@hadizade
|
Sertap Erener, Olsun
Emin ,Камин

🐈⬛💲
Bir anda parlayan fırtına, hırçın dalgaları kayalara çarpıyor, rüzgar onun asi saçlarını usulca kıpırdatıyordu. Bu, gerçek bir fırtınaydı. İnsanın içinde kopan fırtınadan daha büyük bir fırtına yoktur. Umut biter, nefreti körükler ve nefret bizi dönülmez bir uçurumun tepesine iter. ''Atla!'' der ve atlarız. Ayaklar boşluğa düştüğü andaki ilk saniyeden sonra tek hissettiğimiz şey korku ve de pişmanlıktır.
Ama, ''O kendini aşağıya atana kadar neredeydin de, şimdi gelmiş el uzatıyor, feryat edip ağlıyorsun?'' diye sormazlar mı insana? Kimse sormaz, akıl edemezler. Çünkü ölüler, dirilerden daha fazla özür çiçeği alır hep.
Bu gece pişmanlıklarıma bir yenisini daha ekledim, çünkü, başka şansım yoktu. Evet, bunın için de bir bahane buldum kendime! Ne iğrenç, ne berbat, ne aşağılık bir insanım ben! Affet beni, demeye yüzüm yok. Sadece geride bıraktığım, yüreğimi titreten güzel gözlü bir adam var.
Bana her baktığında dünya yavaşlıyor, herkes duruyor, evren yeniden bir toz bulutune dönerken, biz aynı kalıyoruz. El ele, diz dize, göz göze...
Ben arabanın ön camından onu izlerken, yanına bir kız çocuğu yanaştı. Üzerinde yamalı, rengarenk fakat pislenmiş, eli yüzü gibi pislenmiş bir hırka, elinde mendil paketleriyle dolu bir poşet ve ayaklarında, kendisine iki numara büyük gelen ayakkabılarıyla. Saçları kahverengi, ensesinde dağınık halde lastik bir tokayla tutturulmuş. Bebek saçları kıvırcık ve sarıydı. Esmer bir kızdı, teninde çokça kızarıklıklar vardı. Belli ki, gece yetmezmiş gibi gündüz de çokça güneş altında mendil satmıştı bu küçük kız.
Akın, kızdan bir mendil aldı ve para verdi. Bir şeyler konuştular ve kız oradan gülerek, koşar adımlarla uzaklaşıp bir başkasının yanına gitti. Akın, paketin içinden bir mendil aldı ve gözlerini sildiği sırada, kahrolmuş bir biçimde onu izledim. Gözleri dolmuş ve mendil satan o kız bunu farketmişti. Bu yüzden hala orada oturmaya devam ediyormuş, işte bu, daha fazla kahrolmak için yeterli bir neden...
Ayağa kalktı ve bana doğru döndüğünde, arabanın içinde beni görüyormuş gibi doğrudan gözlerimin içine baktı. Şimdi tam anlamıyla o aydınlıktaydı, ben de karanlıkta. İlk göz temasını koparan ben oldum. Biraz sonra arabaya bindi ve oradan sessiz sedasız uzaklaştık.
Onu tanımadan önce benim gözümde taş kalpli, merhametsiz, zalim biriydi ama şuan ona baktığımda farklı şeyler görüyorum.
Merhameti, şefkati, sevgiyi, bağlılığı görebiliyorum.
💲
Saat akşam 11⁰⁰'i gösteriyordu. Uykumu almıştım ve acıkmıştım da. Aşağıya inmişken bir Akın'a bakayım deyip, odasının önüne geldim. Ellerimle hemen saçlarımı düzeltip, üzerime çeki düzen verdikten sonra kapıyı açıp içeriye girdim.
"Akın? Burada mısın?"
Odada olmadığı gibi kapısı şimdi açık olan banyoda da değildi. Yön değiştim ve alt katın her yerine baktım. Gecenin bu vakti nereye gitmiş olabilirdi ki?
En son bahçeye çıktım ve etrafa bakındım. Aşağı tarafta iki koruma vardı ve sırtları bana dönüktü. Diğer tarafa doğru yürüyüp, evin yan tarafına da baktım. Orada tam üç kişi vardı. Akın evde olduğunda çoğu zaman onları görmüyordum ama korumaları birden bire neden bu kadar çoğaltmıştı ki? Belli ki, bir sorun vardı ortada.
Evin ön tarafına da bakmak için etrafında dolaştım. Tam köşeyi dönecekken Mehmet'in sesini duydum, bağırıyordu. Adımlarımı yavaşlattım ve köşede durup ileri baktım. Bahçenin ortasındaki heykelin oradaydılar ve Mehmet bağırırken, Akın heykelin yanında oturmuş, başını önüne eğmiş sigara içiyordu.
"Sana söylemiştim!" diye bağırıyordu sürekli Mehmet. "O kız başına bela açacak demiştim! Al! Bak! Hak ettin sen bunu, yemin ederim hak ettin!"
Neden bahsediyordu?
"Abi yeter ya," dedi Akın bıkkın bir sesle. Başını kaldırıp Mehmet'e baktı ve sigarasını sinirle yere atıp, üzerine basarak ayağa kalktı ve Mehmet'in önüne dikildi. "Umurumda değil, olacağı vardı oldu. Susacak mıydım yani?"
Neye susmadın? Neden bahsediyorsun?
"Sana söyledim! Birine bir şey yapacaksan tenhada yapacaksın, kafenin ortasında milletin içinde Müsteşar'ın oğluna kafa atmak ne demek?"
"Yanımdaki kadını rahatsız edecekler, ben de bunu sineye çekeceğim yani öyle mi? Neyim ben?.. Cevap ver neyim? Az bile yaptım! Kız etek giydi diye bakarım, hakkım diyor! Oldu! Biz susalım, herkes sussun, ondan sonra istedikleri gibi at koştursunlar! Milletin karısını kızını dağa kaldırsınlar! Ben askerim, asker... Bunun farkındasın değil mi? Orada Nalan değil başka biri rahatsız edilse yine aynı şeyi yapardım!"
Şimdi anladım kimden bahsettiklerini ama şansa bak! Demek ki, o pislik, eski bir Müsteşar'ın oğluymuş.
"Yapmazdın! Ben otuz senelik kardeşimi tanımıyor muyum? Senin böyle bir yetkin yok, polis değilsin. Ha polis olsan bile çoktan atmış olurdular... Gerçi şuan da öyle. Git şimdi ne yaparsan yap, o kadar dil döktüm dinlemediler. Benim gücüm seni geri aldırmaya yetmeyecek..."
Akın'ı işten mi atmışlar?
Bu olamaz... Olmamalı. Onun işini çok sevdiğini biliyorum.
Akın ellerini ceplerine koydu ve belki rahat ya da rahat görünmeye çalışarak, Mehmet'e son sözlerini söyledi ve sonra dönüp eve doğru ilerledi. O iki cümle hem benim, hem de Mehmet'in beyninde yankılanır gibiydi. Çünkü ikimiz de öylece sustuk ve ona baktık.
"Nalan için değer, abi. Onun için her şeyi yaparım, çünkü buna değer."
Akın'a görünmemek için birkaç dakika orada bekledim. Duvara yaslanmış onun dediklerini ve çok sevdiği işini kaybetmesine yol açan olayı düşünüyordum. Gece esen serin yel saçlarımı yüzüme, boynuma doluyor, birkaç tutamı ise havada özgürce dolaşıyordu. "Benim yüzümden, hepsi benim yüzümden. Zaten kime bir faydam dokundu ki? Aksine yanımda duran herkese zarar veriyorum ve en sonunda yalnız kalmaya mahkûm oluyorum."
Sırtımı duvardan ayırdım, elimi yaramın üzerine bastırıp yüzümü buruşturarak evin arka tarafına geçtim ve bahçe kapısından girmeden önce salona baktım. Salon boştu ancak salıncağın sesini duyunca, diğer tarafa döndüm. Salıncağın demirlerinden yükselen o gıcırtılı sesi duysam da, ağacın altı epeyce karanlıktı ve orayı tam net göremiyordum. Çıplak ayaklarımla çimenlerin üzerinde yürüdüğüm sırada, kahverengi eşofmanımın etekleri de yerle sürünüyordu.
Yaklaşınca burada oturup kendini ağır hareketlerle sallayan kişinin Akın olduğunu gördüm. Beni fark etti ve hemen soluna dönüp bana baktı. Hiçbir şey söylemeden geçip yanında oturdum. Göğsünün ortasında bağlamış olduğu kollarını çözdü. Yavaşça koltuğun üzerine yatıp, başımı kucağına koyduğumda, şaşkınlıkla bana bakıyordu.
Ondan sayısız kez özür dilemek istedim ama bunu yapmadım. Bildiğimi belli etmek bile istemedim. Sadece saçlarımı okşamasını bekledim. Kahverengi saçlarım avucunda dağıldı ve az sonra parmakları burnumun üzerindeki ve yanaklarımdaki çillerimde dolanmaya başladı. Dokunuşları öyle güzeldi ki, gözlerimi kapatıp kendimi bıraksam, o değil, babam olduğunu düşünürdüm. O katı bakışları ve buna zıt şekilde nahif dokunuşları, korumacı tavrı bana sadece onu andırıyordu.
Bir insanın hem iyi, hem de kötü olabileceğini ben ilk defa babamda gördüm. Belki bu yüzdendir Akın'a ilgi duymam, bilmiyorum. Hep şöyle düşündüm: annem babamı sevseydi, ona onun davrandığı gibi davransaydı, belki de böyle olmazdı.
Ama sevmiyordu ve seviyor numarası yapmayı da beceremiyordu.
Asık suratlı biriydi diyemem, o sadece bize gülmüyordu. Bizim dışımızda herkese güldüğünü gördüğüm için, şayet isteseydi çok da güzel gülebileceğini biliyordum. Ve bunun ne kadar can yakıcı bir farkındalık olduğunu anlatamam. Lügatta bunu tarif etmeye yetecek kelimeler yok.
Gözlerim kapanıncaya dek onun gözlerine baktım, saçlarımı okşaması uykumu getiriyordu. Çok az kalmıştı, hemen o an kedi gibi mırıltılarla kıvrılıp ona biraz daha sokulabilirdim. Elbette yine çoğu şeyi zihnimde yaptım ve o görünmez çizgiyi aşmadım.
💲
Saat 09³⁵
Yatağımı gelişi güzel topladıktan sonra odamdan çıkıp banyonun yolunu tuttum. Hayri de peşimden gelip, ayaklarımın arasından geçerek zig zag çiziyordu. Banyoya girip Hayri'yi dışarıda bıraktım ve ilk yardım malzemelerini alıp, lavabonun yanına döndüm. Tişörtümü çıkarıp sadece sütyen ile kaldıktan sonra çantayı açtım. Yaram kanıyordu, dikişlerim patlamıştı ve ben hastaneye yatamayacak derecede önemli bir dönemden geçiyordum.
Yaranın üzerindeki tamponu ve sargıyı çıkardım. Kanlı sargı ve pamukları bir kenara bıraktıktan sonra tişörtümü kıvırıp ağzıma soktum. Bu biraz öğürme hissi verdi ama kendimi tuttum. Aynada yarama bakarak temizlemeye ve ardından küçük bir makas ve eğri dikiş iğnesiyle dikmeye başladım. Boğazımdan çıkan vahşi bağırışlar boğuluyordu. Alnımdan soğuk terler akıyordu ama buna rağmen cayır cayır yanıyordu tenim. Bu bir ilk değildi benim bildiğim, muhtemelen son da olmayacaktı.
Kapı tıklatıldığında durup dinledim. "Nalan, orda mısın?" diye sordu Akın.
Hemen tişörtü ağzımdan çıkartıp, "Evet, daha şimdi girdim, bir sorun mu var?" diye cevapladım.
"Yok, seni sormam için bir sorun olmasına gerek yok. İyi misin diye merak ettim sadece."
Neden dün gece hiç bir şey olmamış gibi davranıyorsun Akın? Bu da bana uygulayacağın yeni bir işkence metodu mu?
"İyiyim," diyip aynada kendi gözlerime baktım. "Çok iyiyim hem de."
"Bugün son bir kahvaltı edelim dışarıda edelim istiyorum, sen de istersen."
İstiyorum tabii... Seninle vakit geçirmek için tüm bahanelerimi kullanabilirim ama şu an kabul edersem, bir felaket doğacaktır bizim için ve ben, hep iyi kalmak isterim senin için.
''Ben bir şeyler atıştırdım ve dolayısıyla aç değilim. Zaten birazdan eşyalarımı toplamaya başlayacağım. Sana afiyet olsun.'' dedim, soğuk tutmaya özen gösterdiğim bir sesle.
Ve hemen ardından, kırgınlık dolu bir kaç kelime duydum ondan.
''Peki, sen nasıl istersen.''
Çok az sonra uzaklaştığını duyup derin bir soluk verdim. İçimde birikenlere sarılan bir ah, o zehri içimden atmak istedi, lakin, yine başarılı değildim. Hemen gitmeliydim bu evden, ondan ne kadar uzağa kaçabilirsem benim için, bizim için daha hayırlı olacaktı.
Odama dönüp, üzerime kot pantolon ve siyah, uzun kollu bir tişört geçirdim. İki büyük bavulum vardı ve sadece kendi eşyalarımı doldurup, Akın'ın bana aldığı her şeyi orada bıraktım. Valizlerimi aşağıya indirdikten sonra, telefon açıp bir taksi çağırdım ve taksi gelene kadar yukarıya çıkıp Hayri'nin eşyalarını da topladım. En son Hayri'nin kafesini de alıp, aylardır kaldığım odaya son bir kez baktım. Burası beni hep boğuyordu, lakin Akın'ın bana verdiği ilgi ve güven, burayı yaşanılabilecek bir hale getirmişti. Son bahar çiçekleri vazoda duruyordu. Nergislerin yaprakları, tıpkı benim gibi solmuş ve yıpranmıştı, ancak, hala daha odaya güzel bir koku yayıyordu. Bir gün bu odadan bu kadar mutsuz ayrılacağımı söyleseler, kesinlikle inanmazdım ama öyle oldu.
Aşağıya indiğimde, bavullarım yoktu ve kapı açıktı. Kapıdan çıktığımda, taksi beni bekliyordu ve Mikail, bavulları bagaja yerleştiriyordu. Bagajın kapısını kapattıktan sonra beni gördü, daha sonra da Emin. Onlar yanıma yaklaşırken, Duru'nun arabası bahçe kapısından içeriye giriyordu. Önce Mikail ve sonra da Emin'e sarıldım. Herkesi tanıyordum ama onlarla çok daha yakındık ve güzel anılar biriktirmiştik.
''Gitmeni hiç istemiyorum,'' dedi Mikail.
''Ben de ayrılmanızı hiç istemiyorum,'' diye ekledi Emin. ''Sen gittikten sonra Akın abi muhtemelen kafayı yiyecek. Biliyorsun, işten de kovuldu.'' dediği an, Mikail dirseğini onun kaburgasına geçirerek kontrolsüz bir uyarıda bulundu.
''Sağ ol kardeşim, bilmiyordu ama sayende biliyor!''
''Biliyordum,'' dedim, ''ve benim yüzümden olduğunu da biliyorum. Çok üzgünüm. Umarım işine geri dönebilir, benim yapabileceğim bir şey yok. Maalesef, bana ayrılan sürenin sonuna geldik.''
''Öyle söyleme, kendini suçlama.'' diyerek beni teselli etmeye çalışsalar da benim için bir şey fark etmedi. Sadece geçiştirdim ve sonra. ''Hoşça kalın beyler!'' diyip taksiye bindim. Yanımda kedimle takside giderken, arkada çalan şarkı epeyce manidardı.''
Ben giderim, İstanbul senin olsun...
Alırım başımı, başım bir deli nehir.
Silerim yaşımı, siler ismimi şehir.
Kestirir saçımı, kendimi avuturum.
Bir gülü kurutur, kurursa unuturum.
Bir mektup yazarım, yokluğundan da ağır.
Bir kedi alırım, sen de anneni çağır.
Ellerin aklımda, sevdan kalbimde kalır.
Hep hüsran, hep kahır,
Söyle, artık olsun...
💲
Evimizin önüne varınca inip, taksiciden yardım istedim. "Yeni ameliyat oldum, bavulları indirmeme yardımcı olur musunuz?"
"Tabii," dedi taksici. Hemen aşağıya inip bavulları indirirken ben de kapıyı anahtarımla açmaya çalıştım ama kilit değişmişti ve anahtarım uymuyordu. Leyla'nın evde olmasını umarak zile dokundum. Anahtarla uğraşırken duymuş olacak ki, hemen kapıyı açıp beni görünce, "Nalan!" diye bağırdı ve hemen boynuma sarıldı.
Düşmemek için ikimizi de tuttum ve belinden kucakladım. "İyisin ya! Çok şükür, Allah'ım delirdim!" Geri çekilip yüzüme baktı ve hemen bir şeyler olduğunu anladı. Yüzü hemen düştü. Hâlbuki gülümsüyordum.
"Geldin ama neden bu kadar mutsuzsun?"
"Tekrar ev arkadaşın olabilir miyim? Yanında bana yer var mı arkadaşım?" diye sordum, buruk bir gülümsemeyle.
Saçmalama Nalan! Bunu istemiyor muydun zaten? Bıraktı işte!
"Sormana bile gerek yok, burası bizim evimiz." dedi ve kenara çekildi. "Sen geç, bavullarını alacağım. Rahatına bak."
Sadece dizlerimi kırarak eğilip Hayri'nin kafesini aldım. Geçmeden önce yanağına sımsıkı bir öpücük kondurdum ve sonrasında içeriye girdim. Salona geçtim ve en rahat koltuğumuz olan tekli yeşil koltuğa oturdum. Elimi kolçağın üzerine koyduğum an aklıma o anlar geldi. Biraz ileride halının üzerindeydim. O ise tam burada oturuyordu. Hafif sarhoştum. Ne dediğimi bile bilmiyordum. Ayık olsam yine de dalga geçer miydim? Geçerdim.
Ama adını duyunca ayıldım, gerçekten ayıldım. Temiz hava almışçasına, uzun zamandır ilk defa nefes alırmışçasına ayıldım. Belki bir rüyadan, belki de bir kâbustan.
Hiç olmayacak... Hatta olmaması gereken bir şeydi.
Öyle başlamıştı, böyle bitti.
"Ne var kızım bunların içinde? Akın'ı doğrayıp bunların içine mi koydun?" diye saydırarak bavulları merdivenlerin oraya bıraktı Leyla.
"Yok ama bu sabah karşıma çıksa kesin öyle olurdu."
Kıyamazdım.
"Noldu ki?" diye sordu salona girdiğinde. Yandaki üçlü koltuğun köşesine oturup, bana doğru yanaştı. "Anlatsana, ne oldu da bir anda bıraktı?"
"Ne bırakması ya! Asıl ben onu bıraktım!" diye karşı çıktım.
"Kesin öyledir... de, ben ondan bahsetmiyorum. Neden bahsettiğimi de biliyorsun, anlat hadi."
"Bilmem," dedim tavana boş boş bakarak. Derin bir iç çektim. "Nasıl kabullendi bilmiyorum... Sanırım aşk, sevgi, kıyamamak. Ah, Akın, ah. Aynı hisleri paylaşıyoruz..." dedim yüzümde buruk bir gülümseme ile tavana bakarken.
"Şaka yapıyor olmalısın... Kızım manyak mısınız siz?'' diye çıkışınca ona garipser bir ifade ile baktım. "Bir birinizi nasıl sevdiğinizi buradan bakınca bile görebiliyorum. Hatta, ben ilk defa seni böyle görüyorum... Nalan, gerçek nedeni neydi? Neden bitirdin, söylesene be kızım.''
Dudaklarımı büzerek kafamı iki yana salladım.
''Belki de gerçek hırsızı bulmuşlardır!'' dedi heyecanla. ''Yoksa adam seni niye bıraksın!''
O konuşurken ben de düşündüm.
"Ee olayı çözmüş o zaman," dediğinde, bir anda aydınlanma yaşadım sanki. Bakışlarımı hızla gözlerine çevirip, oturduğum yerde dikleştim. O ise fikir üretmeye devam etti. "Kızım bu adam seni boşa mı tutuyordu yanında? Önceden gerçekten sevgili değildiniz ki... Ee neden sebep tutuyordu? Şu para çalma mevzusundan dolayı. Bence o adam bu işin peşini bırakmaz, ya buldu ya da artık şüpheli listesinde senin yerine başkaları var!"
"Mantıklı," diyerek sırtıma yaslandım. "Belki de bulmuştur ama... dün olanlar... onları düşünüyorum da."
"Dün olanlar derken? Ne oldu dün?" diyerek gözlerini kocaman açtı Leyla. Şimdi bir de dün olanları anlatmam mı gerekiyordu? Tüm olanları anlatacak sabrım yoktu.
"Dün tartıştık. Çok ağır laflar ettim, küstük zaten. Aslında sürpriz olmaması gerek biliyorum ama beni kolay kolay bırakmaz sanıyordum. Şaşkınım."
"Sadece şaşkın mısın?"
Zihnimi okuyormuş gibi bir soruydu bu, hemen ona doğru dönüp gözlerinin içine baktım. Konuşmaya daha fazla mecalim yoktu. Sadece anlasın istedim. Art arda çektiğim derin soluklardan, yorgunluğumdan, bakışlarımdan anlasın istedim.
"Senin yatıp dinlenmen gerekiyor, biliyorsun değil mi?"
"Ah, iyi hatırlattın. Çok erken uyanmıştım ve boşu boşuna... Biraz dinlenmeden önce atıştırmak istiyorum. İki gündür ilacı aç yutuyorum, yemek yiyemiyorum. Her yediğim boğazıma diziliyor."
Kolumun altına girip, belimden sardı ve beraber mutfağa yol aldık. "Hadi beni doyur, ondan sonra da yatır. Bugün ben senin evladınım. Bakayım senden nasıl anne olacak."
"Bok gibi tabii ki."
"Aman... boş ver, çocuk sesi filan."
"Aman, aman!"
Beni mutfak masasının yanına kadar getirdikten sonra bırakıp dolaba doğru yaklaştı. Pencere önüne koyduğumuz iki kişilik kare bir masamız vardı, hemen yan tarafta Leyla'nın kaktüsleri, benim zambaklarım. Sabahları burada oturup kahve içmeyi çok seviyordum, özellikle yağmur yağdığında.
Nisan geldiğinde bu masa ortaya geçiyor, üç kişilik masaya dönüşüyordu. Sabah alınan poğaçaları sıcak çayla götürürken ne dedikodular dönüyordu bu masada... Çok özlemişim. Diyorum ya, insan ancak kaybedince anlıyor.
"Menemen yapayım mı sana? Kahvaltılıkları da çıkarayım, mis gibi." derken eğilmiş çaydanlığın altını yakıyordu.
"Ve sucuklu yumurta," diye ekledim.
Dolabı açıp baktı. "Vallahi üç yumurta kalmış ve sucuk da yok. Başka bir gün yaparım artık, nasıl olsa buradasın, değil mi?"
Dolaba şöyle bir eğilip bakınca, içinde biraz peynir, biraz zeytin, iki domates ve dediği gibi üç yumurtadan başka hiçbir şey olmadığını gördüm.
"Leyla, bu dolabın hâli ne böyle? Alışverişe çıkmadın mı sen?"
Tavayı gazın üzerine yerleştirip, son kalan sıvı yağı döktü ve bana cevap vermedi. Sanki verecek bir cevabı yokmuş gibi. Domatesleri hızlıca soyup doğramaya başladı. Ondan beklemediğim gibi sessizdi.
Yavaşça geriye çekilip sırtıma yaslandım. "Leyla, sana soruyorum... Bir sorun mu var? Niye susuyorsun anlamadım."
"Bilmem."
Domatesleri tavaya boşalttı. Yağ yüksek bir sesle sıçramaya başladı ama o dalmış olacak ki, irkilmedi bile. Bir kaç damlanın kolunu yaktığını daha yeni fark ediyordu.
"Ne demek bilmem? Doğru düzgün cevap verecek misin?"
Öyle sert bir soluk verdi ki, mutfak resmen buz gibi oldu. "İşten kovuldum."
"Ne? Neden?"
O da benim gibi mühendislik okumuştu ancak hemen iş bulabilmişti. İşinden de gayet memnundu, her şey iyi gidiyordu. Ben de o lanet yere girdim işte, stajım battı, hayattım battı bir gecede.
Yutkunduğunu işittim. Tahta kaşıkla domatesleri kısık ateşte kavuruyordu ve yüzüme bakmaması beni deli ediyordu. Evet, hep orada iş yaparken arkasını dönüp bana bakar, hatta bir şeyler karıştırırken bile yan dönüp mutlaka gözlerime bakardı. Onu ilk defa bu kadar mutsuz görüyordum.
"Ne bileyim kızım, tazminatımı da ödediler gönderdiler. Fazla bir şey değildi zaten. O da evin kirasına, yola, şuna, buna gitti işte."
Ben olmayınca kirayı tek ödemek zorunda kalmıştı bir de... İnsan sadece kendi yaşadıklarını kötü sanar, hatta sadece kendisi zor durumda kalıyor sanar ama öyle değil. Hiç de öyle olmadı.
"Bunun için mi üzülüyorsun yani? Biz kardeş değil miyiz? Benim birikmişim var biraz, onunla kirayı hallederiz, az yiyiveririz, sıkarız dişimizi yani ne olacak? Dünyanın sonu değil ya. Baksana ben de işsizim." diyerek kendimle de dalga geçmeyi unutmadım.
Bu defa omzunun üzerinden dönüp bana baktı ve nihayet gülümsedi.
"Ha şöyle ya! Böğrüme yarım metre bıçak soktular, ben bile senin gibi surat asmadım. Boş ver gitsin, hallederiz."
"Ay abart!"
"Yarım metre olmasa da otuz kırk santim vardı. Bir tarafımdan girdi, öbür tarafımdan çıktı."
Yüzünü buruşturarak bana baktı. "Ay hatırlatma, o gün evi ben temizledim. Merdivenlere, hatta kapının önüne kadar her yer kandı. Hele yukarıyı gördüğümde bayılacak gibi oldum. Kapı da kırıktı zaten, dehşete düştüm resmen!"
"Kapı mı kırıktı? Bizim kapı? Şu dış kapımız yani?"
"E herhalde ama anlamadım onu kimin kırdığını."
Düşündüm, o ana gidip geldim. Ben yukarıda iken kopan o gürültünün nereden geldiğini şimdi biliyordum.
"Akın kırmıştır," dedim burukça gülümseyerek.
Adını söylerken bile gülümsemem normal değil. Kabul etmiyorum.
Ve ekledim: "Kendisi kırmayı çok sever, oradan anladım. Her şeyi, herkesi kırabilir..." Benim gibi.
Ne canım yanmalı, ne can yakmalıyım. İkisi de yanlıştır benim için ama bu döngü benim seçimlerim doğrultusunda ilerlemiyor.
"Oysa öldürecek gibi bakmıştı bana," diye fısıldadım önüme dönerek. "Nasıl hâlâ hayattayım o zaman?"
Salondan gelen o sesle irkilip daldığım o gündüz rüyasından uyandım ve hemen ayağa kalktım. Daha doğrusu çalıştım. Sürekli yaramı unutup âni hareketler yapıyordum.
"Aa şuna bakın! Koş, koş! Akın arıyordur belki!" diye bağırdı arkamdan Leyla. Heyecanımın sebebinin Akın olduğunu düşünmesi daha iyiydi zaten. Gerçekleri bilmesine gerek yoktu.
Koşar adımlarla mutfaktan salona geçip, çantam için bakındım. Koltuğun köşesinde durduğunu görüp dizlerimi kırarak eğildim ve acısını alt dudağıma dişlerimi geçirerek çıkardım. Yerden aldığım çantayı bir süre kurcaladıktan sonra bulup çıkardım ve ekrana baktım.
B. arıyor...
"Alo..."
"Evine dönmüşsün..."
"Çok çabuk haber alıyorsun, olan biten her şeyi de biliyor musun?"
Hafifçe güldüğünü işittim.
"Kesinlikle."
"Buluşabilir miyiz?"
"Şimdi olmaz, işlerim var."
"O zaman bir ricam var, lütfen kapatma."
"Lütfen... Nalan lütfen diyor. Ne rica edeceğini merak ettim."
"Onu kovmuşlar, işini çok seviyordu. Yapabileceğini biliyorum, işine geri dönmesini sağlamanı istiyorum."
"Ona bu kadar mı âşık oldun?"
"Dinle beni, bu aşk meselesi değil. Hayatımı kurtardı, ona bir can borçluyum ve böyle ödemek istiyorum. Böylece kafam rahat edecek, anlamıyor musun?"
"Bir ödeme yapmadan önce kazanman gerektiğini unuttun mu? Karşılığında ne istersem yapacak mısın?"
"Ne istediğine bağlı... Off her neyse söyle işte."
"Buraya geleceksin, benim evime. Gerisini sonra anlatacağım."
Gözlerimi kapatıp dişlerimi birbirine sıktım.
"Tamam, sen nasıl istersen."
B. kişisi aramayı sonlandırdı...
|
0% |