Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm.

@hadizade

 

Yeni bölümle ilgili bilgileri instagram ve wattpad hesaplarımdan paylaşıyorum. Sayaç instagramda: 1hadizade

 

Keyifli okumlar🌷

 

 

 

💲

 

Parmakları usulca bedenime sızarken, kalbim boğazımda atıyordu. Çok büyük bir yanlış yaptığımı ben de biliyordum, fakat, zaten Akın ve ben olamayacaktık. En azından o mutlu olurdu ve umarım bilmezdi bu yaptığımı.

 

"Yaramın yerini nasıl bu kadar net biliyorsun?" diye sordum. "Sanki elinle koymuş gibi..."

 

"Bu da bir şey mi?" dedi, öylece durmaya devam ederken. "Ben seni yaralayanın kim olduğunu da biliyorum."

 

Bir anlık aklıma o özel plakalı siyah araç geldi ve kafamdaki yapboz nihayet tamamlandı. Hemen karnımın üzerindeki ellerini iki yana açtım ve arkamı dönüp gözlerine baktım. Ellerini cebine koyup rahat bir ifadeyle gülümsedi. Şaşkın olduğum her an, her şey onun hoşuna gidiyordu.

 

"Beni bıçaklayanın kim olduğunu biliyorsun... Doğru mu anladım?" Sadece başını yavaşça aşağı yukarı sallayarak beni onayladı. "Kim?"

 

"Evlilik teklifini kabul ettiğin adam sana söylemedi mi?" diye sordu bu sefer de.

 

''Nasıl yani, Akın beni bıçaklayanın kim olduğunu biliyor mu?''

 

Önce bir süre durup gözlerime baktı, öylece bomboş, hissiz ve duygusuzca. Ardından, yavaşça etrafımda adımlayarak koltuğa yaklaştı ve koltuğun tepesine yaslanarak oturdu. Buz mavisi gözleri yeniden gözlerime ulaştığında, ''Sana bir soru sordum!'' diye bağırdım. Ona bağırmamalıydım, öyle değil mi? Ama kendimi tutamıyordum işte. Sinirlerimi bozuyordu.

 

''Bilemem, yani sana söylemediyse, demek ki bilmiyor.'' dedi bu sefer de. Boris'in her dediğinin yalan olduğunu düşünürsek, şimdi hangi dediği yalan oluyordu ki? Kafam iyice karışmıştı.

 

''Peki kim? Bana bunu söyle, bunu bana yapan kimdi?'' diyerek ona yaklaşıp karşısına dikildim.

 

''Boşversene, içecek bir şeyler ister misin?'' Bu umursamaz yaklaşımı beni deliye çevirdi.

 

''Madem bir şey söylüyorsun, o halde gerisini getir! Beni kim bıçakladı? Neden Akın'ın bunu bildiğini iddia ettin?''

 

''Bu sadece bir tahmindi.'' Şimdi yüzündeki ve bakışlarındaki bir şey bilmez ifadesi bana çok yapay geliyor, daha da sinirlenmemi sağlıyordu.

 

"Boris! Sana..." kelimelerim yarım kaldı. Kafam ellerimin arasında, dizlerim kırık ve kalbimin sesi boğazımda, dünya bir anlığına kararmış gibi çöktüm. Kulaklarımdaki zonklama geçtiğinde, Boris'in silahını çekip, kendini bana siper ettiğini gördüm.

 

Onun arkasındaydım, çünkü, evin kapısı kırılmıştı ve travmam tetiklenmişti. Yine vuruldum sandım bir an, bu büyük gürültü karşısında kayıtsız kalamadım. Boris'in iri gövdesinin ardından eve kimin girdiğini göremiyordum. Kendime gelir gelmez hafif sağa geçtim ve Boris koluyla beni arkasına almaya çalıştıkça, ısrarla yana geçip kimin geldiğine baktım. Ve an, benim için yavaşladı...

 

Simsiyah giyinmiş, hatta yüzünü bile saklamış olan bu adamın orman yeşili gözleri bana tanıdıktı. Sahi ya, ondan daha güzel gözlere sahip kimse yoktu. Ondan başka kimsem yoktu. Hayalden ibaret miydi yoksa? Onu tekrar görmeyi bu kadar istediğim için beynim bana oyun mu oynuyordu?

 

Siyah tişörtünü patlatmak üzere olan kolları yukarıya kalktı ve yüzünü açtı. Hafif dağınık siyah saçları, tanıdık dudakları, yüzü, ismi, cismi, nutkum tutuldu, genzimi yaktı.

 

Sanma, mutluyum senden uzakta. İnan bana sevgilim, gönlüm seni aramakta.

 

Boris'in kendisine yönlendirdiği silaha rağmen bize doğru yürümeye devam etti. Korkusuzluğu beni kıskandırıyordu. Keşke ben de korkusuzca yaşayabilsem, hareket edebilsem, ama, ne mümkün?

 

Boris'in karşısına dikildi ve bir bana, bir de ona baktı. Bakışlarındaki öfke, giysilerin örtemediği her bir noktama diken gibi saplandı, hafif yaralıydım, ağır yaralıyım artık.

 

''Senin burada ne işin var Nalan?'' diye sordu, kısık orman yeşili gözlerini gözlerime çevirerek.

 

Boris'in işaret parmağının kıpırdadığını ve tetiği biraz daha sıktığını gördüm. ''Hayır! Kılına bile zarar gelirse, yemin ederim ben de seni öldürürüm!''

 

''Merak etme,'' dedi Akın, yeniden ona baktım, ''birkaç kurşun beni öldürmez ama ben gelmeseydim neler olacağını bilmeye ihtiyacım var, umarım duyduklarım beni ruhen öldürmez Nalan.''

 

''Hayır! Asla düşündüğün gibi değil! Sil at kafandan o düşünceleri!''

 

''Demek bu kadar korkuyorsun ondan,'' dedi Boris. Alaycı bir tavrı vardı.

 

Tam Akın ona patlayacaktı ki, cevabını kendim vermek istedim. ''Senin sorunun bu işte Boris, sadece korkudan doğan bir sadakat duyulabileceğini düşünüyorsun. Benimki korkudan değil.'' Gözlerimi Akın'a çevirdim. Bu cevabımdan memnundu. Ta ki, Boris tekrar ağzını açana dek. ''Ona, neden burada olduğunu sen mi söylersin, yoksa ben mi her şeyi anlatayım?'' Bu apaçık bir tehditti ve sadece benim anlayabileceğim bir tehdit.

 

Akın gözümün içine 'lütfen düşündüğüm gibi olmasın' der gibi bakıyordu.

 

''Biz ayrıldık Akın,'' dedi zalim dilim, ''ne yaptığım beni ilgilendirir.''

Akın gülümsedi ama bu bambaşka bir gülümsemeydi. Acı ve tatlı duyguların yaşandığı yakın geçmişten parçacıklar barındıran bir gülümseme.

 

''Korkma,'' dedi Yiğit, ''bana kimse bir şey yapamaz ve elimi bırakmazsan, bize bir şey yapamazlar. Neler olduğunu bilmiyorum ama tek bildiğim, tehdit edildiğinin farkındayım ve bilmeni istiyorum ki, bugün ya buradan beraber çıkacağız, ya da bu ev üçümüze de mezar olacak.''

 

Boris ve Akın arasındaki farklardan biri de buydu; Boris baba parasıyla insanların üzerinde hakimiyet kurmayı beceriyordu ama Akın'ın, taklit edilemez bir cesareti ve özgüveni vardı. Bahçedeki onca korumaya rağmen, buraya nasıl girebildiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu ama ona güveniyordum. Onun zarar görmesinden deli gibi korksam da, sanırım onu, ikimizin de sonu ölüm olsa bile seviyordum.

 

Boris silahını indirmediği halde, Akın elini bana uzattı ve ben düşünmeden elimi onun avucuna bıraktım. Çünkü ona sonsuz güveniyordum, beni buradan bir tek o çıkarabilirdi. Elini tuttuğum anda beni yanına çekti ve Boris ile aramda durarak ona baktı.

 

Boris, ''Yanlış yapıyorsun,'' diye uyarıyordu ve farkındaydım da, ancak, bu yanlış diğer tüm yanlışlarımdan daha doğru geliyordu bana. ''Buradan sağ çıkamazsın,'' dedi Akın'a.

 

Akın'ın buna cevabı epeyi tatmin ediciydi. ''Bence sen, tehditler yağdırmak yerine dua etmeye başla, bundan sonra bir düşmanın daha var ve ben boyun eğmem, boynunu eğerim.''

 

Boris'in ilk defa birinin karşısında yutkunup geri vites yaptığını görüyordum. Galiba hata etmiştim. Belki de Akın'ın benim değil, benim Akın'ın yardımına ihtiyacım vardı.

 

Akın, elimi hiç bırakmadan dönüp çıktığında, son bir kez Boris'e baktım ve o, kafasını iki yana sallarken, bana olacakların teminatını veriyor gibiydi. 'Sen seçimini yaptın' der gibi bakıyordu, bu hayıflanmanın altındaki sessiz tehdit, tüm uzuvlarımın titremesine yol açtı. Lakin, çok az sonra evin kapısından çıktığımda, bahçedeki manzara beni dehşete düşürdü. Bahçede gördüğüm tüm adamlar, Boris'in tüm korumaları yerde yatıyordu. Tam olarak sayamasam da, gördüğüm kadarıyla en az yirmi kişi vardı ve etrafta başka kimse yoktu.

 

Konuşmak istedim, lakin dilim dolandı. ''Bunu... sen... sen mi yaptın?''

 

Beni evin bahçe kapısına doğru götürürken, hafif çiselemeye başlayan yağmur yüzümü ve saşlarımı öpmeye başlamıştı. Bir anda gök gürledi ve kontrolsüz gücün vücut bulmuş halinin azgın pençelerinde olduğumu farkettim. Şimdi bedenim, kutuplarda çırılçıplak kalmış gibi titriyordu. Korku, endişe, çaresizlik ve daha fazlası, ense kökümden başlayarak tüm vücuduma yayıldı.

 

''Evet,'' dedi ve gök, beynimdeki şimşeği ateşe vermek ister gibi kükredi. Bacaklarım durdu ve Akın, beni sürüklememek adına durup bana doğru döndü. Git gide iniş hızı kazanan yağmur damlaları, siyah saçlarını alnına yapıştırmış, orman yeşili gözlerinin etrafındaki siyah kirpikleri ıslanarak birbirine yapışmıştı. Korkunç bir güzelliği vardı.

 

Oysaki, kaybetmekten, kırılmaktan korkabilir, ama,

sevdiğinden korkmamalı insan.

 

''Niye bana öyle bakıyorsun Nalan, katil miyim ben? Onları sadece uyuttum ve vaktimiz az, gitmemiz gerek!''

 

Derin bir nefes aldım ve bu defa önüne dönüp hızla yürümeye başladığında, ona kendi isteğimle eşlik ettim. Elbette, o bir türk askeriydi ve bunca insanı katletmiş olamazdı ama onun tarafından bakacak olursam, kendimi savunması gerekiyordu. Neticede, buraya birini öldürmeye değil, başımın dertte olduğunu düşündüğü için gelmişti. E haksız da sayılmazdı, az kalsın hem kendime, hem de ona çok kötü bir şey yapacaktım.

 

Biri beynime girip, zihnimi kontrol mü etmişti? Nasıl böyle saçma bir karar verebilmiştim?

 

Akın, hayatımda olmadığı zamanlarda da Boris'ten nefret ediyordum ama son dönemlerde yaptığı şeyler, gözümün önünde Merve'nin karnını kesip, ondan bebeğini alması ve şantajla onların evliliğini bitirmesi, bana sürekli yaptığı şantajlar da cabası oldu. Sanırım iş, nefret boyutunu aştı, tiksinmeye başladım.

 

Evin bahçe kapısından çıkıp sola döndük ve biraz daha yürüdükten sonra Akın'ın arabasını gördüm. Sağanak yağmur, bizi çoktan sırılsıklam etmişti ve bedenim titriyordu. Akın, arabanın kapısını açıp beni oturttuktan sonra hemen kapıyı kapatıp ön taraftan dolandı. Bu sırada onu izlesem de, arabaya binmek üzereyken bakışlarımı onun üzerinden çekip ön camdan dışarıya baktım. Yağmur, bardaktan boşalırcasına yağıyor ve uzaklarda hala daha şimşekler çakmaya devam ediyordu. Kollarımı kendime sarmıştım. Akın, üşüdüğümü farketmiş olacak ki, hemen klimayı açtı ve kendi tarafındaki camı da kapattıktan sonra arabayı çalıştırdı.

 

Boris'in malikanesinden hızla uzaklaştıktan sonra, gergin bekleyişim son buldu. Fakat, beklediğim sorunun yerine başka bir soru gelince, dönüp ona baktım. ''Yaran iyi mi? Ağrın varsa hastaneye götüreyim.''

 

''Gerek yok, iyiyim.''

 

''Emin misin?''

 

''Hem de hiç olmadığım kadar.''

 

''Onun evinde ne işin vardı Nalan?''

 

İşte beklenen soru geldi. Keşke güzel de bir cevabım olsa. Ona gerçekleri anlatmalı mıyım?

 

''Cevap vermeyecek misin?'' Önüme döndüm ve derin bir nefes alıp, kelimeleri toparlamaya çalıştım.

 

''İşten kovulduğunu biliyorum, o gece her şeyi duydum.''

 

''Bunun, senin burada olmanla ne alakası var? Sakın bana-''

 

''Seni işe geri aldırmak istedim. Boris'in buna gücü yeter.''

 

''Ve benim, böylece mutlu olacağımı düşündün. Öyle mi Nalan?''

 

Sesimi yükselterek ona doğru döndüm. ''Evet Akın, öyle! Çünkü ben, seni mutsuzluğu bile göze alacak kadar çok seviyorum!''

 

Oysaki yanlış.

Kimse kimse ile mutsuzluğa bile razı olmamalı.

 

Kimse birini bu denli sevmemeli, bu kadar aptal olmamalı.

 

''Ben seni mutsuz etmeyecektim Nalan! Sen beni bırakıp gitmeseydin, biz çok mutlu olabilirdik!''

 

''Hayır olmayacaktık, her şey bu kadar basit değil! Anlamıyorsun...''

 

''Ben miyim anlamayan, yoksa sen misin hiçbir şey anlatmayan? Sen benim her şeyimi biliyorsun ama bana kendin hakkında hiçbir şey anlatmıyorsun! Buna rağmen seni sevdim ve seninle beraber olmak istedim! Boris kim Nalan? Onun evinde ne işin vardı? Sen bu adamı nereden tanıyorsun? Ben gelmesem o evde ne olacaktı? Sen önce bunların cevabını ver... Bugün bana bunların cevabını vereceksin, yoksa bu defa geri dönersem onu elimden kimse alamayacak!''

 

Onu öldürürse, kan davası gibi bir şey başlayacak. Pavlov ailesini biliyorum, Akcanların soyunu kurutana kadar durmazlar. Buna izin veremem. Bu savaş, üçüncü dünya savaşına dönebilir ve her iki taraf yok olana kadar da durmaz.

 

"Anlatacağım, " dedim, "ama lütfen başbaşa kalacağımız bir yere gidelim, arabada olmaz. Şuan hiçbir şey konuşmayalım."

 

O ân ona bir şeyler söylemek, birinci dereceden kaza sebebi olacaktı. En azından bir yere gidene kadar düşünebilir ve bir şeyler uydurabilirdim. Ona anlatamayacağım kadar sırrım vardı, bu derin sırların beni mezara gömdüğü gibi onu da gömmesini istemiyordum. Fakat, artık anlamıştım ki, cehennemin dibine de gitsem, beni bulmak için oraya da gelecekti. Ondan bir kurtuluş yoktu ve açıkçası, kurtulmak istediğim de yoktu.

 

Bulutların gözyaşları bugün bizim için akıyordu. Rahmet, o geceki kadar taze ve iç acıtan, yüreğimi burkan cinsten idi. Aldığı her nefesin hesabını veren bir kız çocuğu kadar narin bedenim, dönüp dolaşıp nefretin bileklerime dikenli teller sardığı o geceye hapsoluyordu. Pişmanlık, hiç bu kadar faydasız olmamıştı. İlk pişmanlığım, sonraki pişmanlıklarıma bir dur diyememişti.

 

Hatalarım peşi sıra dizilirken, kendimi her seferinde bir uçurumun kenarında buluyor, ne yaparsam yapayım telafi edemiyordum.

 

Annem, sonra Sara Akcan, Merve'nin bebeği, hepsi benim yüzümden karanlık, soğuk topraklarla buluştu. Fakat, arsız bedenim, pişmanlıkların esir ettiği ruhuma rağmen yaşamaya devam etti. Öyle ya, yaşama amacımız hayatta kalmak değil miydi? Ya da, sadece benim için. Her yediğim lokmadan bir zehir gibi boğazımı yakması, hayatın bana biçtiği ödül görünümlü cezaydı.

 

Uyudum, uyandım ve yine uyudum. Uyku, tek kaçış yolumdu, korudum.

 

Bana kısacık gelen bu uzun yolculuğumuzun ardından, yeniden Şile tabelasını gördüğümde, aklımda kaçmaya çalıştığım o gün canlanıverdi. Keşke yapmasaydım ama keşke desem ne değişecek? Keşke demek yerine, hiç yapmamamız gerektiğini ne zaman öğreneceğiz? Özür, her şeyi telafi edemez. Etmedi de.

 

"Ben başbaşa kalabileceğimiz bir yere gidelim demiştim ve sen yine beni aile evine getirdin," dedim sinirli bir ifadeyle.

 

"Evde kimse yok," diye cevap verdi, "bu koca evde başbaşa kalıp konuşacak bir oda bulunur elbet."

 

Ama ona gerçekleri anlatırsam, bu koca ev benim için daracık bir hücreye de dönüşebilir. Hâlâ aklımda bir şeyler yok. Bu kadar süredir düşünmeme rağmen, orada niye bulunduğum konusunda uyduracak bir yalan bulamadım. Belki de en iyisi ona gerçeği söylemekti.

 

Kaybedecek neyim kaldı ki?

Bir can ve o da benim değil.

 

Bahçe kapısının önüne varmak üzereyken büyük demir kapılar iki yana doğru açıldı ve az sonra tekrar hızlanarak, aracı ışık hızıyla evin önüne park ettikten sonra kapıyı açıp indi. O, arabanın önünden dolanırken, ben beynimde cereyan eden düşüncelerin esaretine kapılıp, oturduğum yerde kaskatı kesildim.

 

Kapıyı açtığında, sırılsıklam olmuş yüzüne ve derin orman yeşili gözlerinin içindeki büyümüş siyah noktalara baktım. O siyah noktalar bana baktıkça biraz daha büyüdü ve ben istemsizce onun vücuduna ikinci bir deri gibi yapışan siyah tişörtüne baktım. Gözlerim onun tişörtünün eteklerini tutup bir anda yukarıya çekti ve dudaklarım göğsünde, karın kaslarının üzerinde gezinerek aşağıya inerken, zevk dolu inlemeri kulaklarımda yankılandı. Ve o, bunu hiç bilmedi.

 

Elini bana uzattığında, bacaklarımı yan döndürdüm ve aşağıya atlayıp yanından geçip gittim. Bu sırada gözlerimiz birbirine öylesine kitlenmişti ki, baykuş olsam, ayrılmaları mümkün olmazdı.

 

İkimiz de sırılsıklamdık ve hemen üzerimi değiştirmezsem, büyük ihtimalle hasta olacaktım. Evin kapısının önünde durup kollarımı vücuduma sararak onu bekledim. Az sonra yanıma gelip cebindeki anahtarı çıkardı. Sanırım evde gerçekten yalnızdık ve bu biraz...

 

Ürkütücüydü.

 

Kapıyı açıp içeriye doğru itti ve durup gözlerime baktı. Arada kalmış gibi ona baktım, sabırla geçmemi bekliyordu ama beni sorgulama konusunda hiç de sabırlı olmayacağını biliyordum. Yine de içeriye girdim, zaten şu saatten sonra kaçışım da yoktu. Sonuma kendi ayaklarımla adım adım yaklaşıyordum.

 

Birkaç adım attım, kapı kapandı ve onun soğuk nefesini ensemde, sırtını sırtımda hissettiğimde, sertçe yutkunup gözlerimi kapattım. Kollarını bana sardı ve dudaklarını saçlarıma bastırıp, koklayarak öptü. Bedenim, bu defa soğuktan değil, istekle titriyordu. Kokusu, sıcaklığı hemen yanımdaydı, ona ihtiyacım vardı.

 

''Üşüyorum,'' dedim, ''ısıt beni, sevgilim.''

 

Ve bana gösterdi,

''Ah Nalan, soyunarak da ısınabilirmiş insan...''

 

Sırtım hemen yandaki duvarla buluştuğunda ve onun eşsiz gözlerine baktığımda, anladım ki dönüş yok buradan. Kaçamam, saklanamam, vazgeçemem. Gerçek şu ki, bunu ben istedim...

 

 

Loading...
0%