Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. Bölüm.

@hadizade

 

 

Saçlarımda bir el geziniyordu; hem tanıdık, hem yabancıydı, hem buz gibiydi, hem de içimi ısıtıyor gibi hissediyordum. İnsan korkunca teni buz keser ya hani, damarlarındaki kan çekilir, üşür. Sanki öyle bir soğukluktu bu. Normalde sımsıcak olan bir karakterin, yıkılınca buz gibi bir kayaya dönüşmesi gibi.

 

Kirpiklerimi aralayınca, gördüğüm tek şeyin beyaz bir ışık olması beni korkuttu ancak çok az sonra yeşil bir gölge gördüm. Yutkunmaya çalıştım, boğazım kurak topraklar gibiydi. Sanki benim uyandığımı görünce kaçtı, yok oldu birden bire.

 

Gözlerimi sıkıca kapatıp tekrar açtım, bunu birkaç kere yaptıktan sonra etraf yavaş yavaş netleşmeye başladı. Bir hastane odasındaydım, etraf beyaz ve krem renklerindeydi. Şimdi öldüm de beyaz ışığı mı görüyorum diye düşündüğüm o beyaz ışığın ne olduğunu anladım ve birazcık da olsa rahatladım.

 

Kıpırdamaya çalıştığım an belimin sol tarafında peyda olan derin bir sızı, anlık gelen bir acıyla beni olduğum yere mıhladı. Kıpırdama fikrinin ne kadar yanlış bir şey olduğunu anladım. Ben sırt üstü yatmayı pek seven biri değildim ve şimdi rahat rahat yan dönüp yatamamak işkence gibi geliyordu.

 

Az sonra kapı açıldı ve kır saçlı, kırklı yaşlarda, gözlüklü bir doktor girdi içeriye. Yanıma gelip beni kontrol ediyor, sorular soruyorken, ben onunla konuşuyordum, ancak kapının girişinde bir yabancı gibi durup bana bakan yeşil gözlere bakıyordum. Yağmur altında kalıp sırılsıklam olmuş da, onu evime almam için yalvarıyormuş gibi bakan bir kediydi âdeta. Onu görünce yüzümde gülümseme yarandı. O da bu gülümsememden mutlu olmuş gibi gülümsedi bana.

 

Evet, az evvel saçlarımı okşayan o'ydu. Uyandığımı farkedince, hemen doktoru çağırmaya gitmişti belli ki.

 

Doktor çıktıktan sonra o içeriye girdi ve yatağın yanına yaklaştı. Hemen sol yanımdaydı ancak davetsiz gelmiş bir misafir gibi ayakta dikiliyordu. Sol elimi yavaşça kaldırıp sağ elini tuttum, baş parmağım oradaki kurşun yarasına değdi. Yeşil gözleri şaşkınca o dokunuşumdan sıyrılıp gözlerime ulaştı.

 

"Otursana yanıma," dedim kısık bir sesle.

 

"Yok," dedi, "sana rahatsızlık vermeyeyim." Elimi bırakmadan arkadaki sandalyeyi çekip oturdu. Elimi iki avucunun içine alıp, öne doğru eğilerek, avucundaki elimi çenesinin altına yasladı ve gülümseyerek gözlerime baktı.

 

"Teşekkür ederim," dedim nazikçe. Biliyorum, her şeyi biliyorum. Farkındayım ama yardım etmeye de bilirdi. O yardım etmeyi, beni kurtarmak için canını dişine takmayı seçti ve başardı da.

 

Rica ederim demedi ama tam da öyle der gibi bir bakış attı. Ardından aklına bir şey düşmüş gibi yüzü asıldı, kaşları çatıldı. Şimdi söyleyeceği şeyi bekliyordum.

 

"Bunu sana şuan sormak belki de doğru değil ama sormak zorundayım, yüzünü gördün mü?" diye sordu, gözlerimin derinlerine odaklanırken.

 

"Hayır."

 

"Her hangi bir ipucu da olur."

 

"Arkamdan yaklaştı," dedim ve o âna gittim. "Görmedim," düşündüm, belimden çıkan o uzun kasaturayı hatırladım. Bakışlarımı yeniden gözlerine çevirdim ve, "Askeri kasaturayı kimler kullanır, Akın?" diye sordum.

 

Kaşları biraz daha çatıldı ve yüzünü hafif yana çevirerek, oturduğu yerde dikleşti.

"Komando askerler kullanır... da şimdi ne alâka?"

 

Sertçe yutkundum.

"Sen de kullanır mısın?"

 

Bir anda yüzüne şaşkınlık yayıldı ve donup kaldı. Önüme döndüm.

"Kasaturayı sadece komandoların kullandığını ben de biliyorum, bilmek istediğim şey... bir komando askerinin benimle ne alıp veremediği olabilir? Kimseye bir şey yapmadım..."

 

"Sen..." diyip devamını getiremediği anda ona baktım ve o, devamını getirdi. "Sen benden mi şüpheleniyorsun?"

 

Başımı hızla iki yana salladım. Elimi havaya kaldırıp baş ve işaret parmaklarımı birleştirerek, "Birazcık hissiyatım varsa, bunu senin yapmadığını biliyorum." dedim. "Ama... tesadüfe bak ki, sen de bir komandosun ve benim tanıdığım tek asker sensin."

 

"Emin misin?" diye sordu gözlerini kısarak.

 

"Anlamadım."

 

"Tanıdığın tek askerin ben olduğuma emin misin?"

 

Durdum ve susup sadece gözlerine baktım. Hakkımda her şeyi biliyor olması çok sinir bozucu.

 

Acaba her şeyi bildiğine emin misin?

 

"Evet," dedim ona inat, "benim tanıdığım tek asker sensin... Ben sana suç atmıyorum, Akın. Senin yaptırmadığını biliyorum ama aynı zamanda bunu bana yapan kişinin senin çok yakının olduğunu da biliyorum."

 

"Kim?" dedi öfkeli bir ifadeyle, bana mı kızıyordu yoksa bana mı öyle geliyordu?

 

"Senin sorunun ne biliyor musun? Başına bir şey geldiğinde suçluyu çok uzaklarda arıyorsun, hâlbuki insanın en büyük düşmanı hep yanında olan, her şeyini bilendir. Sen sevdiklerine toz konduramıyorsun işte, bu da senin problemin..."

 

Ayağa kalktı ve çatık kaşlarının altından bir süre bana öylece baktı. Nihayet dudaklarını araladı. "İşte kim yapıyorsa senin kafana şu düşünceleri sokmak için yapıyor! Uzaktan biri ama yakından biri olduğunu düşünmemizi isteyen biri. Evet, pek uzak değil. Beni, seni, bizi biliyor. Ama ben yanımdaki adamlara güveniyorum, kefilim."

 

Sıkıntılı bir soluk verip,

"Öyle olsun," dedim, "görünmez, bilinmez bir katille uğraşmaya devam et o zaman."

 

Durdu ve, "Ya sen?" diye sordu bir anda, "sen yanındakilere kefil olabilir misin?"

 

Gülümsedim.

"Benim çevrem seninki kadar geniş değil, ben senin kadar can yakmadım..."

 

Sadece öylece baktı ve sonra odadan çıkıp gitti. Kafamı iki yana salladım, anlam veremedim bu güvenine. Sorunlu işte. İnsanlara hiç güvenmemek kadar, çok fazla güvenmek de bir sorundur. Güvenip kazık yiyeceğime paranoyak olup deliririm daha iyi. Hayat felsefem bu.

 

Kapı ikinci kez açıldığında o geldi sandığım için hemen kapıya baktım ama gelen Nisan ve Leyla'ydı. Leyla'nın rengi atmış, Nisan'ın ise gözleri, burnu ve de dudakları kıpkırmızı olmuştu.

 

"Nalan!" diye şaşkın bir tepki vererek yanıma koştu Nisan. Yanaklarımı öpüp koklarken, sadece gülümsedim. "Canım benim, çok korktuk! Nihayet açtın gözlerini..."

 

Bunu duyunca yüzüm asıldı. Leyla alnımın kenarından öpüp elimi avucuna aldı. "Anlamadım," dedim gözlerine bakarak, "nihayet uyandın derken?"

 

"Komadaydın," dedi Leyla.

 

Şaşkınlıkla ona doğru dönüp, "Bugün ayın kaçı?" diye sordum.

 

Teyit etmek için telefonunu çıkarıp ekranı açtı ve bana gösterdi. Ekranda gördüğüm "13 Eylül" yazısına takıldım. "Oha! Ne? Bir haftadır uyuyor muyum ben? Bugün bizim nişanımız olacaktı!"

 

"Ona uyumak denmez de neyse, evet komadaydın," dedi Leyla. "İnanamıyorum, kahve içiyordum ve bir anda salondaki koltukta uyuya kalmışım."

 

"Salonda mı?" dedim güçlükle. Ben öyle hatırlamıyorum. "Salonda uyuduğuna emin misin?"

 

"Evet ama uyandığımda kendi yatak odamdaydım, Nisan uyandırmasa belki daha fazla uyuyacaktım... Ev kan içindeydi. Çok korkunçtu, seni kaybettik sandım," diyerek üzgün bir ifadeyle saçlarımı sevdi.

 

"Doktor hiç umut vermedi! Bir an gerçekten gittin sandık! Az önce o Akın itini de hırpaladım," derken, gözlerini sildi Nisan. "Ama içim soğumadı, gidip biraz daha hırpalayıp saydıracağım!"

 

"Otur oturduğun yerde!" dedi Leyla, ona kızgın bir bakış atarak. "Hastaneyi birbirine kattın zaten, başka hastalara saygın olsun!"

 

"Sana ne be?" diye çıkıştı Nisan, "Sana mı soracağım kızım? Asabım bozuk zaten, sana da patlamayayım şimdi!"

 

"Bana bağırma!" dedi Leyla. Kelimeleri sertçe söylüyordu ama gerçekten Nisan ona çok bağırmasına rağmen sakin kalıyordu.

 

"Bağırtma o zaman!"

 

Leyla ona bıkkın bir bakış attıktan sonra, "Siktir git ya!" diyip odadan çıktı.

 

Her zamanki Leyla, onun tartışmak yerine seçtiği kaçma yöntemi budur.

 

Başımın ağrısına mı yanayım, onca derdime, sorunuma mı, yoksa çocuk gibi kavga etmelerine mi? Ah, bilmiyorum.

 

"Hah, ne oldu şimdi?" dedim ona bakarak. Mavi gözlerini kaçırdı hemen. "Çocuk musunuz Allah aşkına ya?"

 

Boynundan geçirdiği askılı siyah çantasından bir mendil çıkarıp burnunu sildi, zaten saatlerce ağlamış gibi görünüyordu. Yatağımın kenarına oturup, "Görmüyor musun? Kendi sataşıyor," dedi. Sanki ben ebeveynim de çocuklarım bana birbirlerini ispiyonluyor gibi hissettim. "O Akın iti de utanmadan geliyor burda bekliyor, sanki âşıkmış gibi... Bir kere sana âşık olsa zarar vermez, hepsi onun yüzünden oldu zaten!"

 

Sanki ağlamamak için kendini tutuyor, kesik kesik soluyarak konuşuyordu. Koluna dokununca bana baktı, gözleri kan çanağı gibiydi. "Nisancığım beni Akın yaralamadı zaten."

 

"Biliyorum, biliyorum, öyle olsa çoktan onu Koray'a aldırtmıştım zaten... Ama maalesef o değilmiş."

 

"Koray? Baş komiser olan mı?"

 

"Hı hım."

 

"Hani şu evi basarken yanında gelen adam, Koray Yıldırım... Sizin aranızda bir şey mi var?" diye sorduğumda, önce bir süre boşluğa baktı ama ardından bakışları gözlerimi buldu. Âdeta suçlu bir çocuk gibi görünüyordu.

 

"Sayılır," dedi kıvranarak.

 

Mikail, sana ne diyeceğimi bilmiyorum. Nisan en azından tavrını belli etmiş, fakat, o hâlâ bir umut bekliyor.

 

"Ama bundan pek hoşnut gibi değilsin," dedim. Tavırları beni bu düşünceye itti. Cevap vermeyince kolunu dürttüm. "Sana diyorum."

 

"Bana yardımcı olsun diye adamla flört ettim ve başıma bela oldu!" diye itiraf etti ve bıkkınca soluyup, bakışlarını pencereye doğru çevirdi.

 

Kaşlarımı çattım.

"O ne demekmiş ya? Hoşlanmıyorsan görüşmezsin, konuşmazsın olur biter. Başıma bela oldu ne demek? Ne yapıyor yani?"

 

Yine susup başını önüne eğdi, sanki bir şeylerden utanıyormuş gibi bir hâli vardı. "Nisan cevap ver, her şeyi iki defa sordurtma bana. Zaten kıpırdayamıyorum bak iyice deli etme beni."

 

Utana sıkıla, "Beni evine davet etti," dedi.

 

"Eee?"

 

"Bir kahve içeriz filan dedi, ben de dışarıda bir mekân söyleyip, orada içebiliriz filan dedim. Ne bileyim gitmek istemedim işte, sebebi ondan yeteri kadar hoşlanmıyor olmamdı."

 

"Ya sonra?"

 

"Ama ben senin her derdine koşuyorum, bir kahveyi çok mu görüyorsun, gibi şeyler söyledi. Ben de kendimi mahçup hissettim."

 

"Nisan sen zeki bir kızsın ya, böyle manipülasyonlara nasıl gelirsin?" diye kızdım. Yerimde doğrulup oturdum, yaramı, acımı sızımı unutmuştum resmen. "Sonra ne oldu? Anlat!"

 

Başını önüne eğip alt dudağının tamamını ısırdı, parmakları çantasının üzerinde dolanıyordu.

"Evine götürdü beni... Kahve yaptı, içtik..."

 

Çenesini tutup zorla kendime doğru çevirdim ve gözlerinin dolduğunu görünce, daha da korkmaya başladım.

 

"Çıldıracağım şimdi, anlatsana devamını!"

 

Göz bebeklerinin titremesi, belki de bu kadar ağlamasının, bahaneyle Akın'a saldırmasının tek sebebi benim yaralanmam değildi.

 

"Yakınlaştı, sadece öpüşeceğiz sanıyordum... ama... ama karşılık veremedim. Kızdı bana, sen benimle oyun mu oynuyorsun diye..."

 

"Kızdı da ne yaptı?" diye sordum, sakin kalmaya gayret göstererek.

 

Yüzünü, gözlerini kaçırdı benden. Git gide daha da korkuyordum.

 

"İl...ilişkiye girmek istedi... Ben... ben istemiyordum."

 

Kendimden bile beklemediğim bir refleksle koluna tutundum, "Zorladı mı?" dedim dehşete düşerek, "Bak ağzıma bile almak istemiyorum o kelimeyi... Yaptı mı Nisan? Yaptı mı?!"

 

Bakışlarını gözlerime dikti. Şimdi vücudu tir tir titriyordu. "Söylemeye gerek var mı? Hâlimden belli olmuyor mu?" diye sordu, titreyen sesiyle.

 

Gözlerimi kapattım ve kolunu bıraktım. Birkaç saniye öylece bekledim. Ben de onun gibi titriyordum ama benimki korkudan ya da üzüntüden değil, tamamen öfkedendi.

 

Üzerimdeki çarşafı kaldırıp ayağa kalktım ve bu an sızlayan yaramın üzerine elimi bastırıp, iki büklüm oldum ama bu beni durdurmadı. Dişlerimi birbirine sıkarak, "Şerefsiz pezevenk," diye fırladım. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda, hemen koridorun iki ucuna baktım. Sağ tarafta az ileride Akın'la sohbet ediyordu.

 

Hızlı adımlarla oraya giderken önce Akın, sonra da Koray farketti beni. Sol elimi belime bastırmış, topallayarak yürüyordum. Bir şekilde yanlarına ulaştıktan sonra elimi Koray'ın göğsüne koyarak onu ittim. Sarsılarak birkaç adım geriledi ve çatık kaşlarının altından ela gözlerini gözlerime dikti.

 

Akın, "Nalan, ne yapıyorsun?" diyerek ikimizin arasına girdi.

 

"Bırak beni! Tutma! Bu şerefsiz ne yapmış biliyor musun?" dediğim an Akın'ın yüz ifadesi değişti, "Bu ırz düşmanı pezevenk benim arkadaşıma... Söyleyemiyorum Akın, anla işte!" diye bağırdım. Öfkeden titreyen sesim koridorda yankılandı. Şimdi Akın'ın yüzünde öldürücü bir ifade vardı. Yavaşça arkasını dönüp Koray'a baktı. Koray, haberimiz olmayacağından hiç şüphe duymuyor olacak ki, şimdi yüzünde çok şaşkın bir ifade yer edinmişti.

 

"Doğru mu bu?" diye sordu Akın, ona doğru yaklaşarak.

 

"Ne demek doğru mu?" diye çıkıştım, "yalan mı söylüyorum ben? Kıza saldırmış, ilişkiye zorlamış diyorum!"

 

Koray, Akın'ın arkasından beni göremeyince yana doğru bir adım attı ve dik bakışlarını gözlerime dikip, öyle elleri cebinde rahat bir tavırla konuşup, sinirlerimi iyice altüst etti.

 

"Kanıtınız var mı? Bir iz, bir görüntü ve saire... Neden şikâyette bulunmamış mesela? Bunları da sordunuz mu arkadaşınıza?"

 

Kendinden bu kadar emin oluşu sinir bozucuydu. Koridorun diğer ucundan gelen Mikail'i gördüm, yüz ifadesine bakılırsa bir terslik olduğunu hissetmişti. Şimdi çarşı pazar karışacak!

 

"Mahkemede görüşürüz," dedim Koray Yıldırım'a bakarak, "Nisan sahipsiz değil, onu tehditle filan bastıramazsınız! İzin vermem!"

 

Akın beni tutarak, "Sen odaya geç, dikişlerin patlayacak." diye uyardı. Gözlerine bakınca biraz olsun sakinleştim, zaten şu durumda daha fazla hareket etmek kendime zarar vermekten başka bir işe yaramazdı.

 

"Ama bu işin peşini bırakmayacağız, değil mi?" diye sordum daha kısık bir sesle.

 

"Hadi odana gidelim," dedi ve beni döndürüp odama gidene kadar eşlik etti. Yaram çok ağrıyordu, dikişlerimin patlamamış olmasını umuyordum. Odaya girdiğimizde Nisan hâlâ oradaydı, bizi görünce ayağa kalktı. Yine ağlamış gibi görünüyordu.

 

Ayaklarımı yerde sürükleyerek yatağın yanına yaklaşırken, Akın koltuk altlarımdan tutarak bana yardımcı oluyordu. Yatağa oturup, elimi yarama bastırarak yavaşça uzandım. Soluk soluğa bir süre tavana baktıktan sonra, Nisan'a doğru dönüp baktım.

 

"Ne zaman oldu bu olay?"

 

"Senin bıçaklandığın gün," dedi.

 

"Kahretsin," diyerek gözlerimi kapadım, bu hiç iyi olmadı işte.

 

"Akın bir iki dakikalığına kapının önünde bekler misin?" diye sordum. Cebinden çıkardığı telefonu avucuma bırakıp, "Kantinden bir şeyler aldıracağım, konuşmanız bitince beni ara." dedi ve sonra odayı terk etti.

 

Yeniden Nisan'a bakarak, "otur," dedim. Sandalyeye oturup dikkatle gözlerime baktı. "Kapıyı kilitle ve elbiseni çıkar." Dedim. Önce bir garipsedi ama ardından dediğimi yaptı. Kapıyı kilitledikten sonra yanıma yaklaşıp üzerindeki elbisenin üst kısmını beline doğru indirip arkasını döndü. Omuzlarında, sırtındaki morluklar yer yer sararsa da, genellikle morluklar hâlâ duruyordu. Bacaklarının iç kısımlarındaki nokta hâlindeki mor izlerin o adama ait olduğunu ne yazık ki anlayabiliyordum.

 

"Tamamdır, giyin sonra kapıyı aç. Mikail koridordaydı, onu bul buraya getir." diyip önüme döndüm ve düşünmeye başladım.

 

Nisan elbisesini giydikten sonra kapıyı açıp dışarıya çıktı, bir dakika kadar sonra geri döndüğünde, onun peşinden Mikail de girdi içeriye. Elimi yavaşça kaldırarak ona işaret ettim, "Gel, yaklaş bana." dedim güçlükle. Mikail Nisan'a kısa bir bakış attıktan sonra yanıma yaklaştı.

 

Ceketinin yakasından tutarak aniden kendime çektiğinde, iki elini yatağa koyarak son anda tutundu. Kulağına doğru yaklaşıp, "Nisan sana emanet, saçının teline zarar gelirse, kafanı kopartırım." diye fısıldadım ve yakasını bıraktım. Geri çekilip gözlerime baktı ve başını onaylar anlamda salladı.

 

"Merak etme yenge," diyip Nisan'a baktı. Zaten bu görev onun da hoşuna gitmiş gibi bir hâli vardı.

 

Nisan'a bakarak, "Hadi," dedim, "ne yapman gerektiğini biliyorsun. Çekinme, ben arkandayım." Nisan normalde zeki bir kızdır, o herif ne söyleyip de korkutmuş bilmiyorum ama başarılı da olmuş belli ki.

 

Nisan çantasını aldı ve Mikail ile beraber çıktılar. Kendimi çok hâlsiz hissediyordum. Yaramın ağrısından ve beynime giren sancıdan bahsetmek bile istemiyorum. Kıvranmak için onların çıkmasını bekliyordum. Gözlerimi kapatıp yatağa tutundum ve kırmak pahasına sıkarak, acı dolu iniltilerimi yuttum. Telefonu alıp hemen son aramalardaki son numarayı aradım.

 

Orman Gözlü Adam aranıyor...

 

İlk çalışta açıldı.

 

"Efendim?"

 

"Biraz ağrı kesiciye ihtiyacım var, gelirken hemşireyi de getir." Diyip sonrasında telefonu yüzüne kapattım. Kıvranarak bacaklarımı yukarıya çekip, sağ tarafıma döndüğümde telefon yataktan düştü fakat bu umrumda bile olmadı. Yüzümü yatağa gömüp, acıyla inleyerek çarşafları sıktım. Bu belki de hayatımda aldığım en büyük acıydı.

 

Kasatura yaralamak için değil, öldürmek içindir ve tek darbesi de öldürür. Görünüşe bakılırsa sandığımdan daha dayanıklıyım, ben bu sefer kesin ölürüm diye düşünmüştüm.

 

Ya Akın gecikmişti, ya da acı çekerken vakit geçmek bilmiyordu. Sanki asırlar geçmiş gibiydi ve benim ömrüm, acı içinde kıvranarak onu beklemekle geçiyordu.

 

Bir anda kapı kırılırcasına açıldı ve bir el sırtıma dokununca, daha fazla dayanamayıp hıçkırarak ağlamaya başladım.

 

"Nalan," dedi o aşinası olduğum sesiyle, benden yana hüzünlüymüş gibi. Omzumdan tutarak beni sırt üstü çevirdi ve yanaklarımı tutarak yaşlı gözlerime baktı. "Buradayım, şimdi geçecek ağrıların."

 

Hemşire bir iğne yaptı, vücudum değil de beynim uyuşmuş gibi hissediyordum. Hemşire, "ağrıları artarsa beni çağırın," dedi Akın'a bakıp gülümseyerek. Akın gözlerini benden ayırmadan yere çöktü ve avucunun içinde, tek sıkımlık kuş gibi tuttuğu elime sakallarını sürttü. Bu hareketi beni gülümsetti ve sonra dudaklarını avucumun içine bastırdı.

 

"Haklıymışsın," dedim tebessüm ederek. Gözlerimi kapatıp yutkundum. "Ağrım sızım kalmadı, geçti..."

 

"Bugün bizim nişan günümüzdü," gözlerimi yeniden açıp onun yeşil gözlerine baktım, "yüzüğün de yok, sanırım düşürdün."

 

Başımı yavaşça onaylar ânlamda salladım. Git gide daha da uyuşuyordum. "En azından bu yüzük parmağında olsun," diyerek sol elime, yüzük parmağıma bir pırlanta taşlı yüzük taktı. Sonra parmağımı öptü ve bana baktı. Bense ona bakarak gözlerimi yeniden kapadım.

 

💲

 

20 Eylül.

 

Nişanımızın olması gereken tarihte hastanedeydim ve henüz tam olarak kendime gelemeden önce, kendimi bu defa da mahkeme koridorlarında buluverdim. Nisan'ı bu haklı mücadelesinde yalnız bırakamazdım. Akın, hemen yanımdaydı, uzun bir süredir olduğu gibi. Nisan'a sıkıca sarılmıştım, başı göğsümde, yüzü gözü ağlamaktan şişmiş halde, ancak, hala beni düşünüyor. ''Keşke kalkıp gelmeseydin buralara kadar, biraz daha dinlenseydin.'' diyor tabii ama dinliyor muyum onu? Elbette hayır. Çünkü, Koray Yıldırım denen o şerefsizin içeriye atıldığını, cezasını çektiğini görmeden, bir dakika bile rahat edemeyeceğim.

 

Sol tarafımda da Akın oturuyor, elim avucunda, dizinin üzerinde ve sıkı sıkıya tutuyor. Bana her halükarda destek olduğunu kelimelerle değil de, tam da istediğim gibi davranışlarıyla gösteriyor.

 

Nisan'ın hemen yanında da Leyla oturuyor, o da Nisan'a sarılıyor. Tam önümüzde de Mikail var, üzgün görünmemek için yoğun bir çaba sarf ederek omzumda ağlayan Nisan'a bakıyor. Böylece hepimiz mahkemenin başlamasını beklemeye başladık. Gergindik. Kendi adıma konuşacak olursam, aynı anda birden fazla duyguyu hissediyordum; üzüntü, öfke, endişe, kaygı ve saire...

 

İçimde birden fazla korku var ve bu korkulardan en büyüğü, şu anda elimi sıkıca saran bu adamı kaybetmek... Hayır, hayır... Bir yolu bulunur mutlaka, böyle bitemez, bitemeyiz! Ama, ya Kübra? Aşkım için onu feda etmek, büyük bir bencillik ve şimdiye kadar yaptığım en büyük kötülük olur. Yapamam da zaten, onu, ya da başka her hangi bir insanı feda edemem.

 

Akın, seni kaybetmek istemiyorum. Bunu, onun gözlerine bakarak içimden söyledim ve o, sanki bir cevap niteliğinde konuştu. ''Her şey iyi olacak, güven bana.'' Hemen ardından alnımı öptü. Bu, gerginliğimi biraz da olsa alıp götürdü.

 

Mahkeme başladı ve Koray Yıldırım pisliğine söz verildi. Elbette, hepimiz inkar etmesini bekliyorduk ve şu saatten sonra bizi hiç de şaşırtmazdı zaten. Ancak, beklediğimizin aksine inkar etmek yerine, doğrudan itirafta bulununca hepimiz bozguna uğradık.

 

Başını önünden kaldırmadan, ''Davacı Nisan Gündüz'ün vermiş olduğu ifade tamamen doğrudur, kendisini evime çağırdığımda gelmek istemedi ve onu ben zorladım. Sonrasında aramızda onun rızası olmadan bir birliktelik yaşandı...''

 

Mikail hemen ayaklandı, ''Alçakça tecavüz ettim desene şuna! Şerefsiz pezevenk!'' diye bağırarak ileri atılmak istediği sırada Akın onu tutarak Koray Yıldırım'a saldırmasına engel oldu, ancak, sayısız küfürler yağdırmasına karşın bir şey yapamadı. Elbette, Koray Yıldırım alçağı çok daha fazlasını hak ediyordu ancak şu an hiç yeri değildi.

 

Hepimiz artık ikna olduk, o morluklar ateşli bir sevişmenin değil, şiddetin izleriydi.

 

Hakim, Mikail'i uyardı. Yaptığı şeyleri tekrarlayacağı taktirde salondan atılacakmış. Hemen yanımda olan Akın, onu sakin bir dille uyardı. ''Yoksa şu an dışarı atılıp, Nisan'ı yalnız mı bırakmak istiyorsun?''

 

Hakim tokmağını vurdu. ''Sessizlik!'' Ve sonra Koray Yıldırım anlatmaya devam etti.

 

''O gece, beraber benim evimin salonundaki koltukta otururken, onu öpmek istedim ve o bundan rahatsız olarak kendini geri çektiğinde, ona yapmış olduğum yardımları yüzüne vurdum. Tabii yüzüne vurduğum tek şey bu da olmadı...''

 

Nisan'ın bu an gözleri yeniden doldu ve eliyle ağzını kapatıp sessizce ağlarken belli ki, o anlara gitti. Maalesef ki, canı yandı yine. Ona daha sıkı sarılmak istedim ancak şu an aramızda belli bir mesafe vardı ve yanına gidemedim. Mikail, Leyla, ben ve Akın, hepimiz burnumuzdan soluyarak o insan müsveddesine bakıyorduk. Elimize verseler şu an parçalarına ayırabilirdik. Söz bir sonraki adımda Nisan'a verildi, ki söz verilmeseydi lafa kendi girecek gibiydi. Gözleri hala Koray'ın üzerindeyken, hakime hitaben konuştu. ''Ben yirmi dört yaşındayım ve bu adam benim hayatımı çaldı. Kendisi de yaptığı her şeyi bu kadar apaçık ifade etmişken, sırf takım giydi diye ceza indirimi alacağını da sanmıyorum. En doğru kararı vereceğinize eminim... Adalete güveniyorum.''

 

Mahkemenin sonunda, ''Karar!'' denildi ve hepimiz ayaklandık. Koray Yıldırım, baş komiser olması da göz önünde bulundurularak, Nisan'ın yaşı kadar, yani yirmi dört senelik hapse mahkum edildi. Hemen Nisan'a baktım, yüzünde gurur dolu bir ifade vardı. Bu hepimizin gururuydu, çünkü bu ceza onun da gençliğini elinden almış olacak ve hapisten çıktığında, artık altmış yaşlarında olacaktı.

 

Mikail ve Akın birbirlerine sarıldılar, Leyla ve ben de birbirimize. Adaletin tecelli ettiğine şahit olmak çok güzel bir his idi. Elbette hâlâ daha Nisan için üzülüyor ve Koray'a karşı kinliydik. Bunu, herhangi bir ceza da değiştiremezdi.

 

Koray Yıldırım götürülürken onu anbeân izledim, gitmeden önce doğrudan sadece bir kişiye baktı ve ben, dönüp onun baktığı yöne baktığımda, orada Akın'ın olduğunu gördüm. O da yeşil gözlerini Koray'a dikmişti. Gözlerimi kıstım. Koray Yıldırım mahkeme salonundan çıkarıldıktan sonra Akın ile göz göze geldik. Kuşku dolu bakışlarım onun gözleri ile buluştuğunda, aramızda her zamanki gibi bir çekim oluştu. Bu defa hissettiğim şey sadece çekim değildi, bunun yanı sıra içimde kuşku da yer edinmişti.

 

 

Loading...
0%