bize doğru geliyordu. "Bana da bayılırsan, ben bunları saçarım," dedi.
"Mikail," dedim.
"Efendim yingeh?"
"Aç müziği!"
"Peki," diyip müziği açtı.
Ama Akın, "Siz çıkın," dedi.
Mikail, "Anlayalım yani," dedi, "aranızda nikâh yok, biraz sabredin, haram, haram!"
"Sana ne ya?" dedim, "Çık dışarıya baş başa bırak bizi, çık çık çık."
"Yenge ben sen istemiyorsun sanıyordum, sen bundan daha beter çıktın," dedi ve resmen söyleyip kaçtı.
Emin de onun peşinden gittikten sonra müziksiz ve baş başa kaldık...
|
0% |