Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm.

@hadizade

 

Evet, o bölüm bu bölüm...

 

 

krobak, it s snowing like it s the end f the world

 

Remembrance

 

Insta & X / 1hadizade

 

💲

 

Hep daha iyi bir hayat istedim.

Hayır, hayır... daha zengin değil, daha ferah, daha huzurlu ve daha sakin.

 

Ben zaten zengindim, sadece param yoktu.

 

Reddettiklerimin yanında, kazandıklarım neydi ki? Bir hiç. Ancak, huzurla yenen bir parça ekmeğin tadı beni büyüledi. O ekmek parçasına baktım, onu yerken kimseye borçlu olmadığımı anladım. Ağzıma attım ve çiğnerken gözlerimi kapatıp, sığındığım yıkık dökük limandaki huzuru kokladım.

 

Oysaki, saraylar benimdi, hizmetkârlar emrime amâdeydi.

 

Ancak, ben asil bir ruh taşımıyordum. Taşıdığım özgür bir ruhtu ve o ruh, nereye gidersem gideyim beni terk etmeyen tek şeydi. Daima yanımda olan tek şey.

 

Az ilerideki beyaz büyük koltuğun arka kısmında durmuş, elleri cebinde, kalçasını koltuğun tepesine koymuş, buz mavisi keskin gözleri ile beni izliyordu.

 

Ben ise, tam karşısında, ancak yerdeydim. Salona inen bir basamak vardı, ordaydım, oturuyordum ve başım, ellerimin arasındaydı. Bir çıkış yolu düşünüyor, ancak, işin içinden bir türlü çıkamıyordum.

 

"Karar senin," dedi Boris, "ne yapmak istersen, ben sana uyacağım."

 

Ve yine yalan söyledim ona.

 

"Anlamıyorsun," dedim başımı iki yana sallayarak, ellerimi şakaklarımdan ayırıp ayağa kalktım ve ona yavaş adımlarla yaklaştım, "onunla evlenmek zorundayım, zaten onunla evlenmezsem sana da yâr olmayacağım, bir başkasına da."

 

Biri beyazımsı, diğeri koyu kahverengi olan kaşları çatıldı. "Ne demek istiyorsun?" diye sorguladığı sırada, onun önünde duruyordum. "Seni mecbur mu bıraktı? Anlat bana, bilirsin Nalân, halledemeyeceğim hiçbir şey yoktur. Bende, ölüm dışında her şeye bir çare var."

 

"Biliyorum," dedim, içimdeki kini bir kenara bırakarak, "sana her şeyi anlatacağım."

 

Kübra mı, yoksa...

 

Yoksa diye bir şey yok, Kübra'nın hayatı, benim için bir seçenek bile olamaz.

 

Ona her şeyi baştan sona anlattım. Elbette, Akın ile geçirdiğimiz romantik ânlar dışında, çünkü bunlar, anlattığım tüm olayların içerisinde bilmemesi gereken kısımlardı.

 

"Bana yardım edecek misin?" diye sordum, anlatmayı bitirdiğimde.

 

"Anladım," dedi, durup biraz düşündü, mavi gözleri zeminde bir yere daldı ve sonra yine bana bakarak ekledi, "bu işin içinde bir şey olduğunda neredeyse emindim ve şimdi tam olarak emin oldum. Hem, hiç güzel rol yapamıyorsun, ben inanmadım zaten."

 

"Neye inanmadın?"

 

"Onu sevdiğine."

 

"Nedenmiş?" diye sordum.

 

Yaklaştı. Eğildi.

"Çünkü sen sevdiğini öldürürsün, onun sağ kalmasından anlamalıydım."

 

Dudaklarım titreyerek aralandı ve elimi, öyle bir hızla yanağına savurdum ki, değil o, hiç kimse tutamazdı bu tokadı. Yüzü hafif yana doğru döndü ve açık teni saniyeler içinde kızardı. Ancak o, hiçbir şey olmamışcasına dönüp yeniden gözlerime baktı.

 

"Bir daha, sakın böyle imâlarda bulunma, sonun olur Boris."

 

"Çok korktum," dedi, dudaklarının ucunda kışkırtıcı bir gülümseme ile, "hem benden yardım istiyorsun, hem de meydan okuyorsun, bu değişken ruhuna yıllardır alışamadım."

 

"Düşün işte, o kadar çaresizim ki, senden bile yardım istiyorum... Bin yılda bir görülen bir şey! O yüzden dediklerimi ciddiye al ve ben, seni aramadıkça beni arama."

 

Arkamı dönüp gitmek istedim ancak, o yeniden konuştuğunda durup dinlemek zorundaydım.

 

"Yalnız," yavaşça dönüp ona baktım, "konseyden bekleniyorsun, bu gece gideceğim, ileteceğin bir mesaj varsa ileteyim."

 

Bunu öyle kışkırtıcı bir ses ve ifade ile söyledi ki, bir ân gırtlağına çökmek istedim, ancak, zor da olsa kendimi dizginledim.

 

"Onlara, ölümcül bir hastalığa yakalandığımı söyle."

 

Bir ânda yüzündeki gülümseme silindi.

 

"Peki, çaresi var mı?" diye sordu.

 

"Yok," dedim, "insan kendi kendini yiyip bitirir, içten içte, kimse görmez, duymaz. Ben kendi kendimi sona taşıyorum, ölümümde parmağın olsun ister misin?"

 

Cevap vermedi. Tek bir mimiğini bile oynatmadı ve ben, "Güzel," diyip önüme döndüm. Yürüyüp çıktım onun buzlarla kaplı sarayından.

 

Geri dönme vakti.

 

Kandır beni,

çünkü, ben hep kandırdım seni.

 

Kızma,

gittiğim hiçbir yerde sensiz değildim.

 

Söyle,

bana rüzgârla gelen koku senin mi?

 

Görmedin,

bi' yerlerde bağrım delindi.

 

 

💲

 

Taksiye atladıktan sonra Leyla'ya geri dönmek üzere olduğumu anlatan bir mesaj yolladım ve hazır vaktim varken, Mikail ile Nisan hakkında konuştuğumuz konuya açıklık getirmek istedim. Leyla'ya mesaj attıktan sonra Nisan'ı aradım.

 

''Efendim Nalân?''

 

''Ben Leyla'nın evine gidiyorum, oraya gelsene konuşalım.''

 

''Gelemem şuan, biraz işlerim var. Önemli bir şey mi oldu?''

 

''Hayır... yani aslında evet de denebilir, çünkü, seninle konuşmam gerekiyor... Mikail konusunda.''

 

''Nalân, sen sakın alınma bana, ancak, benim Mikail hakkında konuşacak hiçbir şeyim yok ve bu konuda konuşmak istemiyorum. O durumda değilim.''

 

''Anlıyorum, fakat, sesin neden bu kadar kötü geliyor Nisan?''

 

''Şimdi kapatmam lazım, daha sonra görüşüp konuşuruz olur mu?''

 

''Peki,'' dedim ve bu kelimeden sonra telefonu kapattı. Merak ve endişe ile yüzüme kapanan telefonun ekranına baktım. Ailevi bir sıkıntısı mı vardı acaba?

 

Hep böyle yapıyor, zaten derdim başımdan aşkın, bir de bunu kafama takacağım şimdi. Güzel.

 

 

💲

 

 

Leyla ile üniversitede tanıştık, Nisan ile de aynı arkadaş ortamımızda. Nisan ve Leyla liseden beri arkadaşlar. Ben onların hayatına sonradan girdim, ancak biz üç kişi değil de, tek kişi gibi hareket ettik hep.

 

Nisan aileden zengin ama babası tek başına yaşamasını istemediği için hâlâ ailesinin yanında yaşıyor. Leyla ise benim gibi yetim ve öksüz. Benim akrabalarım var hâlâ ama o, ne ailesini, ne de akrabalarını hiç görmemiş. Yetimhanede büyümüş bir kız. Çoğu zaman sessizdir Leyla, ancak çok âsidir. Bazen benden bile âsi. Ancak fazlasıyla içine kapanık, asosyal bir kızdır. Buğday teni, kuyu gibi siyah gözleri ve siyah uzun dalgalı saçlarıyla, afet-i devran denilebilecek kadar güzel bir kız.

 

Nisan ise hem gürültülü, hem de neşelidir. Nisan'ın canı tatlıdır ama aynı zamanda hiç kimseden de korkmaz, cesurdur, lafını esirgemez, kimseye boyun eğmez. Sarı dolgun saçları, uzun boyu ve mavi gözleriyle, o, doğuştan zengin biri. Hatta tüm bu özellikleriyle dalga geçmişliğimiz bile vardır. Biraz flörtöz bir kız... Hatta biraz değil de... neyse.

 

Leyla ile altı, Nisan'la ise neredeyse dört senedir arkadaşız. Hepimiz yaşıtız, yani yirmi dört yaşındayız. Birbirimiz hakkında bilmediğimiz hiçbir şey yok. Hatta diyebilirim ki, Sümeyye teyzem ve Kübra'nın bile bilmediği şeyleri biliyorlar. İçmeyi çok seviyorum diyemem ama sarhoş olduğum vakitler onlara yaşantımı, pişmanlıklarımı anlattım. Bunu içimde tutmayıp birilerine anlatmak iyi gelmişti, ancak, sabah uyandığımda, bunu yaptığıma da pişman olmuştum.

 

Ya yaptıklarımdan dolayı benimle arkadaşlıklarını devam ettirmezlerse, diye korkmadım değil, kötü biri olduğumu düşünmelerinden korktum. Nitekim, öyle düşünmüş olsalardı, yanılmış olmayacaklardı. Amma ve lâkin, ikisinin de tek tepkisi bana destek olmak ve teselli etmek olmuştu.

 

"Çocukmuşsun," demişti Leyla. "Çocukken yaptıklarımız hata bile sayılmaz."

 

"Bir şey olacaksa, önüne geçemezsin, kaderden kaçılmaz zaten. Olacağı varmış ve olmuş," demişti Nisan.

 

Bu dedikleri uzun bir süreliğine beni teselli etmeye yetmişti ancak sonrası yine aynı...

 

Taksi ile evin arka sokağına gelip, ücretini ödeyip indim. Sokağın diğer tarafında da siyah sedan bir araç vardı, camları siyah filmle kaplıydı. Nedense dikkatimi çekti çünkü o evin sahibinin böyle bir aracı yoktu. Yani daha önce hiç görmemiştim. Plakası da özel bir plakaydı.

 

Kapıyı çalarsam diğer taraftan Mikail'in duyabilme ihtimalini düşündüm ve vazgeçtim. Cebimde yedek anahtar vardı. Anahtarla kapıyı açıp, "Leyla? Evde misin?" diye seslenerek kapıyı kapatıp, içeriye girdim. Bir süre merdiven boşluğunda durup evi dinledim ama çıt bile yoktu. Leyla'nın uykusu biraz ağırdır, belki de uyuyordur diye düşündüm. Salona da baktıktan sonra merdivenleri çıktım. Yukarıda iki yatak odamız ve küçük bir salonumuz vardı. Bir oda Leyla'nın idi, diğeri de benim. Ancak Nisan bize kalmaya geldiğinde aşağıdaki salonda yatıyorduk hepimiz. Sabaha kadar dönen o koyu muhabbetleri çok özledim...

 

Leyla'nın yatak odasının önüne geldim ve kapısını tıklayıp, "Leyla, girebilir miyim?" diye sordum. Ancak içeriden ses gelmeyince kapıyı açıp içeriye baktım. Tahmin ettiğim gibi Leyla yatağında uyuyordu. Bugün iş günü değildi ve muhtemelen beni beklerken uyuya kalmıştı.

 

Canım arkadaşım, umarım sana da zarar vermem. Çünkü istemeden de olsa, etrafımdaki her şeye ve de herkese zarar veriyorum. Zarar türetiyorum. Acı acı ürüyorum. Başıma bela örüyorum.

 

Telefonum çalmaya başladı, Leyla'yı rahatsız etmemek için hemen kapıyı kapattım ve ekrandaki yazıyı okur okumaz aramayı yanıtladım.

 

Orman gözlü adam arıyor...

 

"Efendim?"

 

"N'apıyorsun?"

 

"Hiç, Leyla'ylayım, ya sen?"

 

"Dışarıya bak bi' güzelim."

 

Gözlerim şaşkınlıkla irice açıldı ve çabucak üst kattaki salonun, ön kapıya bakan penceresine yanaşıp, sol elimle perdeyi kenara çektim. Aşağıya baktığımda, Mikail ile yan yana arabanın kaputuna oturup, bana bakan Akın'ı gördüm.

 

Onu görür görmez yüzümde güller açtı. Her şeyi unuttum yine. Sanki hiçbir mecburiyetim yokmuş gibi, o, bana haram değilmiş gibi güldüm ona. Kalbim kendini sağa sola vurdu, çırpındı onun için.

 

"Gelmişsin," dedim, sesimdeki heyecanı bastiramadım. "Ne ara geldin?"

 

"Daha şimdi," o da gözlerimin içine bakıyordu, yeşil yeşil bakan gözleri benimdi, "Seni çok özledim."

 

Mikail gülümseyerek başını önüne eğdi ve az sonra onun yanından ayrılıp, geziniyormuş gibi aracın arkasına doğru yürüdü.

 

"Ben de seni özledim... Hem de çok."

 

Ne zaman alıştım sana bu kadar? Hiçbir fikrim yok inan!

 

"Sen mi gelirsin, ben mi geleyim? Yoksa, bekleyeyim mi biraz daha?"

 

"Yok," dedim, telaşemi saklamaya çalışarak, "siz gidin, ben bir taksiye atlayıp dönerim."

 

Gözlerindeki ışıltı kaybolmadı, ancak, biraz yüzü düştü sanki.

 

"Seni bi' başına bırakıp gitmeye gönlüm el vermiyor, anlıyor musun Nalân? Ben gitsem bile Mikail burda kalacak."

 

"Peki, beni mutlu etmek istiyor musun?"

 

"Bu bir soru mu?"

 

"O zaman, kendimi kafesteymişim gibi hissettirme bana."

 

"Benimleyken öyle mi hissediyorsun?"

 

Bozulmuş gibi söyledi bunu.

 

"Hayır, seninleyken değil, senden koptuğunda öyle hissediyorum... Sanki, sana dönmek zorundaymışım gibi. Ben bunu zorunda olduğum için değil, istediğim için yapmak istiyorum. Bir kere izin var Akın, güvenini kazanmama izin vermelisin."

 

Durdu ve bir süre beni öylece izledikten sonra başını aşağı yukarı salladı. İsteksiz bir kabulleniş de olsa, ben istedim diye kendince halâ yanlış gördüğü bir şeyi kabullenmesi de benim için büyük bir şeydi.

 

"Peki, kal öyleyse."

 

"Anlayışın için teşekkürler."

 

"Evimize ne zaman döneceksin?"

 

"Evimize," diyip gülümsedim, "Hmm, düşünmem lazım."

 

Kaşları yalancı bir sinirle çatıldı.

 

"Nalân Hanım, gece evin yolunu bulursunuz umarım."

 

"Bulurum Yiğit Bey!"

 

Karşılıklı güldük.

 

Evet, aşağıya inip canlı konuşa da bilirdik ama evde sadece Leyla vardı ve o da uyuyordu. Ne demeye kalıyorsun, demez miydi o zaman?

 

"O zaman biz gidelim, taksi paran var mı? Yoksa bırakayım biraz."

 

"Var, merak etme. Gidin hadi, bak bekliyorum. Gözümle görmem lazım gittiğinizi..."

 

"Seni seviyorum," dedi, orman gözlü adam. Gözlerimin içine baka baka.

 

"Seni seviyorum," diye cevap verdim bu âşık çağrısına.

 

Telefonlar kapandı. Az sonra gözümün önünde Mikail ile arabaya binip gittiler ve ben araba gözden kaybolanadek, yüzümde aptal bir gülümseme ile izledim.

 

Öyle ya, aşk aptallıktır.

 

Az sonra acı bir darbe yemeyecekmişim gibi güldüm. Siyah deri eldivenle kapandı ağzım ve ben daha kendimi savunmaya yeltenmeden önce, belimin sol tarafında derin bir sızı belirdi. Ellerim camın üzerine gitti, Akın'ın uzaklaşan aracına bakarak, haykırmak, onu çağırmak istedim. Haklıydı dedim içimden, kendi canımı değil de, onun haklı olduğunu düşündüm bir anlığına. Girdiği gibi geri çıkan keskin metale baktım, kanıma boyanan o askeri kasaturaya...

 

Gözlerim ağır ağır kapanıp açıldı. İnanmak istemedim. Çünkü inanırsam, az önceki ufacık mutluluğuma da ihanet etmiş olacaktım...

 

Kanımın bardaktan boşalırcasına aktığını gördüm. Arkamdaki kişinin koşarak merdivenleri indiğini duydum. Çoktan dizlerimin üzerine çökmüş, bir elimi o yaraya bastırmaya çalışıyordum. Acıdan bağırmayı istemek ve bağırırsam daha da acıyacak olması gerçeğinin arasında sıkışıp kalmıştım.

 

İki elimi birden yere koydum. Saniyeler içerisinde bedenimdeki tüm kanın beni terk edip yere akışını seyrediyordum. Sanki hayat yavaşlamıştı. Öyle ki, bir saniye bir asır gibiydi şimdi.

 

Umarım bir bıçakla öldürmemişsindir annemi, bu çok acıtıyormuş.

 

Keşke dedim içimden, keşke yaralı bırakıp işkence çekerek ölmeme razı olacak kadar gaddar olmasaydı. Doğrudan yaşam damarımı kesip, beni bu iğrenç hayatımdan tamamen koparsaydı. Aniden. Hiç hissettirmeden.

 

Başımı kaldırıp hemen yanımdaki koltuğa baktım ve sürünerek de olsa oraya ulaşıp, ucu yere sarkan pikeyi alıp, sırtımı yere serdikten hemen sonra, son kalan gücümle pikeyi yaramın üzerine bastırdım. Alnımda oluşmuş soğuk ter damlaları üşümeme yol açıyordu. Tavana baktım, bizim tavanımızda yıldızlar ve daireler yoktu öyle değil mi? Öyleyse neden peş peşe birçok daire ve yıldız bir görünüp, bir kayboluyordu?

 

Gözlerim kapanmadan önce, tam da bu zor zamanlar için icat edilen o cep telefonumu kullanmalıydım. Sağ bacağımı yere uzattım ve sol elimle yarama tampon yaparken, sağ cebimdeki telefonu çıkarıp ekranı açtım. Rehbere girince ilk onun numarası çıktı.

 

"Belki kurtulmam, bu yüzden son kez seninle konuşmak istiyorum," diye fısıldadım ekrandaki adına bakarak. Aramayı yaptım ve öksürerek hoparlöre alıp yanıma bıraktım.

 

Orman Gözlü Adam aranıyor...

 

Çalıyor...

 

Çalıyor...

 

Ama gel gör ki, açmıyor.

 

Çalıyor...

 

Çalıyor...

 

"Efendim?"

 

"Sonunda... Sonunda açabildin," dedim nefes nefese. Gözlerimi kapadım. "Sesini duymadan gözlerimi kapamak istemedim."

 

"Neden bahsediyorsun?"

 

"Kan kaybediyorum, canım çok acıyor."

 

Çığlık gibi bir fren sesi.

 

"Nalân, ne diyorsun?"

 

Gülümsedim gözlerim kapalı. Konuşmak istedim fakat önce birkaç kere öksürdüm ve her öksürdüğümde bir bıçak darbesi daha yemiş kadar yandı canım.

 

Kana boyanan elimi yaramın üzerine biraz daha bastırdım. En fazla bir iki dakikam vardı. Belki o kadar bile değil.

 

"Geri dön diyorum..."

 

"Sakın gözlerini kapatma," dedi yalvarır gibi bir sesle, "ayık kalmaya çalış, beni bekle, lütfen!" Bu o muydu gerçekten? Yoksa acıdan dolayı halüsinasyon filan mı görüyordum?

 

Telefonu tutacak takatim bile yoktu, yere bırakmıştım. Omzumun tam üstünde bir yere. Kalan tüm gücümü o gelene kadar yarama tampon yapmak için harcayacaktım.

 

"Nalân! Konuş! Sakın uyuma Nalân, duyuyor musun beni?"

 

"Duyuyorum."

 

"Yarana bir şey bastır!"

 

Güçlükle yutkundum ve dilimle kuruyan dudaklarımı ıslatırken bakışlarımı tavana dikip, gözlerimi açık tutmaya çalıştım. Onun söylediği şeyleri zaten biliyor ve yapıyordum.

 

"Çabuk ol," dedim ve birkaç kere daha öksürdüm. Ağzımda ekşi bir tat vardı, bunun kan olmasından korkuyordum. "Çok acıyor."

 

Bağırdığını duydum.

 

Ve birkaç başka ses. Sadece birkaç saniye sonra bir fren çığlığı daha duydum. Bu defa ses hem telefondan, hem de dışarıdan geldi.

 

Acıdan kıvranarak sağ tarafıma döndüm ama bu bana daha da kötü bir acı verince, tekrar inleyerek sırt üstü yattım. Evin kapısı büyük bir gürültüyle açıldı ve onun sesini duyunca, hiç olmadığım kadar mutlu oldum. Öyle ki, yaş dolan gözlerimi görmemesi için sıkıca kapadım.

 

"Nalân! Neredesin?"

 

Aşağıdan geliyordu sesi. "Buradayım," dedim ama sesimi kendim bile duyamadım. Sadece acı içinde kıvranıyor, bacaklarımı kıpırdatıyordum. Merdivenlerden çıkarken ayak seslerini duydum ve gözlerimi açıp yüzümü yana doğru çevirerek ona baktım. Beni gördüğü ân yüzünde değişen o ifade, sonsuz bir boşluğun simgesi gibiydi. Dehşete düşmüş gibi. Hâlbuki, o, şimdiye kadar yüzlerce insan öldürmüştü ve binlerce yaralı görmüştü. Nasıl böyle apansız bir tepki verebilmişti?

 

Öyle bir atıldı ki, dizleri yerde santimetreler boyunca kaydı, yanıma ulaştı ve hemen yüzümü avuçlarının içine aldı. "Sakin ol, geldim." Yaramı tuttuğumu gördü ve beni rahatlatmak ister gibi gülümsedi. "Aferin sana, bu kafan var ya... Şu hâlde bile çalışıyor." diyerek bir kolunu hemen dizlerimin ve diğer kolunu da sırtımın altından geçirip, beni kolayca kucağına aldı.

 

"Bastırmaya devam et!" dedi, aceleyle merdivenleri inerken.

 

"Yoruldum," diye fısıldadım, başım omzundaydı, gözlerimi kapatıp boynunun kokusunu duydum, ona tutundum. "Ölecek miyim?"

 

"Ne ölmesi? Aslan gibisin, sana hiçbir şey olmaz!" Dedi ama sanki kendi bile inanmıyordu bu dediklerine.

 

Aracın yanına ulaştığını, beni koltuğa yatırdığını, aracı çalıştırdığını, kısacası her şeyi duyuyordum ama o daha evden çıkmadan evvel gözlerimi kapamıştım. Sanki çok uzun bir süre geçti ve onun bağırmasıyla gözlerimi açtım.

 

"Uyuma güzelim, uyuma!" diye bağırıyordu. "Bastır şu yaraya!"

 

Gözlerimi açık tutmak için kaşlarımı havaya dikerek bayağı uğraşıyordum ama çok zordu. "Çok uykum var, uyumak istiyorum," diyip gözlerimi usulca kapattım.

 

Asfalttan bir çığlık daha yükseldi, araba sarsıldı ve gözlerimi açtım. Her şey çok bulanıktı. Elimi yaramın üzerine bastırmaya çalıştım ama acım öyle bir hâl almıştı ki, uyuşmuş gibiydim. Sanki damarlarımda kan kalmamış, hepsi akıp gitmişti.

 

"Uyuma diyorum!" diye gürledi, gök bile onun gibi gürlemezdi.

 

Gözlerimi kapadım.

"Ölüyorum, bari rahat ölmeme izin ver."

 

"Yapma," dediğini duydum, belki o duymadığımı zanetti ama ben duydum. Bir ânda, "Konuş, susma Nalân!" diye bağırdı.

 

Kornaya bastı. Küfürler yağdırdı. "Sizin yedi ceddinizi sikeyim, çekilsenize! Lan yol versenize!.. Uyuma güzelim, ne olur uyuma! Çok az kaldı!"

 

"Çok soğuk," diye inledim, "Yiğit, ben çok üşüyorum."

 

"Yiğit sana kurban olsun."

 

Korna. Küfür. Korna. Ani manevralar. Can yakan birkaç çağrı ama sonrası yok. Sonrası karanlık...

 

 

Loading...
0%