Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3-) Septic

@hewininyoluu

 

Her şey, kendimi kaybettiğim bir labirentte kayboluyor.

 

 

-Fernando Pessoa-

 

 

2 YIL SONRA

 

 

Girdiğim iş toplantısından çıktığımda boynumda ki kravatı hızlıca çıkarttım. Yanımda duran sekreterim Nilay Hanım'a döndüm.

 

 

"İş bağlandı, gereken her şeyi yap."

 

 

Şaşkınlıkla yüzüme baktı.

 

 

"Ama henüz kabul etmediler?"

 

 

"Bağlandı Nilay." Dediğimde o heriflerin gözünü paranın buladığını ve ihaleyi bana vereceklerine emindim.

 

 

Nilay yıllar önce borç bataklığından çıkarıp konforlu bir hayat sunduğum genç kızlardan biriydi. Ömrünün anlamlı yıllarını babasının kumar borçlarını ödemekle geçirmişti. Part time çalıştığı bir lokantada patronu onu sırf işe beş dakika geç kaldığı için bağırıp hakaretler ettiğinde görmüştüm. Daha sonra bir evinin olmadığını ve sokakları evi bellediğini öğrenmiştim.

 

Güzel bir ev vermiştim ona ama o bunu kabul edemeyecek kadar gururlu olduğundan dolayı kira ödeme şartıyla kabul etmişti.

 

Ona önce ofiste getir götür işlerini vermiştim daha sonra zamanla sekreterim olmuştu ve bana duyduğu minnetle işlerini hep daha iyi yapmaya başlamıştı.

 

Sadakati ve bana bağlılığı gözler önündeydi. Önüne koyduğum her testten, her sınavdan başarıyla geçmişti.

 

Şimdi ise ben olmadığım zamanlarda şirketi yöneten oydu.

 

 

Ofise çok sık gelmezdim ama önemli bir iş olduğundan dolayı gelmek zorunda kalmıştım.

 

 

Nitekim şimdide maçım vardı ve hızlıca oraya gitmem gerekiyordu.

 

 

Kılıç'ı arabanın önünde sigara içerken buldum. Beni gördüğünde sigarasını çöpe atıp süzdü beni arsızca. Bu herif gerçek bir sapıktı.

 

 

Ağzıyla ıslık çaldı. "Gök taşı mısın be." harfleri oldukça uzatarak söyledkleriyle kaşlarımı çattım.

 

 

Ensesine attığım şaplakla iki büklüm oldu.

 

"Ne diyorsun?"

 

 

"Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!"

 

 

Bezgince gözlerimi devirdim. "Kılıç, sosyal medya ağzını sikerim senin düzgün konuş."

 

 

Kahkaha attı. Ağzındaki sakızı şapırtata şapırtata "Hello.. havergi?" dedi. Sakızı daha çok ağzında oynattı ve elini cebine koyup kısık gözlerle etrafa baktı.. "Taksim... Hello.."

 

 

"Ne diyorsun Kılıç?"

 

 

Ağzıyla garip sesler çıkardı. "Eğğnk Taksim?"

 

 

Kaşlarım çatıldı. Acaba yine neyden bahsediyordu. Bana bakıp hiç bir şey anlamadığımı gördüğün de "Of!" dedi. "Böyle kültürsüz birini niye bana verdin Allah'ım?!"

 

 

"Yürü." dedim ve arabaya atladım. O da yanımda ki yolcu koltuğuna oturduğunda "Nereye?" diye sordu. "Yine ve yeniden işe diyip katliama gidiyoruz deme."

 

 

"Pamira'yı götüren ambulansın şoförünü buldum." Arabayı çalıştırdım. "Ama önce maça gitmeliyim."

 

 

"Nasıl buldun?"

 

 

"Bunca zaman bağlantılarımı kullanmadığım için sorun çıkartıyordun." Dedim arabanın hızını arttırarak.

 

 

"Evet çünkü her şeyi kendin halletmeye çalışıyordun." Dedi ne var bunda der gibi.

 

 

Kısa bir an gözlerimi ona çevirdim.

 

"O sikik bağlantıları kardeşim için kullanmazsam daha ne için kullanabilirim ki?"

 

 

"Onu neden hâlâ bulmaya çalışıyorsun Efken?" Yüzünü buruşturdu. "O seni terk etti. Hak etmiyor senin çabalayışlarını."

 

 

"Onu alıp gelmeyeceğim Kılıç." Dedim sert sesimle. "Sadece bir kere onu yaşarken görmek zorundayım."

 

 

Bana hâlâ inanamıyormuş gibi bakıyordu.

 

"Anlamıyor musun? Bunca yıl ben onun yaşaması için çabaladım. Şimdi benden uzakta gökyüzüne gülümseyemez. Buna müsaade etmem."

 

 

Derin bir nefes verdim. "Bunu görmek benim hakkım."

 

 

"Seni sevmiyor Efken! Artık yaşama tutunmak için başkaları adına kurduğun hedefleri yık!" Keskin bakışlarımın hedefi o olurken dediklerini düşünmeye başlamıştım bir yandan.

 

"Önce Pamira'yı kurtarmam gerek dedin ve yaşamaya çalıştın. Sonra kalbi bulmalıyım dedin ölmemeye çalıştın. Şimdi de onu görmem gerekiyor diyorsun ve yaşama tutunmaya çalışıyorsun!"

 

 

Elleriyle beni işaret etti.

 

"Bir kez olsun bak kendine! Son iki yılda seni getirdiği hale bak! O orda sefasını sürerken sen burada korkunç bir canavara dönüşüyorsun!"

 

 

"Son iki yılda öldürdüğüm insanların arasına girmek istemiyorsan kapa o sikik çeneni." Dedim dişlerimin arasından. Daha fazla tahammül edemiyordum sözlerine.

 

 

"Tek bildiğin öldürmek! Yaşamaya çalışmıyorsun bile."

 

 

Konu ne zaman Pamira olsa asabileşiyordu. Yüz hatlarından bedenine kadar geriliyordu. Öfke saçıyor, zehir kusuyordu.

 

Onun hakkında tek bir kelime bile duyduğunda bana ondan nefret etmemi sağlamak için bir çok şey söylüyordu.

 

Fakat nedenini öğrenecektim. Zamanla ya da zorla.

 

 

Arabayı ani bir frenle durdurduğumda öne doğru savrulmamak için koltuğa tutundu.

 

"Ne yapıyorsun amına koyayım?"

 

 

Yakasını tuttuğum gibi kendime çektim.

 

"Ölüme bu kadar susamış olamazsın Kılıç!" Kaşlarımı büktüm. "Pamira'dan neden bu kadar nefret ediyorsun?" Dedim az önceki sesime kıyasla daha sakin bir şekilde. "Halbuki o senin adını her duyduğunda gözlerinin içi gülerdi."

 

 

"O sevgi nedir bilemeyen nankörün teki!" Dediğinde yakasını sertçe ittirip bıraktım. Sırtı arabanın kapısına çarptığın ağzında bir küfür yuvarladı. Çoktan bunu söylediği için pişman olmuş gibiydi.

 

 

"Söylesene ondan nefret etmenin tek nedeni gitmiş olması mı?" dediğimde yutkundu ve yalandan gülmeye çalıştı. "Başka ne olabilir ki?"

 

 

"Bilmiyorum ama öğreneceğim Kılıç."

 

 

Sesli bir şekilde nefesini verdi. "Sana ne kadar değer verdiğimi biliyorsun Efken. Tekrardan hayal kırıklığına uğramanı istemiyorum." Elini omuzuma koydu ve dostça sıktı. "Bende senin kardeşin değil miyim? Görevim seni korumak." dediğinde ona hak vermek üzereydim fakat Pamira hakkında konuştuklarını düşündükçe bunlarla sınırlı olmadığını hatırladım.

 

 

"Senin görevin yanımda durmak Kılıç. Karşıda durup zehirli hançerleri saplamak hainlerin işidir." dediğimde gözleri doldu. Gözlerinden hiç eksilmeyen pişmanlık daha çok büyüdü.

 

 

"Senin yüzüne bile bakamıyorum lan ben." dedi saçlarından elini geçirip. "Affet beni."

 

 

Bu hali içimde bir burkulmaya sebep olurken hızlıca ona sarıldım. Belki de onun tek düşündüğü kişi bendim. Belki de haksızlık ediyordum. Belki de paranoyak herifin tekiydim. O sadece Pamira'nın gitmesini önleyemediği için kendini suçluyordu.

 

 

"Kardeşim." dedim sırtına bir kaç kez vurarak.

 

 

"Vurma ayı herif!" dediğinde keyiflendim. Benden ayrılıp "10 ton ağırlığında bir elin olduğunu unutma lütfen." Yine sahte bir dramla elini sırtına götürdü. "AHH! Midem sırtıma yapıştı sanırım."

 

 

Onunla birbirimizi kurşunlar daha sonra yaralarımızı sarardık. Biz de böyle hastalardık sanırım.

 

 

Arabayı çalıştırıp hızlıca sürmeye başladım.

 

 

"Gevezeliğin yüzünden maça geç kaldım."

 

 

"Salon hiç senin değilmiş gibi..."

 

 

"Sana bunun geç kalmış olduğum gerçeğini değiştirmediğini açıklamayacağım."

 

 

"Bu kalp sen açıklamazsan nasıl atmaya devam eder he?!" dedi yalandan umursuyormuş gibi.

 

 

Salonun önüne geldiğimde arabayı durdurdum ve ikimizde arabadan indik.

 

 

Kapıda duran adamlar beni gördüklerinde ceketlerinin önünü ilikledi. "Hoş geldin abi." dedi diğerine göre daha genç olan Ali. "Bir isteğin var mı?"

 

 

"Yok." dedim omuzuna elimi koyup. Hafif bir baskı uyguladığımda koca adam eğilmek zorunda kalmıştı. "Dikkat edin."

 

 

İçeri girdiğimizde direkt giyinme odama gittim. Buradaki iyi boksörlerin hepsinin odası vardı.

 

Üzerime lacivert geniş bir kazak giyindim. Önü açıktı fakat bunda bir sorun yoktu.

 

Çürük dolu izlerle savaşmayacaktım elbette. Altıma da siyah bir eşofman altı giyindim.

 

Herkes bu kadar kapalı giyinmem hakkında bir çok dedikodu çıkarmıştı bile. Umurumda olduğu söylenemezdi.

 

 

Elim boynumda duran siyah kolyeye gitti. Kolyenin ortasında duran kurşun annemin kalbinden çıkan kurşundu. Annemden kalan son emanetti.

 

 

Bunu gördükçe olağanüstü bir güçle sarsılıyordum. Canımı acıtması beni güçlendirmediği anlamına gelmiyordu. Öfkem ilk günkü gibi diriydi.

 

 

Kurşunu tutan elim yumruk oldu. Onu çok özlemiştim ve şimdi onu benden ayıran kurşuna sarılıyordum. Hayatın garipliği bir kez daha yüzüme savrulunca daha fazla oyalanmadan maçın olduğu ringe gittim.

 

 

Beni görenler önümde eğiliyor, bir isteğim olup olmadığını soruyordu.

 

Çocukluğumdan beri bana gösterilen bu sonsuz ilgiden hep tiksinmiş olsam da alışmıştım.

 

 

Ringe çıktığımda karşımda duran iri yarı adama baktım. Ondan bir kaç santim daha uzundum.

 

Gözlerinde bir tedirginlik, bir çekimserlik vardı. Hayır, mekanın sahibi olduğum için değil benimle savaşan herkesi ringin ortasına gömdüğüm için.

 

 

Namım Suçsuz Katil olarak çıkmıştı. Ne de olsa benimle savaşmaya cesaret eden herkesin imzaladığı bir kaç belge vardı ve kurallar çerçevesinden çıkılmadan yapılan rauntlarda ölen kişinin katili sayılmazdın. Ben de ölebilirdim ve karşımdaki katil olmazdı, karşımdaki de ölebilirdi ve ben katil sayılmazdım.

 

 

Burayı severdim, öfkemin beni tutmadığı tek yer burasıydı çünkü.

 

 

Antrenörüm olan Fuat Ali Bey yanıma geldi. Onunla on beş yaşımdan beri birlikte çalışıyordum. Benimle uğraşmak istemeyen bir çok antrenöre rağmen o beni yanına almış, usta bir hoca gibi boksun tüm tekniklerini bana öğretmişti.

 

 

Orta yaşlarda olan adamın saçına düşen aklara, yüzünde duran kırışıklıklara rağmen dinç göründüğü gerçeği vardı.

 

 

"Eskisinden daha iyi görünüyorsun." Dediğinde haklı olduğunu biliyordum. Son iki yılda kendimi fazlasıyla spora adamıştım.

 

 

"Sen de öyle."

 

 

Güldü."Bu maçı da alacağından şüphem yok." Dedi elini omuzuma atarak.

 

 

"Eyvallah."

 

 

"Hadi oğlum. Göster kendini." Dediğinde omuzuma koyduğu elinin üstüne dokunup bir kaç kez vurdum.

 

 

Antrenörler aşağıya indiğinde maçı başlatan adam ıslık çaldı.

 

Bizi izleyen kalabalık bağırdı. "Ateşin Varisi!"

 

 

Adam üzerime geldiğinde gardımı çoktan almıştım.

 

Yüzüme savuracağı direkt yumruktan başımı eğerek kurtulduğumda adam bir kez daha yüzüme yumruk atmaya çalıştı.

 

Bileğini tutup ters çevirmeden önce çenesinin hemen altına sol kroşemi geçirdim. Etrafta olan bağırışlar arttı.

 

 

Adam yere düşmemek için ringi saran kordonlara tutunduğunda gözlerini kapatıp açtı. Kendine gelmesi için ona zaman tanıyacakken o akılsızca bir hareketle üstüme atlayacağı sırada zeminden ayağıma, sonra belime daha sonra omuz ve omuzlardan kola gelen güç aktarımıyla karaciğer bölgesine yumruğumu geçirdim.

 

Adam bu defa tutunamadan yere düştüğünde ıslıklar çalındı. "Ateş!" Diye bağırıyorlardı zevkle.

 

 

Hakem adamın başında dikilip ondan geriye doğru saymaya başladı.

 

Adama altıncı saniyede yerinden kalktığında ağzından kan geliyordu.

 

 

Hırsla yüzüme yumruğunu geçirecekken baldırının iç kısmına tekmeyi geçirdim. Buna dairesel tekme deniliyordu.

 

Adam acıyla bağırdığında yüzü kırmızıya dönmüştü ve terlemişti. Ben ise tek bir fiske yememenin verdiği rahatlıkla ama yine de gardımı indirmeden ona baktım.

 

 

Ölmeye niyetinin bu kadar olduğunu bilmiyordum ama pes etmemesi hoşuma gidiyordu.

 

 

"Akıllıca hareket et, ölü." Dediğimde gözleri titreşti.

 

 

"Sana neden Ateş dediklerini öğrendim." Gözleri yüzümdeki yaraya daldı ve alayla güldü. "Baban seni yaktığında da çok acıdı mı yüzün?" Durmadan gülmeye devam etti. Ona vurduğum kadar canımı yakmak istiyordu. Gözlerine pusu kurmuştu intikam.

 

"Henüz çocukmuşsun üstelik. Bu kadar mı sevmedi seni baban?"

 

 

Öfkem bir çığ gibi büyüdü. Bugün o kadar ağır şeyler işitmiştim ki kulaklarımı söküp atmak istiyordum. Kılıç'ın söylediklerinin üzerine bunları duymam kötü gelmişti.

 

 

Boynunu kollarımın arasına aldığım gibi dizimle vurdum karnına. "Ölü birine göre fazla aptalsın." Dedim bağırarak.

 

Kurtulmaya çalıştı.

 

 

Durmadan vuruyordum. Söylediği son söz beynimdeki fısıltıların büyümesine neden oluyordu.

 

Bu kadar mı sevmedi seni baban?

 

 

Boynunu bırakıp yüzüne öyle sert bir yumruk geçirdim ki gözünün arkaya kaydığını gördüm. Durmadım. Düşmesine izin vermeyerek bu defa karnın üst kısmına öldürücü darbemi vurdum.

 

Yere sertçe düştüğünde hakem tekrar ona kadar saymaya başladı ama burada duran herkes biliyordu ki ölmüştü. Ölmüştü ama söylediği sözleri içimde yaşatabilmeyi başarabilmişti.

 

 

Antrenörüm yanıma geldiğinde siyah havluyu bana uzattı.

 

Alıp yüzümdeki terleri sildim.

 

Öfkemi hâlâ atabilmiş değildim.

 

Adamın söylediklerini farkında olmadan içimden söylemeye başlamıştım bile.

 

 

Baban seni yaktığında çok acıdı mı yüzün?

 

 

Henüz çocukmuşsun üstelik.

 

 

Bu kadar mı sevmedi seni baban?

 

 

Dağınık saçlarımı da havluyla karıştırıp omuzuma attım havluyu.

 

 

Bizi izleyenlerin sesi kesilmemişti henüz. Çıldırmış gibi bağırmaya devam ediyorlardı.

 

 

"İyi işti." Dedi Fuat Ali.

 

 

Yanından ayrılıp tam duş almaya gidecekken gördüğüm yüzle gözlerim kısıldı.

 

Bu kız... Mezarlıkta ki o kızdı. Islak Kelebek.

 

Gözleri fal taşı gibi açılmış öylece ringde yatan adama bakıyordu. Gözlerinde ki korkuyla bakışları bana çevrildi.

 

Ağzını oynatarak bir şeyler söylediğinde dudaklarını okuyabilmiştim.

 

 

"Cani." Diyordu.

 

 

Yutkundum sertçe.

 

Ona daha fazla bakmadan odama girdim.

 

 

Banyoya girdiğimde aynada kendime baktım. "Cani." Diye fısıldadım gözlerimin içine bakarak. "Cani."

 

Yumruğumu aynaya geçirdiğimde ayna tuzla buz oldu. Kırık aynalardaki yüzüm kaçmaya çalıştığım şeyi gösterdi bana. Kırgınlık.

 

Elim kanasa da umursamadım. Derin nefesler alıp vererek kendime gelmeye çalıştım.

 

 

Hızlıca duşa girdim. Soğuk suyun altında hissetmeye çalıştım. Acıdan başka bir şey hissetmeye çalıştım.

 

 

Yoktu.

 

 

Caniysem neden acı çekiyordum? Haksızlık değil miydi bu?

 

 

Çok yorgundum. Duyduğum her sözün altında eziliyordum ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Ama artık buna bir son verecektim. Bugün hak ettiğim ölüme kavuşacaktım.

 

 

Duştan çıkıp üzerimi giyindim.

 

Elimde ki kesikten kan akmaya devam ettiğini gördüğümde ağzımın içinde bir küfür yuvarlandı. Hemen çekmeceden çıkarttığım beyaz sargı bezini pervasızca sardım. Ardından üstüne de siyah deri eldivenlerimi geçirdim.

 

 

Odadan çıktığımda büyük bir kalabalık beni karşıladı.

 

Beni görenler yanıma geliyor tebrik ediyorlardı.

 

 

Yanımdaki Kılıç'a döndüm. "Al şunları başımdan."

 

 

Dediğimi yaptı ve insanları gelişi güzel savuşturdu. Salondan nihayet çıkabildiğimizde "Ben yalnız kalacağım." Dedim.

 

 

Dudaklarını birbirine bastırdı.

 

"İyi misin?"

 

 

"Çok." Dedim alayla.

 

 

Arabaya bindiğimde Kılıç bir süre bana baktıktan sonra gitti. Biraz soluklanıp arabayı çalıştıracakken cama vuran elle camı açtım. Umarım yine tebrik için biri beni rahatsız etmiyordur.

 

 

Gördüğüm kişiyle dudaklarımı ıslattım gerginlikle. Bu kız ne istiyordu benden? Ölmeme bile izin yok muydu bu sikik dünyada?

 

 

"Ne var?" dedim ters sesimle.

 

 

Arabanın kapısını açıp yanıma oturduğunda gülümsedi. Cani bir adamın yanında oturmayı göze alacak kadar salak mıydı?

 

 

"İn aşağı."

 

 

"Lütfen kibar olur musun?" dedi ve dikiz aynasına yaklaşıp dudaklarında ki koyu kırmızı ruju tazeleyerek. Salakmış.

 

 

Öfke sinsi bir yılan gibi sardı bedenimi.

 

 

"İN DEDİM SANA!"

 

 

Gökyüzünü gözlerinde taşıyor olmalıydı zira bu kadar güzel bir göz daha önce hiç görmemiştim.

 

 

"Neden öyle bakıyorsun bana?" dedi kadın korkulu gözlerle. Uzun süredir gözlerine baktığımın farkında bile değildim.

 

 

"Ne işin var yanımda?" Dedim yüzünü incelerken. Pürüzsüz ve bembeyaz bir cildi vardı. Küçük bir burnu, dolgun dudakları, biçimli kaşları ve gür kirpikleriyle yüzü fazla güzeldi.

 

 

Düşündüklerimin de saçmalığıyla gözlerimi ondan kaçırıp yola diktim. Yanlıştı, kimse hakkında böyle düşünemezdim. Yanlıştı.

 

 

"Arkadaş olalım."

 

 

Gözlerim hızla ona döndü tekrar. Ne dediğinin farkında mıydı? Az önce gözlerinin önünde birini öldüren adamla arkadaş olmayı mı düşünüyordu?

 

 

"Şakası bile iğrençti." Dediğimde yüzünde olan kırılma ile baktı. Onu görmek istemediğim için tekrar yola döndüm. "Şimdi in arabadan."

 

 

Kollarını önünde birleştirdiğini gördüm göz ucuyla. "İnmeyeceğim işte."

 

 

"Kızım ne içtin sen?" Dişlerimin arasından konuştum. "Ne diye inatlaşıyorsun benimle?"

 

 

"Yabani misin oğlum sen? Alt tarafı arkadaş olalım dedik." dedi tek kaşını havalandırarak. Artık sabırsızlaşmaya başlamıştı. Kulaklarının kızardığını fark ettim.

 

 

"Oğlum mu dedin?" Dedim şaşkınlıkla. Fazla narin gözüken bir kadının ağzından bunu duymam elbette şaşırmıştı beni.

 

 

"Kızım dedin sende bana."

 

 

"İn arabamdan." Bu defa bastırdım iki kelimeye de anlaması için.

 

"Sus be adam! Sür artık!"

 

Arabayı öyle bir hızla sürmeye başladım ki o da Kılıç gibi öne savruldu. Başı çarptığında acıyla inledi. Arabayı durdurmak zorunda kaldığımda yüzüne baktım. Çok mu acımıştı? Eli alnına gittiğinde gözlerini kısarak bana bakmıştı.

 

"Kemerini takma, o zaten süs olarak orada. Aferin sana." dedim sinirlenerek. Burnuma dolan kokusuyla gözlerimi kırpıştırdım. Annemin kokusuydu bu. Narenciye.

 

Bileğini alnından çektim. Alnına baktığımda hafifçe kızarmıştı ve moraracağına da emindim.

 

Koltuğun yanında duran soğuk suyu alıp başına bastırdım. "İlk dakikadan zarar gördün." Dedim. "Git."

 

Elimde duran şişeyi alıp içtiğinde gülümsüyordu. Bu kız harbiden salaktı.

 

Şişeyi dudaklarından ayırıp "Benim hatamdı. Kemeri takmamam benim sorunum." Dedi. "Lütfen sür."

 

Başımı iki yana sallayarak ilk defa arabayı yavaş sürmeye çalıştım. Zor olsa da bir kez daha zarar görmesini istemediğim için denemeye çalıştım.

 

"Benden gerçek anlamda ne istiyorsun Islak Kelebek?" Dedim sakin kalmaya çalışarak. Ona Islak Kelebek demiş olmama şaşırsa da önemsemeden, "Arkadaş olalım dedik ya. Tövbe Estağfurullah." dedi gözlerini devirerek. Tıpkı Pamira gibi göz devirmesi içimde ki özlemi harladı.

 

"Neden?"

 

Sustu. Sustum.

 

Arabayı durdurup indim. O da arkamdan indiğinde bir uçurumun kenarında olmamız onu ürkütmüşe benziyordu. Ormanlık alana çok yakındık.

 

"N-neden geldik buraya?"

 

"Seni öldürüp cesedini uçurumdan aşağıya atmak için." Buz gibi sesim söylediğimi kanıtlar nitelikteydi sanki.

 

Donup kalırken konuşmaya devam ettim. "Sana yaşaman için şans vermiştim. Vermedin deme bana."

 

Geriye doğru adımlar atmaya çalışırken korkudan delirecek gibiydi. Ölümden fazlasıyla korkuyordu. "B-ben kötü bir şey yapmadım." Sesi de tıpkı bedeni gibi titriyordu.

 

 

Bu haline daha fazla dayanamadım. "Şaka." Dedim ifadesiz suratımla. "Gül diye."

 

Gerilen omuzları gevşeyince yüzündeki donuk ifade de silindi yavaşça. "Espri becerini düzeltmeliyiz." Gülmeye çalıştı ama gerginliğini hissedebiliyordum.

 

"Sen mi düzelteceksin?" Kaşlarımı büktüm.

 

Çenesi dikleştirerek bana baktı. "Evet. Ne var bunda?"

 

İflah olmaz bir Kelebekti. Başımı iki yana sallayarak uçurumun dibine oturdum.

 

"Beni gerçekten atmayacaksan yanına gelmek istiyorum." Dediğinde gözlerimi devirdim istemsizce.

 

"Bunu evet olarak algılıyorum ve yanına geliyorum." Yavaş adımlarını duyduğumda onun salak olduğunu bir kez daha anlamıştım. "Geliyorum." dedi. Adımları yaklaştıkça yaklaşıyordu. "Gel-" birkaç adımla daha yanıma gelip yere çöktü. "Dim."

 

Cebimden sigara paketini çıkartıp bir dalı dudaklarımın arasına koydum.

 

Çakmağı avucumla koruyarak sigarayı yaktım.

 

"Bir dal da bana verebilir misin?" dediğinde sigara içiyor olması canımı sıkmıştı.

 

Başımı onaylayarak salladığımda gözleri parıldadı ve bir dal da o kendine aldı paketten. Dudaklarına sigarayı yasladığında gözleri kısılmıştı.

 

Çakmağı elimden alıp yakmaya çalıştı ama rüzgar vurdukça yanan ateşte sönüyordu. Eliyle her ne kadar korumaya çalışsa da yetmiyordu. Gözlerim kınalı parmak uçlarına daldı. Hafif turuncuya kaçıyordu. Güzeldi elleri ama şaşırmıştım; ne de olsa her zaman parmakları kınalı birini görmüyordum.

 

"Hay si-" Devamını getirmesine izin vermeden çakmağı elinden aldığım gibi sigarasının ucunu ateşledim. Sigaramı dudaklarımdan çektim. "Küfürbaz Kelebek."

 

Güldüğünde yakınında durduğumu anladım ve hemen geri çekildim. Onun gülüşünü yakından izlemeye henüz hazır değildim.

 

"Adını söyler misin?" Dedi.

 

Sigaramın dumanını içime çektim.

 

"Tanışmamız gereken konular var." Dedi ısrar etmeye devam ederek.

 

Bana uzattığı eli tutmadan başka yöne çevirdim bakışlarımı. "Efken Ezel Mir."

 

Elini tutmamamı sorun etmeyerek güldü. "Kulağa hoş geliyor. Annen mi koydu baban mı?"

 

Yorgun gözlerimi onun neşeli gözlerine çevirdim. "Ne yapacaksın? Onlara teşekkür mü edeceksin ismim için?"

 

Yutkunduğunda yüzündeki neşeli ifade sarsıldı, böyle sert bir tepki beklemediği açıktı. "H-hayır. Merak ettim yalnızca."

 

Boğazını temizleyerek kendine gelmeye çalıştı. Bu kız hiç mi pes etmezdi?

 

"Sormadın ama yine de söyleyeyim." Elini kaldırıp saçlarını karıştırdı. "Lamia Hazen Kamer."

 

Lamia Hazen Kamer...

 

Lamia ışık saçan anlamına geliyordu. Hazen ise hüzün, keder anlamına geliyordu.

 

Güzel ismi vardı. Güzeldi, onunla ilgili olan her şey.

 

"Lamia'yı babam, Hazen'i annem koymuş." Dediğinde yüzünden eksilmeyen gülümsemeyle devam etti. "Ablamda bana isim koyamadığı için çok sinirlenmiş hatta üç gün boyunca evde yemek yemeden grev yapmış. En sonunda babam dayanamayıp hadi hangi ismi istiyorsun söyle dediğinde Ayıcık Bombo olsun demiş. Babam öylece kalakaldığında ise 'ne var tıpkı onun gibi tombul ve tatlı.' diye söylenmiş."

 

İlgilenmiyormuş gibi davransam da ağzından çıkan her şeyi zihnime kazıyordum. O beni umursamadan konuşmaya devam etti. Susmasını istemiyordum çünkü o konuştukça kafamın içinde dönen sesler susuyordu.

 

"Babam da onu kırmak istemeyerek sende ona öyle seslenirsin, hem bir tek sana özel olur bu isim demiş. Ablam ikna olduğunda ise bana her yerde öyle seslenmeye alışmış." Ağzının içini havayla doldurdu ve biten sigarasını yere koydu.

 

"Onun yüzünden tüm arkadaşlarıma rezil oluyorum!"

 

"Anlayabiliyor musun? Şu yaşıma geldim ve onun bu lakabından kurtulamadım." Onun temizliği karşısında kendi karanlığımı unutuyordum.

 

"Anlıyorum." Dedim gözündeki parıltılara dalarak. Bu gözlerde çözemediğim şeyler vardı. İçtiğim tüm sakinleştiricilerden daha etkiliydi sanki gözleri.

 

"Neyi?" Dedi alayla. Onu dinlemediğimi düşünüyordu.

 

"Ablanın sana Ayıcık Bombo diye seslenmesi, hele ki bu yaşına gelmiş olmana rağmen, sinirlerine dokunuyor. Ama yine de bundan hoşlanıyorsun." Dediğimde kaşlarını havalandırdı. "Dinlemediğini düşünüyordum." Sesinde şaşkınlık vardı.

 

O fark etmeden bıraktığı sigara izmaritini cebime koydum. Çöpleri yere atamadığım, özellikle de sigara izmaritlerine karşı hassas olduğumu bilmesine gerek yoktu. Bir çöp kovası bulduğumda atardım.

 

"Dinlemedim zaten son cümlelerini sadece yanlışlıkla dinledim. " dediğimde gözlerinde inanmadığını gösteren muzip bir ifade vardı ama yine de, "İnanıyorum." dedi.

 

"İnanmadığını biliyorum."

 

Gözlerini devirdi. "Bende dinlediğini biliyorum ama yüzüne vuruyor muyum?" Başını iki yana salladı. "Hayır çünkü arkadaşının ayıbını yüzüne vurmak, özellikle de altını çizerek söylüyorum pembe yalanını yüzüne vurmak güzel bir şey değildir."

 

Ne çok konuşuyordu bu manyak kadın. Çenesi hiç mi yorulmuyordu?

 

"Aynen ondan."

 

"Bak ya, tiye almıyor bir de beni!" Ayağa kalktığında oldukça sinirlenmişti hatta yüzü, kulakları kızarmaya başlamıştı bile. "Oğlum yabanisin sen, yabani."

 

Bende ayağa kalktım ve karşısına geçtim. Susmadı. "Hayır yani bir kere olsun beni ciddiye alsan ölür müsün?"

 

"Sana ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunmaktayız." Dedim saate bakıp. Sekiz buçuktu. "Yürü eve." Arabaya doğru yürüdüm. Sinirden attığı küçük çığlıkla dudağımın köşesi hafifçe kıvrıldı. Bu uzun zaman sonra ilk defa gerçekleşiyordu. Uzun zaman sonra dudağımın köşesi kıvrılıyordu. Bunu fark ettiğim an sildim o küçük gülücüğü de.

 

Ayağını yere sertçe vura vura yanıma geldi. Sinirini attığı adımlardan çıkarıyordu. Çocuk gibiydi.

 

"Sinirlendin sanırım?" Sesimdeki alaycıl ton bile gözlerindeki kıvılcımların harlanmasına yetti.

 

"Yok, ne münasebet ayol? Sadece kafanı şu ağaca vura vura kanatmak ve daha sonra içinde olduğuna emin olmadığım beynini çıkartıp kuşlara yem olarak vermek istiyorum." Duraksayıp kollarını önünde birleştirdi. "Sen bundan sinirlendiğim kanısına varmıyorsundur umarım."

 

Sinirlendiğinde daha hızlı ve uzun konuşuyordu. Kulakları ise kırmızıya dönüyordu.

 

"Hayır, çok sinirlendiğin kanısına varıyorum." Dediğimde sinirden ağlayacak gibiydi. Tam elini kaldırıp omuzuma vuracakken vazgeçip ağaca tekmesini geçirdi.

 

"SEN ADAMI ÇILDIRTIRSIN!" Diye bağırdığında kurt uluması kulağımıza ulaştı. Bu salak kadın bu kadar çok bağırırsa elbette ormanın içinde duran tüm aç hayvanlar başımıza çullanacaktı.

 

Sinirini unutup yanıma koşarak geldi. "Sen de duydun mu?" Dedi.

 

"Kulaklarım var." Eğilip kulaklarımı gösterdim. "Ama senin görebilme yetin var mı emin değilim."

 

Yüzünü buruşturdu. "Sen gerçekten delisin! Kurtlar bizi şuracıkta yese yine dalga geçersin." Yüzüme bakmak için başını kaldırıp gözlerime odaklandı. "Boyun kaçtı ki senin? Boynum ağrıyor sana bakınca. Hayır yani kısa bir kız da değilim. 175 benim boyum." Kaşlarını çattı ve beni süzdü. "Kaç metresin?"

 

"194."

 

"Çüş!" diye bağırdı yine salak.

 

Tam bu sırada bir uluma sesi daha duyduğumuzda elini omuzuma atıp bana sokuldu. "Kurtlar tarafından yenilerek ölmek için henüz çok gencim." dedi sızlanarak. "Senin boyun iki metre aslında beni kurtarabilirsin."

 

Elinin omuzumda bıraktığı yakıcı hisle gözlerimi yummak istiyordum. Kokusu da cabasıydı.

 

"Seni kurtlarla birlikte yemek daha cazip geliyor aslında. Kurtulmuş olurum çenenden."

 

Ağzını eğip büzdü. "Ha ha ha! Çok komik bir daha olmasın."

 

Boğazımı temizleyerek kendime gelmeye çalıştım. Kolumu elinden kurtarıp omuzlarından tuttum.

 

"On adım ötede araba var." İttirdiğimde hih diye bir ses çıkarttı. "Ben unutmuşum ya onu."

 

Gözlerimi devirdim ve yürümeye devam ettik. "Sadece aksiyon ve dram seviyorsun."

 

"Aynen ondan." Taklidimi yaptığında ona yandan bir bakış attım. Sesini kalınlaştırmaya çalışmış ve becerememişti.

 

Arabaya bindiğimizde üşüdüğünü titreyen bedeninden anladım. Klimayı açtım hemen.

 

"Beni nasıl buldun?" Dedim uzun süredir aklımda dönen soruyu sorarak.

 

"Tesadüf."

 

"Yalan söylemeyi bırak."

 

"Off!" Gözlerini belertti. "Ceketini verdiğin gün seni görmüştüm ya hani ben?"

"Ee?"

 

"Ertesi gün seni bir gazetede boks şampiyonası olarak manşetlerde gördüm." Cama dikti gözlerini. "Yanına gelmek gibi bir planım yoktu aslında ama..." Sıkıntılı bir nefes verdi. "Ama iki yıl sonra kendimi burada buldum."

 

Uzun süre konuşmadan durduğumuzda, "Evinin adresini söyle." dedim.

 

"Eve gitmeyeceğim." Dediğinde kaşlarım çatıldı istemsizce. "Yakın duran bir otele bırakır mısın?" Güldü muzipce. "Arkadaşım."

 

"Arkadaş değiliz." Dedim huysuzca.

 

"Öyleyiz sus."

 

"Karşında birini öldürdüm ben." Artık bu gerçeği yüzüne vurmak istercesine gür çıkmıştı sesim. "Ne arkadaşlığından bahsediyorsun sen?"

 

Yutkunduğunu göz ucuyla gördüm. Benden korkuyordu bunu görebiliyordum ama neden arkadaşlık konusunda bu kadar ısrarcıydı anlamıyordum.

 

"Yanlışlıkla öldürdün onu." dediğinde tamamen kendini kandırmaya çalışıyordu. "Bilerek olmadı."

 

"Onu öldürmek istedim! Neyini anlamıyorsun sen?"

 

"Hayır, istemedin."

 

"İstemeseydim ölmezdi."

 

Sustuğunda gözlerinin dolduğunu gördüm ama bu tamamen korkmuş olmasından kaynaklanıyordu.

 

"Bir daha karşıma çıkma Islak Kelebek." Dedim sakin bir sesle ve arabayı durdurdum "Bu son olsun."

 

Arabadan inip otele girdik birlikte. Kelebek ıslık çaldı şaşkınlıkla gözlerini etrafta gezdirerek. "Yalnız benim bütçem yetmez buranın lüksüne."

 

Resepsiyon görevlisi bizi gördüğünde yanımıza geldi. "Hoş geldiniz Efken Bey." Başımı salladım.

 

Yanımda duran Lamia'yı gösterdim. "Misafirimizle ilgilenin. En iyi şekilde."

 

"Derhal efendim." Dedi ve beş adım ötede duran kadını çağırıp Kelebek'i gösterdi. Kadın yanımıza geldiğinde bana olan saçma bakışıyla sabır çektim.

 

Bana döndü adam. "Otelle ilgili bir kaç husus var efendim. Dinlemek isterseniz konuşmamız gerekiyor."

 

"Daha sonra." Elimi kaldırarak gitmesini söyledim.

 

Kelebek'e döndüm. Hayran bakışlarıyla etrafı inceliyordu. Hayreti ise açık kalan ağzından belli oluyordu.

 

"Burası senin mi?"

 

Başımı salladığımda güldü. "Bu kadar zengin olduğunu bilseydim daha önce karşına çıkardım pikachu."

 

Onu elbette tek başına it kopuk dolu bir otele bırakamazdım. Benim mekânımda daha güvende olacağını düşünüyordum.

 

"Burada istediğin kadar kalabilirsin." Dedim. "Bir ihtiyacın olursa görevlilere söylemekten çekinme."

 

Tamam dercesine başını salladığında son bir kez daha ona bakıp arkamı dönüp gittim.

 

Arabaya bindikten sonra eve gittim.

 

Bahçeden içeri girdiğimde yumruklarımı iki kez açıp kapattım. Evin altında duran deponun önüne geldiğimde tahta kapıyı ayağımla ittirerek açtım. Çıkan sesin beynimde bıraktığı izi hatırlamak istemiyordum. O günlerin ruhumda bıraktığı hasarları düşünmek istemiyordum.

 

Sandalyeye bağlı duran adama baktığımda başı önüne düşmüş baygın bir halde gördüm onu. Bahçedeki aydınlatmalar deponun içine sızdığında yavaş adımlarımla onun karşısına geçtim.

 

Yerde duran su dolu kovayı başından aşağıya döktüğümde nefesi kesilerek ayılmaya başladı. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı nefes almak için sesler çıkartıyordu. Işık hafifçe yüzüne vuruyor ve kirpiklerinin gölgesi yüzüne düşüyordu.

 

"Kimsin?" Kısık gözleriyle yüzüme baktı.

 

"Sen karar ver." dedim sertleşen sesimle. "Ecelin mi olmamı istersin?" Korkuyla irkildi. "Kurtarıcın mı?"

 

"Ne istiyorsun?"

 

"İki yıl önce ambulans şoförlüğünü yaptığın Pamira Mir'i nereye götürdün?"

 

Yüzünde duran şaşkınlığı ile bana baktı. "B-bilmiyorum."

 

Hemen yanında duran masanın üzerinden özel üretim olan çakıyı aldım ve boynuna yaklaştırdım. "Biliyorsun Ekin Karaaslan." dedim fısıltıyla çıkan sesimle.

 

"Bırak beni!" Bağırdı korkuyla. "Bi bok bildiğim yok benim!"

 

Şahdamarının üzerine yasladığım çakıyı biraz daha yasladım boynuna.

 

"Her şeyin bir sınırı vardır Ekin. Benimde sabrımın bir sınırı olduğu gibi."

 

"Öldür beni." Dediğinde onu kimin bu kadar korkuttuğunu öğrenmek istedim. Kendi canını vermek bile onun için bir lütuf gibiydi. "Öldür ama bana bir şey sorma."

 

"Hayır," dedim çakıyı yere fırlatıp. "Seni değil." Elimi omuzuna atıp sıkıca bastırdım. "Herkesten sır gibi sakladığın kızın; Meva'yı."

 

İşte şimdi çaresizlik ve kaybetme korkusunu yüzünde gördüm.

 

"Yapamazsın." dediğinde gözlerim kısıldı. "Bu kadar vicdansız bir herif olmazsın." Gözleri dolmaya başladı. Bir babanın çaresizliğini ilk kez bu kadar yakından gördüm. "O daha üç yaşında. Yaşaması gereken uzun yıllar var. Beni öldür, parçalara ayır ama ona dokunma."

 

Gözlerimi bezgince suratına diktim. "Sana sen seç dedim. Ecelin mi? Kurtarıcın mı?"

 

"Ne kurtarıcısından bahsediyorsun sen?" bağırdı hınçla. "Düşürdüğün çukurdan sen mi çıkartacaksın?!"

 

"Birlikte iş yaptığın adamların kızından haberi olduğunu bilmiyor musun?" dediğimde sadece blöf yapıyordum. Benim dışımda kimse bilmiyordu. "O kızı alıp bir saniye bile düşünmeden gebertirler. Sonrada sakladığın için seni."

 

"Hayır." Başını art arda iki yana salladı. "Bu imkansız. Onu bulmaları imkansız."

 

Aslında dedikleri doğruydu çünkü onu o kadar temiz ve akıllıca saklamıştı ki bu gerçekten imkansız gibi görünüyordu ama değildi işte. Fransa'da Nice ilinde varlığı bile gözükmeyen boş bir evde yaşıyordu. Ona bakan yaşlı bir kadın vardı. Bu kadında kimsesiz biriydi, çocukları ve kocası onu terk edip sokağa atmışlardı. Ekin ise onu yanına alıp kızının bakıcısı yapmıştı. Kızının velayetini de onun üzerine almıştı.

 

"Kızın Fransa'da yaşıyor. Nice'da. Ona Anaine adında yaşlı bir kadın bakıyor." Dediğim an öfkeyle dudaklarını araladı ama konuşmasına izin vermeden devam ettim. "Onun yanına özellikle kasım altıda gidiyor ve bir hafta sonra geri geliyorsun." Kaşımı kaldırdım. "Her gün onunla ikinci telefonunla konuşuyorsun ama bu hat adının üzerine olmadığı için ve de yanına sadece kendi arabanla gittiğin için kimse şüphelenmiyor senden."

 

"Sırf kızın için," gözlerimi sahte bir hayranlıkla açtım. "İki gün boyunca arabayla yolculuk yapıyorsun sahte kimliklerle." Gözleri şaşkınlıkla beni izliyordu. "Onu ölmekten kurtarmamı mı yoksa öldürmemi mi istiyorsun?"

 

Yanından ayrılmak için geriye doğru adım attım. "Sana bir gün daha mühlet veriyorum Karaaslan. Seçimini yap."

 

Arkamı döndüğümde Ekin'nin ağlama sesi adımlarımın durmasına neden oldu.

 

Bir yumru boğazıma oturdu. Ona döndüğümde omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu. Bir babanın kızına olan tüm sevgisi iliklerime işledi. Uzaktı bana bu görüntü. Çok uzaktı. O bunu hak ediyor muydu? Kızı üzerinden tehdit edilmeyi gerçekten hak ediyor muydu?

 

Girdiğim muhakemede yargılanırken vicdan kırıntıları önüme döküldü. Her bir zerresi bana suçlayarak baktı.

 

Göğsüm huzursuzlukla doldu. Yanına gidip iplerin hepsini çözdüm ama o hiç hareket etmeden öylece ağladı.

 

Buna sebep bendim ama başka çarem yoktu işte. Pamira'da benim kızım gibiydi onu bulmak zorundaydım.

 

"Onu koruyamadım." Dedi. "Ne kadar uğraşsam da onu bu boktan hayattan uzak tutmak için ne kadar çabalasam da olmadı."

 

"Kendini suçlamak sonranın işi. Kalk savaş."

 

Bir süre yüzüme baktığında yüzünde ki nefret yüzümdeki ifadesizlikle çarpıştı. Ayağa kalktı, bir eli yumruk oldu. Yumruğunu suratıma geçireceğini anladığımda bileğinden tuttum sertçe. "Korktun anlıyorum ama bu işi bu noktaya getiren ben değilim." Bileğini bıraktım.

 

"Yürü." Çenemle kapıyı gösterip önden ilerledim çıkışa. "Çoktan seçimini yaptığını biliyorum."

 

Arkamdan geldiğinde evin kapısının önüne geldik. Cebimden çıkarttığım anahtarla kapıyı açtım ve ilk önce onun içeri girmesi için kenarda durdum ve ardından da ben girdim eve.

 

"Yukarıda duş alabilirsin." Dediğimde bana çok saçma davranıyormuşum gibi baktı. "Koridorun sonunda ikinci kapı."

 

Üstü çamur pislik içindeydi ve bence duş alırsa rahatlayacaktı.

 

Benim kadar iri olmasa da kıyafetlerimi giyinebilirdi. "Ben sana bir kaç parça üst getireyim." Dedim merdivenlere ilerlerken.

 

"Tehdit ettiğin adamı evine sokacak kadar aptal mısın gerçekten?"

 

Yüzümü ona dönmeden konuştum.

 

"Seni istediğim her an nakavt edebilirim. Bu ister evimde olsun, ister bir çöplükte."

 

Merdivenlerden çıktım ve giyinme odasına girdim. Elime gelen ince siyah kazağı ve siyah eşofman altını aldım. Ardından da boxer ve atlet aldıktan sonra odadan çıktım. Gelen su sesiyle duş aldığını anladım ve kıyafetleri kapının önüne koydum.

 

Daha sonrada aşağıya indim. Acıkmış olabileceğini tahmin ederek yemek sipariş ettim ve evden çıktım. Kapıda duran adamlara baktım. Bahçenin her köşesinde koruma vardı; görünen, görünmeyen her yerde.

 

"İçeriden kimse çıkmayacak, kimse de girmeyecek." Dedim işaret parmağımı kaldırıp.

 

"Anlaşıldı abi." Dedi Yaman. "Hiç bir sorun çıkmayacak."

 

Onlara güveniyordum çünkü hepsi zeki, çalışkan adamlardı.

 

Büyük bahçeden çıkıp yürümeye başladım. İçimi kemirip duran bu histen nefret ediyordum. Onu alıp eve getirebilecek bir adam değildim ben. Önceden olsa onu o rutubet kokan çöplükte bırakır hiç umurumda olmadan evime giderdim. Bugün ışık saçan bir insan görmüş olduğumdan olabilir miydi? O ışık karanlığıma sinsice sızmış olabilir miydi? Ben bir çift göze su olup akmış olabilir miydim?

 

Parçalanmış, yok olmanın eşiğinde, acı çekerek sonsuzluğa gitmeyi beklerken bu kadının karşıma çıkması kader miydi? Tesadüf müydü?

 

Neydi onu bana getiren şey? Neydi böyle hissetmeme sebep olan şey?

 

Sorular soruları kovaladı. Ne beynim ne de kartlaşmış kalbim bunların cevabını verebildi.

 

Ben yine cevapsız sorularımla kalakaldım. Ben yine koca bir sessizliğin içinde küçücük kaldığımı hissettim.

 

Adımlarımın durmasına sebep olan şey karşımda duran Kelebekti. Beni gördüğünde o da bakakalmıştı.

 

Ağlamıştı bunu ıslak kirpiklerinden anlayabiliyordum. Yüzünde acı çektiğini belli eden çizgiler vardı. Alnı kırışmış, kaşları derinden çatılmış, dudakları parçalanmış kanıyordu. Kırık bir ayna gibiydi yüzü. Dokunsam tuzla buz olacaktı sanki.

 

Yanına gittim hemen çünkü o bir adım daha atabilecek gibi görünmüyordu. "Neyin var?" Kollarından tuttum.

 

"Neyim mi var!" dedi elimi ittirerek. "Görmüyor musun?" diye suçlayıcı sesiyle öyle bir bağırdı ki suratıma doğru bir adım geriye gitmek zorunda kaldım. "Senin yüzünden! Senin!"

 

"Ne yapmışım ben?"

 

"Beni o otelde nasıl bırakırsın sen?" Omuzlarımdan ittirdi. "Beni bir başıma o otelde nasıl bırakırsın?" Daha çok ağladı.

 

Ne olmuştu lan o otelde? Ne yapmışlardı ona?

 

Yanaklarından tutup gözlerime bakmasını sağladım. "Anlat!"

 

Gözlerini yumduğunda bir damla yaşı eldivenime düştü. O yakıcı hissi eldivenin altından bile hissettim.

 

"Ağlama." Yutkundum. "Ağlama Kelebek."

 

"O adam..." Nefesi kesildi. "O adam bana..." sustu ve acıyla inledi.

 

Yirmi altı yıllık ömrümde korkuyu çok derinden ilk kez hissettim. Ona zarar gelme ihtimali aklımı durdurdu.

 

"Bir şey olmadı de."

 

"OLACAKTI!" Diye bağırıp yüzünü avuçlarımdan kurtardı. "Eğer eski sevgilin olmasaydı olacaktı!"

 

"Hazan mı?" Dedim anlamaya çalışarak.

 

Başını salladığında eli alnına gitti. Olduğu yerden sürekli bir kaç adım döndü ve yüzünü sıvazladı. Eli dizlerine gittiğinde sinirlerinin boşaldığını ve yere düşeceğini anladım ve kollarından tutup kaldırıma oturttum.

 

"Sakin ol Kelebek. Geçti. Buradayım." Dedim rahatlaması için. "Bunu yapanı mahvedeceğim. Seni bu kadar ağlatan her kimse onu geberteceğim."

 

Burnunu çekip mahzun gözlerle bana baktı. "Öldürmekten başka şey bilmez misin sen?"

 

Bu söz bana Kılıç'ı hatırlattı. O da buna benzer bir şey söylemişti.

 

"Bilmem." Karanlık sesimle gözlerime bakakaldı.

 

Yutkundu. Artık ağlaması da korkusu da bitmişti. Gözlerinde merak vardı.

 

"Öğretmedi mi kimse?"

 

"Neden sürekli beni suçlamak yerine kaçıyorsun her şeyden?" Sert sesim gerçekleri yüzüne vurmak istercesine keskin çıkmıştı.

 

"Çünkü..." Dedi. "Çünkü kimse bu kadar kötü biri olamaz." Burnundan bir nefes verdi ve gözlerini üstümüzde duran sokak lambasına çevirdi. "Onu bu hale getiren ya sevgisizliktir ya da yalnızlıktır. Çünkü kaybetmekten korkmayan biri ancak bu kadar..." sustuğunda devamını ben getirdim

 

"Canidir."

 

Gözleri bana çevrildi. "Öyle misin?""

 

"Senin de öyle düşündüğünü biliyorum." Kaşları havalandı. "Benimle konuşurken düşündüklerini saklamak zorunda değilsin."

 

Sustuğunda ayağa kalktım. "Evine bırakayım seni artık."

 

"Gelmiyorum." Kollarını önünde birleştirdi.

 

Bu kadın neden sürekli benimle inatlaşıyordu bilmiyordum ama artık sinirlenmeye başlamıştım.

 

"Kalk." Dedim. "Geç oldu."

 

"Olsun ben eve gitmeyeceğim." Dedi olduğu yerde daha çok yayılarak.

 

"Nerede kalacaksın peki?"

 

Gözlerini kırpıştırıp sırıttı. "Arkadaşımın evinde."

 

"Hangi arkadaşmış bu?" Dedim sorgulayan sesimle.

 

Ayağa fırlayıp işaret parmağını bana doğrulttu. "Sensin pikachu!"

 

Gözlerimi devirdim. "Arkadaş olmadığımızı daha kaç kez söylemem gerekiyor anlaman için?"

 

"Of! Ne nazlı çıktın sen de arkadaşım!"

 

"Evine gidiyorsun."

 

"Hayır, evine gidiyoruz."

 

Onu evime götürebilirdim ama içeride Ekin vardı ve onu esir tuttuğum bir adamla aynı yere sokamazdım.

 

"Ne bu arkadaşlık ısrarın Kelebek?" Ellerimi cebime yerleştirdim. "Ne çıkarın var benden?"

 

Şaşkınlıkla yüzüme baktı. Tedirgin olmuş gibiydi. "N-ne çıkarından bahsediyorsun?"

 

"Bir caninin evinde kalmayı isteyecek kadar ne çıkarın olabilir benden?"

 

Sustuğunda gözlerim kısıldı. "Bana istediğini yap ama asla yalan söyleme." Derin bir nefes verdim. "Yoksa kanatlarını kırarım. Anladın mı?"

 

Eli boynunda duran kolyeyi buldu. Karanlık olduğundan dolayı ucunda ne vardı görememiştim.

 

"Ben evime gideyim artık o zaman." dediğinde içimde ki şüphe biraz daha büyüdü. Ne saklıyordu benden?

 

Tam yanımdan geçip gidecekken kolundan tuttum. "Seni ben götürürüm."

 

Biraz düşündükten sonra başını salladı tamam dercesine. Birlikte yürümeye başladık.

 

"Özür dilerim." Dedi. "O otelde olanlar senin suçun değildi."

 

"Seni otele koyduysam korumak benim görevimdi. Özüre gerek yok, oranın güvenli olacağını düşünmüştüm. Suç benim."

 

Bir süre sustuktan sonra tekrar konuştu. "O adamı öldürecek misin gerçekten?"

 

Öldürmekten beter edecektim.

 

Cevap vermedim.

 

"Öldürmek yerine cezaevine atabilirsin." dedi çözüm üretmek amacıyla.

 

"O şerefsizler istedikleri her an faydasız delikten çıkarlar. Sen bunu bilmiyor musun?"

 

"Sende çözüm olarak onu öldüreceksin öyle mi?"

 

"İşime karışma Kelebek."

 

Biraz daha yürüdükten sonra bir evin önünde durduk.

 

"Teşekkür ederim." dedi kapıya doğru adım atarken. "Benimle uğraşmak zorunda kaldın."

 

Kapının önünde durdu ve tam kapıyı çalacakken bana döndü. "Gidebilirsin."

 

Milim hareket etmeden baktım suratına. İçeri girdiğini görecektim.

 

"Git." dedi tekrar.

 

"İçeri girdiğini göreceğim." Dediğimde bir kaç saniye gözlerini yumup derin nefesler aldı ve mırıldanarak bir şeyler söyledi.

 

Kapıyı çaldığında bir kaç dakika sonra kapıyı üstü çıplak bir herif aı.

 

Uykulu gözleriyle Kelebek'e sırıttı pişkin pişkin. "Oo... Gece gece yolunu mu şaşırdın güzelim?"

 

Ellerim yumruk oldu. Onun o güzelim diyen ağzını sikerdim ben ama.

 

Düşünmeden soluğu Kelebek'in dibinde aldım.

 

Kelebek uyarmak amaçlı olsa gerek boğazını temizledi. "Düzgün konuş Burak."

 

Burak denen herif bana döndü. "Neden? Yeni sevdiğin mi kızar bana?"

 

Kahkaha atmaya başladığında gözlerimi yumdum sinirle. Sarhoş olduğu her halinden belliydi.

 

"Benim evime de sevgilinle gelmiş olman büyük or-"

 

"O kelimeyi tamamlarsan senin ağzını sikerim." Dedim gözümü açıp.

 

Kelebek elini koluma koydu. "Buraya gelmem saçmalıktı. Gidelim hadi."

 

"Orospulukmuş." Dediğinde gülüyordu. Beynimin içindeki tüm damarların gerildiğini hissettim. Çenesini kıracak kadar sert tutup evin içinde ki duvara yasladım.

 

"Özür dile çabuk itin dölü!" Gözüm kararmaya başlamıştı.

 

Gülmeye çalıştı yine. "Gerçekler hep acıtır. Tıpkı şuan seni acıttığı gibi." Daha fazla zırvalamasına izin vermeden yumruğumun tarak kısmıyla suratına vurdum. Çenesini kırılma sesi kulaklarıma ulaştı. Yere düştü ve acıyla bağırdı. Kelebek korkuyla beni tutmaya çalışsa da izin vermedim. Kimse ona böyle hakaret edemezdi. Kimse.

 

Yere çömelip yine çenesinden tuttum. "Madem Kelebek'ten özür dilemiyorsun... O halde çenene ihtiyaç yok." dedim ve bir kez daha vurdum çenesine. Ayağa kalıp bir tekme attım bacak arasına. Bağırmaya çalışsa da çenesinden dolayı bu mümkün değildi. Acıdan bayıldığında derin bir nefes çektim ciğerlerime.

 

Kelebek donmuş bir şekilde yerde uzanan şerefsize bakıyordu. "Ölmedi de."

 

Bir nefes daha çektim ve kolundan tuttuğum gibi evden çıkarttım.

 

"Ölmedi." dedim dişlerimin arasından. "Ama buna çok hevesli görünüyordu."

 

Onu ardımdan sürükleyerek götürmeme sinirlenmiş gibi kolunu benden kurtardı.

 

"Yeter artık! Seninle tanıştığım günden beri ölüm kelimesini yirmi iki yıllık ömrümden daha çok duydum."

 

Yürümeyi bırakıp ona döndüm. Çok korkmuş görünüyordu. Titriyordu rüzgarda salınan yaprak gibi. O rüzgar ben olabilirdim ama ben tatlı bir esintiden ziyade bir fırtına kadar serttim. O da buna alışık olmayan bir yaprak misali savunmasızdı.

 

Omuzundan tuttum. "Sakinleş." Dedim. "Hiçbir şey olmadı."

 

Yutkundu, gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki korku ve öfke silindi. Çok yoruldum bugün."

 

"Bir günde ne kadar değiştirdim hayatını görmüyor musun?"

 

Gözünü yumdu yavaşça.

 

"Sen benim hayatımı çok pembe görüyorsun değil mi?" Güldü hafifçe. "Sanki tüm kötülüklerin dışındaymışım gibi bakıyorsun ya hani bana..." Gözünü açmadı hiç. "Tıpkı babam gibi."

 

Gözünü açtığında gözleri dolmuştu. "Bende tüm kötülüklerin başı senmişsin gibi hissettiriyor olmalıyım sana." Bir damla yaş süzüldü yanaklarından. "Tıpkı annem gibi."

 

Böyle hissetmem için ona gerek yoktu çünkü tüm hayatım boyunca hep böyle hissetmiştim.

 

Ona da annesi mi böyle hissettirmişti?

 

"Sandığın kadar temiz biri değilim Efken."

 

"Sandığımdan daha temizsin çünkü." dedim elimi omuzlarından çekip.

 

"Tanımıyorsun bile beni." dedi sızlanarak. Ama ben onun gözlerini gördüğüm ilk an tanımış gibiydim onu.

 

"Artık eve gidelim mi Islak Kelebek?" dedim gözlerine bakıp.

 

"Gidelim."

 

Birlikte yan yana yürüdük.

 

Elini üstümdeki deri ceketin cebine koyduğunda duraksadım.

 

"Ne?" dedi gözüme bakıp. "Ellerim üşüsün mü?"

 

Yutkundum ve yürümeye devam ettim. "Üşümesin." dedim fısıltıyla.

 

"Onun neden benimle böyle konuştuğunu sormayacak mısın?"

 

"O kılıksızın ağzından çıkanlar umurumda mı sanıyorsun sen?"

 

Güldüğünü duydum. Bugün çok fazla ruh hali değişiklik göstermişti. Dengesini bozuyordum.

 

"Değişik bir adamsın." dedi.

 

"Herkes gibiyim." dedim gözlerimi devirip.

 

"Herkes gibi olmadığını biliyorsun." dedi alayvari bir şekilde.

 

Cebimden telefonu çıkartıp evde duran korumalardan birine Ekin'i başka bir eve taşımasını söyledim. Yanına da en yakın olarak Akın'ı koydum. Ardından oteldeki herifi bulmaları için diğer adamlara haber verdim.

 

"O çocuk..." Dedi mırıldanarak. "Bana kızmakta haklıydı."

 

Dişlerimi sıktım sinirle.

 

"Konu ne olursa olsun. Kimse sana böyle davranamaz. Sen böyle düşündükçe böyle muamele görmekten kurtulamazsın."

 

"Onu kullandım." Dedi acıyla.

 

"Kullandırtmasaydı."

 

"Ama..."

 

"Amaları siktir etsene. Bu hayatta kendini suçlayacak her türlü konu bulursun, ayağın taşa takılsa kendini suçlarsın dikkatsizliğinden, yapmak zorunda hissetsen yine böyle hissettiğin için suçlarsın kendini. Bu yüzden siktir et işte. Bırak tüm suçları üstlenmekten. Bırak yükleri sırtlanmaktan... bırak canını değmeyen insanlar için sıkmayı."

 

Gözleri dolu dolu gülümsedi bana.

 

"Geldik mi eve?" Dedi durduğumuzda.

 

"Sanırım."

 

Birlikte eve girdiğimizde Kelebek kendini hemen iki kişilik koltuğa attı. "Yarın evi gezerim. Ama şuan çok yorgunum." Dedi mırıldanarak gözlerini kapatıp. Yüzünün yarısını örten saçları o nefes aldıkça havalanıyordu.

 

Üstümde duran ceketi çıkartıp askılığa astım.

 

"Aç mısın?"

 

"Otelinde dünyaları yedim merak etme." Dediğinde sırıtıyordu aptal aptal. "Karnım ağrıyor artık."

 

Tekli koltuğun üzerinde duran kırmızı pikeyi üzerine örttüm.

 

"Salak." Dedim.

 

"Salak mı dedin sen bana?" Gözlerini büyük büyük açtı. "Kelebek'e noldu?"

 

"Kelebeksin diye salak olmadığını mı sanıyorsun?"

 

"Hadsiz adam." Dedi sinirlenip gözlerini yumarak.

 

"Salak Kelebek." Yanından ayrılıp merdivenlerden çıkacakken "Işıklar açık kalsın mı?" diye sordum.

 

"Karanlıktan korkmuyorum. Kapat ışıkları."

 

Işıkları kapatıp yukarıya odama çıktım. Bu kadın dengemi bozuyordu ve ben yine kaybediyordum.

 

Bir dal sigara yakıp camın önünde durdum.

 

Ben Efken Ezel Mir. Ateş, Ateşin Varisi ya da cani herifin teki. Heybetiyle, gücüyle, namıyla her şeyiyle yıkılmaz bir duvar, aşılmaz bir buz yığını. Katil, canavar, vicdansız. Ulaşılamaz ama ulaşılmak istenmeyen adamım.

 

Taştan bir heykelim ben. İçim çürük yaralarla doludur ama sarsılamaz, taştandır benim bedenim.

 

Beni bu hale getiren Karan Afil Mir'in taştan duvarlarına her seferinde çarpıp taştan olmayı öğrenen bir heykelim. O taşa bazen bedenim, bazen aklım, bazen de kalbim çarpa çarpa öğrendim taş olmayı.

 

Kaçtıklarıma koşmayı öğreten adam, pusula bulmayı değil pusula olmayı öğreten adam, bu dünyaya ayak uydurmamı değil kendi karanlık dünyamı yaratmamı öğreten adam, kusurlarımı kabullenmemi değil onları kusmamı öğreten adam. Babam.

 

Onun acımasızlığı ruhuma nüfus eden yakıcı bir kanser gibiydi. Her seferinde omuzlarımdan sarsarak "Büyü artık Ezel!" diye haykıran bir canavardı benim için. Ailesini her şeyden koruyan ama kendi pisliğinden koruyamayan biriydi o. Cani miydi? Belki de daha fazlasıydı.

 

O benim içimde kabuk tutamayan yaramdı. Bıraktığı sızı bir an bile eksilmezdi. Bende bıraktığı her izle gurur duyan adam şimdi ki yaramı görmüş olsaydı eminim zaferle içkisini yudumlar rahatsız edici bakışlarıyla beni izlerdi. Çünkü... o karanlık değildi karanlığı yaratandı. Yarattığı karanlıktaki imzaları onun için gurur vericiydi.

 

Yaşıyor muydu ya da ölmüş müydü bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı; o yokken bile fazlasıyla vardı. Zira aynada duran yansımamın gözlerinde duran zifiri leke her seferinde kendini hatırlatırdı bana.

 

Annem için bir melekten farksızken, babam için basit bir oyuncaktım. Beni dövmezdi... Dövsün isterdim ama hiçbir zaman dövmezdi beni. Çünkü yakmak onun için daha cazip bir eğlenceydi. Yapma diyen yakarışlarım kulaklarını tırmalamazdı aksine bunları duydukça içindeki canavar şenlik çekerdi.

 

Onun sıradan bir baba gibi oğluyla futbol oynaması gerekmez miydi? Neden bir deney faresi gibi beni yaralıyordu?

 

Bazen eve gelirdi, yüzünde her zamankinden daha fazla öfke ve açlık olurdu. Acıya olan açlık gibi. Bu sıralarda annem korkuyla Barlas'ı yanına çeker, odasına kaçar kapısını kilitlerdi fakat ben onun yüzünü gördüğüm an nefes almayı bile unuturdum. Bırak adım atmayı gözlerimi bile kırpmazdım. Dilim lâl olur, bedenim heykel. Ruhum yok olur, kalbim atmayı bırakırdı.

 

Gözleri etrafta aç bir kurt gibi gezinirken avı olarak beni kestirirdi gözüne. O vahşi suratına korkunç bir sırıtış eklenirdi... Ardından imza odası.

 

Orada bana ne olurdu, ne yaşardım kimse bilmezdi. Sormaya bile cesaret edemezlerdi.

 

İki gün boyunca kendime gelmem için zaman tanırdı bana işkencelerinden sonra. Daha sonra odadan çıkmak serbestti. Aklımı kaçırırdım orada. Gerçek anlamda aklımı kaybederdim. Kaybettikçe güçsüzleşirdim.

 

O odadan ruhunun yarasız çıkması imkansızdı. Orada benim için yalnızca acı, babam için yalnızca tutku vardı.

 

Odadan çıkarken kolumdan tutardı "Bir gün isyan ettiğin kişiye dönüşeceksin Ezel." derdi. O çocuk halimle bunu duymak tüm işkencelerden daha ağır gelirdi. "Asla!" derdim. "Asla senin gibi bir caniye dönüşmeyeceğim!"

 

İşte bu sözlerim onu delirtirdi. Sırtımda -yaşı kadar- yirmi sekiz tane sigara söndürür, sıcak suyun altında derimin kemiğime yapıştığını hissedene kadar beni yakardı. Onun gibi biri olacağımı kabul edene kadar her seferinde acının dozunu arttırırdı. Ben kabul etmezdim, o da durmazdı. Ta ki sıkılana kadar.

 

Babalık kelimesinden iğrendim onun yüzünden. Her babanın acımasız olduğunu sandım. Babalığın cani olmakla eş değer olduğunu hissettim. Onun yüzünden.

 

Ama bugün bir babanın kızı için omuzları sarsıla sarsıla ağladığını gördüm ya hani... Hayır dedim kendime. Hayır, hiçbir baba senin baban kadar kötü olamaz.

 

İçtiğim kaçıncı sigaraydı bilmiyordum ama paketim bitmişti. Masanın üzerinde bıraktığım telefon titrediğinde arayanın Ekin'nin yanına koyduğum koruma Akın'nın olduğunu gördüm.

 

Telefonu açtığımda "Abi." dedi nefes nefeseyken. "Ekin seninle konuşmak istiyor." sanrım bir harbede yaşanmıştı. "Ver." dedim.

 

Ekin telefonun ucunda konuştu. "Sana her şeyi anlatacağım Efken. Hazırsan gel yanıma."

 

Neye hazır olmam gerekiyordu bilmesem de "Konum atın geliyorum." dedim.

 

Bir kaç saniye sonra bu evin dağ evindeki evim olduğunu gördüm.

 

Odadan çıkarken sessiz adımlarla aşağıya indim. Işıkların açık olduğunu gördüğümde neredeyse gülecektim.

 

Karanlıktan korkuyordu ve bunu benden saklamak için yalan söylemişti. Aptal Kelebek.

 

Baş ucunda durduğumda elimi kaldırıp yüzünde duran saçları çekmek istedim ama kirli ellerimi onun berrak ve parlak saçlarına değdiremedim. "Karanlıktan korkuyor olman ayıp değil Kelebek. Karanlığı sana layık görenlerdedir asıl ayıp."

 

Yanından ayrılıp askılıkta duran ceketimi aldım ve dışarıya çıktım. Adamlara bakıp "İçeride yatan kadının kılına zarar gelirse yakarım sizi." dedim. Bunu yapacağımdan şüpheleri yoktu.

 

Adamlar başını onaylayarak salladıklarında tek kelime etmediler. Hızlıca bahçeden çıkıp arabama atladım.

 

Kısa bir yolculuktan sonra dağ evine gelebilmişti. Arabadan inip kapıya ilerledim. Kapının önünde duran korumalar beni gördüklerinde ceketlerinin önünü ilikledi.

 

İçeri girdiğimde Ekin'i ayakta dört dönerken gördüm. O da beni gördüğünde dönmeyi bırakıp karşımda durdu. "Yalnız konuşacağız." dediğinde korumalara kısa bir bakış attım ve Akın'ın burnunun kanadığını gördüm. "Pansuman yaptır." dedim. Başını salladı ve içeride duran üç korumayı da alıp çıktı.

 

Onlar çıktığında Ekin'e baktım. Elmacık kemiğinde morluk oluşmuştu, kaşı kanıyordu.

 

"O gün..." dedi koltuğa ilerleyip oturdu. "İş çıkışı taksiye binip eve gidecekken birinin ağzıma bez yasladığını hissettim. Kurtulmaya çalışsam da bu imkansızdı. Bayılmıştım."

 

Adımlarımı ona doğru attım ve karşısında duran tekli koltuğa oturdum. Öne doğru eğilmiş ve dirseklerimi dizime yaslamıştım. Anlatırken doğruyu söyleyip söylemediğini anlamalıydım ve bu yüzden yüzünü yakından incelemem gerekiyordu.

 

"Gözlerimi açtığımda kendimi karanlık bir yerde otururken buldum." yüzü buruştu. "Üzerimde gezinen şeyler hissettim ama ne olduğunu hiç bilemedim." Elini alnına götürüp sıvazladı. "Böcek olabilirdi, fare olabilirdi her iğrenç şey olabilirdi." sesli bir nefes verdi. "Robotik bir ses konuştu benimle." dediğinde kaşlarım çatıldı.

 

"Kızına karşılık kızımı vereceksin bana dedi." Gözleri yanan şömineye daldı. "Hastanede duran 795 numaralı odada bulunan kıza bir mektup göndermemi istedi. Kız evet derse ona bir kalp vereceğini ve daha sonra yanına alacağını ekledi." Bana çevirdi bakışlarını. "Kötü biri değildi. Olsaydı götürmezdim."

 

Ayağa fırlamamla ellerimi saçlarımdan geçirdim. Bu kişi oydu. Babamdı.

Loading...
0%