@hadizade
|
"O ne demek?" diye sordum hemen, "bırakmayacağım da ne demek? Biz burada bir anlaşma yoluna gitmeye çalışıyoruz, değil mi? Hayır, yanlışım varsa düzelt çünkü ben öyle sanıyorum."
"Öyle zaten, sadece şaka yapıyorum," diyip hafifçe gözleriyle güldü, "kanıtlamama izin ver dedin, buyur kanıtla."
Ona ters bir bakış attıktan sonra durdurduğu videodaki görüntüme baktım. "Tam dokuzda görüntü gidiyor, fazla planlı geldi. O âna dek oyalanmadan işimi yapıyorum, kafamı kaldırmamışım bile. Mehmet Akcan'ın, yani abinin bana yıktığı işleri yapıyordum. Yani orada, o saatte kendi isteğimle bulunmuyordum. Şimdi yanlış anlamanı istemem, abini suçlamıyorum. Sadece benim mesaiye kalmama neden olam kişi kendisiydi ve planlı değildi diyorum."
"Spontan olabilir," dedi, "neden olmasın?"
"O da olabilir, mantıklı ama başka her hangi bir kamera kaydı var mı, aşağıda bir sürü güvenlik varken bu kız on milyon doları dikkat çekmeden nasıl dışarıya çıkardı diye düşündün mü? Ya da taksi durağının oraya yürürken elinde on milyon doların sığabileceği bir çanta var mıydı... Sordun mu Akın? Sorguladın mı? Yoksa doğrudan suç atmak kolayına mı geldi?"
"O gece güvenlik yoktu ki." Dedi.
"Ne demek yoktu? Ben çıkarken güvenlik oradaydı. Üç kişi gördüm ben. Hepsi aşağıdaydı."
"Yoktu Nalan, benden iyi mi bileceksin? Sadece garajda ve girişte birer bekçi vardı."
"Hayal mi gördüm ben? Vardı işte... Zemin katın kayıtları yok mu?"
"Tüm kayıtlar silinmiş, sana göre ben hiçbir şey araştırmadan sana suç atmışım ama ben son perdede sana geldim."
"Başka bir yerde illa vardır, taksi durağına gittim mesela."
"Şu ilerideki taksi durağından mı bahsediyorsun?"
"Evet, orada kameralar var. Elimde sadece kendi el çantam vardı."
Cebinden telefonunu çıkartıp birini aradı. "Şirketin yanındaki taksi durağına git, 27 Temmuz gecesine ait görüntüleri al getir. Çabuk ol." Telefonu kapattıktan sonra bana bakarak masanın üzerindeki telefonu eline aldı. "Biraz bekleyeceğiz. Ne içersin?"
Bana böyle davranması garip geliyor. Hâlâ suçumu ıspatlayamadı hâlâ ilk şüpheliyim. O mu çok sabırlı, ben mi çok sabırsızım bu konuda, bilmiyorum.
"Çay olabilir." Dedim.
"Kaç şeker?"
"Şekersiz.
Ama yanında güzel bir pasta, börek tabağı olsa güzel olurdu.
"Sıcak mı olsun?" diye sordu.
"Elbette, sıcak ve demli severim."
Hafifçe tebessüm etti ve telefonu kulağına götürüp, "Mehmet'in odasına iki çay, şekersiz, demli olsun." dedi. Telefonu kapattıktan sonra, "Sıcaktan nefret ettiğini sanıyordum," dedi.
"Elbette ama içeriye sıcak bir şeyler gittiğinde, vücudum dışarının sıcaklığını hafife almaya başlıyor. Su içince susuzluğum gitmiyor ama çay içince gidiyor."
"Aynısı."
Bana uzun uzun bakınca ve ben de farkında olmadan onunla uzunca göz göze kaldığımı farkedince hemen önüme döndüm. Boynumun çevresinde dolanan tülden bir askı tenimi ürpertti. Bir garip hissettim. Onunla göz göze gelmek istemiyordum, nedensizce kaçmak istiyordum ama durmak, yüzleşmek zorundaydım.
Ellerimi bacaklarımın üzerinden süzerek diz kapaklarıma kadar getirip sonra geri gittim ve sırtıma yaslandım. Onun beni izlediğini hissediyor ama ona değil, dışarıya bakıyordum. Hava git gide kapanıyordu, göneş dolu bulutların ardına saklanmıştı. Neredeyse bir saat olmuştu buraya geleli. Birer çay içmiştik. Kapı birden açıldı ve bir adam içeriye girip masanın üzerine bir zarf bıraktı. Akın göz işaretleriyle gitmesini söyleyince, adam başını bir kez eğdi ve odayı hızlıca terk etti. Akın zarfı açıp içindeki CD-yi çıkardı. Bu o geceki görüntülerdi işte. Belki de kurtuluşum olabilecek görüntüler.
Diski yerleştirip açarken üzerimdeki gerginlik hiçbir zaman bu kadat hat safhaya ulaşmamıştı. Akın önce sardırarak izlemeye başladı. Ayağa kalkıp masanın etrafından dolandım ve onun yanında durarak ben de izlemeye başladım. Görüntüleri 27 temmuz 21 sularına kadar sardırdı ve o an kendimi görünce, "Durdur!" dedim hemen. "Oradayım işte, bak."
"Evet buradasın ama buraya kadar da bayağı bir mesafe var zaten," diyince bakışlarımı ekrandan alıp ona üstten bir bakış attım. "Çok telaşlı bir hâlin var Nalan, neden bu kadar telaşlısın?"
Hemen kafamı iki yana salladım. "Hayır, uydurma! Telaşlı filan değilim!"
Koltuğunu bana doğru döndü ve yeşil gözlerini gözlerime dikti. "Sence ben hâlinden tavrından ne hissettiğini anlamayacak biri miyim Nalân?"
"Demek ki, değilmişsin Yiğitciğim!"
"Akın," diye düzeltti, "adım Akın."
Hafifçe güldüm, bu sinirli bir gülücük gibiydi. Sırtına öyle rahatça yaslanıp bana ahkâm kesmesine daha fazla katlanamadım, sakin kalamadım. Eğilip elimi koltuğun kol kısımlarına koydum ve yüzüne doğru eğildim.
"Sen bana istediğin gibi davranıyorsun ya," dedim kısık bir sesle, "sana istediğim gibi sesleneceğim. Hoşuna gitmiyorsa, beni yanında tutma olsun bitsin... Yiğit..."
Kirpiklerini bile kırpmadan aynı rahat ve temkinli ifadeyle gözlerime bakıyordu. Cevap vermediğinde, "Aferin," diyerek geri çekildim.
Arkamı dönüp yanından uzaklaşacak ken, bileğime dolanan eli beni durdurdu. Kolumu çektim ama o tuttu. Güçlerimiz çatıştı. Ben çektim, o çekti ama bir sonuç alamadık. En sonunda sert bir hareketle çekince resmen uçtum ve kendimi kucağında otururken bulunca, başımı kaldırıp şaşkın gözlerle onun gözlerine baktım.
"Akın n'apı-"
Bir eli belimi sararken diğer elini ensemden saçlarımın arasına geçti ve dudaklarımız birbirine dokundu. Bu dokunuş tüy kadar hafif, fakat bir çatışmanın yarattığı o alevler gibi baskın, sıcaktı. Çok fazla sıcak... Sadece küçük bir öpücüktü, küçük bir öpücük ama çok büyük şeyler taşıyan bir öpücük.
Başımın arkasındaki baskıları hafifledi. Dudaklarımız birbirinden usulca aralanınca yeniden göz göze geldik. Sessizce yutkundum. Uzun ve sessiz bir bakışma geçti aramızda. Hiçbir kelimeyle tarifi olamayacak bir bakışma. İlk gözlerini kaçıran, yüzünü çeviren ve kalkıp giden ben oldum.
Bir şey söylemeden çantamı alıp apar topar kapıyı açtım ve son âna dek bir şeyler söyleyecek diye gerildim, hiçbir şey duymak istemiyordum. Kapıyı hızlı kapatayım derken çarpıp çıkmış oldum.
Aşağıya indiğimde Rıza Bey kapıyı benim için açtı. Arka koltuğa oturup Rıza Bey'in aracı çalıştırmasını beklerken elimle dudaklarımı kapattım ve dönüp oraya baktım. Oradaydı. Girişe kadar gelmişti ve bana bakıyordu. Hemen önüme dönüp elimi dudaklarımın üzerinden çektim ve başımı önüme eğdim. Araba hareket edene kadar bakışlarını yüzümde hissettim ama sonra derin bir nefes alarak başımın arkasını koltuğa yasladım ve gözlerimi kapatınca, hemen o ânları hatırladım.
Zihnimde canlanan o görüntü bir film sahnesi gibi berraktı. Yanlıştı. Ondan kurtulmaya çalışırken bunu yapması çok yanlıştı. Üstelik vücudumda baş gösteren bu değişiklikler ondan da yanlıştı. Hele ki, hoşuma gitmesi... Bu en büyük yanlışımdı.
💲
"Güzel kızım, adın ne senin?" diye sordu Seray Hanım.
Sabırla, güleryüzle cevapladım. "Nalân, efendim. Adım Nalân Arga."
Gözlerini kısarak baktı, "Seni bir yerden çıkaracak gibiyim ama..."
Gülümsedim. Daha önce defalarca kez tanıştık çünkü. Masanın üzerine biraz daha yayılarak, "Duru'nun yanında görmüşsünüzdür, arkadaşıyım." Deyiverdim. "Misafir edişinizden çok memnunum, açıkçası eve gidesim yok."
Kendi elleriyle yaptığı orta şekerli türk kahvesini fincanlara boşaltıp birini benim önüme bıraktıktan sonra karşımdaki uzun bar taburesine yerleşti. Dikdörtgen şeklindeki gözlüklerinin ardından görünen mavi gözleri kısıldı. Kızı gibi güleryüzlüydü. "Başımızın üzerinde yerin var, ne kadar istersen o kadar kal." Dedi.
"Çok sağolun," dedim, "kahve için teşekkürler, elinize sağlık."
İçtim, biraz fazla şekerli olmuştu ve hiç sevmezdim, boğazımı tıkardı. Başımı kaldırıp ona baktım ve gülümsedim. "Çok güzel olmuş Seray Hanım, elinize sağlık."
"Afiyet olsun kızım... Ee neler yapıyorsun?"
Sardık mı başa? Sardık.
"Ben de sizin şirkette çalışıyorum, Mühendis'im ama şu an staja ihtiyacım var. Akın'ın yanında çalışıyorum."
"İyi yapıyorsun, oh ne güzel. Aferin kızım, çalış, çalışmak iyidir. Evde oturup n'apacaksın?"
Canım teyzem ben de oğluna bunu anlatmaya çalışıyorum ya zaten.
"Ya... Bence de öyle. Boş duramıyorum zaten, denedim bi' defa, delirecektim neredeyse."
Öylece baktı, beni alıcı gözüyle süzüyor gibiydi. Kadının yüzünde nur vardı sanki, ya da çok tatlı davrandığı içi bana öyle geliyordu. Ya da... öz annemden daha iyi davrandığı içindi, bilemiyorum.
Karşılıklı kahvelerimizi içerken arkamdan, yani mutfağın girişinden ayak sesi işittim ancak dönüp bakmadım. Kadının gözleri oraya kaydı ve kimi gördüyse gözlerinin içindeki siyahlar büyüdü.
"Hoşgeldin oğlum."
"Hoşbulduk annem, ne kaynatıyorsunuz burada?" Diyen Akın yanımdaki tabureyi çekip oturdu. Bakışlarını yüzümde hissettim ama ona bakmadım.
Bu bi' utanma mı bilmiyorum. Ha utanmalı mıyım onu da bilmiyorum.
"Nalân kızımla sohbet ediyorduk," dedi Seray Hanım, "yemek hazırlayayım mı sana?"
Kaç para böyle bi' anne? İhtiyacım var, kaç para?
"Yok annem tokum, sağolasın."
E tabi dışarıda yiyip gelmiş beyefendi. Artık kiminle yediyse...
"Ama ben açım," diyen Mikail mutfağa girdiğinde, tüm gerginliğim dağıldı. "Ve bir dana- yani bir daha yiyebilirim."
Ona bakayım diye arkamı dönmek istedim, fakat tam bu esnada aramızda sadece birkaç santimetre varken gözlerini dikmiş bana bakan Akın ile göz göze geldim. Yine sessiz ve uzun bir bakışmanın ardından ikimiz de önümüze döndük.
Evet, o öpücüğün ardından aramızda tek bir kelime dâhi geçmemişti. Üzerimizde yoğun bir gerginlik varmış gibi görünüyor da olabilirdik ancak ikimiz de bu durumdan memnunduk. Yani o öpücük, ikimizin de istediği bir öpücüktü.
Ateşle barut yan yana durmaz derler. Şu an yan yana duran ateş ve barut gibiyiz, bilinçsizce birbirimize çekiliyoruz ve bunu biz hariç hiç kimse hissetmiyor, görmüyor.
"Ben odama çıkayım," diyip tabureden indim, "size afiyet olsun." Kaçıyordum. Mutfaktan çıkıp hızlı adımlarla salondan geçtim ve koşarak merdivenlere ilerledim. Kalbimin atış hızı adımlarımdan çok daha hızlıydı. Göğsümde ağır bir basınç vardı, sanki biri tam oraya ağır bir balyozla sürekli vuruyordu.
O adamdan uzak olayım da, nereye gidersem gideyim, diyerek en üst kata çıktım. Dördüncü kattan da terasa. Derin nefesler aldım, gözlerimi kapattığımda genzime dolan o orman kokusunu iliklerime kadar aldım. Koltuk gurubuna yerleşip bacaklarımı sehpanın üzerine uzattım ve gözlerimi kapatıp, başımı koltuğun tepesine koydum.
Sadece gecenin karanlığındaki bu sessizliği dinlemeye ve bolca temiz havayı ciğerlerime uzun süreli misafir etmeye ihtiyacım vardı ama bu ne mümkündü?
O, hemen yanıma damlamıştı.
"Neden bu kadar heyecanlısın?"
Sabır dileyerek sertçe soludum. "Sana ne?"
Hafifçe güldü. "Ben bu hâli biliyorum, çok tanıdık. Bu kıvılcımlar, bu kaçışlar boşa değil."
"Saçmalama," diyerek gözlerimi açıp ona baktım, "üzerime suç atmaktan vazgeç. Hoşlandığım filan yok!"
Güldü. "Ben hoşlanıyorsun demedim ki, onu sen dedin."
Sinirle soluyup önüme döndüm. "Demiyorsun ama imâ ediyorsun, aptal değilim ben! Ne demek istediğini anlayabilecek yaştayım."
"Keşke ne hissettiğini anlayabilecek yaşta da olsaydın."
"Kes şunu, benimle uğraşmaktan vaz geç. Benim derdim bana yeter. Git başımdan."
Gözlerimi yeniden kapatıp, biraz daha yayıldım ve sessizliği dinlemeye devam ettim.
💲
"Nalân?"
"Anne..."
"Nalân, iyi misin?" yüzümde bir el geziniyordu, o el az sonra alnıma kondu ve bana tanıdık olan o ses şunları fısıldadı. "Hay si... kahretsin, ateşin var."
Gözlerimi güçlükle açtım ancak her yer karanlıktı. Sadece bir gölge gördüm. O gölgenin sahibi beni kucağına aldı ve odama kadar taşıdı. Yatağa yatırıp hemen yanımdan kalktı ve ben kollarımı buz kesen vücuduma sardım. Ancak kollarımdaki tüm güç çekilmiş gibiydi. Uzun zamandır ilk defa böyle hissediyordum.
"N'oldu?"
"Gece terasta uyumuş, ateşi var."
"Soğuk duş aldır, ben doktoru arıyorum."
"Çabuk ol."
Biraz sonra yanıma geldi. O iri gölgesini gördüm. Beni yeniden kucağına aldı ve banyoya kadar taşıdı. Beni bir anda soğuk suyla dolu küvetin içine bırakınca ayıldım ve çırpınmaya başladım. Onu gördüm. Beni tutmaya, zabtetmeye çalışıyordu. "Sakin ol, dur, sakin ol, sakin ol buradayım."
"Hayır, bırak." Diyerek onu itmeye ve çıkmaya çalıştım ama bir anda sarılınca, neye uğradığımı şaşırıp sustum. Elleri ıslak saçlarımda ve sırtımda gezindi. "Sakin ol, buradayım Nalân... Benim, Yiğit."
Titreyen ellerimi ıslanmış bir kedi gibi can havliyla omuzlarına attım ve ben de ona sarıldım. Sadece şu an beni bu buz gibi suyun içerisinden çıkartması için ona yalvara da bilirdim.
"Çok soğuk," dedim ağlamaklı bir sesle, "çıkar beni, donuyorum."
Donuyorum dediğim an, beni de kucağına alarak ayağa kalktı. Üzerimden akan su damlaları küvetten tok sesler çıkarırken, yürüdüğü yer boyunca her yer tıpkı bizim gibi sırılsıklam oldu.
Beni lavabonun orada yere bıraktı ve elini üzerimdeki ıslak tişörtün eteklerine attı. Başımı kaldırıp onun gözlerine baktım ve beni bu ıslak kıyafetlerden bir an önce kurtarması için titreyen kollarımı yukarıya kaldırdım. Öyle titriyordum ki, dişlerimin birbirine çarpmasıyla oluşan o sesi duyuyor ve uğraşsam da buna engel olamıyordum.
Tişörtü bir çırpıda çıkarıp kenara attıktan sonra önümde eğilip eşofmanımı da sıyırdı ve ben de gücüm yettiğince bacaklarımı kaldırarak çıkartmasına yardımcı oldum. Ancak ona baktığımda farkettim ki, bana bakmak yerine yüzünü başka tarafa çevirmişti.
Kıyafetlerimi kirli sepetine atıp hızlıca temiz bir bornoz ve havlu alıp yanıma döndü. Bornozu açıp giymem için başka tarafa bakarak bekledi. Kollarımı birer birer bornozun kollarına geçirdim ve o, arkadan sarılarak bornozun belindeki kemeri bağladı.
Aynada onu gördüm. Havluyla saçlarımın suyunu çekerken, cüssesine zıt bir kibarlıkla, dikkatli davranıyordu ve çok çok önemli bir iş yapıyormuş gibi ciddi bir hâli vardı. Havluyla saçlarımın nemini çektikten sonra dolaptan fön makinesini çıkardı ve saçlarımı kurutmaya başladı. Daha doğrusu sadece tuttu ve kurumasını bekledi. Onu böyle görmek çok garipti.
"Biraz karıştırman gerek," dediğimde, yeşil gözleri aynaya yansıyan görüntüme ilişti, "öyle kurumaz, dokunman gerek."
Diğer eli saçlarıma gitti ve onlarla oynamaya başladı. O bunu yaparken onun yerinde şu an babamın olduğunu düşündüm. Sanki o'ydu, onun bedenine girip gelmiş, benimle ilgileniyordu. Ona o kadar benziyordu ki... Hâli, tavrı, konuşması bile. Dokunuşlarında babamın dokunuşlarındaki o sıcaklık vardı. Beni geçmişe götürüyor. Hem güzel, hem de kötü hissettiriyordu.
Dakikalarca saçlarımla oynadı. Yanlarını, üstünü, altını dikkatle kuruttu. "Yeterli," dedim sonda, "kurumuş." Fön makinesini kapatıp yerine koyduktan sonra aynadan gözlerime bakarak arkamdan yaklaştı ve yeniden beni kucağına alınca, titreyen kollarımı boynuna doladım. Bakışları usulca gözlerime doğru tırmanınca, yeşil irislerinin içindeki siyahların büyüdüğünü gördüm. Yavaşça yüzüme doğru yaklaşırken gözlerimi kapadım. Dudakları alnıma dokundu ve orada uzunca durduktan sonra geri çekilip yeniden gözlerime baktı.
"Ateşin düşmüş çok şükür... İyi misin?" diye sordu, "sıcak bir şeyler ister misin?"
Başımı hemen onaylar anlamda salladım. "Ne içmek istiyorsun?" diye sordu.
"Sıcak çekoletta," dedim huysuz bir çocuk gibi. Bunu duyunca gözleri daha da kısıldı ve yüzünde eşsiz bir tebessüm oluştu.
"İyi bakalım, gidip çekoletta içelim." Diyerek benimle birlikte banyodan çıktı.
Önce odaya geçtik. Akın ne giymek istediğimi sorarak bana birkaç parça kıyafet gösterdi. Siyah eşofman altımı ve siyah tişörtümü istedim. Onları yanıma bıraktıktan sonra çıktı. Hemen alt çekmecede duran iç ćamaşırlarımı da aldım ve üzerimdekileri çıkarıp, yatakta oturmaya devam ederken onları giydim. Öyle halsizdim ki, hafif ayağa kalkayım derken gözlerim karardı ve tekrar yatağa oturuverdim.
"Bu ne ya? Ben silahla yaralandığımda daha çabuk toparlanmıştım." diyerek öfke kustum soğuk algınlığına. Çünkü gerçekten en nefret ettiğim şeydi. Oluk oluk kanım akarken yürürdüm ama nezle olunca yataktan kalkamazdım. "Ah, ah, şimdi bizim kızlar olacaktı burada. Bakarlardı bana..."
Akın da onları hiç aratmıyor ya, sanki üç çocuk büyütmüş. Öyle tecrübeli.
Giyindikten sonra ayağa kalkamayınca ona seslendim, belki duyar diye. "Akın! Orda mısın?"
Hemen kapı açıldı ve o içeriye girince, ona mahçup bir ifadeyle baktım. "Çok halsizim, kalkamadım."
Alnımı çevreleyen ve sürekli kafamı sıkan demirden bir halka var gibi hissediyordum. Şu an çocuk gibi oturup ağlayasım vardı ve zor duruyordum. Hemen yanıma gelip koltuk altlarımdan tutarak beni ayağa kaldırdı ve bir anda omzuna alınca, "Akın, n'apıyorsun?" dedim çığlık çığlığa.
Dudak altından güldüğünü duydum. "Sen iyi alıştın," dedi, "nakliyat şefi olarak gerekeni yapıyorum, boşuna debelenme elimden kurtulamazsın."
Dönüp odadan çıktı. Bir eliyle dizlerimin arkasından tutmuş, sanki ben omzundan sarkmamışım gibi rahatça yürüyordu. "Akın kusarım, yemin ederim kusarım, indir beni!"
"Kus, rahatlarsın."
"Gıcık!"
"Senden daha gıcık değilim. Taşı dedin taşıyoruz işte, çok nankörsün vallahi sana iyilik de yaramıyor."
Ay bir de dalga geçmesin mi?
"Midem bulanıyor, kusacak bir şey de yemedim. Maalesef yani..."
Güldüğünü duydum. "Şuna bak... Üzerime kusamıyor diye pek üzülüyor."
"Hak ediyorsun da, şu an gelmiyor."
"Parmak at gelir."
"Akın bak şu an manzaram çok iyi zaten," dedim poposuna bakarak, "ben o parmağı başka yere atarım!"
Bir anda boşluğa düşünce çığlık savurdum, sesim evin duvarlarında yankı yaptı. Tam düşecekken diğer koluyla da belimden kavradı ve beni yeniden kucağına alınca, hemen kollarımı boynuna dolayıp gözlerine baktım. "N'apıyorsun sen? Delirdin mi?"
"Hı hım, delirttin."
Mutfağa girip beni taburelerden birinin üzerine bıraktı ve tezgâhın etrafından dolanıp diğer tarafa geçti. Maalesef ki, uykudan uyanıp gelmişti ve yarı çıplaktı. Arkasını dönünce geniş sırtındaki izlere baktım. O izlerin nasıl oluştuğunu çok merak ediyordum ama sormaya cesaretim yoktu. Belli ki, esir düştüğü o zamanlardan kalmaydı. Acaba canı ne kadar yanmıştı, ne hissetmişti?
Bir anda arkasını dönünce düşüncelerden sıyrıldım. Bir bardak su ve ilaç koydu önüme. "Önce bunu iç," elinin tersini alnıma koydu, "hâlâ biraz ateşin var."
"Evet, az önce korkunca çıktı." dedim imalı bir sesle.
Umursamaz bir bakış atıp tekrar uzaklaştı. İlacı alıp suyu da içtim ve yüzümü buruşturdum. "Iğh tadı iğrenç, ağzımın yeniden tatlanması için sıcak çekolettaya ihtiyacım var."
"Ya da bir öpücüğe," diyince donup kaldım. Aman beyefendi neler diyorsunuz öyle? Bizde de kalp var, bu gidişle ben gitmeyip kalacağım yanında o olacak!
"Terbiyesiz," diye mırıldandım, "ben hiç sana belaltı imalar yapıyor muyum?"
"Dudak belaltı değil ama sen bilirsin."
"Çok biliyorsun sen..."
"Öyle derler..."
"Gıcıklık genetik mi, yoksa kendin çalışarak mı bu noktaya geldin?"
"Çok çalıştım."
"Belli oluyor." Dedim iri gövdesine ve pazularına bakarak. Triseps ve biseps uzunluğuna bakılırsa genetiği de iyiydi. Alt karın kasları daha belirgindi, yani bacaklarını daha çok kullanmıştı. Bu da çok koştuğu anlamına geliyordu. Boyu uzun olduğu için kambur bir duruşu vardı, sadece istediğinde daha dik duruyordu. Siyah saçları açık renk teninin yanında biraz daha güzel duruyordu. Kollarını saran dövmeleri çok güzeldi, özellikle yaptırmak istediğim fakat sonradan sıkılıp pişman olmak istemediğim o dövmeler, onun vücudunda çok iyi duruyordu. Onu böyle iş yaparken izlemek oldukça zevk veriyordu. Dirseğimi masaya yaslayıp elimi yanağıma koymuş, bir manzara izler gibi gizlice onu izliyordum.
Sıcak çikolatayı hazırlayıp iki kahverengi kupaya doldurdu ve birini benim önüme bıraktıktan sonra karşımdaki tabureye oturdu. O böyle bir metrelik omuzları ve iri gövdesiyle karşımda otururken ona bakmamak çok zor olacaktı.
Bakışlarımı önüme indirdim ve kupayı avuçlarımın arasına aldım. "Acaba üzerine bir şeyler mi giysen?" diye mırıldandım çekinerek, "istemsizce bakıyorum ve kendimi sapık gibi hissediyorum."
"Rahatsız olmuyorum," dedi, "tek bakan sen değilsin."
Gözlerimi kocaman açtım ve başımı kaldırıp hemen ona baktım. "Egoya bak, tamam en yakışıklı sensin!"
"Ben böyle bir şey demedim, iri olduğum için genelde garip bakıyorlar. Eğer rahatsız oluyorsan gidip giyineyim."
Başımı iki yana salladım. "Hayır, burası senin evin. İstediğin gibi..." bakışlarım vücuduna indi ve yutkunarak yeniden gözlerine baktım, "gezebilirsin."
"Misafirimi rahatsız etmek istemem." diyip kupayı kaldırdı ve bir yudum aldı.
"Misafirin mi? Ben esirin olduğumu sanıyordum?"
"Aslında bu senin elinde," dedi hemen, dirseğini masanın üzerine koyup, iki parmağını kupanın kulpunun içine sokarak etrafına sardı. Ne dediğine pek odaklanamadım. "Sen nasıl bakmak istiyorsan öyle görürsün ve kendini hayatımda nereye koyarsan, o mevkîde olursun."
Ama bu defa benim verdiğim yanıt onu şaşırttı ve yeşil gözlerini gözlerime dikip öylece bakmaya devam etti.
"Hayatının hiçbir yerinde olmak istemiyorum... Lütfen ama lütfen beni rahat bırak..."
|
0% |