Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm.

@hadizade

Ona "içindeki zâlim bana ne yapabilir ki?" diye sorabilirdim, ama sadece susup onayladım. Sadece şimdilik. Bu bir güç oyunu değil, strateji oyunu ve o, bir tilki kadar kurnaz. Adımlarım sessiz değil, beni duyuyor ve önüme geçiyor. Belki suçsuzum diyip beni bırakmasını her gün, her an tekrarlayabilirdim ama şimdi kendi yaptığım hatayı bilerek susuyordum.

 

Telefonla bir konuşma yapmak için bahçeye çıktığı sırada, yemek masasına yaslı şekilde bekliyordum onu. Sinirimi sadece yere belli bir senkronizasyonla vurduğum ayağımda görebilirdi, onun dışında oldukça sakin duruyordum.

 

Biraz sonra içeriye döndüğünde bana öfkeli bir bakış attı, ona oldukça durgun bir ifadeyle baktım ve başımı çevirdim. Ellerim arkadaki masaya yaslıydı hâlâ, tırnaklarımla sinirbozan bir ses çıkarıyordum.

 

Koltuğa uzanıp yine kolunu gözlerinin üzerine aşırdığında, "Beni kafesime kapatmayacak mısın bu gece?" diye sordum, imalı bir sesle.

 

"Hayır, bu gece sesini bile çıkarma çünkü sesini duymak istemiyorum."

 

"Şaka mı yapıyorsun?"

 

Bir anda yerinden fırladı ve yine karşıma dikildi ancak bu defa oldukça öfkeli görünüyordu.

"Bugün yaptığın şeyden sonra bunu sorguluyor musun? Yaptığın şey şakadan çok uzak! Sara Akcan'ı yaraladın, yeğenimi kaçırdın! Ne bekliyorsun? Sana ılımlı yaklaşmamı mı? Sen o şansı bugün kaybettin Nalan!"

 

Geçip öfkeyle koltuğa oturduğunda, onunla olan konuşmamdan bir sonuç almak istiyorsam daha sakin konuşmam gerektiğini kendime hatırlattım.

 

"Aileme, arkadaşlarıma haber vermem lazım. Beni merak etmişlerdir."

 

"Yarın konuşacaksın."

 

"Peki beni ne zaman bırakacaksın?"

 

"Bilmiyorum."

 

"Ne demek bilmiyorum? Beni kendi evine hapsedemezsin! Bu işi bir an önce açığa çıkartman için her şeyi yapabilirim ama burada kalamam."

 

"Onun için biraz daha bekleyeceksin," dedi.

 

"Ne kadar mesela?" diye sordum.

 

"Bilmiyorum," dedi yorgun bir sesle. "Belki birkaç gün, hafta ya da birkaç ay. Hırsız sen değilsen, gerçek hırsız bulunana dek buradasın."

 

Gözlerim kocaman açıldı, "Birkaç ay derken? En fazla iki gün sabredebilirim sana!" diye çıkışınca, başını kaldırıp bana garipser bir ifadeyle baktı.

 

"Ben sana sabrediyorum da sana ne oluyor?"

 

"Beni burada tutamazsın, bu saçmasapan bir şey!"

 

"Hırsız mısın, değil misin öğrenelim. Ondan sonra bırakacağım zaten."

 

"Benim asabımı bozma!" diyerek öne doğru yürüdüm. "İkide bir de bana hırsız falan deyip durma! Sabrımın da bir sonu var! Pişman olacağın şeyler söyleme, çünkü şuan söylediğin kelimeler bir gün pişmanlığına dönüşebilir...''

 

"Benim de," dedi yavaşça oturur pozisyona gelerek. Kumandayı alıp televizyonu açtı. "Benim de sabrımın bir sonu var." Sırtına yaslanıp bana baktı. "Sen sabrın taşınca bağırır, etrafı yıkıp dökersin anca," deyip ayağa kalktığında, sözleri beni daha da öfkelendirdi. Sakin adımlarla bana yaklaştığında, olduğum yerde dikilerek bana ulaşmasını bekledim. Karşımda dikilip ellerini pantolonunun ceplerine koydu ve başını hafif yana eğdi. "Ama benim sabrım taşınca neler olacağını hayal bile edemezsin. Dilin tutulur. Dikkat et."

 

"Yapma ya?" Ciddiye bile almadım.

 

"Sana sabırlı davranıyorum zaten," dedi, "Bu sabrımı taşırma. Şimdi odana git, yarın sabah erkenden kalkıp bana yardımcı olacaksın."

 

"Kendini beğenmiş, kaba ve akılsızsın." deyip hayıflanarak başımı iki yana salladım. "Ben kendi hatamı kabul ediyorum, o kadına zarar vermemeliydim ama bakalım sen ne zaman hatanı kabul edeceksin?"

 

Şuan susuyorsam kendi hatamdan dolayı, ona boyun eğdiğim için değil.

 

Üçüncü kattaki odaya girip tekrar yatağa yattım ama bu defa üzerimi örtüp, sağ tarafıma dönerek gözlerimi kendimi zorlayarak kapadım. Birnevi kaçtım. Kaçmaya çalıştım.

 

💲

 

Sabah bölük pörçük bir uykunun peşinden gelen rahatsızlıkla gözlerimi açtığım an, hemen doğrulup oturdum. Her uyandığımda aynı şeyi yaşıyordum ben, nerede olursam olayım uyandığımda hep kendi evimde uyanmış gibi hissediyordum ama gözlerimi açtıktan sonrası büyük bir hayal kırıklığı...

 

Yataktan çıkıp kapıyı araladım. Banyo yapmak istiyordum. Yaz günü tam üç gündür duş almadan ve üzerimdekileri değişmeden duruyordum. Evdeki lavabo ve banyolar birbirinden ayrıydı. Banyoyu biraz aradıktan sonra bulup girdim. Üçüncü kattaki orta koridor daire şeklindeydi ve kapılar da bu dairenin ortasına bakıyordu. Evin garip bir dizaynı ve mimarisi vardı. İçinde yaşayan normal olmayınca tabii...

 

Banyoda ılık bir duş alırken, bulduğum şampuan ve jelleri bol kullanmaktan çekinmedim. Kendi evimde gibi rahat davranmamak için çabaladım biraz ama yok, olmadı. Zaten öyle söylememiş miydi? Bugün arama yapmama izin verecek. Bir şekilde haber uçurmam gerek ama bunu yaparken de belli etmemem lazım.

 

Güzel bir duşun ardından bulduğum beyaz bornozu giyip, aynanın yanında duvara sabitlenmiş bölmeden saç kurutma makinesini alıp, saçlarımı kurutmaya başladım. Saçlarım hafif nemli olana dek kuruttuktan sonra kirli kıyafetlerimi makineye attım. Madem anlaşmaya göre burada kalmaya zorluyordu beni, o zaman eşyalarımı da almama izin vermeliydi beyefendi. Çıplak mı gezecektim yani?

 

Banyodan çıkıp birinci kata indim. Salonda Akın'ı göremeyince odasına yöneldim mecbur. Saat daha 07.30'du. Uyanmış mıydı bilmiyorum ama onu bu iki gün içinde uyurken yakalayamamıştım. Sabahları çok erken kalkıyor olmalıydı.

 

Odasının önüne gelip, büyüklük bende kalsın diyerek kapıyı tıklattım. İçeriden gelecek komut içeren bir ses beklerken kapı bir anda yüzüme açılınca donakaldım. O da belinde beyaz havluyla karşımdaydı. Tövbe tövbe. Sanki şey yapmışız da duş al- tövbe.

 

Beni baştan aşağıya arsız bakışlarla süzerken, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim. "Şey, biraz konuşmak istiyorum ama giyinmen için beklerim." Diye geveleyerek başka yöne bakmaya çalıştım.

 

"Fazla vaktim yok, geç." Deyip kenara çekildiğinde, öyle put gibi durup yüzüne bakmaya devam ettim. Yine parmaklarını şaklatarak beni uyandırdığında, "Kime diyorum?" Diye uyardı. "Geç diyorum, fazla vaktim yok."

 

"Yok, nişanlına ayıp olur. Gerçi aynı evde kalmamız bile ayıp ama neyse."

 

Durup gözlerini kısarak bana öylece baktı. "Nişanlın derken?"

 

"Nişanlın işte, güzel kızmış."

 

"Nişanlım değil," diyince şaşırdım. "Kız kardeşim Duru, yanında tebrik etmek için bulunuyordum. Tabii sen kızın nişan gününü mahvetmesen daha iyi olacaktı."

 

"Ha... Kardeşin yani." Bana neyse?

 

"Geç Nalam, ne söyleyeceksen söyle."

 

Başımı aşağı yukarı sallayıp içeriye geçtim. O havluyla, ben bornozlu, aynı odada... Aklıma sevdiğim bir şarkı geldi şimdi. Pervane döne dö- tövbe tövbe.

 

Parmaklarımı gergince birbirine geçirip ayırdığım sırada bir yandan da yılan nerde diye bakındım. Çünkü kafesinde yoktu. Evet, biraz sonra aradığımı buldum. Yatakta kıvrılmıştı.

 

Arkamı dönüp Akın'a baktım. "Bu sana kesin âşık ha, benden söylemesi."

 

Garipser bir ifadeyle yılanına ve tekrar bana bakıp yeşil gözlerini kıstı. "Onu da mı kıskandın bana?"

 

Tek cümle içinde iki tane laf sokmayı nasıl başarıyordu? Dünkü nişan meselesi bir yana dursun, onu kıskandığımı da nereden çıkarıyordu?

 

"Öncelikle şu konuda anlaşalım, Akın bey. Ben sizden haz etmediğim için, doğal olarak da kıskanmam saçma. Ben beğendiğim, sevdiğim insanları kıskanırım ama düşündüğünüz kadar da kıskanç biri değilim. Yılan konusuna gelirsek, yılan sinsi bir hayvandır, seviyormuş gibi yapar ama boğabilir. Bu yüzden dikkat edin."

 

Sözlerimi dikkatle dinledikten sonra, "Olabilir," dedi sadece. Yüz ifadesiyle düşüncelerinin pek de önemi yok demeye getiriyordu. Bana doğru adımlayınca kirpiklerimi sıkça kırptım. Kesin yanımdan geçip giderdi, sakin kalmalıydım.

 

Ama o, bornozun kemerini kavrayıp beni kendine çektiğinde, ikimiz iki araba gibi sertçe çarpıştık. Yüzüme doğru eğilince hiç çekinmeden dikkatle kıstığı gözlerine baktım. Şüphecil bakışları ve intikam barındıran hareketleri beni gerçekten de boğuyordu.

 

"Ama ben çok kıskanç bir adamım," dediğinde yüzüme, manâ veremedim doğrusu. "Ve ben de sadece sevdiklerimi kıskanırım. Yanlış anlama, giyimlerini filan değil. Bakışlarını," dedi ve dudaklarıma baktı, "Dudaklarını," sonra boynuma indi gözleri, "Kokularını."

 

"Bana ne?" dedim umursamazca. "Bana ne kardeşim, bana ne?" Deyip omuzlarından iterek kendimden uzaklaştırdım.

 

Ancak yine kemerimden tutup kendine çektiğinde, bir an kemer açıldı sandım ama çok şükür ki, henüz açılmamıştı. Gözlerimin içine bakıp yaramaz bir çocuk gibi gülümsedi. "Kardeş demeseydin iyiydi," dedi. "Birbirimize lazım olurduk belki."

 

Onun gibi gözlerimi kısarak, "Rüyanda görürsün anca," diye fısıldadım. Ancak fısıltım öfkenin alevleriyle yüzüne çarpınca kendini geriye çekip zevkle gülümsedi.

 

Tam o an kapının açıldığını duyunca ikimiz de aynı anda kapıya döndük. Ellili yaşlarda, tonton bir kadındı kapıyı açan. Siyah dalgalı saçları kısaydı. Dikdörtgen şeklindeki şeffaf camlı gözlüklerinin ötesinde görünen mavi gözleri, bizi böyle görünce büyüdü.

 

"Günaydın," dedi içten bir sesle. Ancak yüzünde hâlâ bizi böyle görmenin şaşkınlığı vardı. Ne var ki, Akın hâlâ daha kemerimi bırakmamıştı. "Akın, oğlum bir dışarıya gelir misin?" Dediğinde, Akın başıyla onaylayınca kapıyı kapattı kadın.

 

Akın ile göz göze gelince, kemerimi çekiştirdim. "Şokta mısın? Bıraksana artık!" O an farketti sanki, hemen bırakıp önümden çekilince, bornozun önünü daha sıkı kapadım.

 

O giyinirken arkamı dönüp bekledim. Utanç verici bir durumdu. Hayır bir şey yok da öyle uygunsuz vaziyetteyiz ki, sanki bir çiftmişiz, yatak odamızda cilveleşirken yakalanmışız gibi oldu.

 

"Kimdi o kadın?" Diye sordum. Arkam hâlâ ona dönüktü. Kıyafetlerini giyinirken bir yandan da sorumu cevapladı. "Annem, normalde burada yaşamıyor ama gelesi tutmuş kadının."

 

Yanıma geldiğinde ona doğru döndüm. Koyu lacivert bir kot pantolon üzerine siyah, kısa kollu bir tişört giyinmişti. Karşıma dikilip, "Sen neden evde bornozla geziyorsun?" Diye sorunca tepem attı.

 

"Seni baştan çıkarmak için bilerek bornozla geldim..." dediğimde, bıkkın bir soluk verdi.

 

"Her şakanın altında bir gerçeklik payı vardır."

 

"He sen böyle kandır kendini. Çünkü giyecek hiçbir şeyim yok! Sal beni gidip alayım eşyalarımı. Onu konuşmak için geldim zaten ama bir susmadın ki..."

 

"Dün yaptıklarından sonra seni cezalandırmam gerekirdi, şimdi böyle konuşmazdın benimle. Kaşınma istersen..." dedi uyaran gözlerle.

 

Ellerimi iki yana açıp, "Kaşınıyorum," dedim gerdan kırarak. "Gel de kaşı!"

 

Tişörtünün yakasını çekiştirirken, "Komik bir kızsın," dedi ciddi ciddi. "Senin ölümün komedyenliğinden olacak!"

 

"Beni ölümle tehdit etmeyi kes!" diyerek bir adım atıp burnunun dibine kadar girdiğimde, bu hareketimi beklemiyormuş gibi gerildi. Parmak uçlarıma yükselip, rahatlıkla orada durarak göz kontağı kurdum. "Ya bırak gideyim, ya da sık kafama ama uzatma. Uzatmayı da uzatılmasını da hiç sevmem."

 

Sağ elini kaldırıp yavaşça sol yanağımın üzerine koyduğunda, bu defa gerilen bendim. Baş parmağını elmacık kemiğim boyunca gezdirip, diğer parmaklarını enseme süzüp saçlarımın arasına geçirdiğinde, soluklarım hızlandı. "Sana zor, bana zevkli gelen yoldan ilerleyeceğiz. Dikkatli ol." Dedi ve ekledi. "Yoldan çıkmaya çalışırsan dibini göremeyeceğin kadar sonsuz ve karanlık bir uçuruma yuvarlanacaksın."

 

"Şayet düşecek gibi olursam, tutunacağım ilk yer ayak bileklerin olacak."

 

Ellerimi göğsünün üzerine koyup onu tüm gücümle ittiğimde, sarsılarak geriye doğru adımladı ve bana şaşkınlık barındıran bir ifadeyle baktı. "Şimdi," dedim, "düşür beni sıkıyorsa."

 

Başımı yana eğip gülümsedim. Yüz ifadesi değişti ve bana garip, inceleyici şekilde bakmaya başladı. Ayaklarıma kadar inen bakışları tekrar gözlerime ulaştığında, arkasını dönüp odadan çıktı ve kapıyı sessizce kapadı.

 

Önüme dönüp yüzümdeki o yalancı gülümsemeyi sildim. "İnsanın en büyük şansı, rakibini tanımasıdır," dedim bileğimin iç tarafındaki dövmeye bakarak. "Ben seni tanıyorum, peki ya sen beni?"

 

Beni tanımıyorsun, tanısan memnun kalır mısın orası şaibeli.

 

Her dediğine olur, peki diyeceğimi mi düşünüyor acaba? Ya da bana yaşatmaya çalıştığı korkunun, üzerimde yaratmaya çalıştığı baskının cesaretime engel olabileceğini? Korku iyi bir şeydir, temkinli davranmanı sağlar ama korkaklık değil. Korkan kişiler cesaret edebilir ama korkaklar asla.

 

Az sonra yine kapı açıldığında hemen döndüm ama bu defa kapıyı açan kişi Akın'ın kız kardeşi Duru idi. Yüzünde içten gülümsemesiyle, yirmili yaşlarda bir kız olduğu belli olsa da en fazla on altı, on yedi yaşında görünen, adı gibi duru bir kızdı.

 

İçeriye geçip kapıyı usulca kapadıktan sonra minik adımlarla bana yaklaştı. Boy olarak benim boylarımdaydı, en fazla 1,70, ancak o kadar inceydi ki, sanki beli her an kırılacak gibiydi. Sağ koluna serdiği kıyafetleri ellerinde toparlayıp bana uzattı. "Şey... Ben sana birkaç parça giyisi getirdim, Akın abi söyledi biraz önce." Elindeki kıyafetlere ve bedenime bakıp, tekrar gülümseyerek gözlerime baktı. "Bence bunlar sana olur, istersen alışverişe de çıkabiliriz." Konuşurken öyle neşeli görünüyordu ki, kızıl rengi ince kaşları kavis hâlini alıyordu. Ön dişleri biraz daha uzundu ve bu gülüşünü tatlı kılıyordu.

 

Bana uzattığı elini daha fazla havada bırakmadan kıyafetleri alıp yatağın üzerine bıraktım. Telaşlı gibi konuşuyor, öyle hareket ediyordu. Fazla heyecanlı gibi. "Ben Duru bu arada," diyerek elini uzattığında, eline baktım.

 

Ancak yine elini havada bırakmamak adına elimi uzattım. "Ben de Nalan Arga, memnun oldum." Dedim ufak bir tebessümün peşi sıra, elimi geriye çekip önümde birleştirdim.

 

"Abim senden çok bahsetti diyemeyeceğim," dedi yaramaz bir tavırla. "Bu yüzden yeni oldu diye düşünüyorum, eğer anlatmak istersen dinlemek çok isterim çünkü aşırı derecede merak ediyorum!"

 

"Yok," dedim yüzümü buruşturarak. "Öyle bahsedilecek önemli bir şey yok yani aramızda." dediğimde, kızın yüzünde bariz bir düşme gördüm. Resmen yüzü soldu ve üzüldü.

 

"Peki," derken geriledi. "Ben çıkayım, sen rahat giyin o zaman. Sonra konuşuruz." Bozuntuya vermemeye çalıştı ama bozulduğunu da anladım. O, odadan çıktıktan sonra bir süre arkasından bakarak analiz yaptım. Kız abisinin aksine çıt kırıldım, oldukça hassas bir kıza benziyordu. Sanırım bizi sevgili sandı, annesi de öyle sanmıştır. Bu evde, bu odada hele ki, bu hâlde olduğum için onları suçlayamazdım. Tek suç Akın Akcan'ındı!

 

Fazla düşünürsem başımı ağrıtmaktan başka bir işe yaramayacağının bilincinde olduğum o an, her şeyi bir kenara bırakıp, Duru'nun getirdiği kıyafetleri denemeye başladım. Bir mavi elastik kumaşlı kot pantolon, siyah kısa kollu bir tişört, iki çiçekli ve tüllü elbise, iki çift de iç çamaşırı getirmişti benim için. İç çamaşırları kullanılmamıştı ve etiketleri hâlâ daha üzerlerinde duruyordu. Pantolonu dürüp arasında deodorant da koymuştu kız. Yanımda hiçbir şey olmadığının da farkındaydı belli ki. Kokusunu sevmesem de sıcaktan dolayı sıkmak zorunda kaldım. Belki dedim hani, belki dışarıya çıkmak için ikna edebilirim onu.

Elbiseler benim için fazla şirin kaldığı için kot pantolon ve tişörtü giyindim. Gerçi böyle de Akın'la pişti olacaktık ama olsun.

 

Saçlarımı omuzlarımdan geriye savurup kapıyı açtım ve koridora çıktım. Avuç içim terliydi, pantolonun bacaklarına silip derin nefesler alarak salona doğru ilerledim. Akın ve annesi koltuklarda karşılıklı oturuyorlardı. Akın beni görür görmez, "Gelsene yanıma," dedi yüzündeki yalancı gülümseme ve imaylı tonlamayla. Biliyordum ben bunu, dediğimi yap yoksa kötü olur sözcükleri yağıyordu suratından.

 

Acı kahveler içiliyordu, derin bir sohbetin ortasına inmiştim. Yavaşça koltuğun etrafından dolanıp öne geçtiğim an, Akın parmaklarını bileğime doladı ve beni sertçe çekip yanına oturttu. Yetmezmiş gibi kolunu omzuma attığında, bir yandan annesine gülümseyerek diğer yandan da dirseğimi kaburgasına geçirdim.

 

Parmaklarımla dudaklarımın üzerini kapatarak,

"Sırnaşmasan mı?" diye fısıldadım.

 

"Ee... Tanıştırayım, annem Seray. Hani hep tanışmak istiyordun ya bugüne kısmetmiş," dediğinde, ona şaşkın bakışlar atıp, "Ben mi?" diye sorunca, bana öyle sert bir bakış attı ki, "E-evet," deyip yeniden annesine baktım. "Çok merak ettim sizi doğrusu. Kaç kere dedim gidelim tanışalım diye ama yok, hep işim var diyor, bana bile ilgisiz yani o kadar söyleyeyim size. Yüzünü gören cehen-netlik o derece yani." deyip sırıtarak Akın'a döndüğümde, bu hâlimden zevk alır gibi bir bakış atıp önüne döndü.

 

"Adın neydi kızım?" diye sordu kadın. Çok tatlı bir kadındı ve yüzü benim annemin yüzüne benziyordu. Hele gözleri, onlar çok ama çok güzeldi.

 

"Aaa! Aşk olsun Akın yani adımı söylemedin mi annene?" Ona yandan öyle baktım ki, rolümü yaşıyordum resmen. "Çok ayıp, cık cık cık... Efendim bendeniz Nalan, Nalan Arga. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum gerçekten."

 

Elimi ani şekilde Akın'ın çenesine atıp, sakallarını avuçlayarak çekiştirdim. "Böylesi temiz kalpli, güzel bir evlat yetiştirdiğiniz için elinizi öpeceğim!" Başımı çevirip kıstığı gözleriyle bana öldürmek ister gibi bakan Akın'a baktım. "Şu surata bakın hele, içinin iyiliği yüzüne vurmuş sanki maşallah sana tüü..."

 

"Öyledir benim oğlum, e hadi gel bir elimi öp o zaman." Annesi bunu öyle içten söyledi ki, yüzümdeki gülümseme gerçeğine dönüştü. Akın'ın yanından kalkıp hızla ona yaklaştım. Ayağa kalktı. Elini öpüp alnıma koyarken omzuma dokundu. Doğrulup gözlerine baktığımda ise elini yanağıma koydu. "Çok güzelsin, maşallah. Allah seni oğluma yar etsin." Başımı önüme eğip, elimi yanağımdaki elinin üzerine koydum.

 

Önemli olan güzel, çirkin olmak değildi. Önemli olan birini kusurlarıyla beraber beğenip sevmekti. İşte bu en güzeliydi.

 

"Teşekkür ederim efendim," dedim kısık bir sesle.

 

"Ne tatlı bir kız bulmuşsun Akın!" deyip bir anda bana sarıldığında, başımı omzunun üzerinden Akın'a çevirdim. Yüzü sert olsa da gözleriyle gülüyordu, o pırıltıları biliyordum.

 

Seray hanım beni bırakmadı, yanına oturtup ellerimi tuttu ama Akın'a baktı. "Sizi öyle görünce ne yalan söyleyeyim çok kızdım önce," dediğinde gözlerim kocaman açıldı. Yok öyle bir şey teyze, merak etme sen.

 

"Aman dedim benim Akın'ım öyle değil, biliyorum ama yine de kızdım işte. Hem böyle aynı evde yaşamak falan, nerede kaldı bizim gelenek göreneklerimiz?" Diyerek bana baktığında, zevkle gülümseyerek, "Ee tabii, gelenek görenek! Ben şahsen çok önem veririm gelenek görenek, adetlere falan da Akın'ın hiç alâkası yok." Diyerek Akın'a baktım.

 

Annesi de ona bakarken dil çıkardım, tekrar bana döndüğünde dilimi içeri alıp gülümsedim.

 

"İlla tutturdu gel de benim evde kalalım diye ama öyle aynı odada kalma falan yok!" Aman daha neler dedim, nasıl salladığım belli değil! "O zaman ben bir eve gideyim, siz de bir gün bize misafir olun. Değil mi Akıncığım?"

 

Akın baş parmağıyla boğazını kesme işareti yapıp kötü kötü baktığında, seslice yutkunup yalandan sırıttım.

 

"E hadi o zaman bana müsaade," deyip ayağa kalktığımda, Akın da oturduğu yerde dikleşti. "Seray hanım," dedim annesine bakarak. "Sizi tanıdığıma gerçekten çok ama çok memnun oldum." Dedim içtenlikle. Söylediğim tüm şeylerin arasında tek doğru cümleydi bu.

 

Kadın ona ve tekrar bana bakıp ayağa kalktı. "Akın," deyip tekrar ona baktığında, ben de Akın'a baktım. Akın'ın yüzünde buruk bir ifade vardı. "Bu güzel kızla beni tanıştırmayacak mısın?" diye sordu kadın. Yüzümdeki gülümseme silindi ve ona bu defa şok içinde döndüm.

 

Gözlerindeki o yabancılaşma kan akışımı durdurdu. Sanki bir anlık dünyam durdu. Akın'a baktım. "Nalan," dedi Akın. "Kız arkadaşım."

 

Hüzün çökünce kirpiklerime, o kadına döndüm ve gülümsemeye çalıştım yine. Eğilip elini öperek alnıma koydum ve elini avuçlarımın içine alıp, "Memnun oldum efendim," dedim. "Ama acelem var benim, gitmem gerekiyor."

 

"Tamam kızım," dedi gülümseyerek. Sonra Akın'a döndü. "Ne tatlı kızmış değil mi Akın?"

 

"Öyle, öyle." dedi Akın.

 

Sonra yeniden bana baktı. "Kaç yaşındasın kızım? Okuyor musun?" Diye soruları donatınca sonsuz bir döngüya girdiğimi anladım.

 

Ama yine de sabırla cevapladım.

"Evet, yirmi dört yaşındayım. Aslında mühendislik okudum ama henüz çalışmıyorum."

 

Akın'a ve tekrar bana dönüp kulağıma yaklaşınca eğilip Akın'a bakarak dinledim. "Sen tam Akın'ın kalemisin, Akın da mühendislik okudu. Gel ben sizi evlendireyim." Dediğinde gözlerim kocaman açılınca, Akın durumu anlayıp elini şap diye ses çıkaracak şekilde alnına vurunca, kendimi tutamayıp güldüm.

 

Seray hanım geri çekilip, "Ne diyorsun?" dediğinde, "Bana uyar," dediğim an Akın bana bakıp, başını iki yana salladı ve bıkkınca soludu. "Evleniriz değil mi Akın? Ne olacak be atarız iki imza." Deyip güldüğümde, Akın bir yere kafa atmak ister gibi dört dönüyordu. O kadar zevkliydi ki.

 

Seray hanım yine kafaya "reset" atıp, "Akın, bu kız kimdi?" diye sorunca, Akın yanıma gelip koluma yapıştı ve annesine şöyle muazzam bir açıklama yaptı: "Bu Kore yapımı insan görünümünde temizlik robotu anne, götürüp kilere koyayım."

 

Çekiştire çekiştire götürürken, "Ben robot," diyordum sürekli. Merdivenlere ulaştığımız anda koluma dokunan eline şaplak vurdum. "Yavaş olsana lan, kırdın kırdın! Robotum ya ben hani bozulur kalırım elinde."

 

Kesinlikle ciddiye almıyordum, o da şakadan anlayan biri değildi zaten ama ben olayları ciddiye alırsam kafayı yerdim.

 

O suratsızdı, ben güleç.

O ciddiydi, bense alaycı.

 

Beni üçüncü kattaki odaya çıkardı ve odanın içine girdiğimizde durup yüzüme baktı. "Beni idare ettiğin için sağol, bu yaptığın bende karşılıksız kalmaz. Yalnız annem gidene kadar odadan çıkma. Sonrasında gelip seni alacağım. Telefonla da konuşacaksın."

 

Hemen başımı sallayarak onayladım.

"Tamam, ben beklerim."

 

Bu defa bana daha ılımlı bir ifadeyle baktı ve dönüp çıktı.

 

💲

 

Öğleden sonra yatakta oturup sırtımı yatak başlığına yaslamıştım ve hâlâ düşünmeye devam ediyordum. Kapının sesini duyduğum an başımı kapıya çevirdim. Kapıyı aralayıp ayağıyla iterek içeriye giren Mikail'in elinde keyfimi yerine getirecek bir şey vardı. Daha doğrusu bir tabak dolusu ekler.

 

"Yenge, müsait misin?" Diyordu, sanki kapıyı çalmış da soruyordu.

 

"Müsaitim getir gömelim," dedim yerimde sabırsızca kıpırdayarak.

 

Eklerin yanında iki kupa dolusu çay da getirmişti, muhteşem ikili. Dönüp kapıdan dışarıyı kontrol edip kapattığında, "Akın'dan habersiz getirdin değil mi? Yakalasa hepsini boğazına tıkar, öyle öldürür."

 

"Sorma yenge ya, hiç eğlenceli değil." Yanıma oturup kupalardan birini eline aldı. Eklerin birini bütün ağzına atıp, yarım ağız konuştuğu sırada onu ağzım açık izliyordum. "Benim gibi yaşam enerjisi yüksek, karizmatik ve tatlı bir adamı nereden bulacak bir daha?"

 

Saatler sonra yüzüm tekrar gülünce, "Ha şöyle yenge ya, herkesin suratı beş karış bari sen gül biraz." Dedi.

 

"Yenge" kelimesi tekrar yüzümü düşürdü. "Mikail, şu kelimeyi bana bir daha söyleme. Rica ediyorum, lütfen. Yoksa Akın abin söyleyin diye sizi ikna ettiğimi düşünecek." deyip derin bir iç çekerek, çaydan yudumlayıp dışarıya baktım.

 

"Ooo, bir şeyler olmuş," dedi.

 

"Hayır, annesi ve kardeşi de bizi sevgili sandı. Aman Allah korusun da, sen bir daha söyleme o bana yeter. Zaten geçici bir süre, sonra ne siz beni, ne ben sizi tanırım." Deyip mavi gözlerine baktım.

 

"Orası hiç belli olmaz," deyip göz kırptığında gülümsedim yine.

 

"Ne? Yoksa Akın bıraksa, siz bırakmayacak mısınız?"

 

Alaycı sözlerimin karşılığını muzır bir ifadeyle verdi. "Biz çok yaramaz çocuklarız," dedi. "Oynarken çok mızıkçılık yaparız."

 

"Diyorsun?" Başını 'dedim bile' der gibi sallayınca, kupalarımızı tokuşturduk. Eklerler bittikten sonra parmak uçlarıma bulanan çikolatayı emerek temizliyordum. Mikail kupaları boş tabağın içine bırakıp, tabağı da alarak kapının yolunu tuttu.

 

Kapıyı açıp tam çıkacakken, seslendim. Durup omzunun üzerinden bana baktığında, "Sağol," dedim gülümseyerek. "İyi geldi." Sadece göz kırpıp çıktığında anladım, aslında moralimin ne kadar bozuk olduğunu biliyormuş ve ondan en sevdiğim tatlıyı getirmiş.

 

Bu ev o kadar da kötü değil ya, sadece buraya böyle gelmek istemezdim. Bu insanlarla şu şartlarda tanışmak istemezdim...

 

💲

 

Mikail gittikten yarım saat sonra kapı tekrar açıldı. Bu defa gelen Akın idi. Onu görünce pineklediğim yataktan hemen kalktım ve bana uzattığı telefonu büyük bir sevinçle aldım. Fakat elini avucumdaki telefonun üzerine koyarak beni duraklatınca, yeniden göz göze geldik.

 

"Bu olay çözülene dek benimlesin, bu yüzden onlara başka bir yerde olduğunu söyle. Uzun bir süre görüşemeyebilirsiniz." dedi sakince.

 

Başımı aşağı yukarı sallayarak onu onayladığımda, telefonun üzerindeki elini çekti. O beni izlemeye devam ederken Nisan'ın nunarasını çevirdim ve telefonu kulağıma götürürken, Akın Akcan'ın orman yeşili gözlerine baktım.

 

"Alo?"

 

"Alo Nisan, benim Nalan."

 

"Neredesin kızım sen? Meraktan öldük burada!"

 

"Bağırmadan beni dinle... İyiyim." dedim onun gözlerinin içine bakarak. "Çok iyiyim, rahatım yerinde. Doğduğum yere geldim. Malatya'dayım, eski evimizde. Sadece biraz kafamı dinlemek istiyorum.

 

"Tamam da insan haber vermez mi? Öldük meraktan, bak Leyla ile Kübra da yanımda."

 

"Kübra'ya verir misin? Çocuk korkmuştur, konuşalım biraz."

 

"Tamam dur... Al, seninle konuşmak istiyor."

 

"Alo Nalan abla? İyisin değil mi?"

 

Gülümsedim ve bu defa yan dönüp pencereden dışarıya bakarak devam ettim. "Çok iyiyim güzelim benim, sen beni merak etme. Sümeyye teyzem nasıl? Yokluğumu farketti mi?"

 

"Yok, daha söylemedik ama söylerim. Duydum nereye gittiğini, orada çok kalma ama tamam mı?"

 

"Hayır dur, oraya gittiğimi sakın söyleme!" Tüm vücudum gerilmişken Akın ile göz göze geldik, bana kaşları çatılmış hâlde şüphecil bir bakışla bakıyordu. Hemen kendimi toparladım. "İş için Antalya'ya gitti, orada çalışacakmış de... Ya da boşver, ben arar söylerim. Sadece ağız birliği olsun diye diyorum, pot kırmayın. Bilmediğin şeyler var, Kübra. Annemi hatırlar şimdi, kötü olur."

 

Akın hâlâ gözlerimin içine bakıyor, beni dikkatle dinliyor ve ne söylediğimi anlamaya çalışıyordu. Sertçe yutkundum.

 

"Tamam abla, sen nasıl istersen."

 

"Anlayışın için sağol zeki kızım benim, kendine çok dikkat et tamam mı? Yabancılarla konuşma." bunu imalı bir biçimde söyledim ama bu ima Kübra'a ithafen değildi. Anlayan zaten anlamıştı. "Hadi görüşürüz canım, benim fazla vaktim yok. Müsait olunca yine ararım. Kendine dikkat et."

 

"Tamam Nalan abla, sen de dikkat et."

 

Aramayı sonlandırdıktan sonra, "Teyzemi de aramam lazım. Zaten başka kimsem yok." dedim. Gözlerini sıkıca kapatıp açarak onay verdi. Kollarını göğsünde bağlamış, sırtını duvara yaslamıştı. Üzerinde gözleriyle aynı tonda yeşil bir gömlek ve siyah pantolon vardı. Bir yandan onu süzerken, bir yandan da teyzemin telefonunu açmasını bekliyordum.

 

"Alo, kimsiniz?"

 

Yüreğine ateş düşmüş gibi geliyordu sesi. Belki de farketmişti olmadığımı.

 

"Benim teyze, Nalan. Nasılsın?"

 

"Kuzum, iyiyim iyiyim. Sen nasılsın? Neredesin?"

 

Haberi varmış.

 

"Ben de iyiyim teyzeciğim, teşekkür ederim. Sağlığına duacıyım. Şuan Antalya'dayım da sana haber vereyim dedim. Çalıştığım holdingin başka bir kolu varmış, beni buraya yönlendirdiler. İşçi açığı olduğu için bir süre burada duracağım."

 

"Kızım haber etmeden niye gidiyorsun ta oralar kadar? Bi' başına ne yapacaksın oralarda?"

 

Akın galiba onun bu sözlerini duymuştu ki, yüzünde bir tebessüm belirdi.

 

"Güvendeyim," dedim ona gözlerimle ima yaparak. "Çok güvenli ellerdeyim hem de. Buranın maaşı daha iyiymiş, biraz para biriktirince döneceğim. Siz beni merak etmeyin, iyi olacağım."

 

"Sen öyle diyorsan öyledir ama kendine dikkat et kızım. Sen bana annenin emanetisin." dedi ve bu defa o ateş benim yüreğime düştü.

 

Tüm moralim yerle bir oldu. Yalandan gülümsemeye çalıştım çünkü o bana bakıyordu. "Tamam teyzeciğim, şimdi kapatmam lazım. Sonra konuşuruz olur mu? Sen de kendine dikkat et, ilaçlarını almayı unutma sakın."

 

"Tamam kuzum, hadi selametle."

 

Hiç selametli bir durumun içerisinde değilim teyzeciğim, maalesef değilim. Ne olacak bilmiyorum. Belki size gidemeden içeriye girerim, onu da bilmiyorum.

 

Telefonu kapadım ve ekrana baktım. Aslında birini daha arayabilirdim ama o kişiyle konuşmama izin vereceğini hiç sanmıyordum. Bu yüzden birkaç adım ona doğru gittim ve telefonu ona uzattım.

 

Telefonu aldıktan sonra, "Anlayışlı bir kıza benziyorsun," dedi. Bana olan yaklaşımında büyük bir değişim var gibi görünüyordu. "Sen bana yardım et, ben de seni kurtarayım. Bu işin arkasında kimin olduğunu bulmam lazım."

 

"Bulunca ne yapacaksın?" diye sordum.

 

O da, "Orasını bilmesen daha iyi," dedi ancak ben, söylemediklerinden çok şey anladım. "Şimdi dinlenmene bak, ben kamera görüntülerini alıp geleceğim. Geç gelirsem bekleme uyu. Gelince ben seni uyandırırım."

 

"Tamam," dedim sadece. Bu kadar sakin kalmam onu da şaşırmışa benziyordu. Hele ki, dün sabah yaptıklarımdan sonra. Dün ona silah çeken de bendim, şuan onunla anlaşma yoluna giden de.

 

Sadece öylece bana baktı. Bakışları biraz yüzümde gezindi ve sonra dönüp odadan çıktı. Onunla karşılaşmak, yakın olmak, hatta göz göze gelmek bile insanı tedirgin edebilirdi. Tavırlarının aksine iri vücudu, 1.90-dan daha uzun boyu ve özellikle de kalın kolları, karşısındaki insana zihinsel olarak tehdit salgılıyor. Methini çok duymuştum ancak onu bu kadar yakından görmek bana çok garip hissettirdi.

 

Örgüt tarafından esir alındığı o günü hatırlıyorum. Haberi televizyondan izlemiştim ve ekranda yüzü değil, sadece gözlerini görebilmiştim. Esir alındı demek, düşmanın eline düştü demek, birnevi öldü demekti. Herkes öldü biliyordu, kurtulup kurtulmadığın değil ben, hiç kimse bilmiyordu.

 

Önceki gece Mikail ile konuşurken "madem ortaya çıkmamı istiyorlar, çıkarım o hâlde" gibi bir şey söyledi. Anlaşılan onun da başında büyük bir bela var. Hedefi ve şüphelendiği kişi bence ben bile değilim. Büyük ihtimalle benim bir maşa olduğumu düşünüyor olabilir...

 

💲

 

Karanlık çökünce saatin kaç olduğunu bilmeden kapamıştım gözlerimi. Zaten odanın içinde ışık yoktu. Lambayı ilk gün kırdıktan sonra bir daha koymadılar. Odanın elektriğinde bir sorun da vardı, tavandaki ampül de yanmıyordu. Bahçeden vuran ışık ve Ay ışığı odayı bayağı bir aydınlattığı için başka bir ışığa da gerek yoktu açıkcası. Geceleri bu derecede ışık tercihimdi, karanlık ve sessizlik beni rahatlatıyordu.

 

Kapının sesini duyar duymaz gözlerim açıldı. Öyle hafif bir uykum vardı ki, çıt çıksa uyanırdım ve bu huyuma lanet okurdum. Belki Akın'dır, zaten bu saatte ondan başka kim olarak diye düşünerek gözlerimi kapattım. Akın beni uyandırana kadar beklemeye devam edecektim.

 

Ediyordum da. Ta ki, eldivenli bir el ağzıma kapananadek. Gözlerim bu defa dehşet içinde kalarak aralandığında, o kişi diğer elini dudaklarının ortasına bastırıp sus işareti yaptı. Önce net göremesem de sonra o kişinin Mehmet Akcan olduğunu farkedince nevrim döndü.

 

Yatak çöktü. Adam resmen üzerime çıkıp, diğer elini de boynuma sardı. Beni öldürmeye gelmişti, hem de planlı, programlı, ellerine eldiven takarak. Bileklerine tutundum, kısa bir süre direne bildim. Nefesimi kesmesi bir sert hareketiyle ince bir ipliğe bağlıydı, o ip koptu ve ben nefessiz kaldım. Yüzüme kan dolduğunu hissettim, morardığını. Boğazım acıdıkça, içine içine kanıyor gibi hissediyordum. Göz pınarlarından birer damla aktı, yastık ıslandı. Ayaklarımla çırpınıyordum yatakta. Onu üzerimdem atmaya çalışıyordum.

 

Yüzüme doğru eğilip, o korkunç ifadesiyle belertti gözlerini. "Karım senin yüzünden beyin kanaması geçirdi!" dedi ürkünç bir sesle. İçimden bunu bilerek yapmadım diye haykırsam da, ne bunu dışımdan söyleyebiliyor, ne de söylersem anlayacağını düşünüyordum. Gözü dönmüştü sanki.

 

Onun bilekleri benim bileklerimden neredeyse iki kat kalındı, ama buna rağmen direniyordum. "Yapma," diye acizce bir fısıltı döküldü dudaklarımdan. Kendim bile duyamadım. Gözlerimi boynumun acısıyla kapayınca, göz pınarlarımdan birer damla daha süzüldü. Yutkunmak istedim, başaramadım.

 

Tırnaklarımı bileklerine saplayıp, bir anda dizimi kıvırıp yukarı çekince bağırarak yükseldi. Sanırım hayalarına vurmuştum. Çok büyük bir acı yaşamasına rağmen boynumu bırakmıyordu. Tırnaklarımı bileklerinden derisinin altına kadar geçirmiştim, kanını hissediyordum. Gözlerim kararıyordu.

 

Son şansımdı. Benim hayatım böyle bitmemeliydi. Kimse hatırlamazdı beni. Kimse cesedimi bile bulamazdı.

 

Ölüm korkusu insana neler yaptırır bir bilseniz. Bir başkası öldürmesin diye kendi kendinizi öldürmek bile isteyebilirsiniz, ya da onu. Bir dakika bile düşünmeden, pişman olacağınızı bile bile ama yapmak zorundasınızdır. Başka çare, seçim yoktur o an.

 

Öyle bir anın içindeyim şimdi. Son bir güçle, zayıf düşmesinden faydalanarak tırnaklarımı bileklerinde kırmak pahasına geçirip iki yana doğru çektim. Sonunda direnemedi ve elleri boynumdan açıldı. Çığlık gibi bir sesle, tek bir nefesle yükselirken yataktan, tüm gücümle onu üzerimden ittim. Yataktan devrildi ancak yalnız değil. Beni de beraberinde götürdü. O yere düştü, ben de üzerine.

 

"Şeytan!" diye bu defa da çeneme yapıştığında, bir anda kendimi altta buldum. Gözlerim bir kararıp, bir aydınlanıyordu. Bölükpörçük görüntüler vardı. Hissettiğim sadece ağır darbelerdi. Yüzüme yediğim sert bir yumruğun etkisiyle yüzüm yan döndüğünde, yanağımdaki kemiğin sesini duydum. Bir bıçak açıldı.

 

Beynime ok gibi saplanan o ses beni ayılttı. Yüzümü tekrar yukarıya doğru çevirdim. Bıçak tam göğsüme saplanacakken tuttuğum bileğine ve karanlıkta parlayan gözlerine baktım. "Ahh," diye inleyerek diğer eliyle de bıçağın arkasından destek çıktı. Ben de aynısını yaptım ama bu şekilde daha fazla direnemezdim. "Direnme artık! Boşuna yoruyorsun kendini, seni sağ bırakmayacağım!"

 

Kimse sesimi duymayacaktı belki, kimse gelmeyecekti ve ben son saniyelerimi yaşıyordum belki de. Buna rağmen son çare bağırdım, çünkü gücüm tükeniyordu ve onun altındayken daha fazla direnemeyecektim.

 

"Yardım edin!" diye bağırdım son ses, "İmdat!" Bu defa çığlığı bastım ama birinin yetişeceğine inancım yoktu.

 

Mehmet Akcan, bu defa vücut ağırlığını üzerime verdiğinde bıçak göğsüme yaslandı. Soğuk metali göğsümün tam ortasında hissettim. Direniyordum ama çok geçti. Ya o vazgeçecekti, ya da o bıçak tenimi gelip geçecekti. Artık o metal tenimi yarıp kanımı etrafa sıçrattığında acıyla inlemeye başladım ve o, buna gerçek bir psikopat gibi güldü.

 

"Boşuna direniyorsun," dedi yüzüme eğilerek. Korkunç gülüşünü sergiledi bir kez daha. Göğsümdeki acı gözlerimde damlalara dönüşüp süzüldü. Kıyametim bu geceydi, belki de o ecelim idi.

 

Göğsümdeki o acıyı azaltmak için ne kadar direnmeye çalışırsam çalışayım, artık kol kaslarım her an patlayacakmış gibi bir acıyla sızlıyor, ona karşı koyacak mecâli kendimde arıyor fakat bulamıyordum. Onun da benden aşağı kalır yanı yoktu. Nefes nefeseydik ama ben nefes alırken öyle kısık ve kesik alıyordum ki... O bıçağın bir santim bile aşağıya inmesi demek, ben öldüm demekti.

 

"Kimse yok mu?" diye bağırdım son kez ama gözyaşlarımı tutamadım bu defa. Göğsüm kıpırdadı, bıçak bir santim daha aşağıya indi. Acıyla bağırarak başımı geriye attığım an iğrenç kahkahasıyla doldu kulaklarım.

 

Ölmek istemiyorum.

 

 

Loading...
0%