@hadizade
|
💲
"Ama böyle olmuyor ki, tadını çıkartamıyorum." diye sızlandım. "Gelin oturun, beraber yiyelim." Mikail ve Emin'in yediklerini de boğazına dizmişti. Benim de öyle. Sanki her şey makûl bir zemine oturmak zorundaydı.
İkisi de Akın'a bakıyordu. Omzumun üzerinden arkaya döndüm ve Akın'ın elini tuttum. Çatık kaşlarının altından ellerimize ve yeniden gözlerime baktı. "Hadi, sen de otur. Yanımda ölümsüz komutan varken bana kimse hiç bir şey yapamaz." Dedim imalı bir sesle.
Tabii kendisi hariç.
Birkaç saniye daha öylece gözlerime baktı. Onu sözlerimle ikna edemedim ama gözlerimle ikna etmeyi başardım. Geçip yanıma oturunca elini bıraktım. Mikail ve Emin de oturdu. Dürümlerden birini alıp Akın'a uzattım. Dürümü elimden alıp büyük bir ısırık aldı.
"Abi senin nasıl haberin oldu?" diye sordu Emin.
"Götümüze çip mi taktın?" dedi Mikail.
"Henüz takmadım," dedi Akın. Devamını söylemedi ama hepimiz duymuş kadar olduk.
"Bu bana yetmez, bi' dürüm, iki de ayran kap gel." dedi Emin'e.
Ağzı dolu hâlde, "Öğle arasına mı çıkmıştın?" diye mırıldandım ona bakarak. O da bana baktı ve peçeteyi alıp, dudağımın kenarını sildi. Ağız hareketlerim durdu ve kirpiklerimi sıkça kırptım.
"Evet," dönüp Mikail'e baktı, "Ulvi burada yeni mekân açmış, senin haberin var mıydı?"
Mikail kafasını iki yana salladı. İrice açtığı uçuk mavi gözleriyle boş boş baktı. "Nasıl bi' mekân?"
"Gece kulübü. Diyorum ki, akşam gidip bi' ziyaret edelim. Hediye filan alalım, tebrik etmek lâzım."
"Sen bilirsin abi," dedi ve dürümün yarısını ısırınca, ona sessizce "yuh" dedim.
"Gitmek lâzım, eski arkadaş sonuçta." Akın'ın sesinde belli bir yaşanmışlık vardı. Sanki bunu söylerken birkaç şeyi de düşünüyordu. Bunlar eskiye dair şeyler de olabilirdi, yeni de.
"Ulvi kim?" diye sordum. Gizemli konuşmalar sinirlerimi bozuyordu.
"Ulvi Sabancı," diyince, yediğim lokma boğazıma dizildi. Hafif bir öksürdüğümde, Akın hemen avucunun içiyle sırtıma birkaç kere vurdu. "N'oldu? İyi misin?"
"Yemek genzime kaçtı galiba," diyerek yüzümü buruşturdum. "Çok kötü." Uzattığı ayranı alıp birkaç yudum içtim. "Şimdi daha iyiyim... Ulvi Sabancı, senin arkadaşın mı?"
"Evet, bunda bu kadar şaşıracak ne var?" diye sordu.
"Şaşırmadım, boğulmamın onunla alâkası yok. Sanırım biraz fazla acıkmışım." Diyerek sesimi temizledim.
Onlar konuşurken sessiz kalıp dinlemeyi seçtim. Akın, "Sen de gel bizimle." dedi Mikail'e. Emin sessizce dinliyordu ve ben bile buradan kırıldığını hissettim.
"Biz derken?"
Yeşil gözlerini gözlerime dikip, "Sen ve ben," dedi. "Akşam gidip ziyaret edelim, canım sıkılıyor demiyor musun? Kulübe gidelim işte."
"Yok," dedim hemen, "ben kulüplerden filan hiç hoşlanmam, yok mu bi' türkü bar filan?"
Mikail'in bir "hahahah" diye gülüşü var, bir an ayı mı böğürüyor diye baktım ama yok, Mikail imiş.
"Komik olan ne?" diye sordum gözlerimi kısarak. "Türküler bizim özümüz, ne yani sevemez miyim?"
Akın, "Seversin," deyince yeniden ona doğru döndüm ve yemyeşil gözlerine baktım. "Ama bu akşam benimle geliyorsun ve itiraz kabul etmiyorum."
"Niye sen Paşa mısın? Sana itiraz edilemez mi?"
"Sayılır," dedi gıcık edici bir tavırla önüne dönerek. O dürümünü afiyetle yerken, ben de bu dürümü nasıl çözeceğimi düşünmeye başladım.
Sorun şu ki, Ulvi Sabancı'yı yıllardır tanırım, karısı Merve ve kardeşi Serhat'ı da. O da beni ve ailemi tanıyor. Maalesef tanışıyoruz. Ulvi beni gördüğünde tanıdığını belli edecektir, bu da benim için hiç iyi olmaz.
Kendi çizdiğim yolun dışına çıkmış, bu kadar ilerlemişken, geri dönmüş olurum. Her şey başa sarar.
Elimde yarım kalan dürümü masaya bırakıp peçeteyle dudaklarımı silerek zengin kalkışı yaptım. "Hadi gidelim."
Doymadım, ne yemeğe, ne de temiz havaya, ancak iştâh denen o duygu bir anda bedenimi terk etti ve yerini koca bir boşluğa bıraktı. Duygularım birbirine karışmıştı ve zihnim sürekli olarak atacağım her adımı önceden hesaplamakla meşgûldü.
Mikail'in bizi getirdiği arabaya doğru yürüyorduk, ancak Akın bir anda kolumu tutarak beni durdurdu ve ben dönüp ona sert bir bakış atınca, elini usulca çekerek önüme geçti. "O arabayla gitmiyorsun, benimle geliyorsun. Beraber şirkete geçelim." diyince, sonunda bana bu şansı tanıyacak olmasına hem sevindim, hem de bir hayli şaşırdım.
"Tamam," dedim, "nasıl istersen." Yüzümdeki o sert ifadenin dağılıp, yerine daha ılımlı bir ifade geldiğine ve bunun sesime dâhi yansıdığının farkındaydım. Dikkatli bakışları, o orman yeşili gözleriyle yüzümü süzdü ve o da tıpkı benim gibi daha ılımlı bir ifadeye büründü.
Hep böyle olsa, olmaz mıydı? Bana böyle gelse, ona yardımcı olurdum ama sanırım o da anlaşma yoluna gidebileceğimizi hesaba katmamıştı.
Belki de sadece böyle olmasını istiyorduk. İki dik başlı insan olarak, ya aynı nokta buluşacaktık, ya da birbirimize zarar verecektik. İlk önce ilkini denemeyi seçtik ve şayet ilk seçimimiz doğrultusunda bu olayı çözemezsek, o zaman ikinci seçeneğe başvurabilirdik.
O, Emin ve Mikail'e bakarak, "Siz gidin," dedi. Onlar arabaya binip yanımızdan uzaklaşırken, Akın cebindeki anahtarı çıkarıp, bana siyah Range Rover'ın yanına kadar eşlik etti. Kapıyı açıp oturmamı bekledikten sonra kapatıp, ön taraftan dolaştı.
Güneş hemen tepemizdeydi ve şehri kavuruyordu. Sıcaktan bunalmış biri olarak hemen klimayı açtım. Akın ne yaptığıma ve bana baktı. Yüzünde yaranan o ufak tebessümü farkettim.
"Çok sıcak," diye sızlandım, "nefret ediyorum böyle havalardan."
"Ben severim," dedi, ona garipser bir bakış attım. "Soğuk mu, yoksa sıcak mı diye sorsalar, sıcağı tercih ederim."
"Sen zaten buz gibisin," diyip önüme döndüm, "terlemiyorsun da, klimalı aracımda gezip, klimalı iş yerimde ve evimde otursaydım, ben de severdim tabii."
"Dağda klima yok Nalan," dedi, dinledim ama ona bakmadım, "soğuktan donan arkadaşlarım oldu, taş kesilmişlerdi. Kardan, kıştan nefret ettim. Soğuktan nefret ettim."
Yutkunmak istedim ama yutkunamadım. Başımı usulca ona doğru döndüm ve profiline baktım. Bakışları yoldaydı, ama sanki fikri başka bir yerdeydi. Belki de o kötü ânları düşünüyordu.
"Bir zamanlar ben de soğuktan nefret ederdim, hele ki yağmurlu gecelerden..." devamını getiremedim, susup önüme döndüm. Kimi anlatır derdini, kimi de yutar, içine atar. Tüm dertleri kalbinde yatar, işte o kalkanı kaybetmemek için susar.
"Şu an seviyor musun?" diye sordu. Dalgınlığıma gelince, neyi sorduğunu unuttum.
"Neyi seviyor muyum?"
"Yağmurlu geceleri diyorum, seviyor musun?"
"Âşığım," dedim, "sadece âşığım, sadece yağmura değil, gök gürültüsüne, karanlığa ve de sessizliğe âşığım... Gel gör ki, sevdiğim her şey benden uzak."
Uzun bir sessizlik oldu, aracın içerisinde sessizlik hüküm sürerken o, yine bu sessizliği bozan taraf oldu.
"Sevgilin var mı?"
Yüzümü hızla ona doğru çevirdim. Kıstığı yeşil gözleri yola bakıyordu.
"Neden sordun?"
"Öylesine, laf olsun diye."
"Laf olsun diye soruyorsanız, ben susma hakkımı kullanmak istiyorum Akın Bey."
Önüme dönüp tebessüm ettim ve o, bir kez daha sordu.
"Sevgilin var mı Nalân?"
"Var," dedim.
Ve ondan başka bir söz duyamadım.
Neydi bu şimdi? Olsa ne olacaktı, olmasa ne olacaktı?
Akın gecelerin adamı değildi, Mehmet sık sık kameralara yakalansa da, Akın'ı bir kere olsun görememiştim. Üstelik onu bir kadınla da göremiyordum. Ya yakalanmayacağı bir yerde eğleniyordu, ya da cinsel eğilimi farklıydı. Aklıma başka bir şey gelmiyor.
"Senin peki?" Diye sordum ona. "Sevgilin var mı?"
"Var," dedi.
"Cinsiyeti ne?" diye sordum ve bana yandan öyle bir bakış attı ki... Yer yarılsın, ben yere gireyim, siz üzerime toprak atın.
"Erkek," dedi gözlerimin içine baka baka, şaka yaparken nasıl bu kadar ciddi kalabiliyordu aklım almıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi gülmemek için zor tuttum.
"Bu senin kendi kararın tabii, bize saygı duymak düşer." Diyerek ona eşlik edip, sonrasında önüme döndüm.
"Nalaaan..."
"Yiğiiit..."
"Yiğit'i kullanmıyorum."
"Ben kullanıyorum," diyerek ona doğru döndüm. Yola bakıyordu, yüzünde ufak bir tebessümle başını iki yana salladı. Bence benimle baş edemeyeceğini o da biliyordu ve uzatmadı da.
Akcan holdingin oraya vardığımızda Akın'a mânidar bir soru sordum. "Bu değirmenin suyu nereden geliyor?"
Arabanın kapısını açıp indik ve ön tarafta yan yana gelip beraber girişe doğru yürüdük. Akın sorumun cevabını detaylıca verirken, beraber holdingten içeriye girmiş, insanların bakışları üzerimizdeyken usulca asansöre doğru yürüyorduk.
"Babamdan... Yani babamın kurduğu küçük bir şirketti, sonra Mehmet çalışarak büyük bir holding yarattı. İstanbul'da gördüğün en lüks binaların çoğunun yapımı bize ait, yani Ancan'lara ancak benden çok emeği geçen kişi Mehmet'tir. Çünkü ben işimi seçtim, Mehmet ise aileden kalma bu şirketi büyütmeyi ve babamın işlerini devam ettirmeyi seçti. Duru, Mehmet ve ben yüzde yirmi beş ortağız ve dediğim gibi, nedense sadece benim param çalınmış."
Asansöre girdik ve kapılar kapandı. "Duru, Mehmet ve ben, yüzde yirmi beş ortağız dedin. Peki kalan yüzde yirmi beş hisse kime ait?"
"Aşk olsun," diyerek omzunun üzerinden bana doğru baktı ve ben de ona, "patronlarının hepsini tanımıyor musun?"
"Tanımadığım için soruyorum ya, Duru'yu da tanımıyordum. Seni de ilk defadır görüyor ve tanıyorum. Yani Mehmet dışında başka patronlar olduğunu bilmiyordum."
Asansörün kapıları açıldı ve beraber çıktık. Akın Mehmet'in ofisine doğru giderken, ben de yanında ona ayak uydurmaya çalışıyordum. Fakat dördüncü patronun kim olduğunu söylemedi. Kapıyı açıp bana baktı ve girmem için bekledi. Yavaşça içeriye girip odaya baktım. Bizden başka kimse yoktu. Akın arkamdan kapıyı kapattı ve soluğunu hemen ensemde hissedip yutkundum.
"Girsene, yabancılık hissetme," diyerek yanımdan geçip gitti ve masanın etrafından dolanırken sözlerine şöyle devam etti, "hem pek yabancı da değilsin zaten." Siyah deri koltuğu çekip oturdu ve yeşil gözlerini gözlerime dikip, eliyle masanın bu tarafındaki koltuklardan birini işaret etti. "Buyur, geç otur."
İlk gün kendi evimde bana yaptığı muameleyi hayal meyâl hatırlıyorum da, beni öldürecek sanmıştım. Şu an her davranışı, her kelimesi ve anlaşma yoluna gitmek için küçük de olsa bir uğraş veriyor olmamız, birbirimize sabır göstermemiz bir lütuf gibi geliyor.
Geçip koltuğa oturdum. Önündeki bilgisayarı açtı ve kasadan bir CD çıkarıp bana gösterdi. "Bu diskin içerisinde o geceki kamera kayıtları var." Diski yerleştirdikten sonra açtı ve bilgisayarın ekranını bana doğru çevirdi. Evet, kayıtlar o geceyi gösteriyordu. Mesaiye kalmıştım, oradaydım ancak belli bir yerden sonra kesintiye uğruyordu ve o arada ben zaten işten çıkmıştım. Akın tarafından bakarsak, böyle bir görüntü zaten tesadüf olamazdı.
"Evet, görüntüler var ve ben mesaiye kalmıştım ancak parayı çaldığıma dair kesin bir görüntü yok." dedim ve arttırdım. "Parmak izi sonuçlarını da görmek istiyorum."
Dolabı açıp dosyayı çıkardı ve benim önüme attı. Dosyayı alıp açtım ve içerisindeki parmak izleri ile kimlik tespiti sonuçlarına baktım. "İnsanların parmak izleri benzersizdir Nalan," dedi Akın, "her insan farklı bir iz bırakır."
Dosyayı masaya bıraktım ve yutkunarak onun gözlerine baktım. "Sonuçta ben bu şirketin bi' çalışanıyım. Masamda, lavaboda, kapılarda, her yerde parmak izim vardır zaten ama kasanın üzerine nasıl ulaştığını ben de merak ediyorum."
Parmaklarıyla yeni tıraş olunmuş yüzünü okşarken, dikkatle gözlerime bakıyordu. "O kadar temkinlisin ki..." dedi ve bana aynı şekilde bakmayı sürdürürken, başını usulca iki yana sallayıp durdu. "Bazen doğru söylediğini düşünüyorum ama sonra profesyonel bir yalancı olabilme ihtimâlin aklımı kurcalıyor."
Yutkunup sustum.
"Seninle ne yapacağımı ben de bilmiyorum," dedi ama ben tam ağzımı açıp bir şey söylemek üzereyken konuşup beni yeniden susturdu.
"Galiba bu iş çözülse bile seni bırakamayacağım..."
|
0% |