Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. Bölüm.

@hadizade

 

Rauf&Faik, Я люблю тебя давпо

 

Metallica, nothing else matter

 

 

 

💲

 

Apaçık sözlerle söylemedi belki ama ikimiz de tehdit olduğunun farkındaydık. Sözüm ona, çok kibar bir dille söyledi bunu, bağırıp çağırmadan, ancak her kelimesi bir tokat gibi indi yanaklarıma.

 

Aynanın önünde bornozla duruyorum, saç uçlarımdan süzülen damlalar biraz birer düşüyor. Boynum, sırtım ve göğsüm sızlıyor.

 

Yüzüğü parmağımdan çıkarıyorum, birinin kafası bedenini terk ediyor.

 

Takıyorum, etrafıma bakıyorum, bir kafesin içindeyim, altın kaplama, ama, sonuçta bir kafes.

 

Tekrar çıkarıyorum yüzüğü, en sevdiğim insanlar ormanların derinliklerine gömülüyor. Nefes alamıyorum, geri takıyorum hemen. Böylesi daha iyi gibi geliyor.

 

Sol elim havada, artık aşkla bakamıyorum o nişâneye ben. Artık, âşkın nişânesi değil benim için, ölümün simgesi, birkaç kelime ile yıkılan bedenlerin ayak izi. Yokoluşun çağrısı, biri öldü, duyuluyor çan sesi.

 

Tam önümdeki o dev aynadan banyonun içini tamamen görebiliyorum. Bir çift mavi göze rastladım yine, bana hiç bir zaman sevgiyle bakamayan.

 

Ellerimi lavabonun kenarlarına yaslayıp, ben de ona nefret dolu gözlerle baktım. Bana bir o kadar da alaycı gözlerle baktı. Bir süredir mutluydum, onu görmemiştim bile ama şuan yaşadığım mutsuzluktan zevk alıyor gibi görünüyordu.

 

"Ne var? Niye öyle bakıyorsun bana? Bu hâlim çok mu hoşuna gitti?"

 

"Yaşattığını yaşıyorsun, sana acımamı beklemiyorsun herhâlde?"

 

"Ete kemiğe bürünüp dikilseydin karşıma, işte o zaman yapacağımı bilirdim sana..."

 

O kötü kahkahasını attı yine. Tüm dişlerini gördüm, hepsi birer inciden farksızdı. Gözlerinin kenarlarında yaranan o küçük kırışıklıklar, sadece güldüğünde ortaya çıkan o batıklar ve bir anda ortalıktan kaybolan gözlerini izledim. Başını, benim için hayıflanır gibi iki yana salladığında, siyah kısacık saçları sağa sola sallandı. Ân yavaşladı, bir göz açıp kapayınca bitti her şey. Yıllardır nefesimi tutmuşum gibi bir ânda nefes aldım ve hemen ardından sıkça, sesli soluklar. Göğsümün altındaki baskı her solukta biraz daha indi.

 

"Nefes al," demişti babam. "Üzüldün mü, derin nefes al! Sinirlendin mi, derin nefes al! Güven bana, geçecek." Belki de sırrı buydu, böylece her zaman güçlü kalabiliyordu. Duygularını kontrol altında tutmayı başarmıştı ve bu, hayatını kolaylaştırıyordu.

 

Ben, bunu kısmen yapabiliyorum, henüz üzüntüyü, kırgınlığı ve öfkeyi hemencik atamıyorum bünyemden. Birkaç dakika, ya da saatler boyunca bana zarar vermeye devam ediyor.

 

Banyodan çıktığımda, son bir derin nefes daha aldım ve eğilip sehpanın üzerinde duran telefonu elime aldım. Aç kapa tuşuna bastıktan sonra ekranı yana kaydırdım ve bir sonraki adım rehbere girmek oldu. Rehberimde, alfabenin ikinci harfi ile başlayan tek bir kişi vardı. Onu takip eden kişiyi, alfabnin sekizinci harfi ile kaydetmiştim, çünkü , yirmi dördüncü harfi oraya yazmak, kendimi ele vermekten başka bir şey değildi. Aksi takdirde ilk siradaki harf beni yakalayabilirdi.

 

İkinci harfin üzerine tıklayıp yana kaydırdım ve telefonu kulağıma götürdüm. Uzun bir süre telefonun açılmasını bekledim. Tam kapatacakken açıldı ancak konuşmadan evvel benim aradığıma emin olmak istediği için bekledi.

 

''Merhaba Boris.''

 

''Yoksa, bir rüyanın içinde miyim?''

 

''Uzatma, bir saat sonra, zambakların ilk açtığı yerde.''

 

''Zevkle.''

 

Telefonu yüzüne kapatıp yatağın üzerine attım ve havluyla saçlarımın suyunu çekerek dolabın oraya gittim. Onun bana yakıştırdığı siyah triko bir elbisem vardı, diz kapağımın üzerinden itibaren yırtmaçlı, boğazlı ama kolsuz, üzerime yapışan bir elbise. Bu ya da benzeri bir elbise giydiğimde, gözlerini üzerimden alamazdı. Siyah iç çamaşırlarımı ve o elbiseyi çıkarıp yatağın üzerine bıraktım, siyah postallarımı da yatağın yanına bıraktıktan sonra toprak tonlarında bir makyaj yapıp, yaptığım topuzdan dolayı dalgalanmış olan saçlarımı tarayıp sırtıma bıraktım. Giyinirken aynanın karşısında kendime baktım, belimin sol tarafını izlerken, öylece donup kalmışım bir süre, farkında bile değildim. Kendime geldiğimde hemen elbiseyi üzerime geçirdim. İyi ki, kiyafetlerimiz vardı, yoksa kusurlarımızı neyle kapatırdık?

 

Estetik mi? Hayır. Onun bende bıraktığı izleri kimse silemez, izin vermem. Dursun, acıtsın, varsın acısın canım. Bu beni sadece kendime getirir.

 

💲

 

"Gidemezsin!"

 

"Sen kim oluyorsun da bana karışıyorsun?"

 

Bu diyalog bana bir yerden tanıdık sanki.

 

Bana, söylediğimi anlamsız bulmuş gibi baktı. "Bunu sana sevgilin, nişanlın, kocan olarak demiyorum Nalân... Tehlikeli olduğu için diyorum."

 

"Tehlike benden korkar!" diye bağıracağım şimdi. Az kaldı, sabrım tükenmek üzere.

 

"Ben ömrüm boyunca hiç bir yerde sabit yaşamadım, hiç kimseye bağlı kalmadım!" diye gürledim, gök bile böyle gürlememiştir. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da onunla burun buruna geldik yine. Zerre geri adım atmaya niyetim yoktu. "Ya bana özgür olduğumu hissettirir, tehditlerini üzerimden çekip alırsın, ya da ben..."

 

Yüzündeki öfke dağıldı. Şaşkınlığı çehresine yayıldı ve yeşil gözlerini birkaç kere açıp kapadı, sustu. Anladı ne demek istediğimi.

 

"Sen ne Nalân?"

 

"Kendimi, beni kapattığın bu evin içinde öldürürüm."

 

İşte bu, onu öyle bir dondurdu ki, kirpiklerini bile kırpmadan, irice açtığı yemyeşil gözleri ile bana bakmaktan başka bir çaresi yokmuş gibi kala kaldı.

 

Hemen merdivenlerin bitiminde, kapının önündeydik ve o, beni tam burada yakalamıştı.

 

"Şimdi ben bu kapıdan çıkıp gideceğim, normal bir gün geçireceğim, ama, akşam eve geleceğim. Bana güvenip beni serbest bırakmak mı, yoksa, diğer seçenek mi?"

 

Sustu.

 

"Beni boğuyorsun," dedim kısık bir sesle, "Ben böyle asabi, hırçın bir insan değildim. Kendimden başka hiç kimseye zararım dokunmadı. Beni sen bu hâle getiriyorsun. Sırların, yalanların, tehditlerin beni her gün öldürüyor. Gözünün önünde solup gidiyorum, sen beni görmüyor musun Akın?"

 

Yalan söylüyorum.

Ben hep böyle kötüydüm.

 

"Peki," dedi sakince, "Git..."

 

Bunu söylediğine inanamadım, bunu Akın mı söylüyordu gerçekten?

 

"Ama," diyerek konuya yeniden girdiğinde, şartsız kabul etmeyeceğini düşünmekte yanılmadığımı anladım, "seni korumak için yanında Mikail'i götür en azından, onunla aranız da iyi."

 

"Anlamıyorsun," diyerek başımı iki yana salladım, "benim kimseyle bir derdim yok, kimsenin benim için bir tehdit oluşturduğu da yok. Bu ülkede hak hukuk var, dağ başı mı burası?"

 

"Dağ başında da bulundum," dedi bana biraz daha yaklaşarak, yüzüme doğru eğilip, "orası burası kadar bile tehlikeli değildi," dedi ve ekledi. "Orda korumam gereken kuru bir canım var ama burası öyle değil, sevdiklerimi korumam gerekiyor. Anlatabiliyor muyum?"

 

"Bu dediklerin bana niye saçma geliyor biliyor musun?" İşaret parmağımla yukarıyı gösterdim. "Beni yukarıda tehit ettin ya Akın, o ân bende her şey koptu... Hâlbuki bir şeyleri kendi aramızda hallettik sanıyordum ama sen... Sen beni önce ihbar ettin, sonra da sevdiklerimin canıyla tehdit ettin! Niye?" Sol elimi göz hizasında kaldırıp gösterdim. "Şu, artık benim için hiç bir anlam ifade etmeyen altın parçasını takmam için! Yine neyin peşindesin?!"

 

Havada duran elimi tuttu ve ben şaşkınlıkla ellerimize, sonra yeniden yemyeşil gözlerine baktım. "Ah, Nalân," dedi yine içli bir sesle ah ederek, "neden hep ânlamadan, dinlemeden yargılamak zorundasın ki?"

 

Elimi hızla çekip avucundan aldım ve ses tonumu onun aksine daha da yükselttim. "Neden bahsediyorsun sen? Benim evli bir adamla, üstelik arkadaşınla yatabilme ihtimâlini bile aklından nasıl geçirdin? Tamam o zaman aramızda bir şey yoktu ama yine de Ulvi bizim arkadaşımızdı ve evliydi. Seni bile bu kadar isterken, seni de kendimi de tutan ben, ona teslim edebilir miydim kendimi? Beni kıran şey bu! Beni ihbar etmen bile değil, sadece bu benim canımı yakan!"

 

Son noktayı koyduğum ânadek bekledi, dinledi ve sanki söylediklerim onu aydınlattı. Bu defa iri ellerini omuzlarıma koydu ve yüzüme eğilerek göz kontağı kurdu. "Sordum sadece, hiç inanmak istemedim. Ben o gece seni vuran kişinin kim olduğunu araştırıyorum halâ, seni Ulvi mi vurdurdu, yoksa başka biri mi... Bilmiyorum Nalân, keşke mesele sadece birlikte olmanız şüphesi olsaydı. Evet, bu senden yana bir ihanet bile olmazdı ama Ulvi taraftan evet, olurdu. Bunu bilmek istedim, Ulvi bana inat sana dokundu mu, bir şey yaptı mı, zarar verdi mi, bunu bilmek istedim."

 

Ben hiç böyle düşünmemiştim.

 

"İkinci olarak, şu ihbar etme meselesi... Seni ihbar eden ben değildim, Mehmet ihbar etmişti."

 

Buna güldüm ama sinirden. Ellerini omuzlarından iterek ayırdım. "Hadi bunu anladım diyelim, ki, şimdiye kadar Mehmet'in beni ihbar etmemiş olması bile bir mucizeydi zaten!.. Benim aklıma takılan sadece bu değil, biliyor musun? İhbar etmen, yaptığın şeyin yanında masum kalır! Ben bir aydan fazla bu kadının öldüğünü düşünerek vicdan azabı çektim, Mehmet gırtlağıma çöktü, hele Nur... O benim içimi yaktı! Küçücük bir kızı annesiz bıraktım diye kendimi kahrettim!"

 

Ben bunu kendime de yaptım.

 

"Ve sen Sara'nın yaşadığını hepimizden sakladın! Mehmet bir tarafta delirdi, ben diğer yanda kahroldum ve Nur annesini özledi Akın...'' Histerikçe gülerek başımı iki yana salladım. ''Ya bir de senin suçlu olduğuna inanmıyorum falan dedin, ben, sen bana güvendin diye seni affettim. Neredeyse her şey gerçek oluyordu, aramızda gerçekten bir şey var sanıyordum...''

 

''Vardı,'' dedi, yüzümdeki gülümseme soldu, ''ve hâlâ var olmaya devam ediyor.''

 

''Bunu benden sakladın, bu bir ihanet değil de nedir? Şimdi de gelmiş, sana karşı sakin olmamı bekliyorsun. Acınası... Bana bir açıklama borçlusun, burda veya başka yerde, farketmez ama başka bir zaman değil. Tam da şuan senden bir açıklama bekliyorum."

 

''Gel o zaman,'' diyerek elimi tuttu ve beni merdivenlerden yukarıya çıkardı. Nereye gittiğimizi bilmesem de, koşar adımlarla onu takip etmeye çalıştım. Her şeyi açıklayacaktı, bundan daha başka ne isteyebilirdim ki?

 

İkinci kata çıktı, Mehmet ve Sara'nın odasına girdik. Kimse yoktu zaten, koca evde yapayalnızdık. Odaya girdiğimiz gibi duvarda asılan galatasaray formasına baktım, sonra derli toplu yatağa ve açık unutulan gece lambasına. Akın, elimi bırakmadan yatağın ayak ucuna kadar getirdi ve durup, yatağın karşı duvarına baktı. ''Bak,'' dedi, baktım onun baktığı duvara. ''Gör,'' dedi, gördüm duvarda asılan büyük çerçeveyi. Göz göze geldik. ''Anla,'' dedi, anladım mahkemeye getirdiği kişinin aslında Sara olmadığını. Duvarda asılan çerçevenin içinde, siyahlar giyinmiş iki kadın vardı. Sanki aralarında ayna koyulmuştu, o kadar benziyorlardı ki birbirlerine, şaşkınlıktan dilimi tuttum. ''Mâhkemede gördüğün ve aşağıda kavga ettiğin kişi, Sara'nın kız kardeşi, yani ikizi Lâra.''

 

Ağzım ve gözlerim kocaman açılmış hâlde yeniden fotoğrafa baktım, Akın'ın kelimeleri sol kulağımdan içeriye sızdıkça, beynim yeniden uyuştu, benim için yine çaldı vicdan çanları. ''Seni şikâyet eden ben değildim ama seni kurtarmak için, ölüme sürüklediğin kadının ikizini, seni kurtarması için ikna eden bendim.''

 

Sertçe yutkundum ve boğazımdaki düğüm canımı yaktı. Dönüp onun yeşil gözlerine baktım, üstten bakan gözleri şimdi bana oldukça yargılayıcıydı. ''Bak gördün mü?'' der gibi bakıyordu bana. Yine anlamadan, dinlemeden saldırmayı seçtin Nalân, yine!

 

''Bunu niye yaptın?'' diye sordum ona doğru dönerek. ''Madem öldürdüm onu, bırak da suçumun cezasını çekeyim o zaman! Yapma Akın, yapma n'olur! Benim için böyle fedakarlıklar yapma, ben bi' erkeğin benim için bu denli karmaşık şeyleri yapmasına alışık değilim... Hatta, ben bi' erkeğin benim için en ufak bir şey yapmasına bile alışık değilim.''

 

Ellerini bu defa yanaklarıma koydu ve baş parmakları ile yanaklarımı okşadı. Sarsılmaz bir duruşu olan adam, ancak bu kadar nahif olabilirdi. ''Alışık olmaman, hiç yaşamayacağın anlamına gelmiyor. Bunu istediğim için yaptım, senin tutuklanmana göz yumamazdım. Sevdiğim birine zarar geldiğinde, inan bana en zâlim ben olurum.''

 

Ve ben, bazen sevdiğime bile zarar verecek kadar zâlim olurum.

 

''Ya Mehmet? O nasıl olur da Sara değil de Lâra olduğunu anlamıyor? İstedikleri kadar ikiz olsunlar, sonuçta Mehmet onun kocası ve çocuğunun babası. Tamam, Nur daha küçük ve anlamıyor, ben zaten Sara'yı bir kez gördüm ve o günkü her şeyi zihnim silip atmak istediği için her şeyi hayâl meyâl hatırlıyorum ama Mehmet'in tanıması lazımdı...''

 

''Mehmet o ân ilaçların etkisindeydi ama sonradan anlattık. Lâra ile bir anlaşma yaptık, bir süreliğine buraya gidip gelmesini söyledik. Nur büyüdüğünde uygun bir dille ona gerçeği anlatacağız.''

 

Ellerim kollarım kırıldı yine, öldürdüğüm kişi abisinin karısı olmasına rağmen beni böyle savunması, beni gerçekten sevdiğine olan inancımı körüklüyordu. Elbette bir buçuk ay gibi bir sürede aramızda yoğun bir aşk ve bağ yoktu ama gerçek şu ki, o, bana hiç bir erkeğin yaşatamadığı hisleri, bu kısacık sürede yaşatmayı başarmıştı.

 

Bazen ondan nefret ediyordum ve sonra, tüm deliller aleyhime olmasına rağmen, benim tarafımı tuttuğu aklıma geliyordu. Hemen sönüveriyordu alevim. İşte yine öyle oldu.

 

''Bana güvenmezsen, nasıl ilerleyebiliriz? Olduğumuz yerde saymaz mıyız Nalân?''

 

''Bunu bana söyleyen sen, az önce tek başıma dışarıya çıkmama bile karşı çıktın.''

 

''Bunu kısıtlamak için yapmadığımı, güvende olmanı istediğim için yaptığımı sen de biliyorsun ama uyuzluğuna veryansın ediyorsun.''

 

''Demek, neyi niye yaptığımı biliyorsun,'' dedim, alaycı bir tutumla, ''o hâlde, neyi yapıp yapmadığımı da biliyorsundur. Her kavgamızda bu hırsızlık ve Sara'ya yaptıklarım yeniden gün yüzüne çıkacak. Böyle bir ilişki sağlıklı olur mu sence?''

 

''İstersek her şey olabilir,'' dedi, ''neden olmasın?''

 

Sen iyi taraftasın, ben kötü tarafta.

Sen aydınlıktasın, ben karanlıkta.

 

Elini uzatıyorsun, çık gel diyorsun.

Elimi kıran da sen değil miydin zaten?

 

Söyle! Nasil tutunabilirim uzattığın zeytin dalına?

Bu defa kırılırsa, daha yüksekten düşmez miyim kendi bataklığıma?

 

💲

 

 

Hava güneşli.

Bir ağaç gölgesi.

Çevremizde sonbahar çiçekleri.

Dizlerime baş koyan ise, arsız bir sevgili.

 

Hava güneşli diyorum ya, kaçırır mı bu fırsatı? Topladık bir sepet dolusu yiyecek, içeceği, bahçedeki ağacın gölgesine kurulduk. Altımızda kalın bir battaniye var, koyu yeşil. Tıpkı şu an Akın'ın üzerinde olan tişörtün rengi gibi. Sanırım o da biliyor yeşilin en çok ona yakıştığını ve gözlerini daha da ortaya çıkardığını.

 

Bugün izin günü ve, ''Tüm günü seninle geçirmek istiyorum,'' dedi. ''Nişana az bir zaman kaldı ve sonra gideceğim, biliyorsun.''

 

''Hatırlatmasan olmaz mıydı?'' Gözlerimi açıp, başımın arkasını yasladığın ağaç gövdesinden ayırıp, kucağıma koyduğu başına dokundum, saçlarını okşadım. ''Gitmeni hiç istemiyorum, keşke gitmesen, hep benimle kalsan.''

 

''Demek, beni özleyeceksin, güzeller güzelim.''

 

Kızaran yanaklarımla beraber gülümsedim ve o, elini yanağıma koydu. ''Bu devirde hâlâ yanağı kızaran kızlar da kalmış,'' dedi, ''ama hiç utanma benden, çünkü daha fazlasını söyleyeceğim... Çok daha iyilerini.''

 

Tam ona cevap verecekken, hemen yanımda yere koyduğum telefonumun zil sesi lafımı böldü ve ben ekrandaki yazıyı okuduktan sonra yüzümdeki tebessüm azar azar silindi.

 

B. arıyor...

 

Önce reddettim ve sonra tamamen kapattım. O sırada Akın yanağımdaki elini indirdi ve ben dönüp ona baktım. Bana aşağıdan yukarı bakıyordu ve efsunkâr gözleri yine canalıcıydı. ''Kim arıyordu?'' diye sordu.

 

''Nisan arıyor, ben daha sonra onu geri ararım,'' dedim.

 

Gözlerini kırpmadan beni dinledi ve, ''Sana güveniyorum,'' dedi, sonra ekledi, ''Ya sen, bana güveniyor musun Nalân?''

 

Böyle bir soruyu neden şimdi soruyordu ki?

 

''Elbette güveniyorum,'' dedim. Bu cevabımdan hoşnut olduğunu yüz ifadesinden anladım. ''Ama neden şuan bunu sordun ki?''

 

Biraz geç cevapladı ve bu süreçte beni merakta bıraktı.

''Söylüyorum işte, sen aklının bir kenarına yaz bunu. Olur mu? Ben burdayım, bana her şeyi anlatabilirsin.''

 

''Ama gideceksin ve ben bu gerçeği kabullenemiyorum bir türlü...''

 

Yanağımı okşadı ve doğrulup oturdu. Bu defa yüzlerimiz karşı karşıya gelecek şekilde oturup, gözlerimin içine baktı. O yemyeşil gözleri öylesine güzel bakıyordu ki bana... dilim tutuluyordu her defasında. ''Güzeller güzelim, sen sıkma canını. Bana hiçbir şey olmaz, kimse bana bir şey yapamaz,'' sol elmi alıp kalbinin üzerine koydu, ''sen hariç tabii,'' diyip gülümsediğinde, gülerek ona eşlik ettim.

 

Böyle dev gibi bir adamin bana boyle yumuşacık olması yüreğimi ısıtıyordu.

 

Bakışlarım yanlışlıkla dudağına düştü ve o, bu yanlışlıktan hiç şikâyetçi olmadı. Parmakları yanağımda süzülüp saçlarımın arasına girdi ve dudaklarımızı bir araya getirdi. Yumuşak dudaklarının kaba hareketlerinin beni içine çekmesine ve ruhumu ruhuna sarmasına izin verdim. Sol tarafta, hafif aşağıda bir sızı vardı şimdi, o, çırpındıkça çırpınıyordu ve sebep olan kişi bu çırpınışları görmüyor, duymuyordu.

 

Kimse için böyle atmadı bu kalp, yalan değil, dinle beni! İtiraf ediyorum... Sana kapılıyorum Yiğit, sana çoktan kapıldım hatta.

 

Dudaklarını yavaşça dudaklarımdan çektiğinde, gözlerimi açıp ona baktım. Aynı anda gülümsedik. Yanaklarım daha da ısındı ve yüzümdeki kaslar acıdı. Dudaklarını dudaklarıma sürttü, sonra burun ucumu öptü ve devamında alnını alnıma yasladı.

 

Derken, davetsiz bir misafirin sesi duyduk, ayrıldık adeta. Çünkü gelen kişi, bize gerçek dünyadaki çetrefilli yaşantımızın bir parçası idi. Ulvi Sabancı, bir eli cebinde, krem rengi salaş giysileri ile ve ela gözlerinden süzülen ayıplar bakışlarıyla yanımızda duruyordu.

 

"Aile var," dedi Ulvi.

 

Hemen toparlanıp uzaklaştık. "İzin verirseniz biz de bir aile olmaya çalışıyoruz," dedi Akın, "Ama bi' rahat vermiyorsunuz ki."

 

"Ben gideyim o zaman," dedi Ulvi, "rahatsızlık vermemiş olurum."

 

"Gel şuraya," diyerek ayağa kalktı Akın, ona yaklaştı ve tokalaşıp birbirlerine sarıldılar. Bu beni mutlu etti, çünkü, aralarında ne olursa olsun tekrar bir araya geldikleri bu sahneye şahit olmak güzel hissettirdi.

 

"Seninle konuşmak istediğim bir konu var," dedi Ulvi, "çalışma odasına çıkalım mı?"

 

"Tabii," dedi Akın ve dönüp bana baktı, "Biz çalışma odasındayız, rica etsem Pervin ya da Nesrin'e söyler misin, bize iki sade kahve getirsinler."

 

"Tabii," dedim, "siz gidin, ben kahve yollarım." Ne konuşacaklar acaba, kahveyi ben götürüp bu bahaneyle dinlesem mi? Belki de benim duymam gereken bir konudur.

 

Akın'ın telefonu çalmaya başlayınca, "Bana bir dakikalık izin ver," diyerek Ulvi'den uzaklasmasını fırsat bilerek ayağa kalkıp ona yaklaştım.

 

"Ulvi, nasılsın?"

 

"İyiyim," dedi gülümseyerek, "Sen nasılsın? Gerçi iyi görünüyorsunuz." Bunu haset bir ifadeyle değil de, içinden gelerek, güzel duygularla söylediğine o kadar emindim ki, bir ânlık dâhi olsa şüphe duymadım. Çünkü Ulvi'yi az çok tanıyordum, Merve'yi de.

 

"Şu ânlık her şey iyi gidiyor," dedim, "lâkin böyle sürer mi, işte onu bilmiyorum."

 

"İyi düşün, iyi olsun Nalân."

 

"Ben senin gibi her konuya pozitif yaklaşamıyorum maalesef... Merve nasıl? Yani boşandınız mı bilemiyorum ama, zaten öyle olsa, her yerde haberi yapılırdı. Duyardık bir şekilde."

 

"Yok," dedi, başını yukarıya kaldırıp indirerek, "boşanmadık ama aynı evde de yaşamıyoruz. Hele bebek olayından sonra, ona biraz destek olmak istedim ve yanında oldum. Ancak bunu tüm ömrüm boyunca sürdüremezdim, ona olan koşulsuz şartsız sevgim bile, ihanetini affetmeme yetmedi."

 

Merve, ona kısır olduğunu ve çocuğun tüp bebek olduğunu hâlâ söylememiş anlaşılan.

 

"Belki de ihanet etmemiştir," dedim.

 

Kaşları çatıldı hemen. "Nasıl? Bir şey mi biliyorsun? Açık konuş Nalân."

 

"Sadece şu kadarını söyleyebilirim ki, Merve'nin sana ihanet etmediğini ve sana gerçekleri anlatmamak için geçerli bir sebebi olduğunu biliyorum. Rica ediyorum, onu yalnız bırakma. Onu sadece sen koruyabilirsin."

 

Susup dinledi ve başıyla onayladı beni. Zaten Akın geldi ve konuşmamız sona erdi. Onlar eve girdikten sonra, ben de piknik yaptığımız alanı toparladım. Sepeti ve battaniyeyi alıp eve girdim. Battaniyeyi bırakıp, sepeti mutfağa taşıdım. Bu ne kadar yanlış olursa olsun, bir kahve yapıp belki bir şeyler duyarım diye yanlarına gitmeye karar verdim. En azından kimden ve hangi konudan bahsedeceklerini bilmek istiyordum.

 

Ben kahveleri yaparken Pervin içeriye girdi ve, "Siz zahmet etmeyin, ben yaparım," dedi ancak çoktan yapmaya başladığımı söyleyerek, gerek olmadığını ve kendi işine bakabileceğini söyledim.

 

İki sade kahve dolu fincanı tepsiye bırakıp, tabakların kenarına lokum koydum. Akın, gül lokumunu çok seviyor. Hatta, yediği tek tatlı şey gül lokumu diyebilirim. İkişer üçer ağzına atar ve sonra parmaklarını yalar.

 

Onu izlerken dalar giderim, çünkü, babamın yediği gibi yer gül lokumunu. O da çok severdi, hatta o da ısrarla annemden gül lokumu yapmasını isterdi ve annem yapar, bana bir tane bile vermez, hepsini babam için yaptığını söylerdi. Kendi de yemezdi herhalde, hiç görmedim.

 

Tabii, ara sıra aşırıp yediğim olurdu, özellikle babamın önüne koyduğu tabaktan ve annem orada yoksa. Ağzıma atıp çiğnerken babam saçlarımı severdi.

 

Sanırım, ben bugünün insanı değilim.

 

Sanırım, ben geçmişte yaşıyorum.

 

Tepsiyi alıp mutfaktan çıktım, bu sırada konuşmalarının devam ettiğini umuyordum. Ancak onları merdivenlerden inerken gördüm. Hay aksi. Diye geçirdim içimden. Çok da geç kalmamıştım, sadece beş dakikacık ama o sırada Ulvi söylediklerimi düşünmüş olmalı. Her neyse, Merve'nin yanında olması daha iyi, Akın Merve'yi günahı kadar sevmiyor. Öyleyse Merve'yi Boris'ten kim koruyacak? Ulvi'nin yanındayken bile bunları yaptıysa, yalnız bulursa ne yapar düşünmek bile istemiyorum...

 

"Gidiyor musun?" diyerek onlara yaklaştım. "Ben de size kahve yapmıştım, onu içip sonra gitseydin bari."

 

"Vay, eline sağlık!" diyerek tepsideki fincanlardan birini aldı ve lokuma dokunmadan hepsini bir anda içti.

 

"Dikkat et de zehirlenme," dedi Akın.

 

Ona dil çıkarıp gözlerimi delirdiğimde yanağımdan makas aldı. "Alınma, şaka yapıyoruz." O da kahvesini aldı ve gül lokumlarindan ikisini ağzına atıp, kahveyi azar azar içmeye başladı.

 

Ulvi fincanı tepsiye bırakıp, "Eline sağlık, Nalân," dedi, "gitmem gerek, işlerim var." Bunu imalı bir ses ve bakışlarla söyledi. Sanırım Merve'nin yanına gidiyordu.

 

"Hayırlısı işler, bol güneşler o zaman," diyip onu yolcu ettim.

 

"Size de," dedi, muzip bir ifadeyle.

 

Elimde tepsi ve iki boş fincan ile dönüp Akın'a baktım. Yalnız kalmamızı fırsat bilerek hemen ellerini yanağıma koydu ve dudaklarını dudaklarıma sıkıca bastırıp, sanki uzun yıllardır görmemiş, öpmemiş gibi sımsıkı bir öpücük kondurdu. Öpücük ile nefesi kesmek bu olsa gerek.

 

Elimdeki tepsi yamulunca içindeki fincan ve tabaklar geri boyladı. Gürültülü bir kırılma sesinden sonra geri çekilip yere baktı. "Gördün mü yaptığını?" diyerek eğilip tepsiyi yere koydum ve kırıkları toplamaya başladım.

 

"Sen niye topluyorsun, bekle, elle toplanmaz öyle."

 

"İnsanlara angarya iş çıkartıyoruz, elime yapışmaz, toplarım."

 

Bir baktım, o da eğilmiş ve parçaları topluyor. "Dikkatli topla, nişan öncesi elini kesme." diyince, durup ona garipser bir ifadeyle baktım.

 

"Ha, sırf nişan var diye dikkat edeyim... Sen var ya, ölsem gitsem, kemiklerimi çıkarır gelinlik giydirir yine evlenirsin!"

 

"Alâkası yok, ben nekrofili değilim."

 

"Ama başka vakit benim elim kesilsin, değil mi?"

 

Evet, ona takılmak hoşuma gidiyor.

 

"Ne istiyorsun Nalân, Allah da benim belamı versin. Ne pis adammışım öyle!"

 

"Kes sesini," dedim sinirle kaşlarımı çatarak, "deme öyle bir daha!"

 

Öylece durup bana baktı, yüzünde saniyelerle milimetrelerce büyüyen aşk dolu gülümseme ile. Öyle güzel baktı ki, birbirine doğru baskıyla yaklaşan kaşlarım aralandı ve alnımda oluşmuş olan düğüm çözüldü. Böyle bir bakış, para ile satın alınamazdı.

 

Yoksa, babamın bana öğrettiği şeyler yalan mıydı?

 

"Para her şeyi satın alır," demişti oysaki, "paranın satın alamayacağı hiçbir şey yoktur."

 

Ben yıllarca bu cümleyi düşündüm. Acaba gerçek mi diye. Gerçekse, hiç kimse, hiç kimseyi sevmez. Sebepleri sever, sonuçları sever, kazanmayı sever, kaybetmeyi sever, hissetmeyi sever... Ama, hiç kimse gerçekten sevmez kimseyi.

 

Herkesin beyninde kocaman apartmanlar vardır ve mutlaka bu onlarca daireden birinde kötülük yaşar. Bir gün taşar, dışarıya çıkar ve diğer tüm daireleri birbirine katar.

 

Bu benim fikrim, eminim, o başka şekilde düşünüyordur. Gerçekte ne düşündüğümü ona söylersem, muhtemelen ona olan hislerimden şüphe edecek.

 

Kırıkları topladıktan sonra mutfağa geçtim. Nesrin Hanım'ı görünce, "Fincan kırıldı da, hapı önünde yerde küçük parçalar var. Orayı bir süpürürseniz iyi olur," dedim.

 

"Tabii Nalân Hanım, hemen," diyerek işe koyuldu.

 

Mutfaktan çıktığımda Akın ne koridorda, ne salonda, ne de kendi odasında yoktu. Nerede olduğunu sormak için telefonumu açtım. Boris bir kez daha aramış ve bir mesaj da atmış. İçimdeki kötü hisler gün yüzüne çıktı, mesaja dokundum.

 

1 yeni mesaj:

 

Gönderen: B.

 

"Sana benimle oynamanın ne demek olduğunu göstereceğim. Bir saat sonra evimde ol, yoksa ben senin yanına geleceğim."

 

 

Loading...
0%